24.07.2009
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun, Dışişleri'nde, önce danışman şimdi de Bakan olarak yürüttüğü çalışmanın kodlarını okuyabilir hale geldik.
Bu yazı, sırf bu kodların anlatımını değil, oradan yola çıkarak, içeride ne yapılabileceğine dair bir mukayeseyi amaçlıyor.
Onun ilk çıkış noktası "Türkiye"nin Stratejik Derinliği" yaklaşımı idi.
O, böyle bir şeyin varlığına inanmış, onun malzemelerini zihin planında hazır etmiş ve fiili görev düştüğünde de bu kanaviçenin içini doldurmaya yönelmişti.
Ancak bu kanaviçeyi örmek de kolay değildi.
Bir Osmanlı geçmişiniz vardı, onun söz konusu coğrafyada olumlu-olumsuz izleri vardı, bu coğrafyada, Osmanlı'dan sonra oluşmuş kolonyalist bir zemin vardı, o zemin ülkelerin birbiriyle ilişkileri sorunlu hale getirmişti vs.
O stratejik derinliği örerken, "Yeni Osmanlı" imajının yüklenmesi söz konusu idi, bunun olumlu yönleri olabileceği gibi tepki doğurması da mümkündü.
Uzatmayalım, Davutoğlu işe koyuldu.
Önce komşularla sıfır gerilim.
Sonra yaşanan sıcak problemler içinde, her tarafın çıkarlarını buluşturma çabası. Bir anlamda "Kazan kazan"ın reel, akılcı imkânlarını bulma ve oraya odaklanma...
İyi niyetten asla taviz vermemek.
Mutlak barış arayışı.
Bölgede çıkarı olan bölge dışı güçlerle meydan okuma profilinde karşılaşmadan, bölge öncelikli proje oluşturulması.
Bölgenin asırları bulan geri kalmışlık, mağduriyet-ezilmişlik ne denirse densin yapıdan kurtulması için gerekli objektif şartlar üzerinde fikir teatisi...
Bu çalışmalar sonucu Türkiye, bölgede tüm dünyaya güven veren ve "yumuşak güç" diye tanımlanan ülke oldu.
Şu anda Türkiye, bölgedeki neredeyse aşiret planına ininceye kadar tüm farklı sosyal oluşumlarla diyalog halinde.
Hele Irak örneği.
Bu sancılı İslam ülkesi ile Türkiye'nin diyaloğu, ortak bakanlar kurulu yapacak kıvama gelmiş bulunuyor.
Araplar'la, Kürtler'le, Türkmenler'le, Sünni ve Şiiler'le, hatta bütün aşiret temsilcileri ile... Şüphesiz Amerika ile... Sıcak temas halinde...
Amerika giderse, güvenlik sorununda Kürtler'in aklına Türkiye geliyor.
Merkezi yönetim, Türkiye'ye yakınlık duyuyor.
Irak'ın bütün farklı mezhep toplulukları, Türkiye'nin güven verici vasfından emin.
Bildiğim kadarıyla Davutoğlu, uzunca bir zamandan beri, tüm bu birimlerle konuşuyor ve onlara, birbiriyle çatışmayı gerektirmeyen bir ilişki tarzı bulunabileceğini anlatıyor. Bunu, hayali bir söylemle değil, objektif unsurlarını ortaya koyarak yapıyor. Bence kafasında büyük Ortadoğu barışı (Bundan BOP'u kastetmiyorum. Bu, bu coğrafyanın özgün arayışı olan barıştır) var ve onun kozasını örüyor ama önünüzdeki somut soruna bakarken bunu yapabilmek ayrı bir zihni derinliği de gerektiriyor. Gelinen sonuçlara baktığımızda Davutoğlu'nun bu performansı gösterdiği, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'ın liderliklerinin de bu kanaviçeyi doldurmakta hayati önem taşıdığı anlaşılıyor.
Şimdi gelelim mukayeseye...
Türkiye, tüm Ortadoğu'da böyle bir buluşturucu, kaynaştırıcı, barışa, güvenliğe ve gelişmeye doğru götüren bir lokomotif misyonu ifa ederken, içeride neden sancılarından kurtulamıyor?
Özellikle Kürt meselesi neden böylesine derin bir sorun niteliğinde?
Bölgede, çok farklı devlet, etnisite, mezhep grupları arasında, ortak zeminler oluşturulabilirken, neden içeride böyle bir zemin sağlanamıyor?
Türkiye'nin Türkler'i, Kürtler'i...
Türkiye'nin Sünniler'i Aleviler'i...
