III. İNSANIN SOSYAL YÖNÜ VE DEVLET
Biyoloji ve psikolojiye olduğu gibi sosyolojiye de insanın sosyal özellikleri ve yapısal unsurları bakımından yaklaşabiliriz. Bu nedenle önce toplumu oluşturan ve devlete götüren sosyolojik özellikler ve sonra sosyal yapı-sosyal gruplar ve kurumlar üzerinde duracağız. Böylece devlete bir adım daha yaklaşmış olacağız.
A. DEVLETİ OLUŞTURAN SOSYOLOJİK ÖZELLİKLER
Sosyolojinin gelişmesiyle, insanların tarih boyunca oluşturdukları toplumların nitelikleri daha kolay anlaşılır hâle gelmiştir. Sosyologlar, insanların başlangıç dönemlerindeki doğal yapılarını sosyal bir disiplin veya doğal hâl biçiminde açıklarlar.60-[1]
İnsanlar, geçmişte de sosyal bir varlık olarak diğer insanlar ile bir arada yaşamışlar, "ünsiyet" yetenekleri sayesinde topluluklar oluşturmuşlardır. Ünsiyet, yukarıda da belirtildiği üzere, Arapça bir sözcük olup, insan sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. Vahşet veya vahşî sözcüklerinin tersidir. Ehlîleştirme ile yakından ilgilidir. Ehlîleştirilmemiş hayvanlarda fıtrat (=doğuştan) olarak vahşet vardır. Ancak eğitilmeleri sonucu bu özelliklerini terk etmişlerdir. İnsanların doğalarında da ayrılıklar, boğuşmalar ve çatışmalar vardır. Ancak kendilerinde bulunan bir yetenek ile bu vahşî doğalarını uysal hale dönüştürebilmekte ve çıkar paralelliği içinde yaşayabilmektedirler. Oysa, örneğin arılarda başlangıçta dahi vahşî bir doğa yoktur. Buna karşılık kurtlar ise baştan vahşî doğaya sahiptirler. Ehlîleştirilmeleri mümkün değildir. İnsanların ise vahşî doğaları olmakla beraber, kendi kendilerini uysallaştırma yeteneğine sahiptirler. İnsanın bu yeteneğine ünsiyet adını veriyoruz.61-[2]Sosyolojinin temelini de insanın bu yeteneği oluşturur.
İlk sosyal grup ve birim ailedir. Biyolojik özellikler anlatılırken işaret edildiği üzere, aile, esasensoyu sürdürebilme ortaklığıdır. İnsan eşeyli üreme grubu içinde yer aldığından, kadın ve erkek tek başına soylarını sürdürme yeteneğine sahip değildir.62-[3] Ayrıca çocuğun doğaya geç uyum sağlaması, işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, eşler anlaşmakta ve nesillerini sürdürebilmektedirler.
Anlaşılıyor ki, aile yapısının temelinde nesep ilişkileri yatmaktadır. Çocuğu ancak anne doğurabilmekte ve sütü de ancak o emzirebilmektedir.Biyolojik yapı kadına doğal bir görev yüklemektedir. Bu yük, kadının ev içinde kalarak ev işleri ile uğraşmasını zorunlu kılmıştır. Her sorumluluk bir yetkiyigetirdiği için, ev işlerine kadın egemen olmuştur. Keza, çocuğun eğitiminde de kadın ön plana çıkmıştır. Kadınların bu görevlerini yerine getirebilmeleri için topluluklar oluşturmalarına gerek kalmamış, yakın komşu ve akrabalar arasında kurulan dayanışma ve yardımlaşma yeterli olmuştur. Doğum ve hastalık sırasında yardımlaşma veya çocukları birbirine emanet etme gibi hizmetler için ilk topluluklar yeterli olmuştur. Bu topluluklar hiyerarşiye dayanmamaktadır.Bu aşamada, anaerkil-maderşâhîbiryapıdan söz açılabilir.63-[4]
Erkek ise dışarıya çıkıp avlanmayı veya başka yerlerden yiyecek getirmeyi görev bilmiş, bazan vahşî hayvanlarla, bazan da diğer insanlarla savaşmak ve aileyi korumak zorunda kalmıştır. Bu işbölümü kadının ava zaman ayıramaması, erkeğin bu tür işleri daha iyi becerebilmesi nedenleriyle de doğal bir biçimde ortaya çıkmıştır.64-[5] Kadın ile erkek arasındaki statü farklıklarının nedeni aslında bu fonksiyonel farklılıklardır.
Çoğalma olgusu insanların zamanla daha büyük sosyal ve toplumsal üniteler içinde yaşamalarını gerektirmiştir. Tarihî gelişmeler ve uygulamalar göstermiştir ki, erkeklerin birlik içinde bulunmaları üretim ve savunmada daha etkili hâle gelebilmeleri sonucunu doğurmuş ve bu durum onları daha büyük toplumlar kurmaya itmiştir.
Aile toplumun temeli olduğu gibi, belli bir süreç içinde oluşan ve soğan zarları gibi birbiriyle iç içe çeşitli topluluklarında başlangıcıdır. İnsan, ilk olarak, anne, baba, kardeş ve diğer yakınlardan oluşan ailenin bir üyesidir. Aile kurumu,kişinin yaşadığı ortamı sağladığı gibi, daha büyük toplumsal birimlere katılma eğitiminin de verildiği verdir. Bu niteliği ile aile,diğer sosyal kuruluşlara kaynak görevini de üstlenir.Herkes,önce bir ailenin mensubu, sonra bir apartman veya mahalle, köy, belediye veya semtin sakinidir. Bir ilçe ve ile bağlı olduğumuz gibi,değişik meslekî kuruluşların,siyasî partilerin,derneklerin ve benzeri kuruluş -kurum üyeside olabiliriz.65-[6]
Sosyolojik açıdan insanın diğer canlılardan ayrıldığı en önemli husus, toplumlar ve bu toplumları oluşturan kurumları meydana getirebilmesidir. Toplumun çekirdeği olan aile, başlangıçta doğal bir disiplin niteliğini taşıyordu. İlk dönemlerde, ailenin doğurganlık özelliği ön planda olmasından dolayı anaerkil (=maderşâhî), zamanla avcılık dönemi ile birlikte babaerkil veya ataerkil (=pederşâhî) bir egemenlik türü içinde geliştiği ileri sürülebilir. İnsanın alet yapabilen varlık olabilmesi ve üretim araçlarına sahip çıkabilmesi mülkiyet ilişkilerini doğurmuştur. Başlangıçta kollektif mülkiyetin egemen olduğu da söylenebilir.66-45 Ceza sistemi bakımından kan davaları yürürlüktedir. 67-46Toplum yapısını oluşturan sosyal kurumların, insan hücrelerinin farklılaşmasına ve insan yeteneklerinin ayrışmasına benzer bir biçimde gelişme gösterdiği söylenebilir.
B. SOSYAL YAPI: GRUPLAŞMA VE SOSYAL KURUMLAR
İnsan gruplar içinde yaşar. Bu gruplar sosyal kurumları oluşturur. Bu durum biyolojideki hücre farklılaşması ve doku oluşumuna benzer. Şimdi kurumlaşma olgusu ve sosyal yapı ile sosyal kurumlar üzerinde durmak istiyoruz.
1) Kurumlaşma olgusu:
Sosyal kurumların oluşması, insanların toplu hâlde yaşamalarının sonucudur. Sosyal gelişme de, bu kurumlara bağlı olarak gerçekleşir. Toplum niteliğini kazanmış insanlar toprak üzerinde gruplar yoluyla örgütler kurarak beraber yaşarlar. Toplum insan unsuru ile toprak unsurundan meydana gelir. İlk sosyolojik toplum tipleri olarak aile, aşiret, kabile ve kavimden söz açılabilir. Bu toplumların tümünde insan unsuru ile toprak unsuru zorunlu şart olarak yer alır. İnsan unsuru gruplaşmak, toprak unsuru ihyaedilmek (=mülkiyet) suretiyle toplum dengesi içinde yer almış olur. (bkz. Şekil 5).
Ayrıca biraz sonra açıklanacağı gibi, dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî kurumlarla topluma işlerlik kazandırılmıştır. Toplumların sosyal yapıları, bu kurumların nitelikleri ve işleyiş biçimlerine göre belirlenmiştir.68-[7]
Şekil5 : Toplumun unsurları
Diğer taraftan, insanlar, sosyal kurumlaşmanın temelini oluşturan gruplar içinde yaşarlar. İlk grup olarak karşımıza yine aile çıkmaktadır. İhtiyaçlarını yetenekleriyle karşılayan insan, bunların giderilmesi için yine kurumlar meydana getirir.69-[8]İnsandaki ünsiyet yeteneği, diğer bütün yeteneklerini etkiler ve sosyolojik gruplaşma ile kurumlaşmanın temelini oluşturur.
2) Sosyal kurumlar:
Biyolojik doku oluşumuna ve psikolojik yeteneklere dayalı basit bir benzetme, toplumun da dört temel kuruma sahip olması gerektiğini ortaya koyar. Bize göre, bu biyolojik dokuları ve psikolojik yetenekleri karşılayan dört temel sosyal kurum, insan yeteneklerinin birer tezahürüdür ve tarih boyunca her toplumda var olagelmiştir. İnsanın his (inanç), düşünce, irade ve ünsiyet yeteneklerine paralel olarak, toplumda din, ilim, iktisat ve idare kurumlarının bulunduğu görülmektedir.70-49 (bkz. Şekil 6). İnsan ile toplum arasındaki benzetme de, bunu ortaya koymaktadır.
ş e k İ l 6 : Sosyal kurumlar
Kuvvetler ayrılığı teorisini ileri sürenler, bu teoriye dayanak teşkil eden sosyal kurumlar üzerinde durmak yerine, konuya doğrudan organ ve fonksiyon yaklaşımı ile girmişlerdir. Bunun sonucu olarak, sosyal kurumlar, devlet yapısı içinde dahi yer almadan, temel hak ve hürriyetler kısmında, sadece birer hak ve hürriyet olarak ele alınmışlardır. Kuvvetler ayrılığının esasına ilişkin teorik açıklamalar, insanın psikolojik yeteneklerine ve sosyal kurumlara dayandırılmadığı için, yeterli olamamıştır. Bu nedenle, kuvvetler ayrılığı esasını ortaya koyacak kurum, organ ve fonksiyonların belirlenmesi ve bunlar arasındaki ilişkiler üzerinde durulması gerekir.
Bu ayırımda, insanın yetenekleri ve buna dayalı sosyal kurumlar, ortaya konulmaya çalışılırken, bu sosyal kurumlar arasındaki ilişkiler düzenine de değinilmiş olacaktır.
a)BİR SOSYAL KURUM OLARAK DİN:
aa) KAVRAM:
Sosyolojinin üzerinde en fazla durduğu kurumların başında "din" gelir. Tarihî ve sosyolojik araştırmalar, dinsiz bir toplumun bulunmadığını, hatta ilk dönemlerde topluma egemen temel kurumun din olduğunu göstermektedir.71-[9] Diğer sosyal kurumların yönetici nitelikli bu dinlerden ayrışması, zaman içinde bir evrim sonucu olmuştur. Adeta, hücre içindeki farklılaşmalar gibi toplum içinde de kurumlaşmalar meydana gelmiştir. Kurumlaşmanın temelinde insanın ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları karşılayan insanın yetenekleri yer almıştır. Dinler, tarih içinde, "yönetici" niteliklerini, önce "yönlendirici" niteliğe, sonra da diğer sosyal kurumlarla "dengeleyici" niteliğe bırakmıştır.72-[10] Esasen bu açıdan lâikliği, ileride açıklanacağı gibi, bir denge dönemi olarak niteleyebiliriz.
Bütün bu gelişmeler elbette kolay olmamış ve her dönemde çıkar sahipleri yeni oluşlara karşı çıkarak mevcut statükoyu devam ettirmek istemişlerdir. Hatta, bu yeni dönemde lâiklik ilkesi ile dinin sosyal bir kurum olduğu dahi bir tarafa bırakılarak, sadece vicdanlarda yer alabileceği ileri sürülmüş ve böyle bir düşünce geniş uygulama alanı bulabilmiştir.73-[11] Bu çalışmada dinin toplumun diğer sosyal kurumları arasındaki yerini belirlemek ve sınırlarını çizmek, çalışmamızın önemli bir bölümünü oluşturacaktır.
Sosyal bir kurum olarak dinî kurumların sosyal işlevleri yüzyıllar boyu tartışılmıştır. Daha önce de işaret edildiği üzere çeşitli dönemlerde dinî kurumlar bütün sosyal yapıya egemen olacak etkinliğe ulaşmışlardır.
