İkinci Bölüm
Devletin unsurları ve
kuvvetler ayrılığına
yönelik yaklaşımlar
GİRİŞ
Bu Bölüm'de, "Devletin Unsurları ve Kuvvetler Ayrılığına Yönelik Yaklaşımlar" üzerinde durulacaktır. Birinci Bölüm'de ortaya konulan teorik temeller çerçevesinde mevcut durumun belirlenmesi ve Üçüncü Bölüm'de ele alınacak Sosyal Denge Modeli'ne yönelik yaklaşımlarımızın anlaşılması için devletin unsurları ve kuvvetler ayrılığı üzerinde durulması yararlı olacaktır. Bu konular, gerek kamu hukuku, gerekse anayasa hukuku ile siyaset bilimine ilişkin eserlerde, ayrıntılı bir biçimde ele alınmış ve tartışılmıştır.
Bu Bölüm'ün "Giriş"inde devlet kavramı ve devleti incelerken izlenecek yöntem ortaya konulduktan sonra, Birinci Ayırımı'nda "Devletin Unsurları", İkinci Ayırımı'nda ise "Kuvvetler Ayrılığı" üzerinde durulacaktır. Böylece devlet yapısı üzerindeki teorik yaklaşımları belirlemiş olacağız.
Devletin unsurları ve kuvvetler ayrılığı üzerinde çok sayıda değişik görüşler bulunmaktadır. Kamu hukuku eserlerinde ayrıntılı olarak anlatılan bu görüşler üzerinde uzun uzadıya duracak değiliz. Ancak, oluşturmaya çalıştığımız Sosyal Denge Modeli ile kesişen ve ayrışan noktaları belirlemek üzere doktrinde yer alan görüşleri özetle vermeye çalışacağız. Bu suretle Üçüncü Bölüm'e geçiş için ortam hazırlanmış olacaktır. Ayrıca,okuyucuya mevcut durum ile geliştirilen Sosyal Denge Modeli'ni kolaylıkla karşılaştırma imkânı da verilmiş olacaktır.
I. KAVRAM
Devlet Arapça bir sözcüktür. "Devl" etmek "devr" etmek anlamındadır. Etimolojik araştırmalara göre, Arapça'daki R harfi, L'ye; L ve N harfleri birbirine dönüşebilmektedir. Devretmek, dönmek demektir. Türkçe'deki dönme sözcüğü ile bir benzerlik düşünülebilir. Daire çemberdir. Eskiden site kentlerinin etrafını çeviren surlara bu ad verilmiştir. Türkçe'deki dıvar-duvar sözcüğünün sınır çizme veya kapama anlamıyla bu sözcüğün bir yakınlığı akla gelebilir. "Dâre" veya "dâle" fiilleri, önce surlara dalmak, girmek anlamında kullanılmış, sonraları kentin el değiştirmesi anlamına gelmeye başlamıştır. Daha sonraları kentler alınırken elde edilen ganimetlerin adı olmuş ve "dûlet" olarak kullanılmıştır. Kente ve mallara hâkimiyete de devlet adı verilmiştir. Aslında "dûlet", emek harcanmadan ticaret yoluyla elde edilen mallara verilen addır. Bir bakıma devlet, emek harcanmadan ganimet yoluyla elde edilen servet olarak da anlam kazanmıştır. Diğer taraftan "dûlet", servete dayanılarak kurulan kentin hâkimiyetine veya işgal suretiyle kurulan kent hâkimiyetine verilen ad olarak da kullanılmıştır. Devlet sözcüğü günümüze bu aşamalardan geçerek gelmiştir.[1] Ancak Araplar bu sözcüğe, eskiden yağmacılık ve ticaret anlayışı içinde yaşadıkları ve devlet aşamasına gelmedikleri için, devlet anlamını verememişlerdir.
Başgil'e göre, devlet sözcüğü "Devl'den türemiş olup tedavül ve müdavele bu kökten gelmektedir. Lügat manasıyla, tedavül eden, yani elden ele geçen güç, iktidar, mevki ve itibar demektir.[2] Başgil bu sözcük için "...ikbal ve iktidar, mevki, kuvvet, nüfuz ve servet manasınadır. Eskilerin anlayışına göre devlet, tıpkı bir altın top gibi elden ele geçen ve en kuvvetlinin zabıt ve inhisarına giren ikbal, nüfuz ve iktidardır. Modern hukukta kelime bu manasından hayli uzaklaşmış olmakla beraber, bugün bile gerek halkımız dilinde ve gerekse politika aleminde bu manaya alındığı görülmektedir" demektedir.3
Eski Yunanlılar, devlete "polis" adını vermişlerdi. Çünkü, o dönemde, şehir ile devlet aynı kavramı ifade ediyordu. Romalılar ise devlet için "Respublica" veya "Civitas" sözcüklerini kullanmışlardır. Fransızca'da Republique sözcüğü uzun süre devlet anlamında kullanılmışsa da, bugün için devlet karşılığı olarak "L'Etat" sözcüğü kullanılmaktadır. Sözcüğün günümüzdeki siyasî teşekkül karşılığı olarak kullanılmasına ise, 16'ncı yüzyılın başlarında İtalya'da rastlanmaktadır. İtalyanca'da "stato", ingilizce'de "state", Almanca'da "staat" sözcükleri, Latince'de durum anlamında kullanılan "status" sözcüğünden gelmektedir.4
Kur'ân'da bu sözcük sadece "dûle" biçiminde sermaye tekellerinin oluşmaması için konan sermaye vergisi belirtilirken kullanılmıştır 5 Devlet sözcüğü Kur'ân'da yoktur Buna karşı-
lık Kur'ân'da kamu ve devlet anlamına gelen sözcük, "Allah" kelimesidir.6Kur'ân'a göre insan, yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Allah'ın yeryüzündeki ikinci halifesi, kıyasla cemaattir, toplumdur, devlettir. O hâlde, Kur'ân'daki Allah kelimesi aynı zamanda bu anlamlara da gelmektedir. Yine Kur'ân'da, devlet anlamına gelen "mülk" ve hükümdar anlamına gelen ‘’mâlik-melik" sözcükleri de geçmektedir. Ancak mülk kelimesiAllâha izafe edilerek,gerçek sahip ve malik anlamında kullanılmaktadır7.
II. YÖNTEM
Devlet ile ilgili inceleme ve açıklamalar birbirinden farklı yöntemlerle yapılmıştır. Bazan, devletin çeşitli cepheleri arasında önemli bir yer tutan bir yönü ele alındığı, devletin yalnız o açıdan incelendiği, bazan da bu çeşitli yönlerden bir sentezin vücuda getirilmesine çalışıldığı gözlemlenmektedir.
