06.02.2010
Ne olduğu konusunda bir türlü "consensus" sağlanamayan "Balyoz" harekâtı; sonrasında bambaşka tartışmalar da gündeme getirdi.
(Bu arada bir kez daha vurgulayayım ki; bu çalışma bence bir darbe planı idi. Ancak üst düzey kumandanların karşı çıkmasıyla yaşama geçirilemedi. Silahlı Kuvvetlerimizin "kol kırılır yen içinde" anlayışını beğenmeyebilirsiniz ama tavırları böyle.)
Bu planın açığa çıkmasıyla birlikte; Türkiye'de ordunun siyasal yaşama müdahaleleri tartışmaya açıldı. 1960 27 Mayıs Darbesi (ben "devrimi" diyorum) başlangıç alınmak üzere; tüm ordu müdahaleleri aynı kefeye konularak en sert biçimleriyle eleştirilmeye başlandı.
Bu eleştirmelerden; benim gibi bu müdahaleleri birbirinden ayırarak değerlendirenler de nasiplerini aldı ve almaya devam ediyor. "Benim darbem iyidir senin darben kötüdür" diye düşündüğümüz ve davrandığımız ileri sürülüyor.
Oysaki bu yaklaşım çok yanlış. Kendi adıma şu kadarını söyleyebilirim ki; eğer bir darbe işlemekte olan bir demokrasiye ve demokratik yaşama karşı yapılıyorsa asla mazur görülemez ve en derin nefretle kınamak gerekir. Ama eğer bir darbe, demokrasiyi ortadan kaldırmak ve (son günlerin çok moda deyişiyle) "tek parti diktatörlüğüne" gitmek isteyen bir siyasal kadroyu durdurmak için yapılıyorsa; bunu desteklemek gerekir. Elbette "geçici kaydıyla" geliyorlarsa ve bu konuda inandırıcı oluyorlarsa...
Türkiye'de; yıllardan beri "tek parti diktasına" gidildiğinin işaretlerini ürkerek görenler ve bunu şiddetle eleştirenler (elbette son günlerdeki tartışmalar dahil) Demokrat Parti'nin "tek parti diktasına" gitmek isteyişini nasıl göremiyorlar hayretler içinde izliyorum. Demokrat Parti'nin biraz aşağıda ele alacağım "sapık" demokrasi anlayışını ve bunun nelere yol açabileceğini hiç düşünmeden Silahlı Kuvvetler'i eleştiriyorlar. Ve gene bu sapık demokrasi anlayışının ortaya çıkarabileceği "tek parti diktasını" engellemek için 1961 Anayasası'na konulan "kısıtlayıcı önlemeleri" değerlendiremiyorlar.
27 Mayıs Devrimi Yassıada Mahkemeleri'nde; daha önce gerçekleştirdiği olumlu hareketleri müthiş gölgeledi. Hele eline hiç kan bulaşmamış olan bir başbakan ve iki bakanı ipe göndermesi asla affedilebilir bir şey değildi. Ancak yapılan bu fahiş hata ve hatta "vicdansızlık"; 27 Mayıs Devrimi'nin haklılığını ortadan kaldırmamalı.
Demokrat Parti; kendi sorumluluğunun bir sonucu olarak gerçekleşmeyen "çoğunluk sistemi" sayesinde; gerek 1950 gerek 1954 ve gerekse 1957 milletvekili genel seçimlerinde; TBMM'de ezici çoğunluklar kazandı. CHP seçimlerde uygulanacak çoğunluk sisteminin kendine yarayacağını düşünmüş ve seçim yasasını değiştirmişti. Fakat sonunda iş ayaklarına dolaştı.
DP, TBMM'de ezici bir çoğunluğa sahipti ama toplumda öyle ezici bir tabanı yoktu. Hele 1957 Milletvekili Genel Seçimleri'nde oy oranı yüzde 50'nin altına düşmüştü. Zaten bana öyle geliyor ki; DP'nin "sistemi zorlaması" 1957 Milletvekili Genel Seçimleri'nin sonuçlarından doğan ürküntüyle hız kazandı.
