24.07.2009
"Çözüm"ü meşakkatli bir yolculuk olarak tasavvur edelim. Türk, Kürt, aydın, politikacı, devlet görevlisi birlikte omuz vereceğiz ve Prometheus gibi koca yükü zirveye taşımak için ter dökeceğiz.
Yokuş dik, birileri yukarıda, yani devletin içinden önümüze dikiliyor. Koca kaya kütlesi bizi de altına alarak uçurumdan aşağı yuvarlanabilir. Üstelik bu dik ve zorlu yol, mayın döşeli. Her an birine basabilir ve bir kazaya uğrayabiliriz.
Çözüm konusunda benim endişem yok. Türkiye, bütün taraflarıyla, bütün enerjisi ile, bütün iyi niyeti ve basireti ile bir araya gelir ve Kürt sorununu çözer. Sorun, çözüme giden yolu salimce geçmekte ve bulunan çözümü kalıcı hale getirecek bir hukuk düzenini yerleştirmekte. Vatandaşını hukuk güvencesi altında yaşatan bir hukuk devletine sahip olmadan, Kürt sorununda çözüme ulaşmak mümkün mü? Veya bulduğunuz çözümü kalıcı hale getirmek?
Diyarbakır'da, faili meçhul cinayetleri bir ucundan cesaretle yakalayıp yargılayan ağır ceza reisi, dün geceyi "acaba nereye sürüleceğim?" endişesi ile geçirdiyse –kestirmeden söylüyorum- Kürt sorunu çözülür mü? Ergenekon davası savcı ve hakimleri hakkında günlerdir kamuoyunu meşgul eden HSYK skandalı, Kürt sorununun çözümü için kimin muhatap alınacağından daha önemli ve öncelikli bir sorun değil mi?
Türkiye, Kürt sorununu demokrasi ve hukuk standardını yükselterek çözecek. Kürtleri bu ülkeye yabancılaştıran sorunların hepsi, Türkiye'nin tamamı için bir hukuk ve demokrasi sorunu. "Yerinden yönetim" ilkesine göre çağdaş-demokratik yönetim anlayışına geçiş, Edirne'de daha verimli ve etkili bir kamu yönetimi anlayışı getirirken Diyarbakır ve Hakkari'de ayrıca anadile dair bütün sorunları çözecek. Samsun'da alacağının peşine düşen bir vatandaşa kol kanat geren hukuk güvencesi, Batman'daki vatandaşın yaşama hakkı başta olmak üzere en temel hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak. Kürt sorununda çözüme giden yolu da hukuk ve demokrasi ile tesviye etmek zorundayız. Birbirine geçmesi ve tamamlanması gereken halkalar var. Bir Kürt, anadilini sevmeyen bir devlet görevlisinin ayrımcılığına maruz kalınca hakkını arayacak. Şayet jandarma onbaşısı bırakın kitabevine bomba koymayı, varlık sebebi olan hukuk düzeninin bir milim dışında çıkarsa iş yargıya taşınacak. Yargıç, hür vicdanı ile Kürt vatandaşın hakkını koruyacak. Onun hür vicdanına göre karar vermesini ve uyguladığı hukuk dışında bir otoriteye boyun eğmemesini sağlamak üzere Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu göğsünü siper edecek. Eğer HSYK, kazılardan çıkan insan kemiklerinin peşine düşüp faili meçhul cinayetlerin zanlılarını yargılayan yargıçları sağa sola sürmeye yelteniyorsa çıkartacağınız tek sonuç var: Kürt sorununu kimse çözemez. Başka bir ifadeyle
Kürt sorunu HSYK'da tıkanıyor demektir. O zaman Kürt sorunu, HSYK'nın önünde duran bir sorun. Kürt sorununu HSYK, aslî işlevine dönerek çözecek.