Diğer sosyal kurumlardaki gelişmelere paralel olarak, dinlerin fonksiyonları zamanla daralmış, hatta dinler bütünüyle vicdanlara itilerek toplum yaşamından çıkarılmak istenmiştir. Ancak din kurumu, işlevsel niteliği itibarıyla ne toplumun bütün kurumlarını kapsayabilir ne de sadece vicdanlara itilerek çok dar ve olağanüstü biçimde sınırlandırılabilir. Denge varsayımımız, bu kurumun alacağı yerin belirlenmesinde önemli bir yer tutar. O hâlde, din kurumunun işlevsel niteliğini devlet içinde yer alış biçimi bakımından yeniden sorgulamamız ve düşünmemiz gerekmektedir.
ab) DİNİN TOPLUM İÇİNDEKİ YERİ:
Toplum, mademki ayrı bir varlıktır, o hâlde onun da istekleri, kararları, uygulamaları olacak ve bunların korunması ve sürdürülmesi arzu edilecektir. Toplum hayatında önce ne veya nelerin yapılması gerektiğinin belirlenmesi, bir başka deyişle, ihtiyaçların tespit edilmesi gerekecektir.74-33 O hâlde ihtiyaçların belirlenmesini sağlayacak bir kurum olmalıdır.
Bu konu, insanın his yapısındaki benzerlikten yararlanılarak açıklanabilir. Bilindiği gibi, insan beynine, acıktım, susadım, yoruldum, doydum, ısındım gibi uyarılarla ne yapılması gerektiğine dair bilgiler verilir. Hisler, bir taraftan ıstıraplarla ihtiyaçları bildirmekte, diğer taraftan ihtiyaçlar giderilince de zevk, neşe ve sevinç ile bunları beyine iletmektedir. Buradan şöyle bir sonuca ulaşılabilir: Bir doyuma (haz) ulaşma isteği veya bunlara karşı konulması, insanın duygusal ve ahlâkî durumu ile doğrudan ilgilidir.
Bu isteklerin toplumsal hayatta belirlenmesi işlevini, tarihte din kurumu yerine getirmiştir. Ancak dinler sadece doğal arzuları belirlemek ve onları tanımlamakla yetinmemiş, aynı zamanda bu isteklerin nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirileceğini tespit, iş ve görevini de üstlenmiştir.
Din ve İdeoloji adını taşıyan eserinde Prof.Mardin, dinlerin "inançların önemli 'yumuşak' ideolojiler arasında yer aldıkları"nı yazar.75-[12] Mardin'in Lane'den alıntıları dinin toplumsal işlevini belirlemesi ve konumuza ışık tutması bakımından ilginçtir. "İdeolojinin ortaya çıkardığı bu psikolojik uyum fonksiyonlarının en önemlilerinden biri dinsel fonksiyondur. Lane, bu fonksiyonu ideolojik bütünün bir alt kategorisi olarak ele almaktadır. Çalışmamızın merkezini teşkil ettiği için üzerinde duracağımız bulgulardan biri de, Lane'nin dine verdiği stratejik önemdir. Lane'in denekleri için din, ideolojilerinin diğer parçaları gibi, gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada psikolojik bir denge kurmanın yollarından biridir. Din, bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belirli bir yere yerleştirme modeli olarak fonksiyon görmektedir." 76-[13]
Bu konuda akla gelebilecek sorular şunlar olacaktır. Acaba dinler bu tür hipotezlerle sınırlandırılabilecek yapı ve nitelikte sosyal kurumlar mıdır? Böyle bir sınırlandırma veya dışlama dinlerin özüne veya getirdiği inanç sistemlerine bir müdahale teşkil etmez mi veya böyle bir müdahale olumlu bir sonuç verir mi?
Bize göre, bu soruların cevaplandırılması ve dinler ile hayat arasındaki ilişkilerin günümüz dünya şartlarına göre yeniden ortaya konulması gerekir. Bunu yapabilmek için, dinlerin tarih içinde gördükleri asıl görevler belirlenmeli, toplum içinde diğer kurumların da yerleri tanımlanarak kurumlar arası bir denge kurulmalıdır. Bazı dinler, bu ayırıma uymayabilirler veya uysalar bile, mensupları böylesine düzenlemelere karşı çıkabilirler. Ancak, uymama noktaları ile ortaya çıkabilecek tepkilerin de bilinmesi böylece sağlanacaktır. Konunun önemi burada yatmaktadır.
Burada Comte gibi, yeni bir din üretilecek değildir.77-[14] Yapılacak iş, dinlerin toplumsal fonksiyonlarını sosyolojik açıdan belirleyerek, ona gerçek görevini vermek olacaktır. Dinin sosyolojik bir kurum olduğu konusunda her hangi bir tereddüt bulunmamaktadır. O hâlde ona sosyal bir fonksiyon verilmesi gerektiği hususunda da her hangi bir tereddüdün bulunmaması gerekir.78-[15] Bu konuda, bilim adamlarına düşen görev, ki bunlara teologlar da dahildir, dinin toplum içindeki yerini ve fonksiyonunu belirlemek ve bu konuda bir konsensus'un oluşmasına zemin hazırlamaktır.
Bu amaca hizmet etmek üzere, çalışmamızda dinin toplum içindeki yeri ve fonksiyonu konusunda bir başlangıç ve deneme yapmak istiyoruz. Bu arada "lâiklik ilkesi" ile "denge" yaklaşımımız arasında ilişki kurulacaktır.
ac) LÂİKLİK VE DİNLER:
aca) Kavram:
Lâiklik gerek Batı'da gerekse ülkemizde çok farklı biçimde algılanmakta ve değerlendirilmektedir. Soysal'ın da belirttiği üzere, lâikliğin Batı'da algılanışının ve bugünkü anlamına erişmesinin, üç aşamada meydana geldiği kabul edilmektedir:
1-Devlet gücünü kullananların bir din veya mezhep taraftarlarını tutmaktan vazgeçerek bütün dinsel inançlara eşit işlemde bulunmaları;
2-Devlet kuruluşlarıyla din kuruluşlarının birbirinden ayrılması ve "resmî devlet dini" diye bir şeyin kalmaması;
3-Devlet hukukunun ve kamu hizmetlerini düzenleyen kuralların dinsel ya da dinle ilgili kurallar olmaktan çıkması.79-[16]
Hemen söylemek gerekir ki, Batı toplumlarının birçoğunda, bu aşamaların hep birden eşit ölçüde gerçekleştiğini söylemek yanlış olur. Batı'da hâlâ resmî dine sahip devletler bulunduğu gibi, Batı devletlerinin pek çoğunda toplumu düzenleyen kuralların din etkisinden sıyrılamadığı hususu yaygın bir olgudur. Bununla birlikte, günümüzde lâiklikten söz açıldığı zaman, genellikle bu aşamaların bütünü anlaşılmaktadır.80-[17]
acb) Bazı dinlere lâiklik açısından bakış:
Dinlerin, özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet'in bu ilke ile yukarıda sayılan esaslar açısından bir uyum içinde olup olmayacakları da üzerinde durulması gereken bir konudur. Diğer dinleri ve bu arada yapısal olarak değil de fonksiyonel açıdan din niteliği taşıdığında şüphe bulunmayan Ateizm'i dedeğerlendirme kapsamı içinde tutmanın yararı vardır.81-[18] Burada din kavramıyla, bireysel hissin toplumsallaşması (ma'şerileşmesi) ile ortaya çıkan kurumun kastedilmediği unutulmamalıdır.
Sosyalist Doğu Bloku ülkelerinde özellikle SSCB’nde geçen yetmiş yılı aşkın bir uygulama döneminde, dinin sosyal niteliği tamamen yok sayılmış; din devlet zoruyla ve kişilerin vicdanlarına itilerek sosyal hayatın tamamen dışına atılmaya çalışılmıştır. Dinler bu baskı karşısında varlıklarını gizlice sürdürmek zorunda kalmışlardır. Dinin sosyal yapı içindeki yeri belirlenmediğinden, sorunlar önüne geçilemez nitelikte büyümüştür.
Dinin sosyal fonksiyonunun belirlenmemiş olması, doğrudan veya dolaylı olarak, farklı kriterlere sahip diğer sosyal kurumların müdahalelerini doğurmakta, bu durum, sosyal dengenin bozulmasına neden olmaktadır.
İşte, Sosyal Denge Modeli'nde sosyal kurumlar arasında dengenin sağlanmasında, din kurumunun fonksiyonu ortaya konulacak ve toplum içindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır. Dinin fonksiyonu ve kriterleri böylece ortaya konulduktan sonra, lâiklik ilkesi denge açısından ele alınacaktır. Böylece lâikliğin sosyal dengeyi sağlayıcı fonksiyonu da belirlenmiş olacaktır.
I. Yahudilik
Yahudilik, bir kavim dini olup sadece Yahudi ırkı ile sınırlı bir özelliğe sahiptir veya mensupları tarafından öyle kabul edilmektedir. Bir başka ırktan olan kimsenin Yahudiliği seçme şansı bulunmamaktadır. Bu nedenle, dünya devletleri açısından bu dinin sınırlayıcı bir etkisi ve niteliği bulunmamaktadır. Esasen Yahudilerin dünya devletlerine yapısal bakımdan azınlık haklarının korunmasından öte bir etkisi olamaz.82-61 Çünkü, bu dinin bir kısım mensuplarınca, dine farklı bir anlam verilmiş ve fonksiyonu değiştirilmiştir. Din, İsrailoğullarının soyunun diğer soylardan farklı ve üstün oluşunu ve hatta soyun üstünlüğünü sağlayıcı bir araç hâline getirilmiştir.
II. Hıristiyanlık
Hıristiyanlık ise, özgün biçimiyle lâiklik ilkesini getiren bir din olarak karşımıza çıkar. Roma ve Bizans'ın Hıristiyanlığı kabulü ile bu dinin yayılma alanı genişlemiştir. Ancak, Kilise özgün niteliğini terk ederek yönetim(devlet)'e egemen olmak istemiş, böylece, Hıristiyanlığın özgün ilkelerinden sapmalar meydana gelmiştir. Siyasî iktidara egemen olmayı amaç edinen Kilise, dini bir araç olarak kullanmıştır. Barışı ve sevgiyi getiren bu din, Orta Çağ boyunca savaşların ve nefretlerin kaynağı hâline gelmiştir. Teokratik devlet teorisinin iyice geliştirildiği dönem de, bu dönemdir.83-62
Haçlı savaşları sırasında İslâm ülkeleri ile yapılan temaslar sonucu ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketleri, Batı Avrupa'da yeni anlayışların gelişmesine neden olmuştur. Hıristiyanlığın bugün için aslına dönmesine ilişkin bazı engeller olmakla beraber, bu engelleri aşmamak ve ümitli olmamak için her hangi bir nedenin bulunmadığı söylenebilir.84-63
Orta Çağ döneminde dine ait fonksiyonların sınırlarının
belirlenmemesi, Batı'da Kilise ile Feodal beyler arasında yüzyıllarca süren savaşlara yol açmıştır. Daha sonra dinin yetki alanı daraltılmış ise de sınırları açıkça belirlenmiş değildir. Bundan dolayı, Batı'nın en güçlü kurumlarından biri olan Papa'lık ve bağlı kuruluşları, açık veya gizli, birçok olaya doğrudan veya dolaylı olarak müdahale etmiş ve etmektedir. Böyle bir durum, sosyal karışıklıklara neden olmaktadır.85-[19]
III.İslâmiyet
ÖNYARGILAR: İslâmiyet'e gelince, bu konuda gerek Batı'da
gerekse İslâm dünyası ve özellikle ülkemizde çok yanlış ve
İslâm'ın temel kaynaklarındaki gerçeklere uymayan bilgiler ,
bulunmaktadır.86-[20] İslâmiyet'le ilgili olarak üzerinde durulması
gereken bir ayırım vardır. Berkes'in de işaret ettiği bu ayırım,
İslâmiyet'in düzen yönü ile din yönüdür. Diğer dinler gibi,
İslâm dini de, yapısal ve fonksiyonel açıdan bir dindir. Bunun
yanında İslâmiyet'in, bir de düzen yönü vardır. Bu iki yön karış-
tırıldığından yanlışlıklar yapılmakta ve istenilmeyen sonuçla-
ra gidilmektedir.87-[21] Burada yapacağımız açıklamalarda bu ayı-
rıma dikkat edilecektir.
