Toktamış Ateş
Bu AB işine ciddi biçimde kızmaya başladım.
Şimdi de sanki nispet yaparcasına; Makedonya, Karadağ ve Sırbistan'dan birtakım insanları "Schengen bölgesine" vize falan aramadan sokmuşlar. Söz konusu Türkiye olduğu zaman; bin bir engel çıkartırlar, bu ülkelerin insanlarına kırmızı balmumlu davetiye gönderirler. Sonra da "haktan, hukuktan" söz ederler. Siz; önce Türkiye'ye verdiğiniz sözleri yerine getirin.
Daha sonra başka işler yapmaya yüzünüz olsun.
Ne diyelim; bunlar da Avrupalının çifte standartları... İnsan olan utanır...
Değerli arkadaşım Egemen Bağış kusura bakmasın ama maalesef bu konuda onun iyimserliğini paylaşamıyorum. Üstelik artık iyimser olmak da istemiyorum.
Atalarımız "çok naz aşık usandırır" demişler. Gerçekten çok doğru. Ben AB'ye âşık falan da değildim ama artık "usandım." Ne halleri varsa görsünler...
Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi; AB'ye yeni ufuklar açabilirdi. Ortadoğu pazarlarına deneyimli bir ortakla girmek; deneyimsiz pazarlamacılara güvenmekten çok daha iyi sonuçlar verebilirdi. Fakat tercih etmediler.
Kendileri bilir...
Türkiye'nin AB'den fazla bir beklentisi kalmamıştı. Zaten "yardım fonlarının" sonuna gelinmişti. Üç-beş "entel dantel" solcu eskisi ve yeni "liberal-Müslüman"ın çöplenmesinin ötesinde; ülke olarak bir şey bekleyemezdik. Doğrusu bu fonları "kurutan" da Yunanistan oldu. Şimdi "hazır yemeye" alışmış durumdaki Yunanistan ekonomik sorunların altında eziliyor. İçimden; "beter olsun" demek gelmiyor ama fazla üzüldüğümü de söyleyemem.
AB'ye girmek istemenin bir başka nedeni; "demokrasi üzerinde dolaşan kara bulutların kalkması" olabilir ki; Avrupa Birliği normlarına uysun diye demokrasi yaşatılamaz. "Açığı" burada kapatırsınız; bir başka yerde başka bir açık ortaya çıkar.
Türkiye'nin bu örgütle ilişkisi çok eskilere dayanır ve bu örgüte ilk zamanlarda çok karşıydım. Bunca yıl sonra düşünüyorum da pek haksız değilmişim...
AB (ayrıntılara girmeden anımsatmaya çabalıyorum) önce Avrupa'da kömür, çelik üretimi ve tüketimini denetim altına almaya yönelik bir örgüt olarak uluslararası sahnede görüldü. Daha sonra; salt bir ekonomik örgüt olan "Ortak Pazar" oluşturuldu.
O zamanlar "Ortak Pazar"ın altı kurucu üyesi vardı. Yunanistan'ın da üyelik için başvurduğunu öğrenince; Türkiye de başvurdu. Ve soğuk savaşın tüm insafsızlığı ile sürdüğü o dönemde; soğuk savaşın "baş aktörü" Türkiye'nin talebinin geri çevrilmesi mümkün görünmüyordu. Zaten 1 Aralık 1964'te yürürlüğe giren 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması; belli bir "geçiş dönemi"nin ardından Türkiye'yi tüm haklarıyla üye yapmayı öngörüyordu.
Fakat bu arada; "Ortak Pazar"ın yapısı değişmeye başlamıştı. Önce "ekonomiyi" dışlamadan "Avrupa Ekonomi Topluluğu" adını almış ve daha sonra da "Avrupa Birliği" adını alarak; tam anlamıyla siyasal bir birliğe dönüşmüştü. Bu birliğin en önemli özelliklerinden biri; tam anlamıyla bir "Hristiyan Kulübü" olmalarıdır ki; bunu hâlâ şiddetle reddederler...