Devletin bir yönünü esas alarak hareket edenler, sadece o yön üzerinde düşünce geliştirmişlerdir. Bunlardan bazıları,devletin yalnız hukukî düzenini ve bununla ilgili prensipleri göz önünde tutarak devleti münhasıran hukukî bir görüşle açıklamışlar; bazıları, kamu iktidarı, siyasal iktidar gibi kavramlardan hareketle, sadece siyasî bir oluş sayarak devletin siyasî yönünü ele almışlar; bazıları, devleti ekonomik yönüyle inceleyip, onu sosyal servetin düzenleyicisi olarak belirlemişler; bazıları ise olaya ahlâkî ve dinî açıdan bakarak, incelemelerini bu yönde teksif etmişlerdir.8 Devletin ele alınıp incelenmesinde izlenen yöntemlerden ikincisine göre, devlet bir bütün olup, onu karakterize eden çeşitli unsurlardan meydana gelmektedir. Devlet bu çeşitli unsurların bir sentezidir. Devlet hakkında gerçekten doğru ve isabetli bir sonuca varılmak isteniyorsa, onun hukukî, felsefî, ahlâkî, dinî, siyasî, iktisadî yönlerinin hepsinin bir arada incelenmesi gerekir. Aksi takdirde, devlet hakkında tam bir bilgi edinmek imkânsızdır.9
Bize göre, bu yöntemlerden ikincisi, olayı bir bütün halinde düşünmek ve yakalamak açısından daha uygundur. Çünkü, devletin yalnız hukukî, yalnız ahlâkî, yalnız siyasî, yalnız iktisadî ve yalnız dinî bir kuruluş olduğunu söylemek, onu açıklamak için yetersizdir; hatta imkânsızdır. Aralarında sıkı bir ilgi ve bağlılık bulunan bu yönlerden her birinin, devlet için bir önem taşıdığını gözden uzak tutmamak gerekir. İnsanın dört yeteneği ile bedeni ve ruhu arasında ilişkiler olduğu gibi, devle-
ti oluşturan sosyal kurumlarla ulus ve ülke arasında da benzer ilişkiler vardır. İnsanın davranışlarını belirleyen yeteneklerinden birinin ihmâli veya devre dışı bırakılması insan davranışlarında dengesizliğe yol açar. Aynı biçimde devleti oluşturan sosyal kurumlardan birinin ihmâli veya devre dışı bırakılması da sosyal dengesizliğe neden olur. Bu nedenle, burada devlet olayını, unsurları ve kuvvetler ayrılığıyla sınırlı olmak üzere, ikinci yaklaşım açısından ele alarak incelemek istiyoruz.
Devletin unsurlara dayalı tanımı konusunda ise, yazarlar arasında bir birlik olduğu söylenemez. Bununla beraber, yazarların tanımlarındaki kesişen ortak unsurlar bulunarak, incelemeye esas olmak üzere, bir tanım verme yönüne gidilebilir. Buna göre devlet, "Mülk edinilmiş bir ülke üzerinde egemenliğe sahip bir ulusun oluşturduğu devamlı, siyasî ve hukukî bütündür." biçiminde tanımlanabilir.10-[3] Dikkat edilecek olursa, tanımda sadece unsurlara yer verilmekte ve devlete ait kuvvetler üzerinde hiç durulmamaktadır. Bu nedenle, bu Bölüm'ün Birinci Ayırımı'nda, "Devletin Unsurları"na yer verecek, daha sonra İkinci Ayırım'da "Kuvvetler Ayrılığı"na geçeceğiz. Devlete ait unsurlara ve kuvvetler ayrılığına yapısal11-[4]açıdan yaklaşacağız. BİRİNCİ AYIRIM
Devletin unsurları
GİRİŞ
Çok klasikleşmiş şekliyle devlet, toprak unsuru demek olan "ülke" ile insan unsuru demek olan "ulus" unsuruna dayanır. Ülke, mülkü ve mülkiyeti; ulus ise egemenliği kapsar. Devlet, ancak bu iki unsurun bir araya gelmesiyle, yani insan topluluğu ile ülke arasında devamlı bir münasebetin kurulmasıyla doğabilir. O hâlde, ister sosyolojik olarak toplum, isterse siyasî ve hukukî olarak devlet adını verelim, bu tüzel varlık, maddî unsuru oluşturan insan unsuru (beşerî unsur) ve toprak unsuru (ülke unsuru) ile manevî unsuru teşkil eden egemenlik ve kişilik unsurları olmaksızın düşünülemez.12-[5] Şimdi, Bu Ayırım'da devletin unsurlarını, ileri sürülmüş görüşler çerçevesinde ortaya koymak istiyoruz.
I. MADDÎ-KURUCU UNSURLAR
A. İNSAN UNSURU-ULUS:
Devlet hâlindeki insan grubuna çeşitli adlar verilir. Nüfus, ahâli, halk ve ulus adı bunlar arasında en yaygın kullanılanlarıdır. İnsansız bir devlet tasavvur etmek imkânsızdır. Bununla beraber, bir devletin varlığından söz edebilmek için, ne kadar insanın bir arada bulunması gerektiği sorusu insanlığı sürekli meşgul etmiştir.13Ayrıca bu insanlar arasındaki ilişkilerin niteliği de önem taşımaktadır. Egemenlik adını verdiğimiz bu nitelik, insan unsuruna devlet kurabilme yeteneğini tanımaktadır. Şimdi ulus üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
1) Nicelik sorunu:
Devletin meydana gelmesi için, bir insan topluluğuna gereksinim vardır. Bir tek kişi veya küçük bir grup, bugün için bir devlet teşkil edemez. Bununla beraber, acaba bir devlet için en az ve en çok nüfus sınırlaması söz konusu mudur? Bu soruya tarih boyunca cevap verilmeye çalışılmıştır. Örneğin Aristo, bir site için kadınlar, çocuklar ve esirler hariç iki bin vatandaşın uygun bir miktar olduğunu ileri sürmüştür. Eflâtun ise bu rakamın beş bin civarında olması gerektiği kanaatindedir. Bu düşünürlerin zihnindeki devlet, dar bir alanı kapsayan toprak parçası üzerindeki sınırlı sayıda insanın bir araya getirilmesiyle oluşturulan bir site devletidir.14 Günümüzdeki devletler arasında, nüfus bakımından, anormal denilebilecek farklar bulunmaktadır. Örneğin bir Kuveyt bir milyon civarında bir nüfusa sahip olduğu halde, bir Çin'de bu rakam bir milyar yüz otuz bir milyonu bulabilmektedir.15
Acaba, en az veya en çok bir sınır belirlemek mümkün müdür? Bazı yazarlar ideal bir devlet nüfusunun, en az iktisadî bakımdan kendi kendine yeterliliği sağlayacak miktarda olması gerektiğini ileri sürmüşler, diğer bir kısmı ise bütün dünyanın tek bir devlet içinde mütalaa edilebileceğini hayal etmişlerdir. Gelişmeler ise, çok nüfuslu büyük devletlerin oluşmasına doğ-
ru olan akımın yerini, büyüklerin parçalanmasından veya büyüklerden ayrılmalardan ve küçüklerin yutulması veya birleşmesinden meydana gelen orta büyüklükteki devletlerin vücut bulması yolundaki akıma terketmiştir.16 İktisadî faaliyetlerin etkin bir biçimde düzenlenmesine yetecek bir iç piyasa oluşturacak kadar nüfusa sahip olmayan bir devletin, bağımsızlığına süreklilik kazandırması mümkün değildir.