Asıl sorun, İslâm hukuk sistemininin temel kurumu olan "içtihad"ın terk edilerek, yerine, geçmiş içtihatlara dayalı fetva sisteminin geliştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu durum hukuk sisteminin kendisini yenileyemez olması sonucunu doğurmaktadır.88-67 Fetva döneminin başlamasıyla birlikte, karşılaşılan sorunlara verilen fetvalar, sorunları gerçek manada çözememiştir. Aksine bu fetvalar kutsal kavramlar ve benzeri sembollerle desteklenerek ve süslenerek etkili hâle getirilmek istenmiştir.89-68
Özellikle son yüzyıllarda, kavramların kutsallaştırılmasında Kilise'nin Orta Çağ dönemindeki teokratik nitelikli düşünce sisteminden çokça etkilenmiştir.Ülkemizdeki İslâmiyet'le ilgili bilgilerin özgün biçimiyle çok az ilgisi bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Batı'da İslâm ile ilgili değer yargılarınınönemli bir bölümü Orta Çağ'da Haçlı seferlerinin cereyan ettiği yıllarda yazılan önyargılı kaynaklardaki bilgilere göre oluşturulmuştur.90-[22] Bu kaynaklara dayanılarak yapılan yorumlar gerçekleri yansıtmamaktadır. Bu konuda, Batı'da geliştirilen teokratik sistemin kalıplarının İslâm dünyasına ve ülkemize aktarıldığı, müslüman yazarların önemli bir bölümünün İslâmiyet'i bu kalıplara göre değerlendirdikleri görülmektedir.91-[23] Hatta, İslamcı yazarların büyük bir kısmı bu yolla kendi dinlerini tahrif ettiklerinin farkında bile değillerdir. Müslüman yazarlar da, Orta Çağ'da Hıristiyanlıkla ilgili geliştirilen bu tür dinî motiflerle bezenmiş bu kalıplara uygun yorumlar yapmaktadırlar.92-[24] Böylece, âdeta İslâm'a yöneltilen ithamlara malzeme hazırlamaktadırlar.
Bütün sorun İslâmiyet'in özgün biçimini ortaya koymaktır. İslâmiyet, diğer dinlerin aksine kendi kendisini yenileme yöntemi olan içtihat kurumuna sahiptir. Bu kurum üzerinde kısaca durmak istiyoruz
İÇTİHAT YÖNTEMİ: İçtihat, Kitap ve Sünnet'e dayanarak hüküm çıkarma yöntemidir. Kitap denildiğinde yazılı bütün metinleri ve dar manada Kur'ân'ı; Sünnet denildiğinde ise uygulamayı ve dar manada Hz. Muhammed dönemi uygulamasını anlamak gerekir. Böyle değerlendirildiği zaman, insanlığın oluşturduğu bütün kitap niteliğindeki eserler ile insanlığın her türlü uygulamaları kitap ve sünnet delili içinde kabul edilmiş olur. Bu anlayış biçimi, Kitap ve Sünnet delillerinin bütün ilimleri kapsayacak biçimde anlaşılmasını da temin eder. Nitekim, İslâm tarihinde müçtehitler kendi dönemlerinde bu anlayışa dayalı uygulamaları ile İslâm hukuk sistemini oluşturabilmişlerdir. Eski Yunan, Roma ve diğer dinlerin dayandıkları kitaplardan bu anlayışla yararlanmışlardır.93-[25] Müçtehitler, örnek aldıkları peygamber ve halifeler dönemi uygulamalarıyla, kendi çağlarında karşılaştıkları sorunları kıyas-içtihat yöntemiyle çözebilmişler ve bu arada usül-yöntem ilimlerini de geliştirebilmişlerdir.94-[26] İçtihat yöntemi, bir başka deyişle tümevarım yöntemi, özellikle hukuk sistemine uygulanmış ve buna dayalı İslâm uygarlığı doğmuştur.
İSLÂMİYET VE LÂİKLİK:İslâmiyet, Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerini gerek peygamberleri gerekse kitaplarıyla tanımaktadır.95-[27] Hatta, Kur'ân'a göre, Hz. Muhammed, sadece müstakil bir hukuk sistemini getirmek için değil, önceki peygamberleri ve kitapları onaylamak üzere elçi olarak gönderilmiştir.96-[28]Buna göre Hıristiyanlığın getirmiş olduğu din ve dünya işleri ayırımı, bu konuda her hangi bir tahrif yoksa, İslâmiyet'in de ilkesi durumundadır. Esasen bu hususu destekleyen çok sayıda hüküm ve uygulama da bulunmaktadır.97-[29]İşte bu noktada, İslâmiyet'e sonradan girmiş tahrifler ve yanlış değerlendirmelere kısaca işaret etmekte fayda görüyoruz.
1
Her şeyden önce İslâmiyet, bir toplumda birden fazla dinin yaşayabileceğini tüm dünyaya gösteren ve kabul ettiren ilk uygulama olma özelliğini taşımaktadır. Medine İttifakı (=oydaşma), Müslüman,Hıristiyan, Yahudi ve müşrik ayırımı gözetmeden bunların ittifakına, davanan ve sosyal uzlaşmayı sağlayan anayasal bir metindir. Uygulama bu sözleşmenin hükümlerine uygun olarak gerçekleşmiştir.98-[30] Daha sonra, Bizans ve Sâsânî etkisiyle yönetim sistemi, onlara benzemek suretiyle özgünlüğünü büyük ölçüde yitirmesine rağmen, farklı dinlerin bir toplum içinde yaşayabileceği ilkesi devam etmiştir. Özellikle Yahudiler ancak İslâm toplumlarında yaşayabilme imkânını bulabilmişlerdir. Tanzimat'tan, yani Müslümanların Batılılaşmalarından bu yana, İslâm ülkelerinde ve özellikle ülkemizde gayrimüslimlerin sayıları çokça azalmıştır.
2
İslâmiyet ile ilgili bir başka yanlış önyargı da, Prof. Başgil'in ifade ettiği ve Prof. Soysal'ın da göndermede bulunduğu ve hemen herkes ve özellikle müslüman yazarlar tarafından sıkça dile getirilen "İslâm'da din ve dünya için ayrı ayrı hakikat yoktur. İnsan fiilleri (=eylemleri) bu iki âlem için aynı kanuna,yâni şeriata bağlıdır. Binaenaleyh cismanî ve ruhanî kuvvet birdir ve kuvveti halife-sultan temsil eder" görüşüdür.99-78
Bu görüş, İslâmiyet'in özgün biçimiyle çelişmektedir. Bu tür ifadeler müslümanların hoşlarına gitmekte, fakat maalesef İslâmiyet, Orta Çağ skolastik Kilise mantığıyla, bilinmeden tahrif edilerek yanlış anlatılmaktadır.
Orta Çağ İslâm dünyasında tamamen farklı bir sosyo-ekonomik yapı egemendi. Batı'da Kilisenin baskısı ve denetimini yansıtan teokratik yönetimle feodal yönetim arasında kıyasıya bir mücadele devam ederken, Doğuda iktisadî faaliyetler ve bilimsel çalışmalarda merkezî idarenin doğrudan denetimi olmadan işleyen serbest bir yapı bulunmaktaydı.100-79 Türk toplumu, Tanzimat'la Batıya açıldıktan sonra Batı Orta Çağı ile ilgili Batı'da yazılanlar, Doğu Orta Çağı'na aynı kalıplarla, düşün dünyamıza ise aynen aktarılmıştır. Doğu Orta Çağı'nda meydana gelen gelişmeler bilimsel kriterlere dayalı olarak ele alınıp kendi kriterleri açısından sağlıklı bir biçimde incelenememiştir.101-[31] Bundan dolayıdır ki, son yıllarda İslâm dünyasında meydana gelen gelişmeleri, klişeleşmiş teokratik nitelikli eski kalıplarla incelemek ve bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Böyle bir yaklaşım gerçekleri yansıtamadığından, öngörülmeyen bazı gelişmelerin ortaya çıkmasına da neden olabilir. Bundan dolayı, İslâmiyet ile ilgili bu tür değerlendirmelerin özellikle Kitap —dar manada Kur'ân— ve Sünnet —dar mânâda Hadis— esas alınarak günümüz şartlarına göre içtihat yapılarak ortaya konulması gerekir.
Kur'ân, her şeyden önce İslâmiyet'in son semavî din olduğunu, öncekilerle birlikte tekamül ettiğini ve onları tamamladığını söylemektedir.102-[32]Bu ne demektir? Bu, İslâmiyet'in toplumu oluşturan sosyal kurumlar ile bunların fonksiyonlarını tamamladığını ifade etmektedir. Yani, "Kuran, getirdiği düzenlemeler ile dinî, ilmî, iktisadî ve siyasî kurumları bir bütün olarak ele almaktadır.103-[33] Ancak İslâmiyet bu düzenlemeleri getirirken her kurumu kendi kriteri ile kabul etmekte ve bu şartlarla toplum içinde yer almasını istemektedir. Örnekleyerek açıklayacak olursak, ilmî bir konunun yöntemi şüphe olup kriteri doğru ve yanlıştır. Buna göre, her hangi bir sosyal düzenlemenin bilimsel kriterlerle değerlendirilmesi doğru ve yanlış oluşunun akılla tespitini gerektirecektir. Burada ilmî bir konunun ispatının âyetle çatışması durumunda, Usûl-ı Fıkıh deyimiyle "tevil" edilecek demektir.104-[34] Akılla nakil çelişirse akıl tercih edilecektir.
Diğer taraftan bir konunun iktisadî olarak kabul edilmesi, o konunun bu kurumun ilke ve kriterlerine göre ele alınmasını gerektirecektir. Örneğin, faizin haram olması dinî bir düzenleme olmakla birlikte, yasaklanışı ancak ekonomik kriterlere uygun olması hâlinde mümkün olacaktır. Nitekim, faiz ile ilgili uygulamalar, Medine toplum düzeni tamamen kuruluncaya kadar devam etmiştir. Faizin yasaklanması Hicrî 10'uncu yılda gerçekleşmiştir.105-[35]
Siyasî uygulamalar bakımından da durum aynıdır. Siyasî yapıyı oluşturan unsurlar adalet kriterlerine göre yönetimde bulunurlar. İnsanların farklı din veya ulustan olmaları, adalet ilkesinden sapmayı gerektirmez. Ayrıca bir toplum içinde ve özellikle bir İslâm devletinde —burada İslâm sözcüğü dinî bir anlamı taşımayıp toplumun barış düzeni içinde yaşamasını ifade etmektedir— devletin dini yer alamaz veya daha doğru bir ifade ile devletin resmî dini olamaz. Çünkü, dinler kişilerin inançlarına dayanır ve bu inançların toplum içinde örgütlenmesini ifade eder. Bir toplumda, hukuk düzeni bakımından anlaşmalar ne ise hükümler de ona göre verilir. Hatta bu konuda o kadar ilerigidilmiştir ki, hukuk uygulamaları din adlarıyla değil de hukuk sistemlerini ifade eden mezhepler adıyla yapılmıştır.106-[36] Müslüman için, bir toplumda sosyal bir anlaşma varsa ve kendisi de açık veya kapalı (=zımnî) bu anlaşmayı kabul etmişse, o anlaşmaya uyması dinî bir vecibedir; yoksa, dinini kesinlikle karşı tarafa zorla kabul ettirmek ve dayatmak değil.107-[37]Örneğin, İslâm (=barış) düzeninin uygulandığı bir ülke varsayalım. Bu ülkede, vatandaşların bir kısmı Medenî hukukun uygulanmasını istediği takdirde, o kimselere o hukuk uygulanır. Bu kimselerin müslüman olup olmamalarının bir farkı ve önemi yoktur. Nasıl Hanefî hukuk sisteminin uygulanmasını isteyenlere o hukuk sistemi, Şafiîhukuk sistemini dileyenlere o mezhep uygulanıyorsa, Medenî hukuku isteyenlere de o hukuk sistemi uygulanacak demektir. Bu kimselerin müslüman olup olmadıkları tartışması dinî bir konudur ve devleti ilgilendirmemektedir. Devlet için gerekli olan serbest irade ve rızalarıyla tarafların uygulanmasını kabul ettikleri bir sözleşmenin, yani hukuk sisteminin var olmasıdır. Böyle bir ülkede kişi başkaları tarafından konan ve zorla empoze edilen kanunlara göre değil, kendi özgür iradesiyle (=cüz'î irade) seçtiği sözleşmeler (=hukuk) sistemine göre yargılanacaktır. Hukuk pluralizmini getiren İslâmiyet'e göre, kişinin özgür iradesine rızası dışında sınır konulması en büyük zulüm olarak kabul edilmiştir.
