17-18-19.07.2009
19 Temmuz Pazar gününü Pazartesi gününe bağlayan gece Receb-i Şerif ayının 27. Gecesi olupMiraç Gecesi'dir. … Miraç Kandili Müslümanların, sınırsız af ve merhamet sahibi olan Yüce ALLAH'a sığınarak günahlardan arındıkları, ilahi lütuf ve bereketlere eriştikleri müstesna zaman dilimlerinden birisidir.
Miraç Gecesi, bütün İslâm âleminin mukaddes kabul edip ihya ettiği en mübarek gecelerden birisidir. Hiç şüphe yok ki vakitler aslında birbirine eşittir. Bir vakit diğer bir vakitten kendiliğinden üstün olamaz. Öyleyse bir vaktin diğer vakitlerden daha şerefli ve faziletli olması mutlaka o vakitte meydana gelen bir yüce işten ve mübarek bir olaydan kaynaklanmaktadır. Zaman ve mekanlar kendilerinde meydana gelen büyük ve önemli olaylarla değer kazanırlar. Miraç gecesi hayırlarla dolu olayların meydana geldiği bir gecedir. Miraç Gecesi'ni, bu derece yücelten husus: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsra ve Miraç mucizesinin bu gecede gerçekleşmiş olmasıdır. İsra ve Miraç, insanlığın kurtuluşu için gönderilen Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize, ALLAH Teâlâ'nın sonsuz kudretinin eserlerini temaşa etmesi için yaptırılan mukaddes ve manevi bir yolculuktur. …
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin, ALLAH Teâlâ'nın huzuruna kabul edilişini temsil eden İsra ve Miraç mucizesi bizlere, insanın, ilahi rızaya ve desteğe ulaştığında akıl ve idraki zorlayan derecede nice üst derecelere ulaşabileceğini gösterdiği gibi, mana aleminde yükselip ilahi rahmet ve huzura erişmenin, öncelikle gönül ve ruh temizliğinden, ahlaki erdemlere yükselişten, her şeyin sahibi olan Yüce ALLAH'a bağlılık ve boyun eğmeden geçtiğini de hatırlatmaktadır.
Kelime anlamıyla "gece yolculuğu" manasına gelen İsra ve "yükselmek, yükseğe çıkmak, yükselmeyi sağlayan vasıta" anlamlarına gelen Miraç; alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize, Mekke döneminde bir gece, Yüce Yaratan'ın sonsuz kudretinin eserlerini temaşa etmesi için önce Mescid-i Aksa'ya, oradan da semaya yaptırılan hikmet yüklü yolculuğu ifade eder.
Bu sebeple sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin hicretten onsekiz ay önce, bir kısım ayetlerini göstermek için şanı yüce ALLAH tarafından, bir gece Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Haram'dan, çevresi mübarek kılınmış olan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürülmesi, oradan da fiziki zaman ve mekan boyutlarının aşıldığı bir yükselişe ulaştırılması kutlu hadisesinin yaşandığı İsra ve Miraç mûcizesinin yıldönümü olan bu gecenin, müminler açısından önemi çok büyüktür.
…
Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize en büyük ihsanı olan İsra ve Miraç hadisesi, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicretlerinden 18 ay önce, Receb ayının 27. Gecesi vuku bulmuştu. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin büyük mû'cizelerinden biri olmak üzere, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizi gecenin çok az bir kısmında Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Haram'dan alıp Kudüs-ü Şerif'teki Mescid-i Aksa'ya kadar götürmesine "İsra" denir ki: "Kulu Hz. Muhammed'i, bir gece Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-i Aksa'ya kadar götüren ALLAH her türlü noksanlıklardan münezzehtir. O Mescid-i Aksa ki, biz O'nun etrafına feyz ve bereket verdik, etrafını mübarek kıldık. Bu gece yolculuğunu, O'na bizim kudret ve azametimize delâlet eden ayetlerimizden, nice şaşkınlık verici şeylerden bazısını gösterelim diye yaptırdık. Muhakkak ki O, evet sadece O, her şeyi hakkıyla işiten ve her şeyi de hakkıyla görücüdür."(İsra sûresi:1) ayet-i kerimesi, sahih hadis-i şerif ve icma-ı ümmet ile sabittir. Bu sebeple inkarı küfrü gerektirir, yani bunu inkâr eden kafir olur.