2) Nitelik sorunu:
Devlet, teker teker bireylerin bir araya gelmelerinden mi, yoksa toplum adı verilen sosyal teşekkülden mi meydana gelmiştir? İnsan unsuru incelenirken bu sorunun cevaplandırılması gerekmektedir.
Bireyci görüş ile toplumcu görüşün varsayımlarına göre, sorunun cevabı değişmektedir.
Bireyci görüşe göre, devlet teker teker birçok bireyin bir araya gelmesinden oluşur. İlk toplumsal birim olan aile, bireylerden meydana gelir. Aile kavramı ve onun üstünde yer alan toplum, bireylerin toplamından ibarettir. Bireyin toplum içinde yok olduğu düşüncesi, bu görüş tarafından reddedilmekte; kişilerin toplum içinde varlıklarını koruması esas alınmaktadır. Liberal düşünce bireyi esas almakta ve bireyin gelişmesi için toplumu bir araç saymaktadır. Bireyler rasyonel davranarak kaynakları etkin bir biçimde kullanırlar. Bu nedenle, devlet, alt yapı hizmetlerini sağlamaya ve bireyi geliştirmeye destek olmalıdır.17 Esas olan bireydir. Devlet, bireyin gelişmesi ve mutlu olması amaçlarına hizmet eden bir araçtır.
Toplumcu görüşe göre, devlet, bireylerin oluşturduğu ancak bireylerin tamamen dışında meydana gelen toplumsal birliklerden ve en nihayet toplumdan meydana gelir. Devlet, en küçük birim aileden başlayarak birtakım birliklerin, —örneğin, toprağa bağlı belediye, şehir ve eyâlet gibi— veya meslek topluluklarının —örneğin, çiftçi, tüccar birlikleri, işçi sendikaları gibi— ve bunlara tâbi daha birçok diğer kuruluşların birleşmesinden meydana gelir. O hâlde devlet, insan unsuru itibarıyla, birtakım birliklerden, topluluklardan oluşur. Bu birliklerin en küçüğü aile olarak yer alır. Toplumcu düşünceye göre, birey toplum içinde varlığını eritmiştir. Ben yok, biz vardır. Toplumun çıkan bireyin çıkarının önündedir.18-[6]
Bize göre, her iki görüşün de doğru ve eksik olduğu yanlar bulunmaktadır. Bireyci görüş, bireyi en iyi biçimde tanımlamakta, fakat onun toplumsal yönünü, yani sosyal bir varlık olduğunu ihmal etmektedir. Diğer taraftan toplumcu görüş de, insanın sadece sosyal bir varlık oluşunu değerlendirmekte, fakat onun bireysel ve tek başına olan özelliklerini unutmaktadır. Olması gereken, insanın, bireyci yönü ile toplumcu yönü arasında dengenin kurulmasıdır. Bireyle toplum birbirlerini tamamlamaktadır. Biri olmadan diğerinin varlığından söz edilemez. İki taraf veya taraflar arasında çıkar çatışması yerine, çıkar paralelliği kurulmakla denge sağlanabilir. İnsanın bireysel yönleri ihmal edilmeden toplumsal yönlerinin de ele alınması ve bu iki anlayış arasında sentezin kurulması gerekir.
3) Ulusalcılık:
a) KAVRAM
Devletin vücut bulması için zorunlu unsurlardan sayılan insan topluluğu, aile ve benzeri diğer çeşitli birliklerden ibaret değildir. Yazarların çoğunluğu, devleti teşkil edecek insan topluluğunun aynı zamanda bir "ulus" olması gerektiğini ileri sürmektedirler.19-[7]
Ulu kavramına geçmeden önce ulusalcılık kavramı üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Bir soya, bir kavme bağlılığı ifade eden bu sözcük, tarihin değişik dönemlerinde farklı anlamlara gelmiştir. Aynı zamanda bir devlete bağlı toplumu ve özellikle egemenliği kullanan toplumu da ifade etmektedir. Başka bir deyişle, ulus, devlet biçiminde teşkilatlanmış toplumu ifade etmektedir. Ulusçuluk ise, devlet biçiminde kollektif gücünü kullanan toplumun çıkarlarını üstün tutmayı ifade eder. Bu kavram modern çağdaş devletlerin kurulmasında etkili olan sözcüklerin başında gelmektedir. Fransız İhtilâli ve Napolyon Savaşları sırasında, Avrupa kıtasını ulusçuluk akımı kapladığı zaman, bu kavram iki bakımdan olumlu bir rol oynamıştır. Birinci olarak, yabancı boyunduruğuna karşı direnme gücü oluşturmuş, ikinci olarak da ulusların kendi kaderlerini kendileri belirleyerek demokratik düzene geçişi sağlamıştır. Bununla beraber, bu kavram 19'uncu yüzyılın ikinci yansından itibaren, özellikle Batı Avrupa'da, saldırganlığın, emperyalizmin ve uluslararası çatışmaların başlıca kışkırtıcısı olarak da kullanılmıştır. Genişlemek, öbür uluslara hükmetmek ya da onların elinden pazarlarını alarak sömürmek isteyenler, ulusların duygusal yönleri üzerinde işleyip onları birbirlerine karşı kışkırtmaya çalışmışlardır.20
Bize göre, geçmişte asabe ve soy bağına dayanan bu kavram etkisini belli ölçüde devam ettirmektedir. Ancak, bir ulusu oluşturan bağların soydan öte, bir kültür bağına ve birikimine dayalı olarak ele alınması dönemine gelinmiş ve bu konuda düşünceler de ortaya konulmuştur.21İleride ulus tanımı bu açıdan ele alınarak, milliyet-ulusalcılık sadece bir devlete bağlılık anlamında kullanılacaktır.
Devleti teşkil eden insan topluluğunun bir ulus olması gerektiği düşüncesi kabul edildiği takdirde, ulusu oluşturan unsurları iyice belirlemek gerekir. Esasen bu konu yazarlar arasında tartışmalı olup farklı görüşlerin odağını teşkil etmektedir.22-[8] Bununla beraber, biz, Üçüncü Bölüm'de bir tanım denemesine girişmiş olacağız. Ancak bundan önce, ulus düşüncesine yapılan itirazlara kısaca işaret etmek ve bu konuda bilgi vermek istiyoruz.
b) ULUSA DAYANMAYAN DEVLET:
Bazı yazarlar devletin insan unsurunun ulusal özelliklerinden arındırılarak gayri millî bir hâle sokulması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Daha çok İngiliz yazarlar tarafından ileri sürülen bu görüş, İngiliz sömürgelerindeki ulusal politikaların önüne geçmek için geliştirilmiştir.23-[9] Buna göre, ulus adına yapılan işler devlet işleri olarak kabul edilmeli ve ulusal niteliklerin devletler arası kültür, gelişme ve işbirliğini ortadan kaldırıcı yönlerine son verilmelidir. Bu görüş İngiliz ve bazı Osmanlı yazarlar dışında genelde kabul edilmemiştir.24-[10]
c) MARKSİZMDE ULUSAL SORUN:
Burada yeri gelmişken, çağımızı etkilemesi nedeniyle, marksizmde ulusal soruna anahatları ile değinmede yarar görüyoruz. Karl Marx "Komünist Beyannâmesi-Manifeste Communiste" (1848) adlı eserinde ulusal devlete karşı "sınıf devleti" görüşünü ortaya atmıştır.25-[11] Marx'ın anladığı manada devlet, ulusal ayrılıklara bakmadan, bütün memleketlerin proletaryasını sinesinde toplayacaktır. Burjuva sınıfı ise, yabancı sayılarak devletin dışında bırakılmayacak, fakat proletaryanın diktatörlüğüne tâbi olacaktır. Bu rejim geçicidir. Asıl maksat, sınıf farklarını, daha doğrusu burjuva sınıfını ortadan kaldırmak, hatta mevcudiyet sebebi sadece proleter sınıfı boyunduruk altında tutmak olan siyasî mânâda devleti dahi yok etmektir.
