Konunun bu boyutunu daha fazla uzatmadan asıl maksada gelelim ve dinlerarası diyalog faaliyetlerinin meşruiyetini isbatlamak için ileri sürülen bazı delillere yakından bakalım:
Diyalog faaliyetlerine Kur'an'dan zemin teşkili için "(Resulüm) de ki: "Ey Ehl-i Kitap! Sizinle aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah'tan başkasını mabud tanımayalım, O'na hiçbir şeyi ortak kılmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın…" mealindeki 3/Âl-i İmrân, 64. ayetinin sıkça kullanıldığı dikkat çekiyor.
İleride ele alacağım "mübâhale ayeti"nden hemen sonra yer alan bu ayetin diyalog faaliyetlerine delil yapılmasının tam bir "el çabukluğu" örneği olduğunu söylemek zorundayız. Zira ayetin ne mantuk ne de mefhumu, bugün müşahede ettiğimiz tarzda bir "diyalog"a geçit vermektedir.
Önce ayetin "mefhum"undan başlayalım: Eğer "Allah'tan başkasını mabud tanımamak, O'na hiçbir şeyi ortak kılmamak ve insanları ilah edinmemek" Müslümanlar ile Ehl-i Kitap tarafından herhangi bir farklılık arz etmeyecek tarzda kabul gören ortak bir kelime ise ayet niçin "hasılı tahsile" çağırsın?
Bir başka şekilde söylersek; ayette dile getirilen bu üç temel nokta Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında aynı tarzda benimsenip bağlanılmış hususlar olsaydı, "gelin bu hususlar üzerinde birleşelim" demenin elbette hiçbir anlamı olmazdı. Şu halde burada, Ehl-i Kitab'a, çarpıttıkları, tahrif ettikleri bir gerçek hatırlatılıyor olmalıdır ki, kitaplarının ve bütün ilahî dinlerin esasıdır. Nitekim –Allahu a'lem– 66. ayette dile getirilen husus da bu noktaya işaret ediyor olmalıdır ki, orada Ehl-i Kitab'ın, "hakkında bilgi sahibi oldukları hususlarda tartıştığı" dile getirilmektedir. Yani ayetin ilk muhatapları olan Ehl-i Kitap, mezkûr üç nokta üzerinde yapılan tahrif faaliyetinin bilincindedir ve meselenin aslından haberdardır…
Ayetin mantukuna gelince, eğer dinler arasında bu ayetten hareketle bir diyalog faaliyeti başlatılacaksa, Müslümanlar'ın, muhataplarına öncelikle ayette ifade buyurulan çağrıyı yapmaları gerekir. Yani diyalogun zeminini mezkûr üç temel nokta teşkil etmelidir.
Burada dinlerarası diyalog faaliyetlerinin içini, "tanıma ve anlama" kelimeleriyle doldurmaya ve diyalogun başka bir anlamı bulunmadığını söylemeye çalışanlara da bir uyarı bulunduğunu söyleyebiliriz: Bu ayetten anladığımız odur ki, Müslümanlar'la diğer din mensupları arasındaki ilişki, onları tanıma ve anlama gayesine matuf ve bundan ibaret bir "diyalog" değil, "tebliğ" zemininde yürütülmelidir.
Üstelik Yahudiler'i ve Hristiyanlar'ı tanımak ve anlamak için dinî metinlerimiz ve tarihsel tecrübemiz hangi noktalarda yetersiz kalmıştır ki, bugün böyle bir diyalog sürecine ihtiyaç duyulmaktadır? "Ehl-i Kitap hakkındaki ayetler günümüzde yeni bir bakış açısıyla ele alınmalıdır" diyenlerle Kur'an'ın "tarihsel bir metin" olduğunu söyleyenler arasında nasıl bir fark vardır?
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, İslam'ı tebliğ maksadıyla çeşitli kabilelere gitmesi, Ebû Cehil gibi müşriklerin ayağına kadar defalarca gitmekten imtina etmemesi de dinlerarası diyalog faaliyetlerine dayanak yapılmaya çalışılan hususlar arasında bulunuyor.
Oysa bu ve benzeri hususların, Tevhid'i tebliğ amacına yönelik olduğu ve esasen bir peygamber olarak Efendimiz (s.a.v)'in en temel görevinin tebliğ olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda bu argüman kendiliğinden buharlaşacaktır.
Eğer bugünkü diyalog taraftarları Tevhid'i tebliğ maksadıyla hareket ettiklerini söyleyecek olurlarsa, "tanıma, anlama ve hoşgörme" söylemini nereye terk ettiklerini sormak gerekir. Ve yine sormak gerekir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, tebliğ maksadıyla gittiği yerlerde muhataplarını "tanıma, anlama ve hoşgörme" tavrında olduğunu gösteren bir belge var mıdır?