Biz de buna inanıyoruz!..
Türkiye ilk başvurusunu yaptığı dönemlerde adı "Ortak Pazar" olduğu için; o zamanlar; bir slogan geliştirmiştik: "Onlar ortak biz pazar" derdik. Gençlik işte...
Bu karşıtlığım 1970'li yıllarda da sürdü. Davit Ricardo'nun "mukayeseli maliyetler" teorisinin doğruluğuna inanıyordum ve buna hâlâ inanırım.
Çok basite indirgeyerek özetlersek; bir ekonomide malların iki türlü fiyatı vardır. Bunlardan biri uygun görülen fiyattır; öbürü "emek maliyeti" ile ortaya çıkan fiyattır. Bunu ortaya çıkartan "emek birim maliyettir." Bir emek birim maliyet; bir işçinin bir günde ürettiği malın ya da hizmetin maliyetidir.
Örneğin; 30 işçinin çalıştığı bir fabrikada; 1 motor 1 günde üretiliyorsa; o motorun maliyeti 30 emek birimdir. Ve diyelim ki; o motorun piyasa fiyatı 1000 Amerikan Doları olsun.
Gene diyelim ki; 1 ton buğdayın fiyatı da 1000 Amerikan Doları olsun. 1 ton buğdaya karşı söz konusu motoru alırsak; ilk bakışta normal bir ticaret gibi görünür. Oysaki o 1 ton buğdayı üretmek için 3 kişilik bir aile 90 gün çalışmışsa; o 1 ton buğdayın "emek birim" açısından maliyeti 3x90; yani 270 emek birimidir.
Yani 30 emek birimi maliyeti olan bir motor; 270 emek birimi maliyeti olan bir ton buğdayla değişmektedir. Burada bir haksızlık olduğu kesindir.
İşin özü; "ileri teknolojiyle üretim yapan ülkeler; emek yoğun üretim yapan ülkelerle ticaret yaptıklarında; her zaman avantajlı olurlar."
İşte bu düşüncenin ışığı altında "Ortak Pazar"a karşıydım. Rahmetli Yüksel Ülken Hocam; Teksas'ın ABD'ye katıldıktan sonra nasıl kalkındığını anlatana kadar.
Bunu bir başka yazımda anlatırım...
Yorum:
AB İÇİN POLİTİKA ve HERŞEY İÇİN POLİTİKA
Kaç yıl oldu bilmiyorum. Aşağı yukarı 20 yıl kadar olmuştur. Şubat tatilinde köyüme, o zamanlar köydü, sonra belde oldu, şimdilerde ise mahalle, Denizli’nin Göveçlik mahallesine gitmiştim. Allah rahmet eylesin, kayın peder Mehmet Koç ile oturuyorduk. Ben bir ara bu sene havalar iyi gidiyor, dedim. Kayın peder de havaların işi belli olmaz, çünkü ne demişler, “Zemherinin hoşluğu Osmanlı’nın dostluğu” demişler dedi. Yani sizin anlayacağınız zemherinin hoşluğu ile Osmanlının dostluğuna pek güven olmazmış…Ben Osmanlı nasıldı, bu söz neden söylenmiş acaba, gibi bir soru sorsam kayın pederin durumu bunu cevaplamaya müsait olmadığı için bir şey söylemeyip sustum. Ancak İzmir’e geldiğimde arkadaşlara, çevreme ve okuldaki öğretmen arkadaşlara ve hocalarımıza ben “Zemherinin hoşluğu Osmanlının dostluğu” diye bir söz duydum, bu ne demek, burada önemli bir nokta gizli olsa gerek dedim. Kimse bana doyurucu bir cevap veremedi. En sonunda koridorda giderken İzmir yüksek İslam Enstitüsünde öğrenci iken dini musiki derslerimize girmiş olan Allah kendisine sağlık, sıhhat, afiyet ve uzun ömürler versin, Prof. Dr. Ayhan Altınkuşlar hocamıza rastladım, ona sordum. Osmancım dedi, bu bir tarihtir. Bu konuda çok yazılar yazılmış, kitaplar çıkmıştır, bu işlerle uğraşan Avrupalı bir yazarın sözünü size söylemek isterim. O diyor ki, Osmanlı İstanbul’u alıncaya kadar çok iyi gidiyordu. İstanbul’u aldı, ondan sonra bozuldu, güvenilmez oldu, diyerek adamın bu sözünü bana nakletti.