Marx ve Engels, siyasî eylemlerinin başından beri, ulusal sorunla karşı karşıya gelmişlerdir. Burjuvazinin gelişmesiyle ulusal devletlerin kuruluşu arasında nasıl sıkı bir bağ olduğunu göstermişler, burjuva ulusçuluğunu eleştirmişler, ulusçuluk sorunu karşısında nasıl bir tavır takınmak gerektiğini proleteryaya açıklamışlardır. Marksist düşünceyle kurumlaşan sosyalist uygulama hem SSCB'nde hem de Çin'de ulusalcılığa ağırlık vermiştir. Her iki ülkede çoğunlukta olan ırklar, azınlıktakilere karşı farklı muamelelerde bulunmuşlardır. Bu nedenle, bugün siyasî baskının azalması, ulusalcılığın dışa açılmasına yol açmaktadır.26
Marx ve Engels'e göre, ulusal sorun, her ulusun ulusal bir devlet kurma isteği, modern çağın özelliğidir. Bu sorun ve istek, tarihte burjuvazinin gelişmeye ve toplumu değiştirmeye başladığı dönemde ortaya çıkmıştır. Marx ve Engels'e göre, ulusal devlet, işçi enternasyonalizmi yolunda kaçınılmaz bir evredir. Her ulusun ayrı ayrı bağımsızlığı ve birliği sağlanmadan ne proletaryanın birliği ne de sınıf kavgası gelişebilir ve güçlenebilir.27
Bu ulusal hareketler, ikinci evrede artık demokratik değildir ve tarihsel gelişmeye karşı çıkar. Çünkü, kapitalist devletler tam olarak kurulduktan sonra, ezen, baskı yapan devletler niteliğine girerler. Bu dönemde, işçi sınıfı ile burjuva arasındaki çatışma büyür. Diğer taraftan uluslar arasındaki kavgalar, ancak feodal toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin egemenliği altında olanaklıdır ve yalnızca bu egemenliğin sürdürülmesine yarar. Kazanan ulus, kendi savaşı gibi öbür halkın kurtuluş savaşını da felce uğratır.. Başka bir halkı boyunduruğu altına alan bir halk, kendi zincirlerini sağlamlaştırır. Hiçbir ülke öbür ülkeleri ezmeyi sürdürdükçe özgür olamaz. Bir başka halkı ezen halk özgür olamaz.28-[12]
Marx ve Engels'e göre, devrimci işçi hareketlerinin amaçları enternasyonaldir. İşçi sınıfı kendi öz savaşını uluslararası düzeyde geliştirmek ve uluslararası proletarya dayanışmasını sağlayacak bağları yaratmak zorundadır.29-[13]
Marx ve Engels, ezen uluslarla ezilen ulusların işçi sınıflarını birbirinden ayırmaktadır. Ezilen bir ulusun işçi sınıfı, ulusun bağımsızlığı için çalışmak zorundadır.30-[14]
Ezen bir ulusun işçi sınıfına gelince, o kendi ülkesinin burjuvazisine karşı savaşmak zorundadır. Çünkü, işçi sınıfının burjuvazi karşısında kazanacağı zafer, gelişmesinin ilk koşulu ve aynı zamanda ezilen bütün ulusların kurtuluşunun belirtisidir.
Görülüyor ki, Marx ve Engels ulusal sorunu işçi sınıfı kavgasının öğelerinden biri olarak ele almaktadırlar. Ulusal mücadeleleri yalnızca şu ya da bu ülkenin özel çıkarları açısından değil, bütünü içinde demokrasinin yararları açısından değerlendirmektedirler. Bu konuda, Lenin de, Marx ve Engels ile aynı doğrultuda düşünmekte ve her zaman enternasyonalist düşünceleri savunmaktadır. Hatta Lenin'e göre, ulusal devlet evrensel olarak kabul edilen örgüt olduğundan, devrim bu devlet içinde olacaktır.31-[15] Ancak yine Lenin'e göre sosyalist aşamadaki devlet, burjuva sınıfını ve diğer ölçüleri tasfiye eden bir proleterya diktatörlüğüdür. Geçici bir işleve sahiptir. Sınıfsız toplumun oluşmasına ortam hazırlar. Lenin'in bu yaklaşımı, zamanla nitelik değiştirmiş ve SSCB'de benzeri tarihte az rastlanır bir diktatörlüğün doğmasına neden olmuştur.32-[16]
Ancak, SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde 1985 yılından bu yana, "Açıklık" ve "Yeniden Yapılanma" ilkeleri doğrultusunda gerek düşünce gerekse uygulama alanında önemli değişmeler meydana gelmektedir. Bu yeni gelişme ve değişmeler, ülkemiz marksistleri tarafından da değerlendirilmekte ve ulusa ilişkin marksist klâsik görüşler, sorgulanarak yeniden ele alınmaktadır.33-[17]
4) Ulusa ilişkin görüşler:
Ulusun varlığı ve devletle ilişkisini belirleme bakımından çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan üçü üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
a) ULUSA MANEVİ KİŞİLİK TANIYAN GÖRÜŞ:
Bu görüşe göre, ulusun manevî bir kişiliği vardır. Bu itibarla, ulusun kendisini oluşturan bireylerden ayrı bir varlığı bulunmaktadır. Ulus, egemenliğe sahiptir. En büyük topluluk olması nedeniyle genel iradeyi taşımaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki, ulusun iradesi bütün özel iradelerden üstündür. Ayrıca ulusun meydana getirdiği manevî kişi, aslında, devletin tüzel kişiliğinden de ayrıdır. Bununla beraber, ulus ve devlet birbirlerine tetabuk ettirilebilirler. Esasen bu özellik görüşün en belirgin niteliğini teşkil etmektedir. Bu görüşün temeli ayrıntılı olarak J. J. Rousseaü’da bulunur.34-[18] Bu yazara göre, toplumun esası olan toplumsal sözleşme, aynı zamanda bu toplumda ortak bir irade yaratmakta ve bu suretle ortaya bir manevî kişilik koymaktadır. Ulusal iradenin bir ifadesi olan bu manevî kişilik, toplumu oluşturan bireylerden ayrı ve bağımsızdır. Yazara göre toplum, üyeleri birleştiren "ahlâkî kişi"dir. En yüksek iktidar olan egemenlik ise genel ulusal irade ile ortaya çıkar. O halde egemenliğin kaynağı toplum veya ulustur. Onun meşruluğunu sağlayan şart da, ulus tarafından kullanılmasıdır. Ulus, egemenliği bizzat kullanabileceği gibi, bu iktidarı, kendisinin seçeceği vekillere veya temsilcilere devredebilir. Fakat, egemenlik, esas itibarıyla kendisinde olduğu için vekaletini ve temsil yetkisini onlardan geri alabilir.35-[19] Bu görüş çeşitli eleştirilere uğramasına ve çoğunluk handikapını çözememesine rağmen, günümüz Batılı demokrasilerinin temelini teşkil etmektedir.
