18 Temmuz 2009
ÖSS sınavı sonrasında her yıl yaşamaya alışmış olduğumuz tartışmalar gene başladı.
Kelimenin tam anlamıyla "ağzı olan konuşuyor." Bu "konuşanlar" arasında konuyla ilgili bilgisi ve ilgisi olanlar da var. Konuyla ilgili hiçbir bilgisi olmamasına karşın "laf olsun" diye konuşanlar da var. Fakat bence en ilginci konuyu iyi bildiğini tahmin ettiğim kimi öğretim görevlisi ve iletişimcilerin (galiba) sadece iktidarı eleştirmek amacıyla eğitim sistemimizi "A'sından Z'sine" eleştiri bombardımanına tutması.
Doğrusunu isterseniz eğitim sistemimiz gerçekten "A'sından Z'sine" bozuk ve düzeltilmeye muhtaç. Fakat eğitimdeki sorunumuzun faturasını sadece iktidarda olan partiye çıkarmak haksız bir tutum. Bu parti AK Parti olsa bile ve biz AK Parti'nin her şeyine yürekten karşı olsak bile...
Bizim öğrenci olduğumuz dönemde başka bir Türkiye'de yaşıyorduk. Eğitim sistemi de farklıydı, olanaklarımız da farklıydı hatta beklentilerimiz bile farklıydı. 1962-1963 ders yılı öncesinde Türkiye üniversitelerinde her birim, kendi giriş sınavını kendi yapmıştı. Yani her fakülte ve yüksek okul, başvuruları kabul etmiş ve sınavını yaparak öğrenci almıştı. Ben İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Filolojisi'ne (açıkta kalmamak için) Gazetecilik Enstitüsü'ne (şimdiki iletişim fakültesi) ve İktisat Fakültesi'ne başvurmuştum.
O zamanlar; Gazetecilik Enstitüsü, İktisat Fakültesi'ne bağlı iki yıllık bir okuldu ve İstanbul Üniversitesi'nin herhangi bir fakültesinde okuyan bir öğrenci, okuduğu fakültenin yanı sıra, Gazetecilik Enstitüsü'ne de devam edebilir ve diplomasını alabilirdi. Benim niyetim, eğer İktisat Fakültesi'ni kazanamazsam Alman Filolojisi'yle Gazetecilik Enstitüsü'nü birlikte okumak ve yazma çizme üzerine bir yaşam kurmaktı. Fakat İktisat Fakültesi'ni kazanınca bu planımdan vazgeçtim.
1962-1963 ders yılı, Türkiye üniversitelerinin tüm birimlerinin kendi sınavlarını kendilerinin yaptığı son sene oldu. 1963-1964 ders yılından itibaren; Türkiye üniversite ve yüksek okullar için "merkezi sınav" uygulamasına geçildi. Bu merkezi sınavı da İktisat Fakültesi'nde kurulmuş bulunan elektronik işlem merkezinde Prof. Dr. Haydar Furgaç'ın yönetiminde bir ekip yapmaya başladı. (Zaten asistanlık dönemlerimizde; Sultanahmet'teki "Devlet Kitapları Matbaası"nda sınav sorularının basım ve dağıtımında çok zahmet çekmiştik.)
Şu anda elimin altında rakamlar yok. Zaten olması ya da olmaması çok önemli de değil. Fakat şu kadarını biliyorum ki; o dönemlerde Türkiye'deki liselerin mezunlarının hepsi (amiyane tabiriyle) bir üniversite ya da yüksekokula kapağı atardı. Bir önceki cümlemde "hemen hepsi" dedim. Zira, az sayıda öğrenci "açıkta kalır" ve bunlar gösteriler yaparlar hatta bir bölümü üniversite kapısının önüne çadır kurardı. Sonunda üniversitelere bağlı birimler üçer beşer kontenjan artırır ve kimse açıkta kalmazdı.
O zamanlar sadece büyük kentlerde lise olurdu. Bu liselerde o günlerde ders veren öğretmenlerin "bilimsel düzeyleri" öyle sanıyorum ki; günümüz kimi üniversitelerinde ders veren öğretim üyelerinin çok altında değildi.
Derken memleketimizdeki lise sayısı hızla artmaya başladı. Lisesi olmayan il ve ilçe kalmadı. Fakat bu okullara öğretmen bulma konusunda sorunlar çıkmaya başlamıştı. O zamanlar Türkiye'de iki yıllık eğitim veren ve ortaokul öğretmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuş 7-8 eğitim enstitüsü vardı. Fakat zaman içinde bu okulların mezunu öğretmenler liselerde de istihdam edilmeye başlandı. Gene o dönemde lise öğretmenlerinin, üniversitelerin fen ve edebiyat fakültelerinden mezun olmaları beklenirdi. 1980 sonrasında o eğitim enstitüleri dört yıllık eğitim fakülteleri oldular ve fen ve edebiyat fakültelerinin mezunlarına öğretmenlik hakkı verilmiyor. (İnsan mantığının alacağı bir şey değil ama yönetmelik ve uygulama böyle...)
2 yıllık eğitim enstitülerinin mezunlarının öğretmenlik yetenek ve altyapılarını konusunda hiçbir kuşku duymuyorum. Ancak Türkiye'nin 12 Eylül öncesi döneminde binlerce "lise öğretmeni" (!) birkaç aylık "hızlandırılmış eğitimle" (!) öğretmen oldular ve bunların önemli bir bölümü bugün Türk öğretiminde "deneyimli öğretmen" olarak ders veriyor.