Mescid-i Aksa'dan göklere, ondan sonra da Cenâb-ı Hakk'ın dilediği alay-ı illiyyine çıkartılmasına"Miraç" denir ki, o da ayet-i kerime, sahih-i hadis-i şerif ve icma-ı ümmet ile sabittir. Ancak Mirac'ın tafsilatı meşhûr hadis-i şerif ile sabittir. Binaenaleyh Miracın aslını inkâr eden kâfir olur. Fakat tafsilatını inkâr eden bid'atçı olur. Yani şeriatın hükmüne muhalefet etmiş olur.
İsra ve Miraç hadisesi, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz uyanıkken, şahsı yani hem mübarek vücudu ve hem de ruhu ile olmuştur. Rüyada veya sadece ruhu ile olmamıştır. Eğer böyle olsaydı, Mekke müşrikleri ve hatta imanı zayıf bir kısım Müslümanlar tarafından inkâr edilmezdi. (Taftazani, Şerh-i Akaid:174, Aliyyü'l-Kâri, Şerhü'l-Emali:20, Sırrı Giridi, Nakdü'l-Kelâm fi Akaidi'l-İslâm, 306-310.)
…
İşte İsra ve Miraç mu'cizesi, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kendini en yalnız ve en üzgün hissettiği böyle bir devrede olmuştur. O'nun bu üzüntüsü, ilahi yardımdan ümitsizliğinden değildi. O'nun üzüntüsü, amcası Ebû Talib'i, sevgili eşi ve en yakın destekçisi Hz. Hatice (R.Anha)yı kaybetmiş olmasındandı.
Bununla birlikte müşrikler tarafından Müslümanlara uygulanan baskı henüz kalkmamış, Müslümanların bir kısmı, müşriklerin zulümlerine dayanamayıp Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin izni ile Habeşistan'a göç etmişler ve bunların hepsinden önemlisi, onbir yılı aşkın hak mücadelesine rağmen Müslümanların sayısı istenilen dereceye ulaşamamış ve kâfirler çoğunluğu teşkil ediyordu.
Yatsı vakti sıralarında bu olup bitenlerin muhasebesi içinde Harem-i Şerif'in duvarına yaslanmış bir vaziyette uykuya dalan Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin gönlünü almak ve O'nu teselli etmek için Receb ayının 27. Gecesi'nde Yüce ALLAH, Cebrail'e şöyle emretti:
- Cennetten Burak denen biniti al, Habibime git! O'nu hoş bir şekilde uyandır ve ALLAH Teâlâ kimseye nasip etmediği şerefi sana nasip etti, seni huzuruna davet ediyor, de! Bu ilâhi emri alan Cebrail (A.S.) derhal Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize geldi:
- Ey ALLAH'ın Sevgilisi, Peygamber! Kalk! Esirgeyici ve bağışlayıcı olan Rabbin seni huzuruna davet ediyor, dedi.
Yorum:
Yazarın Miraç Kandili vesilesiyle yazdığı 3 günlük yazıdan bazı bölümleri yukarıya naklettim. Yazıların tamamını ilgili linklerden veya Milli gazeteden okuyabilirisiniz. Konuyla ilgili 2004 yılında yazmış olduğum uzun bir makaleden kısa bir bölümü aşağıya alıyorum. İlgilenenlerin makalenin tamamını okuyup kritik etmelerini dilerim.
“küllü hizbin bima ledeyhim ferihun”
“Her hizib kendisinde olanla ferahlanır.”
Yukarıdaki ayet Kuran’da iki defa geçmektedir. Arapça “küllü” kelimesi bize gösteriyor ki, bu olayın istisnası yoktur. Büyüklüğü, yeri, zamanı, özellikleri ne olursa olsun bütün topluluklar kendilerinde olanla, kendilerinin kabul ettikleri ile öğünürler. Bu sosyolojik bir kanundur. Hepimiz ailemizle, semtimizle, köyümüzle, şehrimizle, okulumuzla, takımımızla, derneğimizle, bayrağımızla, yurdumuzla, devletimizle, ulusumuzla, erkekliğimizle, daha aklınıza gelebilecek her türlü grubumuzla övünürüz. TV’deki bir belgeselde; dünya üzerinde konuşulmakta olan binlerce dillerden birinin son beş temsilcisinden biri olan yaşlı kadın da, dili ile övünüyordu; “atalarından kalan ve gerçek dil kabul ettiği kendi dili ile konuştuğu için”.