b) ULUSU DEVLETİN BİR ORGANI-UZVU KABUL EDEN GÖRÜŞ:
Bu görüşe göre, hukuk tekniği bakımından, hak, kanun (toplumsal sözleşme) tarafından korunan bir iradedir. Hukukî bir kişinin gerek haklara mâlik olabilmesi gerekse bu haklarından yararlanabilmesi için, bir iradeye sahip bulunması şarttır. İrade ise ancak gerçek kişilerde bulunur. O halde, toplum hayatında rastladığımız küçük veya büyük bütün manevî kişilerin birtakım haklara sahip olabilmeleri ve borç altına girebilmeleri için bir iradeye gereksinimleri vardır. İrade ise ancak gerçek kişilerde bulunduğuna göre, manevî kişilerin iradelerini gerçek kişiler ifade edebilirler. Başka bir deyişle, kişi veya kişilerin iradesi veya iradeleri toplumun iradesi sayılacaktır. Bu kişi veya kişiler, irade organı olacaklardır. 36-[20]Görülüyor ki, uzuv-organ deyişiyle bir manevî kişinin iradesini ifade eden gerçek kişi veya kişiler kast olunmaktadır. Genellikle organ manevî kişinin adına iş görür. Ancak bunu vekâlet kurumu ile karıştırmamak gerekir. Çünkü vekâlet bir akittir ve karşılıklı iki kişi arasında yapılır. Halbuki organ görüşünde söz konusu olan bu kişi, organları aracılığı ile faaliyette bulunan manevî bir kişidir. Nasıl, gerçek bir kişiden uzuvları ayrılamazsa, bunun gibi manevî kişilerden de organları ayırt etmeye imkân yoktur ve manevî kişi bütün bu organları ile bir tek hukukî kişidir. O halde, manevî kişiler diğer bir hukukî kişi marifetiyle değil organları aracılığı ile arzularını ifade edebilirler ve faaliyette bulunabilirler.37-[21]
Bu görüş, bazı yazarlar tarafından ulusa uygulanmıştır. Bu yazarlara göre, ulus, ulus olarak, devletin bir organıdır ve bu nedenle onunla bir bütün oluşturur. Ulusun, devletin dışında bir manevî kişiliği yoktur, devletten önce var olduğu tasavvur edilemez, kendisine özgü haklara sahip değildir. Ulus, devletin iradesini açıklamasına ve faaliyette bulunabilmesine yarayan bir araçtan başka bir şey değildir. Ulus, ancak toplumsal sözleşme (anayasa) ile kendisine verilmiş yetki dairesinde devleti hukukî sahada temsil edebilir. Doğal olarak, böyle bir doktrinde ulusun egemenliğe sahip bulunması söz konusu değildir.38-[22] Bu görüş de devleti bir bütün olarak ele almamakta, yalnız egemenliğin kaynağına ağırlık vermektedir.
c) SOSYAL ÇEVRE GÖRÜŞÜ:
Ulusun manevî kişilik ve organ görüşü ile açıklamalarını eleştiren bazı yazarlar alternatif görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan Duguit'ye göre ulus, devletin ne sübjektif ne de objektif bir unsuru sayılamaz. Ulusal egemenlik denilen güç ve kudrete sahip değildir. Ulus, "Sadece devlet denilen hadisenin içinde oluşmuş bir sosyal çevre (muhit)"dir. Duguit, ulusu, "sosyal ve ulusal dayanışma"nın vücuda getirdiğini iddia etmektedir. Sosyal ve ulusal dayanışma insaniyetperverlik veya dostluk gibi bir ahlâk kuralı değildir. O bir vakıadır; olgudur. Her insan toplumuna özgü olan başlıca olgu "sosyal dayanışmadır”. Duguit'ye göre, toplumda buna ek bir dayanışma çeşidi vardır. Gerçekte, insanların birbirlerine benzeyen tarafları varsa, aynı gereksinimlere, aynı düşüncelere, aynı arzulara mâlik iseler de insandan insana değişen gereksinimler, düşünceler, arzular da vardır; bu durum dahi onlara ortak hayatı gerekli kılar ve aralarında ikinci bir dayanışma ilişkisi kurar. İnsanlar, birbirlerine benzemedikleri ve çeşitli yeteneklere sahip oldukları için, kendilerini birbirlerine daha fazla muhtaç hissederler. Çünkü, karşılıklı hizmet alışverişinde bulundukları takdirde, hayat mücadelelerini en az sınıra indirebileceklerini anlarlar.39-[23]
İşte bu suretle ortaya bir ikinci çeşit dayanışma çıkar ki, buna da "iş bölümü dolayısıyla dayanışma" demek mümkündür. Bu ikinci çeşit dayanışma, birincisinden çok daha güçlüdür ve bir ulusun elemanlarını birbirine çok daha sıkı bir biçimde bağlar.40-[24]
d) DEĞERLENDİRME:
Bize göre, ruh, beden ve insan arasında nasıl bir ilişki bulunuyorsa; ulus, ülke ve devlet arasında da benzer ilişki bulunmaktadır." Bu nedenle devlet içinde egemenliği, ki egemenlik kavramı ileride açıklanacaktır, ulusa tanıyoruz. Ancak devlet olmaksızın ulusa tek başına hukukî bir kişilik vermiyoruz. İnsandan ayrılan ruhun durumu ne ise devletten ayrılan ulusun durumu da odur. İleride ulus devlete dönüşürse, kişilik kazanmış olacaktır. Genetiğinde kişilik vardır; ama bu özelliği ancak devlet ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Ölü bir insanın nasıl artık kişiliği yoksa, devlet hâlinde teşkilatlanmayan bir ulusun da kişiliği bulunmamaktadır. Egemenlik ancak ulusa dayalı devlet içinde kişilik kazanmaktadır.
B.TOPRAKUNSURU-ÜLKE
1) Kavram:
Ülke de devletin varlık unsurları arasında yer alır. Ülkesiz devlet tasavvur edilemez. Tarihî ve sosyolojik incelemeler, insanların toplayıcılık, avcılık ve çobanlık dönemlerinde göçebe özelliklerini koruduklarını, tarım döneminde ise toprağa yerleştiklerini ve devlet aşamasına geçtiklerini göstermektedir.