Bir diğer argüman da Hz. Peygamber (s.a.v)'in Necran hristiyanları ile görüşmesi ve kendilerine ibadet etmeleri için Mescid-i Nebi'yi tahsis etmesi olayıdır.
Necran hristiyanlarını Medine'ye getiren eğer Hz. Peygamber (s.a.v)'in onları iman ile cizye arasında bir seçim yapmaya çağıran mektubu ise, olay daha başından diyalog zemininden uzak bir tarzda başlamış demektir. Zira burada da "tanıma, anlama ve hoşgörme" söylemi ile taban tabana zıtlık teşkil eden bir durumun mevcudiyetini teslim etmek zorundayız.
Akabinde Necran heyeti Medine'ye geldiğinde, sırf üzerlerindeki ipek giysiler ve altın takılar sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendileriyle konuşmayı reddetmesini "diyalog ve hoşgörü"nün neresine yerleştirebiliriz?
Nihayet ipek ve altınları çıkardıktan sonra huzura kabul edilen heyetle Efendimiz (s.a.v) arasındaki söz dönüp dolaşıp Hz. İsa (a.s)'a geldiğinde 3/Âl-i İmrân, 59-61. ayetleri nazil oldu. Necran heyeti "mübâhale"yi kabulden imtina ettiğinde olanları biraz sonraya bırakarak bu ayetlerin muhtevasına bakalım:
"Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı; sonra ona "Ol!" dedi ve (o da) oluverdi. (Bu), Rabb'inden gelen bir gerçektir. Öyleyse şüphecilerden olma! Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara, "Gelin, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım; sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim" de."
İmdi, Hz. İsa (a.s) hakkında muhataplarına Kur'an'daki sarahati ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in net tavrını izhar etmeye yanaşmayan/izhar edemeyen diyalogcuların Necran heyeti hadisesini diyaloga delil getirmesi ne kadar tutarlıdır?
Bir de olaya şu açıdan bakalım: Necran heyeti, öyle görünüyor ki Medine'ye İslam'ı kabul etmek üzere değil, "bir orta yol bulabilme ümidiyle" gelmiştir. Bu niyetle başlayan macera, sonunda en temel anlaşmazlık konularından biri olan Hz. İsa (as.)'nın kimliği/kişiliği noktasına gelip dayanmıştır.
Bu noktada inen yukarıdaki ayetler, Efendimiz (s.a.v)'e –aralarında kendisinin Hak Peygamber olduğunun farkında bulunanlar da olduğu halde–, bu heyet hakkında "diyalog, tanıma, anlama ve hoşgörü"yü değil, "karşılıklı lanetleşme"yi, yani köprüleri atmayı emretmektedir, neden?
Nihayet "mübâhale ayeti"nin gereğini icra etmek için Efendimiz (s.a.v), yanına torunları, Hz. Fatıma ve diğer bazı eşleri (Allah hepsinden razı olsun) bulunduğu halde karşılıklı lanetleşmek için yola çıktı.
Ancak durumun vehametini sezen heyetten bazıları, başlarına gelecek büyük belayı savuşturmak için Hz. Peygamber (s.a.v)'e "anlaşma" teklif ettiler ki, bence diyalog faaliyetleri ile Necran heyetinin Medine macerası arasında kurulması gereken ilişkinin tam bu noktada aranması gerekir.
Bu teklif üzerine Efendimiz (s.a.v)'in yazdırdığı anlaşma metni şöyle:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in Necran (halkına) yazısıdır. Onların bütün mahsulleri, sarı, beyaz, siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında Resulullah'ın hükmü, onlara ihsanda bulunmaktır. Bin adet Recep, bin adet de Safer ayında olmak üzere ikibin adet elbise verecekler; her bir elbise kırk dirhem (bir okiyye) değerinde olacaktır. Elbiselerden haraç vergisini aşan ve okiyyelerden eksilen olursa, hesaplanacaktır. Haraç olarak ödedikleri zırhlar, atlar, binek hayvanları ve diğer eşyalar hesaplanarak onlardan alınacaktır.