Bazen de öykünürüz ve başkasınınkini de kendimize mal ederiz, ve ona sahip çıkarız. Ortak kahramanlar, ortak destanlar, ortak kültürel değerler de bu yüzden bir türlü topluluklar tarafından paylaşılamaz. Balkanlarda, Kafkaslarda ve özellikle Anadolu’da başta yemekler, giyimler ve oyunlar olmak üzere pek çok kültürel birikim bu topraklarda yaşamış ve yaşamakta olan topluluklarca kendilerine mal edilerek, sahiplenilir.
Müslümanlar da bu sosyolojik kanundan kurtulamayarak öğünmüşler, bazen öykünerek öğünmüşlerdir. Aşağıdaki inceleme bunlardan sadece biridir.
İsra Suresi 1-4. ayetler
بسم الله الرحمن الرحيم
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّه هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ(1)وَآتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِبَنِي إِسْرَائِيلَ أَلَّا تَتَّخِذُوا مِنْ دُونِي وَكِيلًا(2)ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا(3) وَقَضَيْنَا إِلَى بَنِي إسْرائِيلَ فِي الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِي الْأَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلَتَعْلُنَّ عُلُوًّا كَبِيرًا(4)
Kuran’da anlatılan peygamber kıssalarının bazılarında, o peygamberlere, sünnetullah dışı mucizeler, yani bilenen fizik yasalarının dışında cereyan eden olaylar verildiği, bununla da, ya peygamberlere inanmayı temin etmek, ya da Allah’ı inkar etmelerinden dolayı cezalandırmak üzere olağan üstü olaylar meydana getirildiği anlatılmaktadır. Hz. Muhammed’e ait olarak anlatılan, mucize niteliğinde bir olay Kur’an’da geçmemektedir.
Son peygamber olan Hz. Muhammed’in ismi ise Kuran’da dört kere geçmektedir. Birinci Al-i İmran suresi 144. ayettedir (3/144). “Muhammed bir resulden (elçiden) başkası değildir; onun öncesinden de Resuller (Elçiler) geçmiştir; ölür ya da katl olunursa (öldürülürse)….” Burada resul kelimesi belirsizdir (nekiredir), yani elçilerden bir elçi demektir. Ölür ya da öldürülürse diyerek de onun bizim gibi ölümlü, normal bir insan olduğu vurgulanmıştır.
İkincisi ise Muhammed suresi 2. ayette (47/2)olup, onun tek mucizesi olan Kuran’a atfen “Muhammed’e indirilene” diyerek, Kuran’ın onun vasıtasıyla, ona indirildiğini belirtmek için “Muhammed” ismi zikredilmiştir. (Ayet meali: “İman eden, Salihatı amel eden ve rablerinden Hak olarak Muhammed’e inzal olana iman eden Kimseler; onların…”, yani “Güvenen, uygunları işleyen ve yetiştiricilerinden Gerçek olarak Muhammed’e indirilene güvenen Kimseler; onların… )
Üçüncüsü Ahzab süresi (33) 40. ayetinde (33/40), “Muhammed ricalinizden birisinin babası değildir. Lakin Allah’ın resulüdür ve Nebilerin hatemidir. Eşyanın küllünü alîm Allah’tır.” denmektedir.
Dördüncüsü ise Fetih süresinde olup; (48/29) “Muhammed Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar küffara eşiddâdır ve beyinlerinde ruhamâdır; ….”
Bunların dışında peygamberin ismi, daha doğrusu Muhammed ismi yoktur. İsa peygamberi anlatırken Saf (61/6) ayetinde “…. benden sonra gelecek, Ahmed isminde bir resulü mübeşşir olarak…..” denmektedir. Ahmed; Muhammed gibi, H-M-D harflerinin farklı bir kalıbıdır.