Devlette insan unsurunun zorunlu olduğu hususunda bütün yazarların bir konsensus-oydaşma içinde olduğunu yukarda açıklamıştık. Acaba ülke için de aynı şeyler söylenebilir mi? Toplumun kollektif gücünün tesisi, ülkeyi gerekli kılmaktadır. Devlet aşamasına geçilmesinden bu yana ülke unsurunun zorunluluğu kabul edilegelmiştir.41-[25] Hatta, özellikle feodalite döneminde egemenlik sadece mülkî sayılmış, ahâli ise, bir dereceye kadar araziye bağlı ve onun tamamlayıcı parçası kabul edilmiştir. Bu dönemde krallara verilen unvanlarda Fransızların kralı veya İngilizlerin kralı yerine Fransa veya İngiltere kralı denilmiştir.42-[26]
Günümüzde, bütün yazarlar bir devletin var olabilmesi için, belli bir insan topluluğu ile belli bir toprak parçası (=arazi) arasında devamlı bir ilişkinin kurulması gerektiğini kabul etmektedirler.43-[27] Bununla beraber, bu görüşe az da olsa bazı itirazlar vardır. Bazı yazarlar, sabit bir ülkeye sahip olmayan veya büsbütün ülkesiz bir devletin var olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre, devletin meydana gelmesi için bir toprağa bağlanma zorunluluğu yoktur. Bunlardan Duguit'ye göre, devletin var olması için sabit bir ülke zarureti bulunmamaktadır.
Çünkü, bir topluluk içinde, siyasî farklılaşma, yani yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerinden ayrılmaları olayı, bu topluluk belli bir ülkede yerleşmiş olmasa da meydana gelebilir. Bu takdirde ise, devlet vücuda gelmiş demektir. Esasta Duguit de bir ülkenin gerekliliğine işaret etmekte, ancak bunun sabit olması şartını aramamaktadır. Diğer taraftan Papa'nın 1929 yılında Vatikan'a yerleşmesinden önceki ruhanî durumu dikkate alınarak, büsbütün ülkesiz devletlerin bulunabileceğini ileri süren yazarlara da rastlanmıştır. Ancak Papalığa Latran Andlaşması ile Vatikan'ın verilmesinden sonra bu tartışmalar sona ermiştir. Devleti bir canlı varlığa benzetecek olursak, ülke, o varlığın vücudu, bedeni şeklinde tasavvur olunabilir.44-[28]
O hâlde, ülkesiz devlet olunmayacağı konusunda yazarlar arasında bir konsensus-oydaşma bulunduğunu tespit edebiliriz.
Ülkenin coğrafî konumu, iklim şartları, toprağının ve yer altı servetlerinin verimliliği, iktisadî özellikleri, genel güvenliği, savunması, halkının yaşama biçimi devletin oluşmasında etkili olur.45-[29]Devletin varlığı ile ülke arasında tarih boyunca yakın ilişkiler var olagelmiştir. Devlet denilen teşkilat, sınırları belli toprağa sahip olmakla ve bu toprağı korumakla kendini göstermiştir. Bu işlevlerini yitiren devletler yıkılmışlardır.
2) Ülke ile toprak arasındaki ilişkinin niteliği hakkında görüşler:
Devletin eski dilimizde ve Arapça'daki karşılığı "mülk"tür. Sözcük mülkiyet ile aynı kökten gelmektedir. "Adalet mülkün temelidir" özdeyişi bu anlamdadır. Mülkiyet,bir ulusun ülke üzerindeki sahipliğini ifade ettiği gibi o yerdeki tasarruf gücünü de kapsar.46-[30] Devletin ülke üzerindeki tasarruf hakkının niteliği hakkında birbirinden farklı görüşler vardır. Şimdi, ileri sürülmüş bu görüşler üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
a) SUJE UNSUR GÖRÜŞÜ:
Bu görüşe göre, devletin ülkesi üzerinde bir mülkiyet hakkı bulunduğu söz konusu olamaz. Çünkü, ülkenin devletten ayrı bir varlığı yoktur. Ülke, devlet denilen tüzel kişinin dışında değildir. Bir devletin ülkesine yapılacak saldırı, onun mülkiyetine değil kişiliğine karşı yapılmış bir saldırıdır.47-[31] Devlet ile ülke eşdeğer kabul edilmektedir.
b) SINIR UNSUR GÖRÜŞÜ:
Bu görüşe göre, devletin, diğer devletlere karşı ülkesini savunma hakkına sahip olmasının nedeni, devletin arazisi üzerinde aynî bir hakka malik bulunmasından değil, fakat yabancı devletler arasında haiz olduğu buyurma gücünü savunmaya ve bu gücün uygulandığı çevreyi saldırıdan korumaya hakkı olduğundandır. Bu görüşü kabul eden yazarlara göre, ülke, devletin faaliyetinin maddî sahası, dünyanın yalnız belli bir devletinin kamu hizmetlerini örgütlemeye ve yürütmeye hakkı olduğu parçası, belli bir devletin insanlar üzerindeki yetkisinin bulunduğu sahadan ibarettir.48-[32]
Diğer taraftan devletin ülke topraklarının bütününde değil de, bazı parçaları üzerinde aynî hakları olabilir. Ancak devletin ülkesinin tamamı üzerinde böyle aynî nitelikte bir hakkı söz konusu olamaz. Ülkenin yerleşilmeyen yerlerinde dahi devlet, hakkını insanlar aracılığı ile kullanabilir. Eğer devlet bu yerleri, mülkiyetine geçirmek maksadıyla "işgal" ederse o yerlerin mâliki olur. Fakat bu işgal yoluyla malik olma durumunda, devletin gerçek bir kişiden herhangi bir farkı yoktur. Devletin doğrudan doğruya ülkeyi ilgilendiren bazı hakları da, örneğin, kişilerin özel mülkiyetlerine konulan sınırlamalar, istimlâkler, kamu yararına ilişkin irtifak hakları, bu görüşe göre kişilere râci olup onların aracılığı iledir. Devletin ülkesi üzerinde doğrudan doğruya hiçbir hakkı söz konusu olamaz.49-[33]
c) ÜSTÜN AYNÎ HAK GÖRÜŞÜ:
Bu görüş oldukça eski bir geçmişe dayanmaktadır. Romalılar döneminde devletin ülkesi ile ilişkisi bir mülkiyet ilişkisi idi. Feodalite döneminde de durum farklı değildi. Bu görüş eski olduğu kadar çağdaş yazarlar arasında da taraftar bulmuştur.