Burada, Berkes'in de işaret ettiği, çok yanlış ve önyargılı kullanılan "şeriat" sözcüğünün de açıklanması gerekir.108-[38] Arapça'da "şir'a" geniş cadde, yani bulvar demektir. Birden fazla çok şeritli bir yola verilen addır. Buna göre "şeriat," devlet düzeni içinde birden fazla hukukun uygulama imkânının bulunduğu sistemin adıdır. Nitekim, İslâm ülkelerinde Hz. Muhammed dönemi de dahil Yahudilere ve Hıristiyanlara kendi hukuk sistemleri uygulanmıştır. Burada devlet, hukuk pluralizmi, yani farklı hukuk sistemlerinin tescil edildiği bir hizmet kuruluşu olarak karşımıza çıkmaktadır. İslâmiyet'te devlet, hukuk sistemi üreten bir kuruluş olmayıp, halkın ürettiği ve rızasıyla kabul ettiği hukuk sistemlerini tescil eden ve ihtilaf hâlinde oluşturulan hakem heyetleriyle bu ihtilafları çözdüren bir hizmet birimi niteliğindedir. Hukuk üretme işi serbest anlaşmalar yapmak suretiyle vatandaşlara ve halka, toplu anlaşmaları oluşturup geliştirmek suretiyle bilim adamlarına, müçtehitlere ve bunlara bağlı gruplara, mezheplere, yani ekollere ait bir iştir. Devlet serbest, ikili veya toplu sözleşmeler düzeninin koyucusu değil, sivil toplumun oluşturduğu hukuk sistemi ve sistemlerinin sadece bekçisidir.109-[39]
İslâm tarihinde böyle bir anlayıştan içtihat kapısının kapanmasıyla yavaş yavaş uzaklaşılmıştır. Batı'da modern hukuk sisteminin kabulü ile akit serbestliği ilke olarak kabul edilmiş ve bu sistem zamanla dernek, sendika, parti ve benzeri kuruluşların ana sözleşmelerîne de yansıyarak çoklu bir hukuk sistemine doğru gelişme göstermiştir.
3
Diğer taraftan İslâmiyet'te dinî düzen ile hukuk düzeni birbirinden tamamen ayrılmıştır. Bu hususa hemen her fıkıh-hukuk kitabında yer verilmiştir. Örneğin, bir kimsenin hırsızlık yapması hem suç hem günahtır. Ancak olay yargı önüne geldiği zaman günah oluşuna bakılmaz ve şayet deliller varsa ceza verme cihetine gidilir. Yeterli delil olmadığı takdirde "Beraat-ı zimmet asıldır"110-[40] genel kuralına göre mahkumiyete gidilemez. Ancak bu kimse dinî bakımdan günahtan kurtulamaz ve hesabını inançlarına göre öldükten sonra verecektir. Dikkat edilecek olursa günah ayrı, suç ayrı kabul edilmekte ve birbirine hiç
karıştırılmamakta, dinî inançlar sosyal barışı sadece ayrı bir kavram olan günah ile desteklemektedir. Dinler, mülkiyet düzenini kabul ederek, buna karşı rızasız gizli ihlâllerin cezalandırılmasını istemiş olabilirler. Ancak bu istekleri belirleyerek yasak koyma ve bu yasakları uygulama tamamen toplumsal anlaşmaya dayalı düzenlemelerle sağlanmaktadır.
4
Çok yaygın diğer bir temel yanlış da, cismanî ve ruhanî kuvvetin bir olması ve bu kuvveti halife-sultanın temsil etmesi düşüncesidir.111-90
İslâm'a göre, her insan yeryüzünde halife olup kendi adına hareket etme yetkisine sahiptir. Cemaat, yani daha doğru deyişle devlet de bir tüzel kişidir ve o da kendi adına hareket etme hakkına sahiptir. Halife veya hilâfet insanın ve devletin cüz'î iradeye sahip olarak kendileri hakkında yine kendilerinin karar alabilmelerini ve bu kararları uygulayabilmelerini ifade eder. Diğer canlılar içinde sadece insana ve onun oluşturduğu topluma bu yetki tanınmıştır.
İnsan duygu, düşünce ve iradeye dayalı kararlarıyla serbest hareket etme imkânına sahip olduğu gibi, toplum da aynen kendisini oluşturan vatandaşlarının kendi irade ve rızalarıyla yaptığı ikili veya çoklu tarafların yer aldığı içtihada ve icma (=konsensus)'a dayalı toplumsal anlaşmalar ile varlığını sürdürme imkânına sahiptir. Devletin hizmetleri de toplu anlaşmalarla belirlenir ve başkan kurumlar ve hizmetiler arasında denge ve hakem rolünü ve fonksiyonunu üstlenir.
Demek ki, başkanın sınırsız yetkileri olmayıp, ihtilaflarda hakem rolünü oynayan bir konumu vardır. Başkanın ruhanî bir niteliği olmadığı gibi, kendisine kesinlikle kudsiyet izafe edilemez. Başkan, sadece toplumsal sözleşmenin gereği yeryüzü başkanıdır. Ayrıca, İslâmiyet'te ruhanî-cismanî ayrımının olmadığı ve her ikisinin bir kuvvet olduğu düşüncesi, Orta Çağ dönemi, bozulmuş Hıristiyan düşüncesinin şu veya bu biçimde yansımasından ve zamanla güya İslâmî bir prensipmiş gibi anlatılmasından başka bir şey değildir.
5
İslâmiyet'te seçim sistemi olarak "biat" kabul edilmiştir.112-[41]Biat,anlaşmak suretiyle temsil yetkisini devretme veya tevkil etme anlamına gelmektedir. Hz. Muhammed kendi döneminde erkek ve kadın ayırımı gözetmeksizin herkesin bir kabile-âkile (günümüz anlamıyla parti)'ye bağlanmasını istemiş ve kendi başkanlığı için de yine ayırım gözetmeksizin biat almıştır.113-[42] Bu uygulamadan ilk ödün Halife Ebubekir'in seçimi sırasında verilmiş ve kadınlar seçim-biat dışı bırakılmıştır. Halife Ömer'in seçimi bir önceki halife tarafından belirlenmek ve tavsiye edilmek suretiyle gerçekleşmiş, böylece serbest iradeye etki edilmiştir. Halife Osman'ın seçiminde de benzer uygulama Halife Ömer tarafından yapılmış, devlet başkanı (=halife) ve başkanı seçecek heyet çok dar bir kadroya inhisar ettirilmiştir. Halife Ali döneminde ise olayların önü alınamamış ve bir taraftan büyüyen topraklarla diğer taraftan yeni yerlerin hukuk sistemlerinin etkisiyle olay tamamen çağının şartlarına ve düzeyine inmiş ve iktidar kavgaları, bölünmeler ve savaşların önü alınamaz olmuştur.114-[43] Böylece İslâm'ın yönetime ilişkin özgün yapısı kısa bir süre sonra, uygulamada sistemin kaynaklarına uymayan tamamen başka bir biçime ve özellikle saltanata dönüşmüştür.
Bu nedenledir ki, İslâmiyet'in yönetime ilişkin özgün hükümlerini çıkarmak isteyenler özellikle Kur’an’dan işe başlamalı ve sonra Hz. Muhammed dönemi uygulamalarıyla, Dört Halife dönemi uygulamalarından da yararlanmalıdırlar. Bunlardan Kur'ân ile çatışan bütün uygulamaları ayıklayarak yönetime ilişkin özgün ilkeleri çıkarmalıdırlar.Ancak bu takdirde bir ilke veya uygulamanın İslamiyet’e aidiyeti ileri sürülebilir.
Bu konuda Kur'ân'la çatışan ve çokça da uydurulmuş bulunan Hadis’lere dayalı hüküm çıkarma yönteminden de vazgeçilmelidir. Esasen Sünnet-Hadis’ler Kur'ân'ı anlamak için yapılan uygulamalar olduğuna göre,onlardan sadece yöntem çıkarmada yararlanılmalıdır. Yoksa asıl olan Kitap ve bu Kitap’taki prensiplerdir. Burada Kitap doğrudan uygulanan değil, fakat kendisinden doğrudan yararlanılan ve hüküm çıkarılan delil olarak kabul edilmelidir.115-[44]
6
İslâmiyet'in toplum düzeni içinde açıklığı ve serbest irade ve rızalara dayanan anlaşmalar sistemini kabul ettiğini belirtmiştik. Bu ilke her türlü "takiyye" ve "ihtilâl" düşüncelerini reddeder.
Takiyye, İslâmiyet'te olmayan bir kavramdır. Ancak çok az sayıda bazı gruplar tarafından ileri sürülmüştür. Bu gruplar da konuyu zaruret hâline inhisar ettirmişlerdir. İslâmiyet, hak ve doğru bilinenin tebliğ edilmesi, anlatılması esasına dayanır ki, takiyye bu esasa aykırıdır. Esasen bu kurum, biraz sonra anlatılacak totaliter uygulamalara, İnsanların içlerinden karşı koymalarını ve ihtilâl ve benzeri hazırlıklar yapmalarını ifade eder.
Halbuki İslâmiyet'in getirdiği sistemde ihtilâl yoktur ve hiç bir peygamber ihtilâlci niteliği ile Kur'ân ve diğer kutsal kitaplarda anlatılmamıştır. Peygamberler ile ilgili kıssalardan anlaşılan, toplumların sosyal (=ilâhî) kanunları bulunduğu ve insanları değiştirmedikçe toplumu değiştirmenin imkânsız olduğudur. Yani peygamberler birer ihtilâlci olmayıp inkılabçı nitelik taşımaktadırlar. İnsanları ve toplumları düşünce, anlatma ve tebliğ ile değiştirmenin ilke ve kurallarını insanlığa öğretmişlerdir.116-95Bu açıdan İslâmiyet ve peygamberlerden insanlığın öğreneceği çok şeyler vardır.
Burada, İslâmiyet'e yıkıcı ve bölücü düşünce ve akımların, ihtilâlci mantıkların İslâm dışı başka kaynaklardan ve özellikle kuvvet-merkezli düşüncelerden girdiğini ve İslâm'ın özgün biçimiyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtmek gerekir.
7
Yanlış bilinen bir başka hususa daha işaret ederek konuyu kapatmak istiyoruz. O da İslâmiyet'in ulusalcılığı reddederek, ümmetçiliği getirdiği düşüncesidir.117-[45] Bu düşünce tarzının da İslâm'ın asıl kaynağı olan Kur'ân'la bir ilgisi bulunmamaktadır. İslâmiyet, yönetim teşkilâtlanması bakımından ademi merkeziyet-merkeziyet dengesine dayalı bir yapılanmayı öngörür. Aşiret, Kabile, Şa'b ve Kavim adı verilen birimler teşkilatlanmada yer alır. Kavim (=nation) sözcüğü bugünkü ulus anlamındadır. Devletler kavimlere, yani uluslara dayalı olarak kurulurlar. Halife devlet başkanına verilen addır. Dinî bir niteliği bulunmamaktadır. Hiçbir zaman bir Papa ve benzeri bir nitelikle anılmış değildir.118-[46]
DEĞERLENDİRME: Bütün bu açıklamalar göstermektedir ki, İslâm kendisini zorla kabul ettiren ve hükümlerinin zorla uygulanmasını isteyen bir yönetim yapısı öngörmüş değildir. Aksine, toplumda insanların gerçek inanç ve düşüncelerine göre yaşamalarını istemekte ve böyle bir düzen oluşturulmasını öngörmektedir.
O hâlde, İslâmiyet'in gerçek bir lâik yapı ve düzene karşı olması bir tarafa, yukarıda Prof. Soysal’ın esaslarını koyduğu ve tüm Batılı yazarlar tarafından öngörülen hususlara tamamen uyduğu ve böyle bir yapının kurularak geliştirilmesini istediği söylenebilir.
İslâmiyet, devletin resmî bir dininin bulunmasını değil, farklı dinlerin bir arada yaşayabileceği bir devleti öngörmekte ve devlet içinde din işleri ile dünya işlerinin ayrıştırılmasını ve dünya işlerinde nesnel kuralların uygulanmasını istemekte, her kurum ve fonksiyonun kendi kriterlerine göre hareket etmelerini ön görmektedir.İslâm toplumlarında, böyle bir yapının Hicrî 300 yıllarına kadar büyük ölçüde yaşandığı söylenebilir. İslâm Uygarlığı bu hızla insanlık tarihindeki yerini almıştır. Ancak, o da her uygarlık gibi ömrünü tamamlayarak tarih sahnesinden çekilmiştir ve geçmişteki olayları yeniden yaşamak mümkün değildir.
İslâmiyet ile ilgili görüş ileri sürenler, günümüzün sorunlarına, ancak içtihat yöntemiyle alternatifler üretebilirler. Bunun dışındaki her düşünce, geçmişi geri getirme çabasından öte bir anlam taşıyamaz.