Kuran’da mucizeleri anlatılan diğer peygamberlerin isimleri kendilerine ait mucize ile birlikte zikredilir. Ama yukarıda Muhammed isminin geçtiği dört yer ve onun farklı bir versiyonu olan Ahmed isminin geçtiği yerlerde herhangi bir mucize ve harika anlatılmamaktadır. Aksine, defalarca peygamberin normal bir insan olduğu, ona sadece vahiy geldiği tekrar tekrar zikredilir.
Kuran’da her yer zamir doludur. Zamirlerle söylenen cümleler edebîdir, belîğdir ama çözülmeleri ise son derece zordur. Atıf zamirlerinin, kime ve nereye gittiğini bulmak adeta bulmaca çözmek gibidir. Çoğu zaman da çok farklı anlamlar bu zamirlerden çıkar. Zamirlerin her zaman okuyana, peygambere, olayın anlatıldığı şahıslara gitmesi mümkündür. Bu da olaylara, hükümlere yeni boyutlar kazandırır.
Fakat yaklaşık 1400 yıldır Müslümanlar bu kitabın ne büyük bir mucize olduğunu yeterince kavrayamamışlar, hala önceki peygamberlerin mucizeleri gibi Hz. Muhammed’in de mucizeleri olması gerektiği kabulüyle ona da mucizeler atfetmişler ve bunların bazılarında ise önceki peygamberlerin mucizelerinden esinlenmişlerdir. Diğer pek çok surede olduğu gibi İsra suresinin 88. ayetinde, bu kitabın bir benzerinin yazılamayacağına dair meydan okunduktan sonra, 89-93. ayetlerde bu kitabı yeterli bir mucize olarak görmeyenlerin itirazlarını sıralamaktadır. 94. ayette de sonuç cümlesini söylemektedir: “…Allah elçi olarak bir beşer (insan) mi gönderdi?”… Ne yazık ki, Müslümanlar da bu hitapları sadece inkar edenler için anlamışlar, kendilerinin de aynı beklenti içinde olduklarını hiç düşünmemişlerdir. Ellerindeki kitabın kıyamete kadar kalacak sürekli, dinamik, enteraktif bir mucize olduğunu yeterince anlayamamışlar, diğer peygamberlerde madem ki var, son peygamberin de mucizeleri olmalı diyerek, ona da başka mucizeler atfetmişlerdir.
Bu yazıda bunlardan yalnızca birini, geçtiğimiz günlerde sonuncusunu kutladığımız Miraç kandili vesilesiyle okuduğum İsra suresinden çıkardığımız sonuçları inceleyeceğiz.
İsra suresi 17. sure olup, 281. sayfadan başlar. 111 ayettir. Mekkî olduğu kabul edilir. Ben-i İsrail’den, yani İsrail oğullarından bahsederek başlamakta ve yine sonlarına doğru onlardan bahsetmekte ve sureyi bitirmektedir.
İsra Suresi 1. ayet (17/1):
“Mescid-i Haram’dan, ayetlerimiz(le)den onu iraye etmek için havlini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya leylen abdiy(ni)le isra eden kimse sübhandır; Basîr Semî’ odur.” Şimdi sadeleştirelim:
“Mesid-i Haram’dan (Yasaklı Tapınaktan), kanıtlarımızla, onu aydınlatmak için çevresini arttırdığımız Aksa Tapınağa (En Kısa Tapınağa) kuluyla geceleyin götürten kimse arınandır (arınmıştır); Görücü İşitici odur.”
Sera, yürüdü; (geçişsiz fiil)
sera biabdihi, abdi ile birlikte yürüdü; (“bi” ile geçişli fiil)
esra abdehu, abdini yürüttü/götürdü/götürtdü; (if’al babı ile geçişli fiil)
esra bi abdihi, abdi ile götürdü / abdini götürttürdü. (çift geçişli fiil görünüyor)
Yani kulunu meleklere götürttü. Yahut “(Yakub’a) kölesini(abdini) götürttü/(Yakub’u) kölesi ile beraber götürttü” manaları çıkmaktadır. Burada melekler ya da Yakup ismi hazf olunmuş görünmektedir. Bizce en uygun mana; “bi” Türkçedeki “ile/beraber” manasında olup, “esra” ise “götürdü/yürüttü” şeklindedir. Abdi ile onu esra eden kimse sübhandır.