HSYK Başkanı, "Yargıya müdahaleyi aklımızdan geçirmeyiz" derken, Kürt sorunu hakkında hüküm verdiğinin farkında değil. Anadili farklı olan bir vatandaşın, anadilini kullanma hakkı ile, bir zanlının "doğal yargıç" prensibine göre yargılanması mecburiyeti aynı hukuk düzeninin birbirini tamamlayan iki parçası. "Doğal yargıç" suçun işlenmesinden veya anlaşmazlığın doğmasından önce yargıcın atanmış olması ve davaya bakmakla yetkili olması anlamına geliyor. Suç işlendikten ve mahkemeye intikal ettikten sonra yargıcı değiştirirseniz, yargılamaya müdahale etmiş olursunuz. HSYK'nın alenen çiğnemeye kalktığı doğal yargıç prensibi yargıya müdahaleyi engellemek için var. Ergenekon davası ile Diyarbakır'da savcı ve hakimleri davanın ortasında gerekçesiz değiştirmeye kalkmak, doğal yargıç prensibini ihlâl etmek ve yargılamaya müdahale anlamına geliyor. Devleti korumayı, devlet görevlilerinin işlediği suçları saklamak olarak anlayan veya bu doğrultuda baskılara boyun eğen yargıçlarla, devletin ancak hukukun koşulsuz uygulanması ile yaşayacağına inanan ve hukuku uygulayan yargıçlar arasında bir mücadele var. Hukuk adına doğrusu, doğal yargıç prensibine işlerlik kazandıran hakim teminatını gözetmek.
Kürt sorunu ancak hukukla çözülebilir. HSYK, hukuk zeminini tesviye ederek, hukuku koruyup kollayarak, yani işini yaparak çözüme katkı sağlayabilir.
Yorum:
Saygı değer Mümtaz’er Hocamız, “Kürt sorunu” olarak bilinen sorunun demokrasi ve hukuk boyutunu anlatan yukarıdaki yazısını tamamen tasvip ediyor ve onaylıyorum. Farklı ırk ve dillere sahip olan insanlar arasında birlik ve dayanışmayı sağlayan temel etkenlerin başında hukukun üstünlüğü ve paylaşımda adaletin sağlanması gelir. Baskı ve dayatma, haksızlık milli birlik ve dayanışmayı tahrip eden en büyük tehlikedir. Aslında ırkçılık baskı ve dayatmaya yol açtığı ve haksızlığa zemin hazırladığı için tarih boyunca farklılıkları çatışmaya dönüştürmüştür.
Batılı ırkçı mantığına sahip olanlar ülkemizde “Kürt sorunu” kurguladılar, sorunu baskı ve dayatma ile kronikleştirdiler ve haksız uygulamalarla yaygınlaştırdılar. Neticede başta T.C. Hükümeti olmak üzere herkese kabul ettirdiler.
Defalarca yazdığımız ve farklı platformlarda dile getirdiğimiz gibi Türkiye’de “Kürt Sorunu” yoktur. Türkiye’de baskı, dayatma, keyfi uygulamalar ve adaletsizlik sorunları vardır. Bu sorunlar, sadece Güney ve Doğu Anadolu’da yaşayan insanlarımızı etkilememektedir. Millet olarak hepimiz hukuk dışı uygulamalardan ve haksızlıklardan etkilenmekteyiz.
Biz millet olarak ırkçılık mantığını geride bırakmış ileri bir uygarlık kurmuş bir toplumuz. Bizim uygarlığımız ırkçı bir uygarlık değildir. Biz insanların farklı kabile, boy, soy-sopa ve ırka mensup olmalarını yarışma ve tanışma için olduğuna inanırız. Dünya görüşümüze göre farklılıklar ayrışma ve çatışma için değildir. Farklılıklar yarışma ve dayanışmanın temel dinamikleridir. Bizler, “farklılıkta birlik” ilkesini geniş bir coğrafyada dünyanın en büyük devletini kurarak uyguladık ve bu alanda örnek uygulamalar gerçekleştirdik.
Osmanlı Devleti, ırkçı bir devlet değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de ırkçı bir devlet değildir. Devlet yönetiminde Irkçı yöneticiler olabilir. Fakat Devletimiz ırk esasına dayalı bir devlet değildir. Osmanlı Devlet’i, dini, ırkı ve kültürel farklılıkları çatışma için kullanmadı. T.C. Devleti Balkanlar’da gelen Müslüman göçmenlerin ırk ve diline bakmadan hepsine kapılarını açtı.