Demokrat Parti'nin toplumsal tabanı git gide zayıflarken; sert önlemleri git gide artmaya başladı. Bugün toplumumuzda o günleri anımsayan ve değerlendiren insanların oranı yüzde 5 bile değildir. Yarım yüzyıldan daha eski olayları günümüz gençleri ve orta yaşlıları; olayı tek yönlü değerlendiren "muhafazakârların" ve cumhuriyetimize ve ordumuza pek de sıcak bakmayan "entel-dantel" liberallerin kalemlerinden okumakta ve değerlendirmekte. O günleri doğru anlatabilecek kimi "kalemler" de; günümüzde öylesine "ordu gölgesine" girdiler ki tüm inandırıcılıklarını yitirdiler.
O günlerde; saçma sapan nedenlerle tutuklanan ve hapse atılan gazetecileri kimse anımsamıyor ve anımsatmıyor. Ankara Cezaevi "Ankara Hilton" diye isimlendirilirdi. Gene aynı dönemde; kimi gazetelerin birinci sayfalarında bazı sütunlar beyaz çıkardı. Sakıncalı görüldükleri için "kazınmış" olurlardı.
"İspat hakkı"; yani yazılan bir haberin doğru olduğunun ispat edilmesi yasaktı. Hiç utanmadan "bize ispat hakkı değil İsmail Hakkı gerek" diye espriler yaparlardı. Demokrat Parti'nin ABD'nin dümen suyundaki dış politikasından ve 6/7 Eylül gibi kepazeliklerinden hiç söz etmiyorum. TBMM'de dış politikayı eleştirenlere söylenen tek şey "vatan haini" oldukları idi. O günlerin Meclis zabıtlarına bir bakılsa çok ilginç şeyler görülür.
27 Mayıs Devrimi'nin gerekçelerinin başında; yargı yetkisini yasamaya veren ve CHP ve diğer muhalefet partilerinin kapısına kilit vurmayı amaçlayan "Tahkikat Komisyonu" gösterilir. Bence bu iş doğru değildir ve abartılmaktadır.
Türkiye'yi 27 Mayıs'a götüren asıl konu; DP'nin "sapık" demokrasi anlayışıdır ve bu anlayış; Adnan Menderes'in bir DP TBMM Grubu'nda dile getirdiği "sizler isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" ifadesiyle gün ışığına çıkmaktadır. Sizler isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz çünkü "çoğunluksunuz..."
İşte bu anlayış "demokrasinin sonu"dur. Maalesef DP ve Menderes'in de sonu oldu. Zira demokrasi; çoğunluğun canının istediği her şeyi yaptığı bir yönetim değildir. Demokraside çoğunluğun yetkisi azınlığın yaşam sınırlarında biter...
1961 Anayasası'nda getirilen kısıtlamalar işte bu sapık anlayışı frenlemeye yönelikti. "Çoğunluk tahakkümünü" engellemeyi hedeflemişti.
Aynen "27 Mayıs Devrimi" gibi...
Yorum:
“27 MAYIS BİR CİNAYETTİR”
Varlık, insan hayvan bitki ve cansızlardır. Zaman, mekân, aylar ve günlerdir; yer ve göklerdir. Zaman mekânın içinde, mekân da zamanın içindedir. İnsanın sebep olduğu olaylar ise hem zamanla hem de mekân ile beraberdir. Yer ile gök, gece ile gündüz kuşatır insanı, yaptıkları iyilik ve güzellikleri, kötülük ve zulümleri, eziyet ve işkenceleri… İnsan, zaman ve mekânın dışına çıkamaz; şahitlik yapar bunlar, kameraya alır canileri, cinayetleri ve cellâtları… Asanları, kesenleri ve kesilenleri… Her şey nöbetle olur bu dünyada, eden bulur, kimsenin yanına kar kalmaz ettiği zulüm. Asan asılır, kesen de kesilir, kötülük eden de bir gün ettiği kötülüğü görür bu dünyada. Bir de tekrar sorgulanır öbür dünyada. O kadar ki, boynuzsuz koyun bile hakkını alır boynuzludan. Onun için işkenceleri, haksızlıkları, kötülükleri, her türlü şenaatleri ve eziyetleri görenler, sehpaları ve darağaçlarını görenler, kurşunlananlar ve bombalananlar, evet onlar, “zalimler için yaşasın cehennem!” diye haykırıyorlar. Doğru, doğru, hem de çok doğru, eğer cehennem olmasa asla dayanılmaz bunlar.