Birinci ayette gece yolculuğu yaptırılan (isra eden) bir kimseden;
ikinci ayette Ben-i İsrail’e hidayet kılınmak üzere Hz. Musa’ya verilen Kitap’tan (Tevrat);
üçüncü ayette söz konusu kişinin Hz. Nuh’la beraber haml olunanların (yüklenilenlerin) soyundan olduğundan;
dördüncü ayette de “Kitap’ta İsrailoğullarına Arzda iki kere fesad çıkaracaksınız ve büyük bir yükselişle yükseleceksiniz diye kaza ettik” diyerek, yine Ben-i İsrail’den bahsetmektedir.
Beşinci ayette birinci yükselişten sonra birinci sürgün geldiğini, ülkelere dağıldıklarını ve bunun gerçekleşmiş bir olay olduğunu;
altıncı ayette tekrar toparlandıklarını, mal ve nüfusça çoğaldıklarını ve askeri bakımdan da güçlendiklerini;
yedinci ayette “iyilik ederseniz kendinize iyilik edersiniz, kötülük ederseniz o da kendinizedir deyip, ikinci vaat geldiğinde yüzleriniz utansın, ilk girişlerinde olduğu gibi Mescide girsinler ve yükselttiklerinizi ters yüz etsinler diye…” demekte, ve hatta cümleyi de bitirmemektedir.
Sekizinci ayette ise, “Rabbinizin size merhamet etmesi umulur, siz dönerseniz biz de döneriz, inkar edenler için Cehennem kılmışızdır” diyerek bu konuyu burada bitirmektedir. (Anti parantez, öyle anlaşılıyor ki, ikinci vaad geldiğinde neyle karşılaşacakları tamamen onların tercihine bırakılmış görünüyor. Birincisi gibi yine darmadağın olabilirler, ya da yapmakta oldukları şeylerden dönerlerse bu felaketin olmayacağı anlaşılmaktadır. Bizim bu vaadi, fırsatı olara anlatmamız gerekiyor.)
Surenin sonlarına doğru 101, 102 ve 103. ayette Hz. Musa’dan bahsetmekte ve 104. ayette, baştaki konuya dönerek, “Onu ardından İsrail oğullarına Arz’da oturun, ikinci vaat gelince hepinizi toplayacağız dedik” demektedir.
Hz. Muhammed’e atfedilen Miraç olayı, ilk ayetten çıkarılmıştır. Cümlenin (mefulü) nesnesi, yani götürülen kimse hazf olunmuş görünmektedir. Ya Miraç hadislerindeki gibi (onun abdi) Hz. Muhammed melekler vasıtasıyla götürülmüştür, ya da bir başkası kölesi (biabdihi) ile beraber götürülmüştür.
Eğer klasik manayı verip bu yolculuğu yapan kimsenin Hz. Muhammed olduğunu kabul edersek bazı zorluklar çıkacaktır. Şöyleki;
İsra, gece yolculuğu demektir ve Hz. Muhammed’in bir gece yolculuk yaptığına dair haberler yetersiz ve çelişkilidir. “Abdihi” kelimesindeki abd, kul demektir. Peygamber eğer o zaman peygamber idiyse ayette, “resulihi” veya “nebiyihi” denmesi gerekirdi. Bazı kaynaklarda Hz. Muhammed’in küçükken yaptığı ticari seyahatlerden bahsedilmektedir, ancak bunlar kervanlarla yapılan seyahatler olup, geceleri değil, gündüzleri yapılan yolculuklardı.
Eğer kastedildiği gibi peygamberin yaptığı Mirac bu gece olsaydı “leyl” kelimesi belirsiz (nekire) değil, belirli (marife) gelirdi. Çünkü o gece özel ve tek olan bir gece olurdu, bilinen bir gece olurdu; bunun da marife olarak belirtilmesi gerekirdi.
Bu yolculuk Hz. Peygambere ait ise, ki peygambere ait rivayetlerde bu olayın bir kere vukuu geldiği anlatılmaktadır, o zaman esra fiilinden sonra leylen kelimesini söylemesi gerekmezdi. Belki zor da olsa bütün gece değil de gecenin bir kısmında demek için böyle söylendi denilebilir ama o zaman da hiç olmazsa bir “min” harfi gerekirdi.
