Türkler Orta Asya'da ozanların kopuz eşliğinde söyledikleri destanî dönemlerden sonra hemen daima komşuluk yaptıkları medeniyetlerin etkisinde kalarak şiir yazmışlardır.
Hece vezniyle ve yarım kafiyeli dörtlükler halinde kaleme alınan en eski ve saf Türk şiirinden sonra Türk insanının estetik zevkini tam altı yüz yıl boyunca, Arap ve Fars şiirinin etkisinde gelişen Divan şiiri temsil etmiştir. Kendine özgü sanat anlayışı ve nazım şekilleriyle mücerret konuları müşahhas örneklerden yola çıkarak anlatan ve fevkalade manzumeler ortaya koyan bu anlayış İslam medeniyeti dairesinde gelişmiş ve bütün ortaçağ şiirleri gibi duyguların ağır bastığı rahmanî bir edebiyatı dillendirmişti. Aruz vezniyle yazılıyordu ve nazım birimi zengin kafiyeli beyitler idi. Kuralları vardı; belli sanat anlayışıyla hareket etmek zorundaydı. Bu kadar sınırlamaya rağmen o eski şairler bu edebiyat sayesinde muhteşem eserler ortaya koydular, yüksek medeniyetlerinin gereği olan sözleri başarıyla söylediler. Onları başarılı kılan şey, aslında ait oldukları medeniyetin zenginliğiydi. Bilim ve sanatın fevkalade üst düzeyde millî örneklerle kendini gösterdiği ilk dönemlerde (Fatih'ten Kanuni'ye kadar) klasikleşen yapı, yüzyıllar akarken toplumun aynası olacak bir edebiyatı ortaya koymuştu. Aynı zaman süresince, okur yazar muhitlerin ve münevver sınıfın uzağında da bir halk şiiri ve tekke şiiri kendi mecralarında akmaya devam ederek onun mütemmim cüzü olan bir medeniyete ruh verdiler, renk kattılar.
XIX. yüzyılda Batı medeniyeti etkisinde gelişen Tanzimat şiiri toplum eksenli bir söyleme sahip olup vezin, kafiye ve şekillerde fazla bir değişme olmamasına karşın şiirin muhtevasında duyguların yerini düşünce almıştı. Artık şairler kadar edib ve muharrirler de önemliydi ve toplumsal olan her şey edebiyatın, şiirin içine girmekteydi. Ardından gelen Servet-i Fünun akımı mânâ ve ruh bakımından Tanzimat'ın geliştirdiği fikirlere mutabakat göstermekle birlikte klasik şiirin nazım şekillerini Batı tarzı formlarla (sone, terzarima, rondo, triyole vb.) değiştirdi ve daha da ileri giderek güzel sanatların diğer dalları olan musıkî ile resmi şiire soktu (Şiir sözcüklerle yapılmış bir resimdir – Cenap Şahabettin). Servet-i Fünun döneminde, yüzyıllardır tatbik edile gelen nazım şekilleri ve türler edebiyat dışı kalmıştı. Fecr-i Ati şiiri Servet-i Fünun'a bir tepki olarak ortaya çıkmasına rağmen simgeler kullanmak ve maksadı sembollerle anlatmaktan öte şiir sanatında bir değişiklik yapamadı. Zaten bu yüzden pek uzun sürmedi ve etkisi de kalıcı olamadı. Ardından gelen Milli Edebiyat akımı, daha idealize edilmiş fikirler öne sürdü. Aruzu tamamen dışlayıp öz Türkçe'nin şiir ölçüsü olan hece veznini öne çıkarmak başlı başına bir devrim idi, lakin onlar da bunu yaşatamadılar, dörtlükler halinde yazdıkları şiirlerde sade bir dil kullanmak ve yerli konuları işlemek yolunda çaba göstermekten öte gidemediler. Yedi Meş'aleciler adıyla bilinen bir başka edebiyat akımı ise Türk şiirine yeni bir ufuk açamadan eriyip gitti. Cumhuriyet devrimlerinin toplumu değiştirmeye başladığı 1930'lu senelerin başlarında bu sefer Garipçiler ortaya çıktı. Garip akımı Türk şiirinde hakiki bir devrim yaparak vezni ve kafiyeyi ortadan kaldırmıştı. Temsilcileri, gündelik dil ve basit hayat anlatımları içinde özgür şiiri bulmaya çalışıyorlardı, ama bunu başarmak çok da kolay olmuyordu. Çeyrek yüzyıl müddetle bu tür şiirler bütün dergilerin ve gazetelerin sütunlarında boy gösterdi. Sonra gelen İkinci Yeni kuşağı ise sürrealizmden etkilenerek eskiye yeniden dönmek zorunda kaldı ve bir tür neo-klasizm akımı başlattı. 1970'li yıllarda Türk şiirinin politik amaçlara yönelik olarak ekseninden çıkarıldığı söylenebilir. Bu dönem, "sanat toplum içindir" sloganının bütün şiir tarihimiz boyunca en ziyade söylendiği değişim ve dönüşüm yıllarına denk düştü. İdeolojiler çağının geride kalmasıyla birlikte şiir yeniden kıvam tutmaya, sanatkârane mısralar görünmeye başladı. Modern Türk şiiri, artık belli bir akım veya kural kaydında olmadan kendini ifade edebilmektedir. O kadar ki, klasik edebiyattan ilham alan şiirler yanında gazel veya rubailer de yazılabilmekte, halk şiirinden esinlenen hece ölçüsüyle manzumeler düzenlenebilmekte, Batı şiirine benzer şiirler dergi sayfalarında yer almakta veya serbest nazmın imkânlarını, sanatın özgürlüğü olarak yorumlayan çeşit çeşit dizeler, beyitler, dörtlükler, manzumeler çevremizi kuşatmaktadır.