Hayvanlar âlemine baktığımız zaman hiçbir hayvanın hiçbir zaman kendi cinsi ile devamlı mücadele ettiği görülmez. Aynı tür hayvanlar birbirine düşman olmazlar. Onlar hep başka tür ve cinslere karşı çıkarlar. Fakat insan, insanın düşmanı yine insan, onun dostu da insan, düşmanı da insan… İnsana gelmez bir şey ve kötülük, hayvandan, bitki ve cansızdan. İnsana bela ve musibetler hep insandan gelir insandan. Çünkü insan, eksik ve noksan, onun bileşenidir hata ile nisyan. Öyleyse iyi insanlar var, kötü insanlar var; adil kişiler var, zalim kişiler var; çalışıp kazananlar var, çalıp çırpanlar var; adalet dağıtan hâkimler var, bir de Danıştay’daki hâkimler var; bireyi toplumu yöneten gerçek idareciler var, bir de bireyi ve toplumu ezen baskı yapan zorbalar ve despotlar var.
Yönetim sadece yöneticilere bırakılamayacak kadar önemli, adalet de sadece hâkimlere ve savcılara bırakılamayacak kadar değerli bir iştir. Onun için bizim dünyamızda herkes ama herkes yönetime elverir, omuz verir. Azından denetim yapar ve kontrol eder. Adalet işleri de öyledir. Herkes şahitlik yapar. Hâkimlere değil, hakemlere şikâyetini yapar. Zira bizim istediğimiz toplumda devletin tayin ettiği hâkimler değil, hukuku bilen toplumun serbest hakemleri vardır.
Bir toplumda yöneten durumunda olanlar, eğer halk tarafından denetim ve gözetim altında tutulmazsa o toplumda işler iyi gitmez. Zira bir ülkede hakka ve hukuka çağıranlar var olduğu müddetçe, iyiliğe ve güzelliğe, kanuna ve adalete davet edenler bulundukça o ülke çökmez. Bir toplumda adalet, tüm vatandaşların omuz vermeleriyle, herkesin katkısıyla yaşayacak ortak bir değer ve ortak bir haktır. Bunun için yüz milyon kişinin taşıyacağı bir yük, iki-üç bin hâkim ve savcının omuzlarına yıkılırsa, o hâkimler ezilir, o savcılar yükün altında kalırlar. Ezilen hâkim adalete değil, zulme çalışır ve cinayete hizmet eder. “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyen hâkim yükün altında ezilmiştir.
27 Mayıs devrimdir dediler, darbedir dediler, ihtilaldir ve inkılâptır dediler. Aslında 27 Mayıs yıllardan 1960 tır, günlerden de cumadır. Cuma bir gündür. Gün ise bir zamandır. Zaman darbe olur mu, ihtilal olur mu? Zamanın canı mı var, gücü mü var, hareket eder mi zaman? Hâlbuki zaman insana karışmaz, onu alt-üst etmez, vurmaz ve kırmaz zaman. Zaman darbeci olmaz, darbe vurmak demektir, darbeyi yapan insandır, askerdir. 27 Mayısta ihtilali yapan, inkılâbı yapan ordudur.