Özgür iradeye ve istediği gibi hareket edip davranmaya ve dilediğini yapmaya ehil olan insanoğlu, maalesef çoğu zaman politik olmuş, devletler de güvenilmez politikalar üretmişlerdir. Birey ile toplum politika yapar, fert ile devlet de politika yayar ve kandırırsa bu olur mu? İşte bu anlamda politika insanları ve toplumları aldatma, kandırma ve uyutma sanatıdır. Belki Avrupa Birliği bizi aslında topluluğa almak istemiyor, fakat alacakmış gibi gözüküyor. Belki Türkiye de Avrupa Birliğine katılmak istemiyor, Türkiye’nin normalleşmesini yani kurumlar arasındaki soğukluğu, karşıtlığı ve hak tanımazlığı kaldırıp normale dönemsi için bu süreçte Avrupa Birliğine benzemeye çalışıyor ve kendi seviyesini insani açıdan yükseltmeye çalışıyor. İşte Türkiye de böylece AB’ne girecekmiş gibi görünüyor. Eğer bir kimse, politik davranıp yalan bir pozisyon sergiliyorsa, bir toplum veya devlet de politika yaparak yapmayacağı bir şeyi yapacakmış gibi gösterip oyalama taktikleri sunuyorsa bu, çirkin politikadan başka bir şey değildir.
Kişinin, bir malı satın almayacak iken alıcıymış gibi gözükmesi ne kadar yanlış bir hareket ise, bir adamın, bir kadını seviyormuş gibi gözükmesi ve böylece ona seninle evleneceğim, deyip oyalayıp bekletmesi de o kadar çirkin, yanlış ve günah bir davranıştır. İş arayan bir işçinin bir fabrikaya gelip iş istediği zaman bu işçiyi almayacak olduğu halde işverenin, onu fabrikaya alacakmış gibi gözükerek oyalaması kadar zararlı bir tutum olamaz. Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz; ama buna gerek yoktur mesele anlaşılmıştır. Burada mesele, insanın içi başka dışı başka olmasıdır. Böyle insanlara ikiyüzlü, derler. Eskiden içinden başka dışından başka olan, mesela dış görünüşü Müslüman olmakla birlikte içi kâfir olan kimseye münafık derlerdi. Aslında bu kelime giriş ve çıkış kapıları olan bir ev, tarla faresi, Arap tavşanı ve köstebek gibi hayvanların yeraltında bir taraftan girip öbür taraftan kaçtığı tünel gibi yuvalarından alınmıştır. Birey ve bireyler için örnek verip açıkladığımız bu hareket ve davranışları aynı zamanda devlet ve toplumlar için de düşünebiliriz.
Buna göre Türkiye gerçekten Avrupa Biriliğine katılmak istiyor mu? Yoksa asıl niyeti başka olup bu süreçten bir şeyler mi kazanmak istiyor, bu da bizce açık olarak belli değildir. Avrupa Birliği bizi alacak mı almayacak mı, gerçekten bunu istiyor mu veya istemiyor mu, belli değildir. İşte böylece sadece ortada belli olmayan bu meçhuller vardır.
Sır saklama başka şey, içi dışı ayrı olma da başka bir şeydir. Onun için Fatih Sultan Mehmet’in «Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» sözü yanlış değil, doğru olmalıdır. Bir devlet sırrı başka, bir devletin bir devlete karşı kelimenin tam anlamıyla münafıklık yapması ve yalan söylemesi ve yalan davranması başka bir şeydir.