İslâmiyet hakkında verilen bu bilgilerin geniş tutulması iki nedene dayanmaktadır:
(1)Türk tarihinin uzun bir döneminde, Türk toplumunun değer ölçüleri ve sosyal kurumlar İslâmiyet'in etkisi altında biçimlenmiştir. İslâmiyet'le ilgili analizlerin kaynaklara inilerek yapılması, toplumumuzun değer yargılarının anlaşılmasında önemli rol oynayacak ve sorunların çözümünde etkili olacaktır.
(2)Diğer taraftan İslâmiyet düzen yönüyle sosyal yapıyı bir bütün olarak ele almaktadır. İslâm'ın bu özelliğinden dolayı, sosyal dengenin kurulmasını amaçlayan bir çalışmada, İslama diğer dinler veya sistemlerle ilgili analizler kadar ve hatta biraz daha fazla yer verilmesi doğal karşılanmalıdır.
Çünkü, bu çalışma, sosyal yapıyı bütün olarak ele alan bir model denemesi niteliğini taşımaktadır.
IV. Ateizm
Ateizme gelince, bu düşünce biçimi oldukça eski dönemlere kadar gider.119-99 Tanrı tanımama demektir ve ateistler inanmama inancına sahiptirler. Ateizm tarih boyunca yapısal veya biçimsel olarak kurum hâline gelmiş değildir. Ancak bu anlayışın da bir inanç kabul edilebileceği ve fonksiyonel-işlevsel olarak din sayılabileceği ileri sürülebilir. Bu takdirde, zamanla Ateistler de yapısal bir dinin mensubu hâline gelebilirler ve kendi kurum ve toplantılarını yapabilirler. Diledikleri gibi inançsızlık inançlarını açıklayabilme, bu biçimde yaşayabilme ve hatta öldükten sonra dinî törensiz veya kendilerinin geliştirdikten törenlerle gömülme veya yakılma özgürlüğüne sahip olabilirler. Ateist olduğu hâlde, davranışlarının bir dinin normlarına göre biçimlendirilmesini isteme veya bu konuda zorlama yapma ve yine bir kimsenin diğer dinlere özgü törenlerle defnedilmesi, dinî inançların serbest olması esasına ters düşer. Bu durum hem ateistin inancına hem de o dine baskı yapmaktan başka bir anlam taşımaz.
V. Diğer dinler
Diğer dinlere gelince, Budizm, Animizm, Totemizm ve benzeri dinlerde devlet düzenine egemen olma düşüncesi yaygın değildir. Bu dinlerin mensupları da kendi inançlarını yaşayabilecekleri, baskı altına alınmayacakları ve başkalarını da baskı altına almayacakları sisteme uyum sağlayabilirler.
Dinler, kendi kriterleri olan iyi ve kötü, güzel ve çirkin kriteri çerçevesinde faaliyet sürdürdükleri ve bu kriterlere dayalı denetim fonksiyonunu yerine getirdikleri ölçüde sosyal dengenin sağlanmasına katkıda bulunurlar.
acc) Dinler arası diyalog:
Görülüyor ki, dinler, diğer dinleri tanıma, din ile dünya işlerini ayırma, ve devlet yönetiminde ilmî, siyasî ve ekonomik düzene karışmama konusunda ortak paydalara sahiptirler. Ayrıca birbirlerini tanıma ve birbirlerine inançlarını anlatma konusunda ortak noktaları oluşturabilirler. Dinler arası diyalog konusundaki gelişmeler, bu konuda önemli bir yer tutar.120-[47]Şayet bu diyaloglar sağlanabilirse, dinleri vicdanlara itme yerine toplumsal bir kurum olarak, onlara gerçek fonksiyonlarını kazandırmak birçok sorunun çözümünde önemli bir rol oynayacaktır.
ad) DİNİN SOSYAL FONKSİYONU:
Nasıl ki insanın hisleri var ve bu yeteneği arzu ve isteklerini dile getiriyorsa, topluluk içinde de bu görevi ve işlevi gören din ve ahlâk kurumu vardır. Bu kurum, insanların arzularını dile getirmekte, ihtiyaçları giderilip tatmin olduklarında arzularının yerine getirildiğini bildirmektedir. Bu görevin toplum içindeki adına "denetim" diyebiliriz.121-[48] Denetim üzerinde, konunun siyaset bilimi ve hukuk ayırımında durulacaktır.
Dinler, âdeta toplumun gözü ve kulağı durumundadırlar. Ancak burada bir hususa kısaca işaret etmede yarar vardır. Bizde denetim denilince akla, merkezî sistem gereği adeta hükmeden, yargılayan, hatta ceza veren bir kurum veya kuruluş gelmektedir. Aslında ve bize göre denetim, yürütücülere yol gösteren ve yardımcı olan bir görevdir. Bu denetim yoluyla yapılan işlerin maksada uygun olup olmadığı ortaya çıkmaktadır. Denetimin kapsamı ve tanımı ileride ele alınacağından, burada sadece kavram ve nitelik üzerinde durulacaktır.
İnsan duygu ve inançları toplumda Din kurumunu; düşünce yeteneği Bilim kurumunu; irade yeteneği İktisat kurumunu ve nihayet ünsiyet yeteneği Yönetim kurumunu meydana getirmiştir. Böylece toplum ve onu oluşturan sosyal kurumlar biyolojik ve psikolojik unsur ve özelliklere paralel bir biçimde tarih boyunca gelişme göstermiştir.
b) BİLİM:
ba) SOSYAL BİR KURUM OLARAK BİLİM:
Toplumun temel sosyal kurumlarından biri "bilim" kurumudur. Bilimin dinden ayrılarak özerk bir alan oluşturması çok eskilere ve özellikle ilk yerleşik uygarlık sayılan Mezopotamya'ya kadar dayanır. Bilim, sosyolojik açıdan, insanın düşünce yeteneğinin ma'şerîleşmiş bir biçimi olarak tanımlanabilir. Böyle bir tanım bilimin psikolojik temelini de belirlemiş olur. İnsanlık tarihinde, adı ne olursa olsun, düşünce ve bilim fonksiyonunun olmadığı bir dönem düşünülemez. Bilim doğru-yanlış kriteri içinde kendi oluşumunu sürekli geliştirmiş ve diğer sosyal kurumlarla bazan çatışarak, bazan da büyük bir uyumla tarih sahnesinde yer almıştır.122-[49] Bu böyle olmakla birlikte, diğer sosyal kurumlar gibi, hiçbir dönemde sosyal yapıya egemen olamamıştır. Bilimin kendisi bizatihigüç olmasına rağmen, bilim adamları diğer kurumlara egemen olanların etkisi altında kalmışlardır. Ancak çağımızda bilimin güç kazanarak etkili hâle gelmesi üzerine, diğer sosyal kurumlara egemenliği düşüncesi gündeme getirilmiştir. Önderliğini Comte'un yaptığı "insanlık (bilim) dini" düşünce ve gayretleri teorik düzeyde kalmıştır.123-103
Bununla beraber bilimin, yaşamımıza yön verebilecek düşünceler üretemeyeceği de ileri sürülen görüşler arasındadır. Schumacher, "Bilimin en büyük düşünceleri bile çalışma hipotezlerinden fazla bir şey değillerdir. Özel araştırma amacıyla kullanılırsa yararlı, fakat yaşam sürüş biçimimizi belirlemekte ya da dünyayı yorumlamakta hiç kullanma olanağı bulunmayan şeylerdir. Dolayısıyla kendini yabancılaşmış veya şaşkınlık içinde hisseden biri, yaşamı ona boş ve anlamsız geldiği için eğitim arıyorsa, doğal bilimlerden herhangi birini inceleyerek, yani 'know-how' edinerek aradığını bulamaz" demektedir.124-104 Bu nedenle, bilimle ideoloji farkını göz önünde bulundurmak gerekir. Bu farkı, bir örnekle açıklayacak olursak, bilim satranç veya benzer bir oyunun kurallarını koyma gücüne sahiptir. Ancak, oyunu oynayanların kazanma isteği ve gücü tamamen ayrı bir durumdur ve bilim bu isteğin dışında cereyan eder. Schumacher, bu ayırıma işaret ettikten sonra, insanlık tarihi boyunca ideolojik manadaki düşünce ve inançları tasnif etmekte ve bunlar arasında din, felsefe, sanat vs. gibi gruplara da geniş yer vermektedir.125-105
Bize göre bilim, toplumu oluşturan sosyal kurumların bir parçasıdır; bütünü değildir. Örneğin, bilim bir ideolojiyi belirleyemez; bir ideoloji bilimsel yöntemlerle kurulsa bile, ideolojinin şartları daha ağır basar ve bilimi ideoloji yönlendirir. Demek ki, bilimin kendisine özgü doğru-yanlış kriteri ve yine kendisine ait yöntemleri vardır. Din ve ideolojinin "inanç, sevgi ve güvenilirlik" temeline karşılık, bilimde "şüphe, saygı ve yanlışlanabilirlik önemli bir yer tutar.126-106 O hâlde, toplum içinde sosyal bir kurum olarak bilimin ayrı bir yere sahip olması sosyolojik açıdan doğal ve nesnel bir durumdur.
bb) BİLİMİN SOSYAL FONKSİYONLARI:
Bir toplumda nelerin yapılmasının belirlenmiş olması yeterli değildir. İşlerin nasıl yapılacağına da karar verilmesi gerekir. İnsan, bireysel olarak bu tür işlerini düşünce yeteneği ile yapabilmektedir. Toplum ise, bu işlevini bilim kurumu ile gerçekleştirir. Dinler toplumsal istek ve arzuları dile getirmekte, bilim ise bunların nasıl gerçekleştirileceğini tespit etmekte ve ortaya koymaktadır. Burada ortaya koyma yeterli olmayıp, uygulayıcılar bakımından olayın belirlenmesi, daha yerinde ve hukukî bir deyişle, yazılması, basılması ve tescili gerekmektedir.
Bu kurumun bilim ile ilişkilendirilmesi hâlinde alınan kararlar yazılı biçime dönüştürülebilir ve uygulayacakların enirine sunulabilir. Ancak bu takdirde bilim toplum içinde fonksiyonel hâle gelebilir ve diğer kurumların işlemesine katkıda bulunabilir. Toplumsal işlerin nasıl yapılacağının belirlenmesi, bu konuda bilimsel kriterlere göre çalışan kurumların oluşturulması, hatta bunların zamanla standardize edilmesi, bilim toplumsal düzeni ile bilim hukuk düzeni ilişkilerinin esasını teşkil eder.
Toplum düzeni içinde yapılacak işlerin standardize edilmiş sözleşmelere bağlanması, bilimin toplumsal etkisini ve gerekirliğini de belirler. Bu sözleşmeler iki kişi arasında yapılacak işleri belirlediği gibi, toplum içinde kademe kademe bütün insanları bağlayacak kurallar şeklinde de ortaya çıkabilir. İşte, sözleşmelerin sosyolojik temeli, toplu olması ve herkesi bağlayıcı kurallar getirmesi keyfiyetine geniş manada yasa-kanun adı verilmektedir. Bu nedenle sosyologlar, anayasa ve kanunlara sosyal sözleşme adını verirler.
Tek taraflı icaplar, ikili sözleşmeler, ana sözleşmeler, tüzükler, toplu sözleşmeler, sosyal sözleşmeler, kanunlar ve bunlara dayalı olarak çıkarılan tüzük, yönetmelik ve benzeri tasarruflar mevzuatı oluşturur. Bütün bunlar, hukukî metin olmalarına rağmen, ancak bilim sayesinde ortaya konulabilir ve sistematize edilebilir. Bir olayda birden fazla insanı bağlayacak kural veya sözleşmeler varsa ve bunlara göre hareket edilmesi gerekiyorsa, mevzuat kapsamı içindedir ve bunların her halükârdatescil ve ilân edilmesi gerekmektedir. Bütün bunlar, günümüzde yasama kapsamı içinde kabul edilmektedir. Ancak yasama meclislerinin oluşmasında ilkokulu bitirme dışında her hangi bir bilimsel kriter aranmamaktadır. Üstelik, bilimsel özerkliğe ait olması gereken bilim adamlarının dokunulmazlığı, yasama dokunulmazlığı olarak bu meclisi oluşturanlara verilmektedir. Elbette bu kimseler, ulusun temsilcileri olmalarından dolayı, birtakım haklara sahip olacaklardır. Ancak yasama yetki ve görevinin oluşmasında bilimsel kriterin ön plana çıkarılması da konunun bir gereğidir.