Irkçılık, teknolojik gelişme ile paralel bir zihni gelişme göstermeyen, Eski Mısır, Eski Yunan ve Eski Roma kültürüne dayalı bir zihniyete sahip olan Batılı emperyalist mihrakların hastalığıdır. Batılı sömürgeci devletler, ırkçılığı kendi ülkelerinde “milli birlik ve dayanışmayı” sağlamak ve sömürgelerde ise “böl, çatıştır, yönet ve sömür” politikasını uygulamak için kullandılar. Bu anlayışla dünyayı sömürgeleştirdiler ve Osmanlı Devletini parçalayarak dahili işbirlikçilerin gaflet ve hıyanet vasıtasıyla yıkılmasına ortam hazırladılar. Tekrar ırkçılığı körükleyerek Büyük Orta Doğu Projesi ile Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada tekrar çatışma ve ayrışmaları teşvik etmektedir. Afganistan ve Irak’ta uygulanan politikalar, amaca yönelik girişimlerdir. ABD ve AB’deki bazı mihraklar PKK terör teşkilatını bu amaçla kurdular ve bu amacı gerçeklemek için desteklemektedirler.
Irkçı, ateist ve Marxist bir küçük gurup ile ülkemizde hukuk dışı eylemlerle Devleti koruduklarını sanan bir avuç insan, doğrudan veya dolaylı işbirliği yaparak ülkemizde “Kürt sonunu” emperyalist mihrakların kurgusuna göre oluşturdular, yaygınlaştırdılar ve bazı devlet yöneticilerine benimsettiler.
Millet olarak bu coğrafyada yaşayan herkesi ülkemizin ortak sahibi kabul etmekteyiz. Bizler İslam kardeşliğinin bize verdiği bir anlayış ve bilinçle Kürt, Türk, Laz ve Çerkezleri kardeş olarak kabul etmekteyiz. Bu farklıkları çatışma için değil; yarışma ve dayanışmanın temel dinamikleri saymaktayız. Müslümanlar ırkçılığı cahiliye âdeti olarak kabul etmektedirler. Bu ülkeyi bölmeyi değil, İslam coğrafyasında birlik ve dayanışmayı sağlamak istiyoruz. Güney ve Doğu halkımızın büyük bir bölümü, küresel emperyalizmin maşası durumunda olan şahıs ve zümrelere güvenmemektedir. Ülkemizde birlik ve dayanışmanın hakim olmasını istemektedirler.
Türkiye’de esas sorunları, dördüncü sınıf bir demokrasi rejiminin uygulanması, defolu hukuk düzeni ve adil olamayan paylaşım sistemidir. Hukuk dışı keyfi baskı ve dayatmadan sadece Doğu ve Güney Doğu insanımız çile çekmedi. Bir millet olarak yıllardır sömürgecilerin sömürgeleştirdiği ülke halklarına çektirği sıkıntılara benzer keyfi uygulamalarla sıkıntı çektik. Siyasi ve zümresel kayırmacılık ve bürokratik baskılar halkımıza reva görüldü. Sahibi millet olan Devletin imkânları milletin hizmetine verilecek yerde aleyhine kullanıldı.
Yapay olarak üretilen “Kürt Sorununu”, ancak hukukun üstünlüğünü sağlayarak, demokrasimizi insan merkezli hak ve adalet esasına dayandırarak birinci sınıf demokrasi haline getirerek, her halükârda ve ortamda insan hak ve özgürlüklerini koruyan bir hukuk düzeni kurarak çözebiliriz. Milli birlik ve dayanışmayı gerçekleştirebiliriz.
İdarecilerimiz, hâkimlerimiz ve HSYK, her halükârda hukukun üstünlüğünü sağlamak için gayret göstermelidirler. Görülmekte olan önemli bir mahkemenin hâkim ve savcılarını değiştirmek için hukuki olmayan zorlamalara başvurulması yargının saygınlığını zedeler. Millet adına karar vermekle görevli olan yargıçlarımıza güveni sarsar.
Bir ülkenin milli birlik ve bütünlüğünü tehdit eden en büyük tehlikelerin başında yöneticilerin keyfi baskı ve dayatmaları, yargıçların insan hak ve özgürlüklerini ihlal eden hukuku dışı kararları ve nimet-külfette adaleti sağlamayan paylaşım düzeni gelmektedir.
Saygın yargıç hukukun üstünlüğü için mücadele veren yargıçtır. Büyük devlet insan hak ve özgürlüklerini koruyan ve nimet-külfet paylaşımında adaleti sağlayan devlettir.
Bir ülkenin uğrayabileceği en büyük felaket, yargıçların hukuki olmayan zorba yasları uygulamada ısrar etmeleri ve hukuk dışı mihraklarla iş birliği yapmalarıdır.