Bizce politikada görülen bu ülke içi ve ülkeler arası olumsuzlukların, yanlış hareket ve davranışların belli başlı dört sebebi vardır.
1- Batıda oluşan Rönesans, reform ve aydınlanma hareketleri ile insanla daha doğrusu konumuz açısında toplum ve devletle ilgili her şey değişmiş ve nirengi noktaları yerli yerinden oynayıp kaymıştır.
2- Birey ve toplum, fert ve devletle ilgili kelimeler başka bir ifade ile terim, tarif ve tasnifler değişmiş ve ters-yüz edilmiştir.
3- Bugün bütün dünya çökmekte olan, ama bütün kurumlarıyla çökmekte olan bir batı medeniyeti ile karşı karşıya olduğu için herkes ve her toplum adeta bir bekleme sürecine girmiş ve ülkeler birbirine karşı son derece teenni ile hareket eder hale gelmişlerdir. Fakat can çekişen birinin can havliyle hareket ettiği gibi bazen ani hareketler de olabilir.
4- Bu medeniyette eşya bilgisi, teori ve pratiğiyle son derece ileri gitmiş, insani bilgiler ise nazariye ve tatbiki ile son derece geride kalmıştır.
Bir şey zamanla değişir ve bozulur. Bu kural, insan, hayvan, bitki ve cansız, birey ve toplum, fert ve devlet, kültür ve medeniyet kim ve ne olursa olsun, her şey ve herkes için geçerlidir. Zamanla her şey eskir, çürür ve yok olur. Canlılar da yaşlanır, ihtiyarlar ve ölürler. Bu değişmez kanuna her varlık kaçınılmaz bir şekilde uymaktadır.
Eğer bugün ülkede ve dünyada politikada bir takım haksızlık ve yanlışlar yapılıyorsa bunun çoğu cehaletten ileri gelmektedir. İnsanlar hak ile vazifeyi alacak ile borcu karıştırmışlardır. Seçmek ve seçilmek bir hak mıdır, yoksa bir vazife midir? Bir taraftan kamu görevi diyeceksiniz diğer taraftan da bu bir hak gibi uygulama yapacak ve yaptıracaksınız. Böyle bir şey olur mu? Burada konumuzu açıklığa kavuşturacak, hak vazife açısından bir yanlışı ne kadar doğru gibi algıladığımızı gösterecek bir örnek sunmak isteriz. Kamu için çalışanlar, eğer fakir iseler ücretlerini alırlar, eğer zengin iseler yaptıkları bu çalışmadan dolayı bir ücret almazlar, dediğimiz zaman her halde bu kurala herkes, olur mu öyle şey, diye itiraz edecektir. Hâlbuki doğrusu budur. Çünkü kamuya hizmet etmek bir görevdir. Görev ise bir bedel karşılığı olmaz. Anneler ve babalar çocuklarına bir ücret karşılığı bakmazlar.
Bir devlet başkanı olan Ömer, çarşı ve pazarları dolaşıp denetliyor. Pazarcı ve satıcıların kanun ve kurallara uygun hareket edip etmediklerini de teftiş ederek onlara sorular soruyor. Doğru cevap verenlere bir şey demiyor. Ancak cevap veremeyenlere haydi, tasını ve tarağını topla öğren de gel diyordu.
İşte bugün hem ülkede ve de tüm dünyada politikalardaki yapılan zulüm ve haksızlıklar, aldatmalar ve kandırmalar, hak bilmez ve hukuk tanımazlıklar karşısında yanlış politika yapan ve üretenlere haydin tasınızı tarağınızı toplayın, öğrenin de gelin demekten başka bir çare yoktur. Çare, eski binayı yıkıyorum ve yeni bir bina yapıyorum… Toplum yaşlandı…dertlere çare olamıyor, onun için yeni bir toplum inşa etmeliyiz, ediyoruz ve edeceğiz yolundan geçer.