Bilim içinde üzerinde durulması gereken temel bir konu da hesaptır; hesap yapmadır. Hesap, önceden bir deneyleme konusu edilmesine ihtiyaç duyulmadan değişen bilgidir. Hesaplama, zamanla sembolleri, o da sayısal sistemleri doğurmuş ve sonuçta hesap bilimlerine dayanmayan bir bilim disiplini kalma-
mış gibidir.127-[50] Hesaplama tescile benzemekte, bilimin konusu içinde muhasebe adını almaktadır. Muhasebe, alacak ve borçların kayda geçirilmesi işlemidir. Buna zimmet muhasebesi adı da verilebilir. Kişilerde bulunan malları bilmemiz, onlardan yararlanabilmek için gereklidir.
Şüphesiz tescil ve muhasebe kayıtlarının halka açık olması gerekmektedir. Ancak o takdirde mevzuatın bağlayıcılığından ve malların akışkanlığından söz açılabilir. Mevzuatın belirlenmesi ve malların yerlerinin bilinmesi ile biraz sonra açıklanacak işlerin yapılması mümkün hâle gelebilir. Böylece insanlar ve malzemeler bir yığın olmaktan çıkarak sosyal ve etkin hâle gelebilirler ve devletin kurulmasında faal rol oynayabilirler.
Sosyal Denge Modeli'nde devleti oluşturan kurumlardan biri olan bilim kurumu, sosyal faaliyetlerin bilimsel temellere göre cereyan etmesine ışık tuttuğu sürece sosyal dengeye olumlu katkıda bulunmuş olur. Özellikle bilimsel temellere dayanmayan sözleşme ve yasalar, sosyal değişmeyi olumsuz yönde etkiler ve gelişmeyi doğal mecrasının dışına çıkarır.
c)İKTİSAT:
ca)KAVRAM
Sosyolojik kurumlar arasında yer alan bir diğer temel kurum da "iktisat"tır. İktisat, insanın yaşamını sürdürebilme bakımından üretim ve tüketim dengesini kuran, insanla başlayan ve zaman içinde gelişen bir sosyal kurumdur. İnsanlık tarihinde kalıcı izler bırakan ve diğer sosyal kurumlar hakkında da fikir yürütülmesini sağlayan bu kurumdur.128-[51] İktisadî yapı tarihin her döneminde önem kazanmış olmakla beraber, devlet yapısına en fazla etki edişi son yüzyıllarda olmuş ve devlet
âdeta bu düzen ile tanımlanır hâle gelmiştir. Bu nedenle, sosyal bir kurum olarak ele aldığımız iktisat kurumu üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
cb) SOSYAL BİR KURUM OLARAK İKTİSAT:
Bir toplulukta isteklerin belirlenmesi ve bu isteklerin nasıl yapılacağının ortaya konulması yeterli değildir. Belirlenen ve nasıl yapılacağı ortaya konulan işlerin kimler tarafından gerçekleştirileceği de önem taşımaktadır. Bu yapma işi, iktisat kurumunun görevidir.İnsandaiş yapma yeteneği irade ile gerçekleşmektedir. Ekonomik ve meslekî kuruluşlar, daha önceden belirlenen mevzuat içinde ve elde mevcut muhasebeleştirilmiş kaynaklarla üretimi gerçekleştirirler. Esasen mevzuat ve muhasebe, halkın borç ve alacaklarını ,bir başka deyişle hak ve görevlerini belirleyen kurumlardır.Ekonomik ve mesleki kuruluşlar , bu kayıtlara göre kişileri harekete geçirirler ve işlerin yapılmasını temin ederler.
Ekonomide üretim kadar önemli bir diğer kuruluşa gereksinim vardır. O da üretilen malların tespiti, yani denetlenmesidir. Üretim, Sosyal Denge Modeli'nde ortaya koyduğumuz şekilde, dinî kuruluşların isteklerine ve ilmî kuruluşların üretim projelerine uygun yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır? Burada denetime ihtiyaç vardır. Bu denetim sadece tüketicinin korunması için değil, üreticinin de yararınadır. Kişiler ve firmalar ürettiklerini topluma arz etmeden önce, denetleterek hem kendileri hem de halk için ekonomik bakımdan güvenli bir ortamın doğmasını sağlarlar. Bu denetim sadece mallar için söz konusu olmayıp, hizmetler için de geçerlidir. Örneğin sokağı temizleyen bir çöpçü, bu hizmetini denetçiye gösterdikten sonra işi bitecektir. Bir doktor ve avukat için de, konulan hizmet olduğundan durum aynıdır. O hâlde, denetim mekanizması toplulukta yapılan işlerin tamamlandığını gösteren belge sistemine dayanacak demektir. Tescil kağıt üzerinde, denetim ise eşya üzerinde kayıtlar koyma işlemidir. Böylece piyasadaki mal ve hizmetlerin özellikleri ve nitelikleri belirlenmiş olacaktır. Bir başka ifadeyle, bakımı yapıldıktan sonra servise çıkabilecektir.
Tescil işlemi ilim ile iktisat arasında bir işbirliği köprüsüdür. Buna karşılık kontrol ve tespit ise iktisat ile din arasındaki ilişkileri belirlemekte ve kurmaktadır. Ne yapılması gerektiğini din ve/veya dinler belirlemekte, bilim bu isteklerin yapılma biçimini ortaya koymakta ve iktisada bildirmekte, iktisat da yapılması gerekenleri üreterek denetime teslim etmektedir. Denetçiler, halkı bunlardan haberdar etmektedirler. Böylece dine dayanarak yeni istekler dile getirilmekte ve üretim sürekli hâle sokulmaktadır. Sosyal Denge Modeli'nde iktisadî kurumlar faydalı olan mal ve hizmeti üretirler. Yukarıda işaret edilen alanlarda diğer kurumlarla işbirliği içine girerlerd)
d)SOSYAL BİR KURUM OLARAK İDARE:
Toplumsal düzeni oluşturan temel sosyal kurumlardan biri "idare"dir. İnsanın "ünsiyet" yeteneğinin ma'şerîleşmiş (toplumun ortak bilinci halinde dönüşmüş) biçiminin bir tezahürüdür. Toplum düzenini gerek iç ve gerekse dış saldırılara karşı korumak, güvenliğini sağlamak, çıkan ihtilafları çözmek, en geniş biçimiyle mevcut hukuk düzenini korumak üzere insanlar tarafından oluşturulan bu sosyal kurum, zamanla devletle eş anlamlı kabul edilmiştir. Bu kurumun toplum içindeki yerini, sınırını ve boyutunu belirlemek her çağda önemli bir sorun olmuştur. Totaliter rejimlerde idare, devlete egemen sosyal kurum olarak gözükmüştür. Bu tür rejimlerde, idare, dinleri ve bilim adamlarını denetim altına aldığı gibi iktisadî üretimi de kendisi yapmak ister ve bu yüzden çok büyük fakat hantal işletmeler meydana gelir.
İdarenin gördüğü bir işlev daha vardır. Toplumda üretim, değişik ölçülerde olmak üzere kollektif olarak gerçekleştirilmektedir. İnsanın mal ve hizmetleri tek başına üretmesi mümkün değildir. Her üretimde çok sayıda kimsenin az ya da çok
katkısı bulunmaktadır. Günümüzde üretim ulusal sınırları aşarak evrensel bir boyut kazanmıştır. Böylece ortaya çıkan ürünlerin paylaştırılması sorun hâline gelmiştir. Elbette bu bölüşme önceden belirlenen sözleşmelere, yani mevzuata göre yapılacaktır. Çünkü mevzuatta yani anlaşmalarda kimin hangi iş için ne karşılık alacağı, yapmazsa ne şekilde cezalandırılacağı yer almaktadır. Gerçi sözleşmelerde isimden çok işin niteliği ve bu işi yapacaklar yazılıdır. Ama bu keyfiyet üretim ile belirlenmiş olmaktadır. Muhasebe ile bunlar tespit olunmuştur. Dinin görevi herkesin hakkını alıp almamadaki denetimdir. Burada idarenin görevi mevzuata göre yapılmış, muhasebeleştirilmiş ve denetlenmiş üretimin korunmasıdır.
Herkesin hakkı önceden belirlendiği için, ortak üretimden herkes payını almaktadır. Burada merkezî düzenleme yerine, herkesin kendi hakkını alması esası benimsenmiş olmaktadır. Bu böyle olmakla beraber, gerek isteklerin belirlenmesi ve yapılış biçiminin ortaya konulması, gerekse üretimin gerçekleşmesi aşamalarında ihtilaflar çıkabileceği açıktır. Keza elde edilen ürünün standartlara uygun olmadığı da her zaman ileri sürülebilir. Kişilerin ehliyetlerine itirazlar yapılabilir.
İşte, bütün bu ihtilaflı durumların çözülmesi gerekmektedir. İhtilaflı durumları çözme mekanizması ancak bir idare ve yargı mekanizmasının varlığı hâlinde mümkün olabilir. Bu nedenle ihtilafı çözme işini sadece mahkeme ve hatta daha da sınırlı olarak bir tek hâkimle açıklamaya imkân yoktur.İşte ihtilafları çözme bakımından tahkik-soruşturma,tahkim-yargı kararı alma ve infaz-alınan kararları yerine getirme kurumlarına da ihtiyaç bulunmaktadır.
Mevzuat, gelecek ile ilgili yapılan işlerdeki hükümleri ifa-
de eder. Eksperler üretimin mevzuata uygun olup olmadığını belirlerler. Soruşturmacılar ise geçmişte yapılanları belirleyerek, kimin ne yaptığını ortaya koyarlar. Bunu mevcut delil sistemlerine uygun olarak yaparlar ki, gerçek manada ispat ancak bu şekilde sağlanabilir.
Soruşturma her zaman nizaların kaldırılması için değil, halkın bilgilendirilmesi yöntemlerinden biri olarak da kabul edilebilir. Toplumu ilgilendiren birçok olay vardır ve halkın bunları doğru olarak bilmesi gerekir. İşte bu tür işlemler de, soruşturmanın konusu içine girebilir. Bir toplumun oluşup, herkesin görevini yapabilmesi ve hakkını alabilmesi için doğru bilgilere ihtiyaç vardır ve devletin-idarenin temel görevi de budur.
Böylece bölüşümün yapılması ve korunması ile ilgili kararları alan toplumsal kurum olarak idare karşımıza çıkmaktadır. Bu kararların âdil olabilmesi için hükümlerin mevzuata uygun olması gerekmektedir. Bu hususun denetimi ise mevzuatın koyucusu durumundaki yasamaya, yani bilim kurumlarına düşmektedir. O hâlde, olayların tespiti kadar, hükümlerini de ortaya koyan bir kuruluşa ihtiyaç vardır. Böyle bir olay olmuştur, demek yetmez; bu olayın mevzuata göre hükmü budur, denilmelidir. İdare, her ne kadar bölüşmeye bekçilik yapmakta ise de, âdil bölüşüm konusundaki ihtilaflara ilişkin kararların mahkemelerce alınması gerekmektedir. Yani kuvvet yargının emrinde olmalıdır. Devletin yönetim biçimini belirleyen önemli noktalardan biri de budur. Tüm kurum ve kuruluşlar sonunda mahkemenin denetiminde ise buna hukuk devleti adını veriyoruz. Eğer mahkemeler bağımsız olmayıp, kararları başkaları adına alıyorlarsa, o devlete hukuk devleti adını vermeye imkân yoktur. Yargı mevzuata hâkim ve bağımsız olmalıdır. Şüphesiz yargının bağımsızlığı sadece kayıtta değil, fiilen de gerçekleşmelidir. Bunun için karar verecek olanların ehliyetli olmaları ve taraflarca seçilmeleri de gerekmektedir. Atama suretiyle oluşan bir mahkeme heyeti demokratik olmadığı gibi bağımsız da değildir. O hâlde mahkeme heyetinin, taraflarca seçilen ehliyetli iki hakem ile bu iki hakemin de bağımsız olarak seçtiği bir başhakemden oluşması, fiilî bir bağımsızlığı gerçekleştirir. Hakemler bağımsız soruşturmacıların soruşturmalarını onaylama veya reddetme yetkisine sahip olarak karar almış olacaklardır. İdareye düşen görev, hukuk sisteminin oluşturulması ve mevzuatın belirlenmesi, soruşturma sistemlerinin geliştirilmesi, ehliyetli hakemlerin belirlenmesi, hakemleri seçme sistem ve imkânlarının hazırlanması, kararların verilmesi ve bunların yerine getirilmesidir. Bir bakıma devlet, yargının korunması ve buna dayalı adaletin sağlanması için vardır, denilebilir. Kuvvetin üstün tutulduğu sistemlerde, mahkemeler siyasî gücün emrinde iş yaparlar. Hakkın üstün tutulduğu sistemlerde ise idare ve siyasî güç mahkemelerin emrindedir. Bu gücün asıl görevi hakem kararlarını uygulamaktır. Birinde Hâkimleri siyasî güçler atar, diğerinde ise hakemleri taraflar özgürce seçerler. Bütün diğer açıklamalar bu hassas noktada düğümlenmektedir. Bizim ortaya koymaya çalıştığımız devlet modelinin esası, bağımsız tahkim sistemine ve verilen kararların uygulanmasına dayanmaktadır. Böylece tarafların ehliyetli kimseler arasından seçtiği hakemler yoluyla devletin demokratikliği ilkesi en temel ve hassas noktaya indirilmiş olmaktadır.
e) DEĞERLENDİRME:
Buraya kadar anlatılanlar ile devletin dört temel sosyal kuruma dayandığı ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu dört temel kurum dört temel görevi de ifade etmektedir. Ancak bugüne kadar, daha çok görevler üzerinde durulmuş ve bu görevlerin hangi sosyal kurumlar içinde yer alması gerektiği ele alınmamıştır. Halbuki, sosyal kurumlar yeterince bilinmeden ve kurumların ilkeleri ortaya konulmadan görevleri üzerinde fikir yürütmek yeterli değildir. O hâlde sorunu bu açıdan ele alarak ortaya koymada fayda bulunmaktadır.