Buradaki olayda gecenin bir önemi yoktur, isra’nın önemi vardır, nereden nereye ve ne amaçla yapıldığının önemi vardır. Konuyu uzatmadan kısaca ifade edelim ki, bu ayetin gramatik tahlilinden Hz. Muhammed’e delalet edecek bir mana çıkarmak oldukça zor görünmektedir.
İsra zaten gece yolculuğu demektir, onun için tekraren “leylen” demesi gerekmezdi. Leylen dendiğine göre bu ancak hâl olur ve birden çok geceyi kapsayan ve sadece geceleri yapılan uzun bir yolculuğu vurgulamış olur. Gece gece, gecelerce manasına gelir.
Öte yandan konunun başlangıç ve devamına topluca bakıldığında ise bu yolculuğun en azından Hz. Musa’dan önceki birine ait olduğu kolayca anlaşılır. Nuh ile beraber gemiye binenlerin soyundan biri. Üzerinde İCMA olan Kuran’ın bu tertibini esas alır ve sureler arasında boşluk yok diye kabul ederseniz, önceki Nahl suresinin sonlarında 120. ayette ismen Hz. İbrahim anılmaktadır. 124. ayette de “Sebt (Cumartesi), onda ihtilafa düşen Kimselere kılındı” diyerek Yahudilere atıf yapılmaktadır. Bu ayet, sibakından (geçmişinden) ve çok açık bir şekilde siyakından (geleceğinden), İsrail Oğullarının ilk üyesi olan İsrail’in, yani Yakup peygamberin yapmış olduğu isra’yı (gece yolculuğunu) anlatmaktadır. Bu yolculuk (isra), Yakup peygambere İsrail adının verilmesine sebep olan gece yolculuğudur. Yakup peygamberin bir gece (/geceler) yolculuğu yaptığı ve bundan dolayı bu olaydan sonra kendisine artık Yakup değil İsrail dendiği mütevatiren sabittir. Kuran onları, Ben-i Yakub’u, “Ben-i İsrail” yani “İsrail Oğulları” diye adlandırmaktadır. Tüm insanlık da böyle adlandırmaktadır. Bunda insanlığın icması vardır. Tevrat’ta açıkça Yakup’un adının İsrail olarak değiştirildiği belirtilmektedir. (Bab:32; 27- Ve ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Yakub. 28- Ve dedi: Artık sana Yakub değil, ancak İsrail denilecek; çünkü Allah ile ve insanlarla uğraşıp yendin.) (BAP 35; 9- Ve Paddan-aramdan geldiği zaman, Yakuba Allah yine göründü, ve onu mubarek kıldı. 10- Ve Allah ona dedi: Senin adın Yakubdur; artık adın Yakub çağırılmıyacak, fakat adın İsrail olacaktır, ve onun adını İsrail koydu.)
Bu adlandırış, insanlık tarihinin kilometre taşlarından biridir ve Kuran da bu konuyu, bu ayette ele almaktadır. Kuran’ın ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Hz. Yakup, Tevrat’taki gibi, Allah ve insanlarla uğraşıp yenmesinden değil, bir gece yolculuğu (İSRA) yapmasından dolayı, kelimenin tam sözlük anlamına da uygun olarak “İSRAİL/isra yapan(yaptırılan) kişi” ismini almıştır. İsra yapan kişi “İsrail” olarak, Allah’ın/Kur’anın tanıklığı/şehadeti ile tek kişi olarak tespit edilmiş ya da Hz Muhammed de dahil, varsa diğer isra yapanların isrası Kur’anla tespit edilecek derecede önemli görülmemiş ve Kurana alınmamıştır. Bunda yerinecek bir durum da yoktur. Çünkü tüm inananlar için “la nüferriku beyne ahadin mirrusülüh/elçilerin birini (bile) tefrik/ayırt etmeyiz” kuralı geçerlidir. Hz. Yakub’un israsi bizim için Hz. Muhammed yapmış gibi aziz, makbul ve muteberdir. Kutsal geceleriniz/günleriniz mübarek olsun.