"Necranlılar elçilerimi yirmi gün ve daha az müddetle ağırlayacaklar ve hiçbir elçi otuz günden fazla tutulmayacaktır. Yemen'de bir savaş ve olay vuku bulursa otuz adet zırh, otuz adet at ve otuz adet deve ödünç olarak vereceklerdir. Vermiş oldukları zırh, at ve bineklerden telef olanlar tazmin edilmek suretiyle Necranlılar'a geri verilinceye kadar elçimin kefaleti altındadır. Necranlılar'ın canları, dinleri, vatanları, malları, burada bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri ve onlara bağlı olanlar, Allah'ın himayesi ve Peygamber Muhammed'in emanı altındadırlar. Şu an içinde bulundukları hallerine müdahale edilmeyecek, dinlerinden ve haklarından hiçbir şey değiştirilmeyecektir. Ne bir piskopos bu görevinden, ne bir rahip rahipliğinden, ne de bir kilise bakıcısı bu görevinden alınacaktır. Ellerinde bulunan az ya da çok her şeyleri kendilerinindir. Artık ne geçmişten dolayı bir töhmet, ne de kan davası vardır. Onlar savaş için çağırılmayacak, mahsullerinden de ondabir vergi alınmayacaktır. Yurtlarını başkalarının askerleri çiğnemeyecektir. Kim hakkını isterse zulmetmeden, zulme de uğramadan insaf ile hükmedilecektir.
"Bundan sonra kim faiz alırsa benim emanımdan çıkmış demektir. Onlardan hiç kimse diğerinin yerine cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine aldıkları yükümlülükleri yerine getirip iyi hal üzere devam ettikleri sürece bu sayfada yazılı olan hususlar Allah'ın emri gelinceye kadar Allah'ın himayesi Resulullah Peygamber Muhammed'in emanı altındadır."
1. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin "İslamî", hatta "İslam'ın emri" olduğunu ileri sürmekle, hal-i hazırda diyaloğu bir "politika", içeride (ve hatta belki "dışarıda" da) yaşanan sıkıntılardan bir "çıkış yolu" olarak görmek birbirinden farklı şeylerdir.
Bunlardan ilki, yapılan işin "mahza emr-i ilahî" olarak nitelendirilmesi sebebiyle, diyaloğun İslam'ın "olmazsa olmazı" olduğunu ileri sürmek anlamına gelirken, ikincisi, –ucu yine Din'e dokunmakla birlikte– belli bir cemaatin sübjektif anlayış ve politikası sınırında tutulması ve anlaşılması gereken bir faaliyet olarak hadiseyi lokalize eder.
Diyalog faaliyetlerini yürütenler, meseleyi ilk nokta-i nazardan ele aldığı ve dahi sonuçları da umumi olacağı için, önümüzde, bütün Ümmet-i Muhammed (s.a.v)'i ilgilendiren bir durum var demektir.
Bu gerçeği meseleye bakışımızın temel hareket noktası yaparak devam edersek:
2. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin İslam'ın onayladığı biçimde yürütülüp yürütülmediği konusunda diyalogcularla aramızda görüş ayrılığı bulunduğuna göre, meselenin benim baktığım pencereden arz ettiği görünümü dile getirmek benim için hem bir "hak", hem de "sorumluluk"tur.
Şimdi şu ikileme bir bakın:
Bir yanda Ümmet-i Muhammed (s.a.v), diğer yanda Ehl-i Kitap ve diğerleri.
Diyaloğun "İslam'ın emri" olduğunu söyleyenler, nedense bunun, öncelikle Müslümanlar'a yönelik olarak yerine getirilmesi gereken bir emir olduğunu düşünmüyor, dillendirmiyor; onları olduğu gibi kabul edip inançlarına saygı duymuyor, hatta canları sıkıldığında Müslümanlar'ı türlü olumsuz sıfatlarla tavsif etmekten geri durmuyor.
Peki aynı kesimin Ehl-i Kitap ve diğerleri hakkındaki tavrı nasıl?
Siz şimdiye kadar bu kesimin politikalarını belirleyenlerden, Ehl-i Kitab'ın İslam ve Müslümanlar'a yönelik her türlü ithamat ve hücümatını tenkit mahiyetinde bir satır okudunuz ya da duydunuz mu?
Bütün kesimleriyle Ehl-i Kitab'ın İslam ve Müslümanlar'a yönelik olarak her sahada yürüttüğü "kuşatma" politikalarına inat ve ısrarla sessiz kalınırken, Müslümanlar'ın uyarı ve eleştirilerine tahammülsüzlük gösterilmesi belki diyalog zemininin zedelenmemesi kasdıyla ya da kendilerine yönelik eleştirilere haklılık payı kazandırmama düşüncesiyle açıklanabilir belki; ama bu tavrın "meşru/dinî" bir izahı yapılamaz!