Devletin üstün aynî hakkı, kamu yararının koruyucusu olması ve gücünün uygulama sahası olan ülkenin bu amaca uygun olarak kullanılmasını gözetlemek göreviyle yükümlü olmasıyla açıklanabilir. Devlet bu hakkını, kendi kamu mülkiyetinde doğrudan, vatandaşlarının özel mülkiyetinde ise dolaylı olarak kullanır.50-[34]
Bu görüş, günümüzde pozitif hukukta, özellikle devletler genel hukukunda genel kabul görmektedir. Devletin amacına ulaşabilmesi için, bir ülkeye gereksinimi vardır. Çünkü, iç işleri bakımından, ülke, devlet yetkisinin faaliyet alanını teşkil eder. Ülke sayesinde devlet, bireyleri denetler ve gerektiğinde onlara karşı yaptırım uygular ve zor kullanır. Devletin kamusal nitelikteki hizmetlerini görebilmesi için, o ülkeye gereksinimi vardır. Dış işleri bakımından ise, ülkenin sınırları devletin savunma hattını ifade eder. Bu suretle düşmana karşı koymak ve saldırıları karşılamak mümkün olur. İşte bütün bunların yerine getirilmesi, ancak devletin ülkesi üzerinde doğrudan doğruya bir üstün aynî hakkı bulunduğunu kabul etmek şartıyla mümkün olabilir. Gerek önceki gerekse günümüz Türk hukukunun bu görüşe dayandığını burada ifade etmeliyiz.51-[35]
İslâmiyet'in mülkiyet ile ilgili anlayışı üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Kur'ân'da "Malikü'l-mülk ancak Allah'tır ki, onu dilediğine verip aziz, dilediğinden alıp zelil eyler" âyetinde üstün aynî hak görüşünün esasları bulunmaktadır.52 Burada Allah'ın mülkün sahibi olduğu ve bunun mutlak nitelikte bulunduğu açıkça ortaya konulmaktadır. İslâm hukuk terminolojisinde, yukarıda işaret edildiği gibi "Allah" sözcüğü toplumu, bir başka deyişle, devleti ifade etmektedir.53 Yeryüzünde Allah'ı, toplum temsil etmekte ve toplum Allah adına hareket etmektedir. Yapılacak basit bir kıyas mülkiyetin devlet açısından mutlaklığını ortaya koymaktadır. Bu görüş tarzının bir sonucu olarak, Osmanlı döneminde, Rumeli ve Anadolu arazilerinin tamamı "arâzi-i emîriye", yani üstün mülkiyet itibarıyla Osmanlı Devleti'ne ait kabul edilmiştir. Bundan köy, kasaba ve şehirlerdeki bina yerleri ve arsalar ile köy ve kasaba civarındaki 800 arşın murabbâlık yerler istisna olarak ahalinin elinde bırakılmıştır. Bu anlayışın günümüz Türk mevzuatında çok az değiştiği söylenebilir.54
DİPNOTLAR;
1-İbn Manzûr, Lisanül-Arab, Beyrut baskısı, tarihsiz, L maddesi.
2-Başgil, A. R, Esas Teşkilât Hukuku, c.I., Türkiye Siyasî Rejimi ve Anayasa Prensipleri, Fasikü] I, İstanbul 1960, s.126.
3-Başgıl,"DevletNedırTIHFM.,cXII.s.981-982
4-Akbay,M.,Umûmî Âmme Hukuku Dersleri, c.I,AUIIFYayınları, III.baskı,Ankara1958,s.232;Başgil,KsasTeşkilât...s.128.
5-Kozak.İ,E,İbn Haldun'a göre İnsan-Toplum-İktisat, PınarYayınları.İstanbul1984,sI7:i:Kur'ânHaşr59/7;Devletilevergiarasında çoksıkıbirilişkivardır.İslâmiyet'ingetirmişolduğuvergisistemine; Batılıyazarlartarafındandadikkatçekilmiştir.Montesquieu,"Müslümanların,ülkeleriıstilâ ederkenhiçbirgüçlüklekarşılaşmamış olmalarıdaiştebuaşırıvergisisteminden( Batılılarınuyguladıklarıvergisistemininfazlalığı)ilerigelmiştirMilletİmparatorlarıncimridüşüncelerininsebepolduğudevamlıbaskıyerine,birdenbire,rahatrahat ödenen,rahatrahatalınanbasitbirvergisisteminebağlandıklarını gördüler:düzensizbirhükümette,iyiceyitirdikleribirhürriyetinsahip olduğukötülüklere,köleliktendoğanbaskıyakatlanmaktansa,yabancı bir millete boyun eymeyidahabüyükbirmutluluksaydılar"demek suretiyle,devletinbuniteliğininönemineişaretetmektedir.
6-Allah sözcüğünün âmme, cemaat anlamına geldiğine ilişkin(bkz). "İslâm müçtehitleri, hukukullah mefhumu ile insanların cemiyete hadim ve lüzumlu ef’alini kasdetmiş bulunmaktadırlar. Bu kabil ef’al de münhasıran emniyetin faidesi bahis mevzuu olup hususi şahıslara veya bir ferde ait menfaatler mevcut değildir. Neticeleri itibarıyla bütün cemiyeti alakalandıran iyi veya kötü bilumum ef’al, Hukukullah olarak telâkki edilmiştir. Sava Paşa, İslâm Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd, (çev. Baha Arıkan) c.I Diyanet İşleri Reisliği Yayınları, Ankara 1955, s. 177; "Her hangi bircürmün mazarratı, fesadı âmmeye müteveccih olursa, ondan dolayı tatbik edilecek ukubetin menfaati de âmmeye râci bulunur... bunlara hududullah, hukuku ilâhiye namı da verilir." Bilmen, Ö.N., Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, c III, İstanbul 1967, s.187; "Allah (devlet) tarafından caydırıcı olarak... hırsızın elini kesiniz." Kur'ân. Mâide 5/38.
7-Başgil, Esas Teşkilat... s.165; Kur'ân, Âl-i İmrân 3/26.
Montesquieu, C, Kanunların Ruhu Üzerine I, (çev. Fehmi Baldaş) MEB Yayınları, Ankara 1963 s.407-408.
8-Okandan, R.G., Umûmî Âmme Hukuku Dersleri, İÜ Yayınları, İstanbul 1952, s. 18-22.
9-bkz. Okandan, Umûmî ...s.23; Bu konuda kapsamlı olmak üzere sosyolojik yaklaşım için bkz. Oppenheimer, F., Devlet, (çev. Alâeddin Şenel -Yavuz Sabuncu) Kaynak Yayınlan, Ankara 1984, s.20; Korporatif devlet düşüncesini inceleme için bkz. Göze, A., Korporatif Devlet, (doçentlik tezi) İÜ Yayınları, İstanbul 1968; Sosyal Devlet sistemi için bkz. Göze, A., Sosyal Devlet Sistemi, İÜ Yayınlan, İstanbul 1976; Başgil, Esas Teşkilât... s. 125 ve dev; Teziç, E., Anayasa Hukuku (Genel Esaslar), Beta Yayıncılık Il.baskı, İstanbul 1991, s. 108-130; Özçelik, A.S., Esas Teşkilât Hukuku Dersleri, c.I, İÜ Yayınlan, İstanbul 1966, s. 17 ve dev.; Okandan, Umûmî s.41,742 ve dev.; Akbay, s.232 ve dev.
10- krş.: Akbay, s.232.
11-Yapısalcılık üzerine bkz. Strauss C. L., Yaban Düşünce, (çev. Tahsin Yücel), Hürriyet Vakfı Yayınlan, İstanbul 1984, s.35,42,51; Yücel, T., Yapısalcılık (inceleme) Ada Yayınlan, İstanbul 1982, s. 10-11.
