12.02.2010
“Eşit koşul” demek hükümete ve Yüksek Öğretim Kurulu'na göre, “Sınavda kim ne kadar başarılı ise o kadar puan alsın, kazandığı fakülteye girsin” demek.
İlk bakışta çok net bir “eşitlik” anlayışı. Öyle ya... Kimse “Başarısı olmayana imkân verin” demiyor. “Başaran, başarısının sonucunu alsın” diyor.
Ama “eğitim” uzmanlığı açısından kazın ayağı öyle değil.
Onlar diyorlar ki, “Meslek okulu, öğrencisini bir mesleğe hazırlar. Nitekim şimdiki sistem, kendi mesleğinde yükseköğrenim görmek isteyen öğrencinin o dalda ilerlemesini teşvik ediyor çünkü, sınavda aldığı puanın yüksek bir katsayı ile çarpılmasını öngörüyor.
Buna karşılık genel lisenin görevi öğrencisini üniversiteye hazırlamak olduğu için, üniversiteye girişte de genel lise mezunu lehine katsayı yüksek tutuluyor. Eğitimin amacı ‘uzmanlaşmayı' teşvik etmek olduğu için asıl adalet ve eşitlik böyle sağlanıyor.”
Beğenin, beğenmeyin gerçek şu ki, Yüksek Yargı -yahut ülkemizdeki hukuk sistemi- ikinci görüşü doğru buluyor.
Yorum:
Adaletsizlik
Gençler yine isyanlarda... Kimi siyasal sebeplerle devletin güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelirken, kimi de bambaşka hesaplar yüzünden ‘’eğitim hakları’’na yapılan haksız müdahalenin acısıyla meydanları doldurup sloganlar atıyor. Bir meslek lisesini seçmiş olmanın kendileri için geri dönüşü olmayan bir yol haline getirilmesine isyan ediyorlar. Çünkü Üniversitelerin kapısı önünde yaşanan at yarışı, onlar için bir de kör dövüşü halini alıyor. Çünkü Danıştay, meslek lisesi mezunlarının diğer lise mezunlarıyla eşit şartlarda sınava girerlerse, bunun bir adaletsizlik olduğunu öne sürüyor. Danıştay'ın kendinden menkul adalet anlayışı lise çağındaki gençlere ‘İşçisin sen işçi kal!’ diyor özetle: ‘’Hayatın hakkında tek bir seçme hakkın vardı. Onu da kullandın. Senin mesleğin de kariyerin de buradan yürümek zorunda.’’ Peki böyle midir gerçekten? Gencecik bir insan hayallerinin peşi sıra gitmek istediğinde yönetmelik hazretlerini ya da katsayı celladını mı bulmalıdır karşısında?
Oysa iki kere iki her zaman dört etmez. Hukuk diplomasına rağmen şiir yazabilenleri bu yüzden severiz. Tıp ya da mimarlık mezunu olup müzisyenlik yapanları, yönetmen olanları alkışlamamız bundandır. Elektrik teknisyenliğinden mezun olup Hukuk Fakültesi’ni tutturacak kadar parlak bir öğrenciye ‘HAYIR! Sen hakim olamazsın!’ demek ya da psikiyatri okumak isteyen bir genci İmam Hatip Lisesi’ni bitirdi diye İlahiyat Fakültesine mahkum etmek adil midir?
‘Katsayı kabusu’ aslında çok yeni değil ülkemiz gençleri için. Geçmişi 28 Şubat sürecine kadar dayanıyor. 28 Şubat döneminin dediğim dedik paşası Genel Kurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in, Yüksek Öğretim Kurulu’na (YÖK) gönderdiği bir yazıyla, meslek liselilerin üniversiteye girmelerinde rejim açısından büyük sorun yaratan ‘katsayı sisteminin değiştirilmesi’ni istediği ortaya çıktı. Çevik Bir o dönemde uygulanan Ortaöğrenim Başarı Puanı’nın irticai çevrelerin işine yaradığı gerekçesiyle, bu uygulamanın kaldırılması ya da gerekli kanuni düzenlemenin gecikmesi halinde OBP’nin getirdiği katsayıların minimize edilmesini yazılı bir belge ile talep etmişti. Üstelik ne hikmetse bu talep YÖK’ün ÖSS’de yapacağı yeni düzenlemeyi kararlaştırdığı 30 Temmuz 1998 toplantısının hemen öncesine denk gelmişti. Dönemin YÖK Başkanı, Çevik Bir’in talebini emir telakki etti ve 1999 yılından itibaren meslek liselilerin üniversiteye girişlerinde yıkılmaz bir duvar haline gelen katsayı engeli yükselmiş oldu. İşin ilginç yanı ‘katsayı’ meselesi adeta rejim meselesi haline getirildi. Atatürkçüler ve laik çevreler başörtü yasakları ile birlikte katsayı konusunu vazgeçilmez iki kale gibi görürken, tek endişeleri İHL kökenlilerin bürokrasi ve yargı kademelerinde yükselmesi ve iktidarı ele geçirmeleriydi. Nitekim korktukları başlarına geldi ve bir İHL mezunu ülkeye Başbakan oldu. Oysa rejim her alanda olduğu gibi sınıflandırmayı yapmıştı ve ancak elitlerin çocukları yüksek öğrenim alabilirdi. Sıradan halkın çocukları meslek liseleri ve İHL’lerden mezun olup ancak ‘hizmet’ sınıfında yer almalıydı. Herkes haddini bilmeliydi.