Gene aynı dönemde tüm Türkiye'de birkaç "maarif koleji" ve Anadolu lisesi varken; şimdi kimi kasabalar dahil tüm Türkiye'de yüzlerce (?) Anadolu Lisesi var.
Bu koşullar altında ortaöğretimde "başarı çıtasını" nasıl yükseltebiliriz?
ÖSS'nin gerçekten eleştirilecek çok yönü var. Gençlerimizin kaderi bir saatlik bir sınav sonucunda belli oluyor. Evet bunu eleştirmek kolay ama nasıl bir alternatif ileri sürülebilir? Nasıl bir seçme sınavıyla üniversitelerimizde okuyacak öğrencileri belirleyebiliriz?
Bir yanda; bir buçuk milyonluk bir yüksek öğrenim "talebi"; bunun karşılığında aslında birkaç yüz binlik fakat açık öğretim vb. desteklerle beş yüz bine yaklaşan "arz..."galiba sorun burada
Yorum:
İnsan, toplum halinde yaşayan bir varlıktır. Onun için Toplumda bireyle toplum arasında bir denge bulunmalıdır. Eğer birey, bir konuda borçlu olursa, o konuda alacaklı devlet veya toplum olur. Toplumun borçlu olduğu yerde de bireyler alacaklı olurlar. Bu alacak borca biz, hak ve vazife de diyebiliriz. Zaten birey ile toplum, fert ile devlet, birbirlerine hak ve vazife ile yani hukukla bağlıdırlar. Aslında hukuk, insana mahsus olduğu gibi, birey ve toplum olarak insan da hukuka mahsustur. Bu demektir ki, tüm insanlar birbirlerine ancak hukuk içinde kalarak muamele yaparlar ve asla hukuk dışına çıkmazlar.
Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olmakla beraber haklar demek değil, alacaklı ve borçlu olmak, yani hak ve vazifeler anlamına gelir. Türkçemizdeki ebeveyn kelimesi, nasıl iki baba anlamına gelmiyorsa, anne ve baba demek ise, işte hukuk da böyledir.
Terazinin iki kefesi bulunduğu ve terazi iki kefe ile çalıştığı gibi, hukukun da alacaklı olan taraf ve borçlu olan taraf olmak üzere iki tarafı vardır. Bu girişten sonra öğretim ya da eğitim ve öğretim melesine gelebiliriz.
Eğitim öğretim meselesinde İnsan hakları Evrensel Bildirisinde şöyle denilmektedir. “Her şahsın eğitime hakkı vardır. Eğitim parasızdır, hiç olmazsa ilk ve temel eğitim safhalarında böyle olmalıdır. İlk eğitim mecburidir. Teknik ve mesleki öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır”(Madde: 26)
Bu bildiride haklar sayılmış, fakat görevlilerden hiç bahsedilmemiştir. Mesela evlenmek isteyen bir kimse, kendi imkânları ile evlenemiyorsa onu kim evlendirecektir.
Bizim düşüncemize göre bütün eğitim ve öğretim parasız olup vakıflar tarafından yürütülür. Nasıl bireyin hayatı, yaşaması devletin teminatı altında ise, evlenmesi de öyledir. Eğitim öğretim de doğuştan bir hak olup insanlar her istediği eğitimi alabilmelidir. Eğitim ve öğretimi devletin yürütmesi ve onun tekelinde olması çok yanlıştır. Devlet bu konuda sadece denetleme görevini yapar, A’dan Z’ye tüm eğitim ve öğretim ehliyetli kişiler tarafından serbest bir şekilde yürütülür. Çünkü bilginin resmi ve gayrı resmi, bireysel ve toplumsal diye kısımlara ayrılması mümkün değildir. Suyu kim kaynatırsa kaynatsın, nerde kaynarsa kaynasın 100 derecede kaynar.
Diğer taraftan eğitim öğretimin planlanması diye de bir şey olamaz. Eğitim hizmetleri halk tarafından yürütülmeli ve herkes istediği okula ve fakülteye gidebilmelidir. Okumak isteyen ve ben üniversiteye gideceğim diyen bir kimsenin önü sadece imtihanla değil, hiçbir engelle kesilmemelidir. Mesela bizim ülkemizde terzi, berber, ayakkabıcı ve fırıncı gibi mesleklere devlet burnunu sokmadığı için bunlarda tam bir arz talep dengesi sağlanmış durumdadır. İşte eğitim de böyle olmalıdır. Onun için, nerede ve nasıl olursa olsun, giriş imtihanlarının hepsi kaldırılmalıdır. Çünkü talebelik bir memuriyet değildir; daha ehil olanı tercih edelim gibi bir düşünce olmaz. Doğal seleksiyon burada görevini serbest bir şekilde icra edecektir. İmtihanlar asıl icazet diplomalarını verirken yapılıp ancak bilgilerini sunabilenler belge almaya hak kazanacaklardır. Öğretmen yok, hoca yok, imkânlar kıt, mektep yok ve sınıflar az gibi, uydurma bahaneler öne sürülemez. İnsan haklarında asla sınıflama, planlama ve ayırma olmaz. Çünkü buradaki hak, akıl, zekâ, bir özellik veya bir sıfat karşılığı olmayıp insan olma karşılığıdır.