Toplumu meydana getiren dört temel kurum şöyle belirle- nebilir(1)Din,(2) İlim, (3)İktisat ve (4)İdâre(bkz. Şekil 6)Sh:55.
Kuvvetler ile bu kurumlar arasında dengeli ve sağlıklı ilişkiler kurulmadığından günümüzde kuvvetler ayrılığı ilkesinin teorik temelleri yeterince açıklanmış değildir.
DİPNOTLAR:
60- Dönmezer, S., Sosyoloji, Savaş Yayınları, Ankara 1984, s.85,168; Garçon, s. 649-650.
61-- Ersoy, İktisadî Müesseseleşme... s.ll; Ünsiyet sözcüğü için bkz. Sin maddesi, İbn Mansûr, Lisânül-Arap, Beyrut baskısı, tarihsiz.
62--Zaloğlu, s.179.
63-- "Sosyolojik bakımdan patriyarkal aile, her yerde, ilk aile tipi olmamıştır. Sosyologlar ekseri yerlerde, babalığın tayini güç olması nedeniyle, ailelerin matriyarkal bir bünye taşıdıklarım ve otoritenin babada değil de dayıda olduğunu ispat etmişlerdir." Akbay, M., Umumî Âmme Hukuku Dersleri, AÜ Yayınlan, III. Baskı, Ankara 1958, s.20; Childe, s.37.
64-- İün-Segal, s.14-15; Akbay, s.19.
65-- Özçelik, S., Esas Teşkilat Hukuku Dersleri, İÜ Yayınları, İs- tanbul 1966, s.22-23; Okandan, R. G., Umumî Âmme Hukuku Dersleri, İÜ Yayınları, İstanbul 1952, s.40 ve dev.
66--Challaye, s.20; Garçon, s.649.
67--Garçon, 655; Akdemir, S., Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, (Doktora tezi) AABAM Yayınlan, İzmir 1988, s.28-29.
68--Akdemir, Sosyal Denge I, s.39.
69-- Ersoy, A., İktisadî Müesseseleşme Tarihi-İktisadî Kalkınmanın Tarihi Seyri, Akevler Akdeniz Bilimsel Araştırma Merkezi Yayınlan, İzmir 1986, s.9-11.
70-. Ersoy, İktisadî Müesseseleşme.., .s.9-11.
71-"Başlangıçta, insanların tanrılarından başka kralları, dine dayanan yönetimlerinden başka yönetimleri yoktu." Rousseau, J.J., Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol) Adam Yayıncılık, İstanbul 1982, s.147.
72-Akdemir, S., Sosyal Denge I Devlet Yapısının Tarihi Seyri, İşaret Yayınları, İstanbul 1990, s.174-175.
73-Dinin sadece vicdanlara ait olması düşüncesi yirminci yüzyılda geniş uygulama imkânı bulmuştur. Ancak yeni çağda "Dinsel Yeniden Doğuş" üzerine tahminler yapılmaktadır. bkz. Naisbitt, J. & Aburdene, P., Değişen Dünyada 1990ların On Yeni Hedefi: Megat- rends 2000 Büyük Yönelimler, (çev. Erdal Güven) Form Yayıncılık, 2.baskı İstanbul, 1991 s.245 ve dev.
74-. Dinin bu fonksiyonu tarihin her döneminde kendini göstermiştir. Tapınakların yapılması, âyinlerin düzenlenmesi, içecek ve yiyeceklerin belirlenmesi ve düzenin devamı bunlar arasında sayılabilir.
75-Mardin, Ş., Din ve İdeoloji, Toplu Eserler 2, İletişim Yayınlan, 3.baskı, İstanbul 1986 s.15.
76- Lane, R., Political Ideology, Free Press, New York 1962, zik: Mardin,
J)in..., s.25.
77-Comte ile ilgili bkz. Freyer, H., İçtimai Nazariyeler Tarihi, çev. Tahir Çağatay) AÜ Yayınlan, 2.baskı Ankara 1968, s.55.
78-Aksi görüş için bkz. "Laik devlet din karşısında tarafsız olan devlettir. Dini hizmetleri kamu hizmeti saymayan devlettir. Din vicdan sorunudur, özgürlük sorunudur... Din, bir vicdan sorunudur. Herkes istediği dini inanca sahip olabilir. Dini inanca sahip olmama da bir temel insan hakkıdır." Üskül, Z., Türkiye'nin Anayasa Sorunu, AFA Yayıncılık, İstanbul 1991, s.93-95.
79-Soysal, M..Anayasaya Giriş, Ankara 1969 s.228.
80-Soysal, Anayasaya Giriş, s.228.
81-Ateizm, devlet uygulamalarını da etkilemiştir. "SSCB'nin devletateizmi gibi bir de resmî ve politik ateizm vardır ki, burada Marksist ateizm bir nevi sosyal ve siyasî bünyeye dahil edilmiştir." Gilson, E., Ateizmin Çıkmazı, (çev. Veysel Uysal), istanbul 1991 s. 10.
82-"Bütün eski kavimler arasında dinlerinin umumi dogmalarına sahip olan tek kavim olarak İbranileri tanıyoruz. İbrahim ve Musa, topluluklarının kalbine her iyiliğin kaynağı ve kâinatın yaratıcısı olan tek bir Tanrı inancını koydular. İbraniler kitaplarında Tanrı'dan en yüksek cevhere cidden yakışır bir dille bahsediyorlar. ...ama ne yazık ki, inançlarını yetecek kadar etrafındakilere aşılayamadıkları gibi, dogmalarını da kanun haline sokamamışlardır." Leibniz, s.V.
83-N. Berkes, Teokrasi ve Lâiklik, Adam Yayıncılık, İstanbul 1984, s.ll.
84-Aynı kanı için bkz. "... Batı uygarlığında kurallaşmış eylem örnekleri olarak dinsel olanla dünyasal olan arasındaki ayırımı yapmakta güçlük çekilmez." Berkes, Teokrasi... s.ll; Soysal, Anayasaya... s.229.
85- Papalık Batı'da halen etkin bir kurum olma özelliğini taşımaktadır. Bununla beraber dinler arası diyalog konusunda son yıllarda büyük gelişmeler vardır.
86-Aynı kanı için bkz. Berkes, Teokrasi... s. 15-24.
87-"Görünüşte bağımsız kalan, ama toplumsal-ekonomik yapı açısından büyük etkinlik sağlayan Haçlı seferlerinin gerçekleştirildiği yüzyılların, aynı zamanda 'İslâm düşünce' ve uygulamasının da gerilediği, bağnazlaşıp, donuklaştığı, tutucu ve kaderci bir yapıya ulaştığı yıllar olması, kuşkusuz bir rastlantı değildir. Gerçekten, İslâmın gelişimci kural ve düzenini savsaklayan, 'içtihat kapısını' kapatan insan akıl ve 'iradesini' hiçe sayan, felsefeyi ve düşüncenin olanaklarını yadsıyıp, suçlayan 'akımların' gelişip güçlenmesi ve toplumda etkili olması dönemi de XI. yüzyıldan sonra kendini göstermeye başlamış ve giderek yaygınlaşmıştır." Özek, Ç., Devlet ve Din, Ada Yayınları, İstanbul tarihsiz s.254.
88-Elbette fetva sistemine geçişin sosyo-ekonomik ve politik nedenleri vardır. "İslâmın temel siyasal kurallarından ve toplumsal ilişkiler düzeninden kopan Sultan-Halifeler döneminde, zenginleşen, despotik yapıya bürünen sultanlar, halifeler, din adamları, kuşkusuz, İslâmın gelişiminden, çağa göre yenileşmesinden, eşitlikten, tek üstün iktidar olan Tanrı iktidarından yana çıkmışlar; tutucu, bağnaz, kaderci, ve despotik yorumlar getiren 'akımları' ve 'ulemanın' görüşlerini benimşeyip onları yığınlar içinde yaygınlaştırmıslardır. Batıyla olan ticaret ilişkileri, sultanlara ve çevresine daha çok zenginlik sağlayıp, kişilerin toplumsal yapı içindeki, durumlarının bozularak, yoksullaşmalarına yol açtıkça, İslâmın daha bağnaz ve katı yorumlanması olgusu da güçlenmiştir. Aynı olgu ileride Osmanlıda da görülecek, Osmanlının çöküşüne paralel bir biçimde, şeriata bağnaz bir bağlılık kendisini gösterecektir. Toplumun, geleneksel yapısının bozulmasının yanı sıra, giderek yoksullaşmasına olan tepkisini bir ölçüde önleyebilmek ve geniş bir biçimde saptırabilmek, ancak, dinsel açıdan 'olması gerekenin' bu olduğuna yığınları inandırmakla sağlanabilecektir. Bu ise, İslâm kurallarının özgür düşünceye, kişinin özgür eylemine karşıt, tutucu, bağnaz, kaderci bir yorumla açıklanmasına bağlıdır. Bu savların geçerliliği, İslâm düşüncesindeki ve toplumsal yapısındaki gerileme ve çöküşü, Batının giderek Doğuya yönelmesi ve çıkar sağlaması olgusunun aynı çağlarda gerçekleşmesi ile kanıtlanmaktadır.’’ Özek, s.255; "Bol bol 'bu dünyanın sonunun yaklâşmasından, 'âhiret' gününden sözedilir oldu. Yıkım anlamındagörülen"değişme’’, temel toplum örgütlerinin, kişi yaşamının çürümesi olarak ortaya çıktı." Berkes, Teokrasi... s.52.
89-"İslâm diniyle İslâm devleti zorunlu olarak her yerde birlikte bulunmuş değildir... Hıristiyan dünyasından ayrılıp Müslümanlığa ve Osmanlı hizmetine giren ibrahim Müteferrika, zamanın padişahının emriyle ilk basımevini açma iznini Şeyhülislâmın fetvasıyla yalnız din dışı yazıları yayımlama koşuluna bağlı olarak elde ettiği zaman, din alanı dışında başka bir bilim ve düşün alanının bulunduğu simgelenmiş oluyordu." Berkes, Teokrasi... s.27-28, 31.
90- Berkes, Teokrasi... s.48-50. Bu konuda hıristiyanların müslümanlara karşı ve müslümanların da hıristiyanlara karşı önyargılı düşüncelerinin temelleri hakkında bkz. VVatt, M., Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, İz Yayıncılık, İstanbul 1991, s. 17-24.
91- "Dünyasal kurumlarla dinsel kurumlar arası ilişkiler üzerine karşılaştırmalı incelemeler, şimdiye değin Batı uygarlığının —orta çağla modern çağ aşamalarındaki— Kilise ile Devlet arasında ilişki türü üzerine yapılan incelemelerdeki terminolojiye göre yürümüştür... Kavramları ve anlamları yalın olan bu din-devlet ilişkisi şeması, Batı dışı ülkelerin kurumlaşma türleri içindeki dinle dünya ayırımı sorununu inceleme işinde toplum bilimine uygun olmayan bir şemadır." Berkes, Teokrasi... s.ll.
92- Benzer değerlendirme için bkz. Berkes, s.16.