Danıştay işte bunun içindi. Haddini bilmeyenlere haddini bildirecek kararlara imza atmasıyla bilinirdi. Fakat 28 Şubat döneminde kurulan bu düzenek 2009 yılı başında laikleri üzecek bir kararla değişti. Yeni YÖK Başkanı güvenilen dağlara kar yağdırdı. 10 yıldır milyonlarca öğrenciyi mağdur eden farklı katsayı sistemini kaldıran YÖK, 21 Temmuz 2009’da bütün öğrencileri üniversiteye girişte eşit hale getirdi. Ancak 26 Haziran’da ‘yetki YÖK’te’ diyerek katsayının iptali için açılan bir davayı reddeden Danıştay, bu karardan 5 ay sonra düzenlemenin yürütmesini durdurdu. Son olarak İstanbul Barosu Başkanlığı, Yüksek Öğretim Genel Kurulu’nun (YÖK) yükseköğretime girişte katsayı puanı uygulamasının kaldırılmasına ilişkin 21 Temmuz 2009 tarihli kararının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle Danıştay’da dava açtı. Danıştay 8. Dairesi, YÖK’ün kararının yürütmesini oy birliği ile durdurdu. Oysa Danıştay bundan önceki süreçte katsayı konusunda düzenlemenin iptaline ilişkin açılan davalarda YÖK’ü adres göstererek, durdurma başvurularını reddetmişti. Şimdi ise aynı kurumdan çıkan bir kararı reddediyor. ‘Burası Türkiye’ mantalitesiyle açıklanacak bir durum ile karşı karşıyayız. Kaldı ki katsayı meselesini arapsaçına döndüren Milli Eğitim Şuraları’nda kimi kararları askerlerin dikte etiği düşünülürse, Danıştay’ın bu kararı hiç de garip gelmiyor insana.
Peki şimdi ne olacak? Üniversite sınavına aylar kala sadece meslek lisesi öğrencilerin de mağdur olacağı endişesi hakim kamuoyunda. Hükümet bu yıl hiçbir öğrencinin mağdur edilmeyeceğinin garantisini verse de, Danıştay’ın yürütmeyi durdurmasının ardından YÖK henüz yeni bir düzenleme yapmış değil. Üstelik YÖK’ün yaptığı düzenlemenin bir kez daha Danıştay engeline takılmayacağının da garantisi yok. Milyonlarca gencin hayatı, hayalleri, beklentileri karar merciindeki 3-5 insanın iki dudağının arasında… Kimse öğrenciler, ebeveynler ve eğitimciler açısından bakmıyor olaya. Halbuki haber bültenlerinde kulağınıza çalınıp geçen o ‘katsayı’ tartışmaları Ayşe’nin omuzlarının düşmesine sebep oluyor. Hüseyin bir daha ders kitaplarını görmek istemiyor, okuldan da vazgeçiyor belki. Melek ablasının kaderini yaşayacağını düşünerek ağlıyor geceleri gizlice. Ahmet babasına yüklüyor bütün suçu, kızıyor O’na, niye kendisini de ağabeyi gibi Anadolu Lisesi’ne göndermedi diye. Burak bu ülkeden çekip gitmek istiyor. Metin, düşlerini saklıyor defterinin arasına, Reyhan alternatifler arıyor kendine… Peki ya Danıştay üyeleri rahat uyuyabiliyorlar mı?