3. Diyalog faaliyetlerinin, "yeryüzünde barış ve adaletin tesisi" söylemiyle gerekçelendirilmesi de inandırıcı olmaktan hayli uzaktır. Zira yeryüzünde barış ve adaletin tesisinin önündeki en büyük engelin bizzat Ehl-i Kitap olduğunu görmemek için ya aşırı saf veya maksatlı olmak gerekir.
Diyelim ki bu gerekçeye samimi olarak inanıyorlar. Peki bugüne kadar "diyalog ve hoşgörü" adı altında düzenlenen organizasyonlar bu amacı gerçekleştirmeye ne kadar hizmet etmiştir? Alayı vala ile yapılan onlarca organizasyondan geriye kalan nedir?
4. Bunu da izninizle ben söyleyeyim: Bu organizasyonlar Müslüman milletimizin hafızasını silici, Tevhidî hassasiyetini zedeleyici ve kültürel/toplumsal dokusunu tahrip edici bir işlev görüyor.
Özellikle son yıllarda ortaya atılan "İbrahimî/semavî dinler", "dinlerin aşkın birliği" gibi kavramlar, İslam'la Yahudilik ve Hristiyanlık arasındaki "temelli" ihtilafları buharlaştırıcı bir etki yapıyor.
"Bunda ne var?" demeyin. Zira olay Yahudi ve Hristiyanlar'ın Müslümanlar'a değil, Müslümanlar'ın onlara yaklaşması tarzında cereyan ediyor. Bunun dinî, siyasî, kültürel ve toplumsal yansımalarını yavaş yavaş görmeye başladık. Küresel yansımalarını ise önümüzdeki dönem gösterecek…
Eğer Yahudi ve Hristiyanlar'ın amentüsü yanlış ise ve bu yanlış amentü, dünyanın kana bulanmasını intaç edici bir işlev görüyorsa, yapılması gereken şey, onları "oldukları gibi kabul etmek ve kendilerine saygı duymak" değil, Kur'an ve Sünnet'te gördüğümüz tarzda kendilerini Hakk'a, hakikate davet etmektir. İçinden geçmekte olduğumuz küresel krizlerin ve İslam coğrafyasında yaşanan çok yönlü vahşetin sorumlusunun kimler olduğunu bilmeyen var mı?
"“Benim dinim hak, diğerleri batıl” tavrıyla diyalog olmaz; nasıl onların dini bize göre batıl ise, bizim dinimiz de onlara göre batıl" diyebileceklere son söz olarak şunu söyleyelim:
Habibullah'ı ve hatta Hz. Musa ve Hz. İsa'yı (hepsine salat ve selamın en güzeli) derinden inciteceğinde kuşku bulunmayan bu tavır, sahibini kurtarmaz ki dünyayı kurtarsın!!
Yorum:
2.Vatikan konsilinde ortaya atılan ve kabul edilen dinlerarası diyalog düşüncesi ile, Katolik hristiyanlar ile diğer mezhepler ve diğer din mensupları arasındaki ihtilafların rafa kaldırılmasına ve agresif misyonerlik faaliyetleri yerine daha yumuşak ve tepki çekmeyecek bir yaklaşım içine girilmesi gerektiğine karar verildi.Burada kilise yüzyıllardır sürdürmüş olduğu misyonerlik faaliyetlerinden vazgeçmemiş aksine diyalog ve hoşgörü faaliyetleriyle sessiz ve derinden misyonerlik faaliyetlerine zemin hazırlamıştır. Zaten gerçek amaçta budur.Nerede bir misyonerlik çalışması mevcutsa öncesinde mutlaka diyalog ve hoşgörü ile ilgili bir çalışma yapılmıştır veya nerede bir diyalog ve hoşgörü çalışması mevcutsa sonrasında mutlaka misyonerlik çalışması baş gösterecektir.
Bu faaliyetlerle Müslümanların hristiyanlaştırılmasından çok kendi dinlerine karşı laubali , ilgisiz ve umursamaz olmaları amaçlanmıştır. Son dönemde bu faaliyetlerin başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Gelen haberlere göre bir takım cemaatlerden hristiyanlığı benimseyenler yada sadece Allaha ve ahirete inanıp dinleri inkar edenlerde artış olduğu gözlenmektedir.
Bu olayları göz önünde bulundurup Kuranın ve peygamberimizin uyarılarını göz önüne alarak Yahudi ve hristiyanların dinlerine yaptıklarını bizde kendi dinimize yapıp onların durumuna düşmemeliyiz. Öncelikle Müslümanlarla diyalog kurup yanlış diyalog anlayışından doğru diyalog anlayışına geçmek dileğiyle. Allah mümin firasetiyle donanmayı nasip etsin.