93-Esasen hukukî kurumlar insanlığın geliştirdiği ortak payda içinde düşünülmelidir. Bu bakımdan, her hukuk kurumu bir ihtiyaçtan doğmuştur ve toplumsal yanı bulunmaktadır. İnsanlığın bir önceki dönem veya dönemlerden gelen bu kurumları değerlendirmesi ve yeni şartlara göre oluşturması gerekir. Bu biçimiyle bir etkinin olduğunu söylemek tarihi gelişmelere daha uygundur. Ancak dar manada bütünüyle bir etki elbette söz konusu olamaz. Bu konudaki eserler ve etkilenmenin biçimiyle ilgili bkz. "Bu tarihî şartlar içinde Roma hukukunun —bir kısım idari tertipler—İslâm hukukunun teşekkülünde kayda değer bir tesiri olamaması hayret edilecek bir şey değildir." Hamidullah, M., İslâm Hukuku Etüdleri, (çev. Nafiz Danışman) Bir Yayıncılık, İstanbul 1984, s.302; "Böylece kökünü Roma ve Bizans hukukundan, Doğu Kiliseleri hukukundan, Talmud ve Rabbaniler hukuku ile Sâsânîler hukukundan alan kavram ve kaideler, Hicrî ikinci yüzyılın doktrinlerinde ortaya çıkmak üzere, İslâmın teşekkül halindeki kuluçka devrinde iken sızmıştır." Schacht, J., İslâm Hukukuna Giriş, (çev. Mehmet Dağ-Abdülkadir Şener) AÜ Yayınlan, Ankara 1986, s.31.
94- Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd I, (çev. Baha Arıkan) Diyanet İşleri Reisliği Yay., Ankara 1955, s.24 ve dev.
95- "Temelde Kur'ân, İslâm'ı Musevîlik ve Hıristiyanlığa paralel ve onların kitaplarını teyid eden bir din olarak takdim etmişti." Watt, s. Günümüzde İslâm...s.18;Kur'ân,Maide5/46;Âliİmrân3/50; Ahkaf46/30; Saf 61/6.
96- Kur'ân'ın diğer kitap ve elçileri tasdik etmesi ile ilgili bkz. Kur'ân bakara 2/41; Âl-i İmrân 3/50.
97-"Dinde asla zorlama yoktur." Kur'ân, Bakara 2/256; "Sizin dininiz size, benim dinim banadır" Kur'ân, Kâıîrûn 109/6.
98-Toplam (47) maddeden oluşan Medine Anayasasının tam metninin çevirisi için bkz. Hamidullah, İslâm Hukuku Etüdleri s.37-45; "...Yazıda (Medine İttifakında) hak sahibi olarak gösterilen Yahudi, Müşrik ve Müslim Arab kabileleri kısmen müstakil bir halde kalmakta ve bazı hususlarda Hz. Peygamberin merkezî otoritesine tabi olmaktaydılar. Bu ise federal bir vasıftır." Hamidullah, age., s.47-48, Berkî, A. H.-Keski-oğlu, O., Hz. Muhammed ve Hayatı, Diyanet İşleri Başkanhğı Yayınları, 9. baskı, Ankara, 1981, s.209 vd.
99-Başgil, Esas Teşkilat... s.75; Soysal, Anayasaya... s.229; Berkes'e göre, "Zamanımızda 'İslâmlıkta devletle din birdir' gibi yaygın inanç bir parça bu türün yanlış bilinmesinden, bir parça da modern zamanlarda müslüman ülkelerin çoğunun Avrupa uygarlığının kolonileri haline gelmesinden doğan bir görüştür. Ortaçağ Müslüman siyasal birimlerinde devletle din 'birbirinden ayrı bir yan yanalıkla' var olmuştur." Berkes, Teokrasi... s.50.
100-Ersoy, A., İktisadi Teoriler ve Düşüncelerin Gelişme Tarihi, Akevler Akdeniz Bilimsel Araştırma Merkezi Yayınları, 2.Baskı,İzmir 1990, s.65 ve dev.
101-Aynı kanaat için bkz. Berkes, Teokrasi... s.ll ve dev.
102- "Bugün, (bu dönem) sizin için dininizi ikmal ettim (bütünledim) ve size olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslama razı oldum." Kur'ân, Mâide, 5/3.
103-Kur'ân; bilim adamlarından''ahbar-ehlihibre'', din adamlarından "ruhban-rahıpler", meslek adamlarından "rabbân," yöneticilerden "kıssîs" olarak söz etmektedir. Kur'ân'da bu dörtlü tasnif yapılmakta ve bunların ayrışmasını da öngörmektedir. Bu sözcüklerin geçtiği âyetler için bkz. Kur'ân, Maıde 5/44, 82: Tevbe 9/34 Fakat genellikle yapılan çevirilerde bu farklılığa işaret edilmemektedir.
104-Te'vil, nassı zahirî manasından çıkarıp muhtemel başka bir mana vermektir, bkz. Ebû Zehra, M., İslâm Hukuku Metodolojisi (çev. Abdülkadir Şener) Fon Matbaası, 3.Baskı, Ankara 1981, s.118
105- Kur'ân, Bakara 2/275.
106-Şener, A., İslâm Hukuku Dersleri I, DEÜ. Yayınları, İzmir 1987, s.39 ve dev.; Sava Paşa, İslâm... I, s. 103 ve dev.
107-Kur'ân, Bakara 2/256.
108- Değişik yaklaşım, fakat benzer kanaat için bkz. Berkes, Teokrasi... s. 15.
109- krş.: "Gerek kitaplardakı metodoloji ve olaylar, gerekse İslâmlık bilimi (Fıkıh) okullarının —ki sayıları son zamanlarda dörde kadar düşmüştür— öğretilerinden çıkan sonuçları değerlendiren siyasal otoritenin uygulamaları ile biriken kurallar Şeriat denen bir tür özel kişi hukuku oluşturmuştur. Demek ki, İslâmlıkta hukuku din yapan dinin kendisi değil,... devletin kendisidir." Berkes, Teokrasi... s.16, 28.
110- Mecelle, m.8 Dersaadet Matbaası (Osmanlıca) İstanbul 1305, s.23.
111-. Soysal, Anayasaya... s.229;Başgil, Esas Teşkilat...1, s.75;Kur'ân, halife sözcüğünü insanın bir temel niteliği olarak kullanmaktadır. Tanrı'nın cüz'î irade verdiği, sorumluluğu olan kimse demektir. Kur'ân, Bakara 2/30; Ahzâb 33/72.
112-Biat ile iligili bkz. Kur'ân, Fetih 48/10,18; Mumtahine 60/12.
113-Kur'ân, Mumtahine 60/12.
114-Akdemir, Sosyal Denge I, s.54-55; Bu konuda özellikle Şia yazarlarının İslâmiyetten ödünleri "sapma" olarak nitelemeleri üzerinde düşünmek gerekir: Ayrıntı için bkz. Şeriati, A., Yarının Tarihine Bakış,' çe v. Orhan Bekin) Akabe Yayınları, İstanbul 1987, s.62 ve dev.
115-Berkes, Teokrasi... s. 16.
116-Takiyye yanlıları görüşlerini Kur'ân'ın Âl-i İmrân süresindeki 28'inciâyetine dayandırmaktadırlar. Burada "sakınma" olarak yer alan "tü-kâh"a bu anlam yüklenerek gizli hareketlere delil gösterilmesi dikkatçekicidir. Kur'ân'da asıl istenen "tebliğ" yani gerçeğin korkulmadankarşı tarafa anlatılmasıdır. bkz. Kur'ân, Âl-i İmrân 3/28; TakiyyeyiMüslümanın zorda kalması hâlinde kullanacağı bir kalkan olarak sa-vunma için bkz. Gölpınarlı, A., Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri veŞiîlik, Der Yayınlan, İstanbul 1987, s.561-572; Takiyye ile ilgili olarakŞia'nın da bu görüşü terkten yana olduğu yazılanlar arasındadır: Mus-tafa, N.A., İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, (çev. Vecdi Ak-yüz), İz Yayıncılık, İstanbul 1990 s.243-245.
117- " Kur'ân'da cemaat ve cemiyet kelimeleri bu anlamlanyla geçmemektedir. Bunun yerine ümmet kelimesi kullanılmaktadır. Her hangi bir kişiliği olan topluluk demektir. İmam kelimesi bu kökten gelir. O topluluğun başkanı demektir." Altın, H., Kur'ân'da Sosyal Gruplar, İzmir 1988 s. 10; Kur'ân, Yunus 10/47.
118-"Halifelik 'ardıllık' demektir. Kimin ardıllığı? Siyasa düşünürlerinin tek gerçek olarak bulabildiği, İslâmlıkta Tanrı'nın yalnız sözcüsü olmak iddiasından öteye gitmeyen peygamber ardılı olmak demektir. Siyasa alanında kimse Tanrı'nın yeryüzünde ardılı olmaiddiasında bulunamayışı karşısında politik güç başındakiler, 'ardılın ardılı' olma iddiasıyla yetinmişler; ancak, kimi Osmanlı padişahlarına ‘Tanrının yeryüzündeki gölgesi' dendiği görülmüştür. Katolik Hıristiyanlığındaki Papa'nın İsa'nın ardılı olmak iddiasına benzer bu inanç halk arasında da yaşamıştır. Gerçekte ise Peygamberin ardından gelen birkaç halifenin ardıllığı söndükten sonra ilk Müslüman devleti tarihte bir yeryüzü krallığı olarak hem de Peygamberin soyundan ve yolundan olmayan bir dinasti olarak başlamıştır." Berkes, Teokrasi... s.49; Devlet ve siyaset anlayışları bakımından İslâmiyet'le Hıristiyanlık ve özellikle Halife ile Papa arasındaki farklılıklar için bkz. Stevrard, G., "Is The Caliph a Po-pe", The Traditional Near East, ed. Steward Robinson, Englewood Cliff, s. 137, zik: Karatepe, Ş., Osmanlı Siyasî Kurumlan, İşaret Yayınlan, 3.baskı, İstanbul 1990, s.28.
Aksi görüş için bkz. "İslâm dini, din ile devlet işlerini ayırmak söyle dursun bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışlarını da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda lâikleştirmeğe doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisiyle çatışmaya kadar varıyor." Soysal, M., 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1987, 7. baskı, s.259.
119-. "Özellikle dikkatimizi üzerine çekecek olan Ateizm şekli ise felsefî Ateizm'dir. Tanrı'nın metafizik kavramı bahis mevzuu olduğu, bu da 'tabiî ilahiyat'adı verilen şeyin zirvesi olduğu için, bu anlamda o tür Ateizm'e teolojik de denebilir." Gilson, E., Ateizmin Çıkmazı, (çev. Veysel Uysal) Marmara Üniversitesi İlâhiyet Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1991.
120-Dinler arası diyalog bakımından bir katkı niteliği taşıyabilecek çalışma için bkz. Watt, M., Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, (çev. Turan Koç) İz Yayıncılık, İstanbul 1991, s. 13-22.
121-Kur'ân, Mumtahine 60/12.
122-"Bilimsel teorilerin nihai şekilde doğrulanamayacağının veya yanlışlanamadığının..." Chalmers, A., Bilim Dedikleri,(çev. Hüsamettin Ars-lan) Vadi Yayıncılık, Ankara 1990, s.28; Bilimin kökeni için bkz. Yıldırım, C, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983, s. 15 ve dev.; Bilimin sınırları için bkz. Barnes, B., Bilimsel Bilginin Sosyolojisi, (çev. Hüsamettin Arslan) Vadi Yayıncılık, Ankara 1990, s. 197 ve dev.
123-"... A.Comte sosyolojisinin son safhası, pozitif ilmin rehberliğiyle bir insanî din yaratmak hususuna hasrolunmuştur. Onun bu çalışmaları dört ciltlik bir eserde tesbit edilmiş bulunmaktadır. Bu eser, 'İnsanlık Dinini Tesis Eden Sosyoloji Traktatı veyahut Pozitif Sistemi' (Systeme de politique, ou traite de sociologie instituant la religion de l'humanite) adıyla 1851-1854 yıllarında intişar etmiştir." Freyer, s.55; "...Kültür alanında pozitif evre, sözde Tanrısal olan ya da soyut doğal hukuktan sayılan yasalar yerine sosyal olayları güden, yöneten etken olarak bilimin, bilen kişilerin otoritesi geçtiğinde başlamış olacaktır. Geleceğin pozitif devletinde filozoflar ya da sosyologlar egemen olacaklardır." Gökberk.M., Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1985 s.467-468.
124-Schumacher, E. F., Küçük Güzeldir, (çev. Osman Deniztekin) Cep Düşün Yayınları, İstanbul 1985, s.64.
125-Schumacher, Küçük... s.64-65.
126-Chalmers, s.28
127-Yıldırım, C., Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983, s. 18 ve dev.
128- Ersoy, A., İktisadî Müesseseleşme... s.7.