Türkiye'nin Müslimleri gayrimüslimleri...
Türkiye'nin dindarları laikleri...
Bütün bunların Türkiye'nin nihai çıkarları üzerine düşünceleri, bölgedeki herhangi bir ülke ile ilgili çıkarlardan daha mı derindir?
Asla buluşulamaz Türkiye tarifleri mi söz konusudur?
Hadi çerçeveyi biraz daraltalım:
Diyelim Davutoğlu üslubunda biri, "Bu ülkenin Türkler'inin olmazsa olmazı nedir, bu ülkenin Kürtler'inin olmazsa olmazı nedir?" gibi bir soru etrafında zihni çalışma yapsa, çok uzlaşılmaz noktalara mı varılır?
Ben sanmıyorum.
Bağımsız Türkiye.
Gelişmiş Türkiye.
Özgürlükler ülkesi Türkiye...
Sosyal barışın hakim olduğu Türkiye.
Saygın Türkiye.
Bir tek insanın bile, eziklik hissetmediği Türkiye...
Bütün bunları Türkler de yaşasın, Kürtler de... Sünniler de Aleviler de... Müslimler de gayrimüslimler de...
Hayal mi?
Bence değil. Çok kasılarak bakıyoruz meselelere. Politik statüleri çok öne çıkararak bakıyoruz. Ondan sonrası, politik aktörlerin statü kavgası oluyor. Ana mesele, yani toplumun ve ülkenin çıkarı ıskalanıyor. Bence herkes, kendi statüsünü bir adım geri çekerek, ülke ve toplum için adım atmayı tercih etmeli. Bu hiç şüphesiz bir samimiyet testidir.
Yorum:
Bundan önce Reşat Erol’un yazılarını yorumluyordum. Bundan sonra Ahmet Taşgetiren’in yazılarını yorumlayacağım.
Türkiye Davutoğlu’ndan önce de dışarıda aynı politikayı izliyordu. Yani zaten Taşgetiren’in tabiriyle bölgede “yumuşak güç”tü. Bu anlamda bu kadar olumlu beklentiyi gerektiren bir görüntü okuyabilmek için biraz çaba göstermiş.
Türkiye “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi gereği bölgedeki ülkelerle, dış güçlerin onca kışkırtmalarına rağmen hep iyi geçinmiş ve haksız konuma düşmemiştir. Bölge ülkeleri Türkiye’den çözüm beklerken sadece diyalog kuruyor olmak yetersizdir. Hatta bu durum bölgede hesapları olan güçlerin izlediği politikaları desteklemek anlamına gelir.
İyi niyeti herkes tarafından görülse de, Türkiye nitelikli bir dış politika siyaseti izlemedikçe, herkesle sadece diyalog kurarak neyi çözer? Büyük Ortadoğu barışı sadece bu diyalogla sağlanır mı?
Yazar bundan sonra olumlu gördüğü dış politikalara içerideki sıkıntıları (laik-dindar, Türk-Kürt, sünni-alevi) aynı yaklaşımla çözmeyi öneriyor. Evet, aynı dış güçler Türkiye’yi çevre ülkelerle sorunlu hale getiremezken, içeride daha başarılı görünüyor. Bu sorunlar da aslında basının abartısı sonucu fazlasıyla büyütülmekte.
İçeride ve dışarıda sürekli gündeme getirilen sorun, taraflar oluşturup veya mevcut grupları taraf haline getirip çatıştırma siyaseti olup, aslında sunidir. Bu yavaş yavaş daha iyi anlaşılır hale gelmektedir. Çünkü öncesinde ne istediğini bilmeden sadece karşı tarafa çatan anlayış diyalog ortamı bulup birbirine beklentilerini sorunca gereksiz bir çekişme içinde olduklarını fark etmelerini sağladı. İşte diyalog bunun için gerekliydi ve görevini yaptı. Şimdi ne yapacağız?
Sorun aslında ortak. Herkesin karşı tarafı itham ettiği sorunların kaynağı aslında yönetim sorunudur. İktidarlarla birlikte sürekli baştan aşağı değişmeyen, merkezi yönetimin ve tahakkümün ortadan kalktığı, her topluluğun kendi hukukunu belirlediği, hicret demokrasisinin tesis edildiği bir yönetim sistemi çözüm olamaz mı?
Diyaloglar devam ede dursun, çözümsüzlük insanları çareyi Kuran’ın tavsiye ettiği yönetimi öğrenmeye mecbur bırakacaktır. Tabii ki ortaya koyabilirsek…