27 Mayıs’a devrim diyenler ve sadece devrim demek isteyenler var. Bunların her halde göz mercekleri renkli veya beyin merkezleri arızalı olup olayları farklı görüyor, farklı algılıyor ve değişik değerlendiriyorlar. Çünkü devrim kelimesi, devirmek kökünden gelen bir kelimedir. Bir şeyi yerinden alıp başka bir şey koyarsınız oraya, bir iktidarı, hükümeti alıp onun yerine başka bir iktidarı korsunuz, ama sadece olan budur; işte buna devrim derler. Ama 27 Mayısta yalnız bu mu oldu, kaldı ki sadece ve yalnız velev ki, böyle olsa, bunu bile asla asla kabul etmeyiz. Neden derseniz, toplumdaki bir kesim ve kısmın, kim ve ne olursa olsun, ortada bir gerekçe yok iken devlete ve milletin özgür iradelerine, seçim ve tercihine dayanarak yönetime gelmiş bir iktidara ve parlamentoya hayır demek, bir isyandır, bir başkaldırıdır. Bir evde hiç yoktan anne ve babaya karşı gelinir mi, baş kaldırılır mı, böyle bir isyan olur mu? Onun için başlangıç itibariyle 27 Mayıs, bir isyan, bir ayaklanma ve bir başkaldırı hareketidir. Netice itibariyle de bir idam, bir öldürme ve bir cinayet hareketidir.
Hem bu hareket, öyle bir hareket ki, milletin tankıyla, topuyla ve tüfeğiyle ve milletin alın terinin bir emaneti olan bu alet ve edevatıyla yapılmış bir harekettir. Bu bir emanete riayet değil, emanete hıyanet hareketidir. Dün millet, dipçik korkusundan hiçbir şey söyleyemedi ve yapamadı, “sen benim emanetim olan tüfeği nerede kullandın” diye hesap sormadı ve soramadı. Hâlbuki dün, bu tarihte asker tüfeğini sadece hükümete milletin seçip oy verdiği Menderes’e, Zorluya ve Polatkan’a değil, aynı zamanda millete çevirmişti. Çünkü bu iktidarın ve bu hükümetin arkasında millet vardı. Hükümeti ve üyelerini delip geçen kurşunlar milleti kalbinden vurdular. Zira devletin sahibi de millettir; devlet ve cumhuriyet kesinlikle ve asla şu kesim ve kesitin değil, şunların veya bunların değil, tek bir birey dışarıda kalmamak üzere milletindir ve herkesindir. Onun için millete düşman olanlar, devlete düşman olanlardır. Fakat şu kesinlikle bilinmelidir ki, mazlumun ahı yerde kalmaz. Dün Giordano Bruno’yu Capo dei Fiori meydanında diri diri yakanlar, onun oraya heykelini diktiler, yanlış yaptık dediler, af dilediler ve özür dilediler.
Toplumu koruyup ayakta tutan hukuktur. Hukuk insana mahsus olduğu gibi, insan da hukuka mahsustur. Onun için herkes ama herkes, hukukun arkasında olmalı, hukuku koruyup kollamalıdır. Hukuku çiğneyenler çiğnenmelidir, hukuk tanımazlara hukuk öğretilmelidir. Şimdi burada yüksek adalet divanı diye ad takılan mahkemenin başkanı Salim Başol’u hatırlıyorum. “Ne yapalım sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.”, dedi o. Bir de hukukun gereğini yerine getiren hukukçu-hâkim Papinyanus’u hatırlıyorum. Bakın Salim Başol mahkeme salonunda kendisine bir mazlumun sorduğu soruya nasıl cevap veriyor. 1950–54 arasında çıkan kânunların hesabı sorulurken Samet Ağaoğlu’nun; “Peki ama Reis Bey! O kânun lâyihasını bizimle beraber imzalayan Fethi Çelikbaş arkadaşım neden burada bizimle beraber değil?” diye sorunca; “Ne yapalım sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.”, dedi Başol Hâkim. Şu hâkimin aczine bakın, şu zavallı hâkimin kendi reyine ve kendi görüşüne değil, başkalarının daha doğrusu kuvvetin isteğine tabi olduğu rezalete bir bakın, şu kepazeliğe bir bakın. Kuvvet, hak hukuk olur mu? Hayvanlar kuvvetle, insanlar ise hukukla hareket edip yaşarlar. Kuvvetli hayvan demek, hakkını alan ve haklı olan hayvan demektir. İşte bu sebeple eğer bir toplumda kuvvetli olanlar haklı oluyorsa, o toplum insanlığını yitirmiş, hayvanlaşmış bir toplum olmuş demektir. Onun için her birey hukukun sahibi olmalı ve hukuka sahip çıkmalıdır. Fakat cahil bırakılmış bir halk hukukuna sahip çıkamaz, sürü haline sokulmuş bir millet hakkını arayamaz, haklının yanında ise hiç duramaz. Evet, bu milleti hem aldattılar ve hem de korkuttular. İyi insanlar birleşmedikçe, dürüst ve temiz insanlar beraber olmadıkça zulüm kol gezer, zalimler de ensemizde böyle boza pişirirler.