Velhasıl edebiyatımız adına bu çağın şairlerine güveniyoruz.
BERCESTE:
Kûyunda nâle kim dil-i müştâkdan kopar
Bir nağmedir Hicaz'da uşşâkdan kopar
Naili
İlk anlam: Ey sevgili! Senin mahallende kopan çığlıklar sana hasret çeken gönüllerin eseridir. O öyle bir nağmedir ki sanki Kâbe'ye varmış hak âşıklarının ağlayışlarını andırır.
İkinci anlam: Ey sevgili! Senin meclisinde duyulan terennümleri hicaz veya uşşak makamından şarkılar sanma. Bilakis onlar, sana hasret ve özlem duyan âşıklarının istemeden dışa vurdukları iç geçirmeler, öykünmelerdir.
Yorum :
İskender Pala, 14 Temmuz 2009 târihli yazısında Osmanlı Şiiri’nin husûsiyetleri, yaşadığı değişimler, şiirin faaliyet alanı hakkında bilgiler vermiş ve bu bilgileri Osmanlı Şiirin ilk devirlerinden îtibâren, açıklayıcı örnekler ile zenginleştirmiştir.
Eski şiir ve Osmanlı Türkçesi, kimilerince Arapça, Farsça ve Türkçe’nin karışımı karma bir dil olarak tanımlanmış, kimilerince de yazanın bile anlayamadığı, halkından kopuk bir dil olmakla yaftalanmıştır. Bu ifâdeler uzun süredir söylenegelmektedir. Lâkin hâl böyle değildir. İskender Pala’nın bu yazısında bahsettiği gibi eski şiir ve Osmanlı Türkçesi; İslâm Medeniyeti dâiresinde gelişmiş ve bu dille yazanlar medeniyetlerinin zenginliklerini kâlemlerinin ucundaki mürekkebe aksettirmişlerdir. Yeri gelmiş toplumun aynası olmuşlar; yeri gelmiş “ İş bu mânây-ı bedîhi görünen gün gibidir, Ömür bin yıl dahi olsa yine bir gün gibidir” diyerek toplumlarına nasihat etmişlerdir. Bence, İskender Pala şiirin toplumsal yönüne özellikle değinmiştir.
Ancak, maalesef geçmişte, Osmanlı Türkçesi biteviye hor görülme yoluna gidilmiş, kültür hayâtımızın dışına itilmesi ile de Türkçe’nin en önemli damarlarından bir tânesi koparılmaya çalışılmıştır. Hâlbuki; Türk Dili ile yazanların görmezden gelemeyeceği bir mîrastır Osmanlı Türkçesi, ve bu mîras, mîrasyedilerin elinde ziyan olmaktansa hak edenlerin elinde lâyıkıyla kullanılmayı beklemektedir.
İskender Pala, ayrıca, Tanzîmatla berâber yaşanan büyük değişimlerin dile ve şiire yansıyışlarını konu edinmiş, şekil ve mânâda ne gibi değişiklikler olduğunu açıklamış, edebî akımlara da değinerek bu akımların özelliklerini ve neden başarılı olamadıklarını kısaca irdelemiştir.
Son olarak yazar, Cumhuriyet devri şiiri ve bu şiirin akımlarını, özelliklerini anlatıp meseleyi günümüz şiirine getirmiştir. Cumhuriyet devri edebî akımlarına kısaca değindikten sonra çağımız edebiyatçılarına güvendiğini belirterek onlara övgüler göndermiştir. Bu tefâhürün sebebi olarak, çağdaş edebiyatçıların kâh klâsik edebiyata kâh halk şiirine sırtlarını dayamalarını,yeri gelince de Batı şiiri tarzında şiirler ile sahneye çıkmalarını göstermektedir.
Bu nazar gerçekten de kıymetlidir. Dil Devrimi, Harf İnkılâbı, ÖzTürkçecilik, dilde sâdeleşme ve ârîleşme gibi marız hareketlerle yolunmaya ve rayından çıkarılmaya çalışılan Türkçe, Pala’nın övdüğü edebiyatçıların yaptığı gibi, kuşatıcı anlayışlara muhtaçtır. Bu yazar ve şâirlerin varlıkları, yazdıkları, Türkçe adına umûdu büyütmektedir.
Elbette ki, eski şiir ve Osmanlı Türkçesi, geçmişte kalmıştır. Kimsenin 17.yüzyılın Türkçesi ile konuşup yazmaya, “şevketlü mahabetlü kudretlü” cümleler kurmaya ihtiyâcı yoktur. Buna gerekte yoktur. Gelgelelim ki; eski şiirimiz ve Osmanlı Türkçesi, bugünün insânı tarafından kullanılması ve kültür hayatlarına dâhil edilmesi gereken uçsuz bucaksız bir hazîne konumundadır. Bizim olan birşeyin yarar taraflarını alıp hayatımıza katmakla kimse bir şey kaybetmeyecektir.
İskender Pala, işte bu yazısında kısaca değindikleri ile bizleri uzunca bir düşünce ve muhâkemeye mecbûr etmiştir.