12-Okandan, Umûmî... s.741.
13.Akbay, s.234-235.
14.Akbay, s.234 vedev.
15.Çin Halk Cumhuriyetimde 1990 yılı nüfus sayımı sonucudur.
16-Akbay, s.235
17-Akbay. s.235-236.108
18-Akbay, s.236.
19-Akbay, s.238; Başgil, Esas Teşkilât... s.138.
20-Soysal, M., Anayasaya Giriş, Ankara 1969, s.202-204.
21-Başgil, Esas Teşkilât... s. 145 ve dev.
22- Okandan, Umûmî... s.747-748.
23-Ahmed Naim, İslâm'daDa'va-yıKavmiyet,İstanbul (Osmanlıca).
24- Almanya'da tarihçi okul devletin ulusal oluşu üzerinde durmuş ve gayri millî bir devletin olamayacağını savunmuştur. Abadan, Y., HukukFelsefesiDersleri,AÜ Yayınları, Ankara 1954, s.260 ve dev.
25- Marx, Manifesto'da çağdaş devleti, burjuva sınıfının kitleler üzerindeki baskısına süreklilik kazandıran araç kabul etmekteydi. "Şekli ne olursa olsun çağdaş devlet, esas itibarıyla, bir kapitalist makinasıdır... Sermayenin millî gücünün emek üzerindeki hâkimiyetinin simgesidir. Yöneticileri deburjuvazinin müşterek işlerini yürüten bir komiteden ibarettir."(1848Komünist Bildirisi I, s. 15) zik. Ulutan, B., Marxizmve Leninizm,Ötüken Yayınevi, istanbul 1980, s. 121.
26-"Ulusal sorun, burjuvazinin, ekonomik gelişmesinin gerekleri nedeniyle, her zaman daha geniş toprakları birleştirmeye çalıştığı ve halkın giderek daha büyük kesimlerini harekete sürüklediği dönemde kendisini duyurmuştur. Ortaçağın başlarındaki halklar kaosundan yavaş yavaş yeni ulus toplulukları ortaya çıkmıştır. Bütün bu ulusal burjuva hareketleri, ilk evrede az çok radikal demokratik niteliklidir ve tarihsel gelişme öğeleri taşırlar. Çünkü, halk yığınları bu harekete sürüklenmiş olduğundan, "modern uluslar", ezilen sınıfların ürünüdür." Üskül, Z., UlusalSorun,BDS Yayınlan, Il.baskı, İstanbul 1990, s.6,34-35. '
27-Üskül, Ulusal... s.6.
28- Üskül, Ulusal... s.6.
29-"Bununla birlikte, ulusal devlet işçi enternasyonalizmi yolunda kaçınılmaz bir aşama olduğundan, Marx ve Engels proletaryanın ulusal soruna ilişkin görevlerini göstermektedir." Üskül, Ulusal... s.6-7.
30- " İşçi sınıfının, ülkesinde sınıf olarak örgütlenebilmek, toplumsal özgürlüğünün ilk koşulunu gerçekleştirebilmek için, ulusal örgüte gereksinimi vardır. Sınıf kavgası bu anlamda ulusaldır. Sınıf kavgası kapsam olarak değil fakat, Komünist Manifestosunun dediği gibi, biçim olarak ulusaldır." Üskül, Ulusal... s.7.
31-Üskül, Ulusal... s.7.
32-Ulutan, s.285-286.
33-Gorbaçov, M., Glasnost-AsılNeyiİstiyorum?(çev. T. Tarcan Çandar-Ahmet Cemal) Dönemli Yayıncılık 4.baskı, İstanbul 1988; Gorbaçov, M., Perestroika,İstanbul 1988; Ağın, Ö., "Ulusal Soruna Komünist Yaklaşım ve Değişim," BirlikDergisi,Mart 1991, sayı 6, s.35-38; Marksizmdeki değişmenin boyutunu belirleme bakımından bkz. AdımlarDergisiÖzelEk1-2TürkiyeBirleşikKomünistPartisi KongreTezleri1-2,15 Kasım 1990.
34-"Her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel istemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz. Bu birlik sözleşmesi, o anda, sözleşmeyi yapanların kişisel varlığı yerine, toplantıdaki oy sayısı kadar üyesi olan tüzel ve kollektif bir bütün oluşturur; bu bütün ortak benliğini, yaşamını ve istemini bu sözleşmeden alır.... Bu formül gösteriyor ki, birlik sözleşmesinde kamu ile tek tek kişiler arasında bir söz borcu yer almakta ve her kişi sanki kendi kendisiyle sözleşme yaparak iki bakımdan bağlanmış bulunmaktadır Önce, egemen varlığın üyesi olarak kişilere karşı, sonra da devletin üyesi olarak egemen varlığa karşı." Rousseau, J. J., ToplumSözleşmesi, (çev. Vedat Günyol) Adam Yayıncılık, 5.baskı, İstanbul 1982, s.26-27; Sabine.G., SiyasalDüşüncelerTarihiII,YeniÇağ(çev. Alp Öktem) Türk Siyasî İlimler Derneği Yayınları, Ankara 1969, s.272.
35-Ben-Amittay, J., SiyasalDüşüncelerTarihi(çev. M. A. Kılıçbay-L. Köker) Savaş Yayınları, Ankara 1983, s. 193-196.
36-"...Bir manevî kişinin iradesini açıklayabilmesi için, ona organ görevini görecek gerçek bir kişi veya kişilere gereksinim vardır. Bu suretle, bir manevî kişiye organlık yapan gerçek bir kişinin iradesi organ niteliği ile hareket ettiği takdirde ve yetkisini aşmadığı sürece o manevî kişinin iradesi sayılır." Akbay, s.252 ve dev.; Özçelik, Esas Teşkilât... s.47; Başgil, Esas Teşkilât... s.151.
37-Akbay, s.254-255, 259; Başgil, EsasTeşkilât...s. 152.
38- Akbay, s.255.
39-Akbay, s.260.
40-Akbay, s.261.
41-Başgil, Esas Teşkilât... s.155; Akbay, 264; Okandan, Umûmî... s.780; Teziç, E., AnayasaHukuku,Beta Yayıncılık, İstanbul 1991, s. 110.
42- Akbay, s.265.
43- Başgil, Esas Teşkilât... s.155; Akbay, 264; Okandan, Umûmî... s.780; Teziç, E., AnayasaHukuku,Beta Yayıncılık, İstanbul 1991, s.110.
44-Akbay, s.266.
45-Montesquieu, I, s.252, 415, 500.
46- Başgil, Esas Teşkilat... s.165.
47- Akbay, s.269.
48- Akbay, s.270.
49-Akbay, s.270.
50- Başgil, Esas Teşkilât... s.170; Akbay, s.273.
51-Başgil, Esas Teşkilât... s. 172.
52-Başgil, age, s. 165; Kur'ân, Âli îmrân 3/26.
53-Bu bölümün (6) nolu dipnotuna bakınız.
54-Başgil, age, s. 173.