Yaşasın Papinyanuslar, yaşasın Papinyanus gibi hakkı tutan, hukuktan yana olan hukukçular ve hâkimler. Fakat kahrolsun zalimler ve zulümden yana olan hâkimler. Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, adlı eserinin 37–38. sayfalarında konu ile ilgili olarak şunları yazıyor: "Büyük hukukçu, imparator Septimus Severus'un teveccühünü kazanmış ve onun zamanında en yüksek memuriyetlere kadar yükselmişti. İmparator Caracalla, kardeşi Geta'yı öldürterek, tek başına hükümran olmak istiyordu. Bu hareketine, meşru bir şekil vermesini Papinyanus'dan talep etmişti. Bu büyük hukukçu, böyle haksız bir hareketin hukuken meşru gösterilmesine imkân olmadığını bildirerek, imparatorun bu talebini reddetti. Fakat bunu hayatiyle ödeyen Papinianus, bir hukukçunun nasıl bir harekete sahip olması lazım geldiğini, kendisinden sonra, bu meslekte çalışanların hepsine böylece anlatmış ve öğretmiş oldu."
Adnan Menderes hakkında da son zamanlarıyla ilgili olarak nete sorarsanız şu bilgiyi alırsınız: “Menderes, İmralı"ya vardığında bir odaya alındı. Bir diyeceğin var mı diye soruldu. Dini telkin için hoca da diğer odada bekliyordu. Menderes, hocayla yalnız konuşmak istese de bunun kanuna aykırı olduğu bildirildi. Tövbe duası yapıldı. Menderes"in son sözleri “Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletime ve milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum…” oldu. Sözlerinin ardından Menderes, büro kapısından çıkarıldı. Başını çevirerek fısıldarcasına “Hiç dargın değilim” dedi. İmralı Cezaevi’nin bahçesine götürülürken yürüdüğü o 150 metrelik yol, en sevdiği şey olan yürüyüşten nefret ettirdi. Son arzusu sorulan Menderes, “Şerefle yaşadığımın ve suçsuz olduğumun bilinmesidir” dedi. Sehpaya çıkarıldığında “Vatan sağ olsun” diyen Menderes, altından sehpa çekilirken “Allah” diye bağırdı.”
Evet, bizim görüşümüz de odur ki, Menderes’in ülkeyi kalkındırmaktan başka bir suçu, onu ölüme götürecek bir suçu asla yoktu. İç ile dış birleşerek onu katlettiler. “Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletime ve milletime ebedi saadetler dilerim”, diyecek kadar yüce olan bir insanı katlettiler. “Hiç dargın değilim” diyen bir şahsiyeti katlettiler. “Vatan sağolsun” diyen güzel bir insanı katlettiler. Eğer bu yazıyı bir muhakeme kabul ederseniz, bu mahkemenin hâkimi de şu kararı veriyor ve şu hükmü herkese ve tüm dünyaya ilan ediyor: “27 Mayıs bir cinayettir”
Ey 27 Mayıs şehitleri, sizlerin şehit olduğunuza inanıyoruz. Şu anda sanki hep beraberiz ve Yüce Allah’ın, malik-ül mülk olan, adil ve malik-i yevmiddin olan yüce Rabbın huzurundayız. Sizler için hep dua ediyoruz. Allah’ın size bol bol rahmetler ihsan ettiğine inanıyor ve biz de sizler için rahmet ve mağfiretler diliyoruz. Hepiniz Allah’a emanet olunuz. Biz de sizlere gelinceye kadar rahat rahat uyuyunuz. Hakperest insanlar, her türlü ahval ve şartlar altında hakkı söyler, hakkı tutar ve hakkı savunurlar.
"İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah"
Ziya Paşa