15.08.2009
Anadil Son günlerde dillerden düşmeyen "Kürt açılımı" konusunda bir şeyler yazmadığımdan bahisle, eleştiren arkadaşlarım oldu.
Fakat son zamanlarda bu konuda çok yazdığım için aynı şeyleri tekrarlamamak istiyordum.
Çok kısa bir tatili de vesile ederek son aylarda bu konuda yazdığım üç yazıyı yeniden yayınlamaya karar verdim. Bugün 3 Mart tarihli yazımı yeniden yayınlıyorum. Önümüzdeki salı 21 Nisan tarihli yazım, perşembe günü de 25 Nisan tarihli yazım yayınlanacak.
Kürt açılımıyla ilgili görüşlerim yıllardır değişmedi ve sanıyorum önümüzdeki yıllarda da değişmeyecek.
Her ulusun tarihinde, utanç duyulması gereken sayfalar vardır. Bunların sürekli olarak dile getirilmesi, hoş olmayan ve bence, çok yanlış bir şeydir. Fakat, unutulmaması da gerekir. Bugün, yakın tarihimizdeki böyle bir utanç döneminden söz etmek ve bu dönemin, günümüze taşıdığı kimi travmaları ele almak istiyorum.
Ancak, bu konuya girmeden önce; yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için, bir düşünce ve kanaatimi, bir kez daha dile getirmek istiyorum. Bence, Türkiye'de Türk olmak; "Türkiye Cumhuriyeti'ne, vatandaşlık bağı ile bağlı olmak ve anadili ne olursa olsun, resmi dilimiz Türkçe'yi, kamu yaşamımızda kullanmak" demektir. Ve bu anlayışım çerçevesinde; Türkiye'ye, vatandaşlık bağıyla bağlı olan ve hangi ırktan, hangi etnik gruptan gelirse gelsin; kamu yaşamında, Türkçe'yi kullanan herkesi, "1. sınıf" vatandaş sayarım ve "mutlak bir eşitlik" içinde görürüm. Ve elbette, başta Sayın Ahmet Türk olmak üzere, DTP'nin tüm milletvekillerini ve üst düzey yöneticilerini; etnik aidiyet ve duyguları ne olursa olsun, vatandaşlıktan kaynaklanan birer Türk olarak görürüm ve bu "1. sınıf vatandaşları" kendimle mutlak anlamda eşit olarak değerlendiririm.
Herhalde anlamışsınızdır. Konumuz DTP eşbaşkanı, Sayın Türk'ün; TBMM DTP grup toplantısında, konuşmasının bir bölümünü Kürtçe yapması. Kimi yorumlarda; bu konuşmanın, "büyük tepkilere" yol açtığı söyleniyorsa da; bence, büyük tepki falan olmadı. BBP'li gençlerinin, cılız bir gösterisi bir yana; insanlar, sokaklara da dökülmediler. Öyle anlaşılıyor ki; pek hoşa gitmese bile toplumumuz böylesine (bence) münasebetsiz bir çıkışı, olgunlukla karşılayacak düzeye ulaşmış.
Kimileri, ulaşmaktan uzak olsalar bile...
Fakat gene de, bir değerlendirme yapmamamız gerektiğini düşünüyorum. Zaten, bu konuşmanın yapıldığı, geçtiğimiz Salı gecesi, Samanyolu Haber TV'deki "Açı" programında, bu konuyu da değerlendirmiştik. Ben, "Herhalde Ahmet Türk'ün içinde kalmış, bir uktesi vardı" demiştim. Ve bir gün sonra yaptığı basın toplantısında Sayın Türk, şu "yakıcı cümleleri" dile getiriyordu: "...Ailelerimiz ziyarete geliyordu, başka dil bilmedikleri için Kürtçe konuşmak istiyordu. Ancak Kürtçe konuşmanın hem bize hem kendilerine yönelik baskı aracı olduğunu ve bu yüzden dayak yediğimizi bildikleri için Kürtçe konuşmuyorlardı. Biz buna rağmen bazen 'nasılsın anne' diyorduk; onların yüreği kırılmadan dönmelerini istiyorduk. Sonra da bunun için dayak yiyorduk. O zamanlar kendi kendime 'bir gün resmi bir toplantıda anadilimle konuşacağım' diye söz vermiştim..."
12 Eylül utanç döneminin o "unutulmaz" Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanıyor bunlar. Ve kendi ifadesiyle, "Kürtçe konuştuğu için" dayak yiyen Ahmet Türk, bölgesinde çok etkili bir milletvekili...
O Diyarbakır Cezaevi, bence PKK terörünün, en ciddi nedenlerinden biridir. İnsanlar orada, öyle şeyler yaşamışlar ki; ölüm bile, bazen bir kurtuluş olarak görülebilmiş.
İlginç bir rastlantıyla, o günlerde bir başka CHP'li siyasetçinin, Sayın Nurettin Yılmaz'ın, "Yakın Tarihin Tanığıyım" başlıkla yayınladığı anılarını okumuştum. Şimdi o anılardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum: ...İri yarı bir asteğmen, arkadan kafama copla sert bir şekilde vurdu. Donumu aşağı indirmemi istediğinde kesin olarak reddettim. 3-4 gardiyan tarafından coplandım. Ve milletvekili ve avukatların bulunduğu 37 no'lu koğuşa konuldum. Milletvekilleri Ahmet Türk, Celal Paydaş, Mahmut Bucak ve avukat Şerafettin Kaya ile avukat Hüseyin Yıldırım vardı koğuşta...
...Bana Ahmet Türk'e, Celal Paydaş'a ve Hüseyin Yıldırım'a kötü muameleyi ilke edinmişlerdi.
Bizlere 7-8 metre uzunluğundaki ağır kalaslar taşıtıyorlardı. Bir ara genç tutuklulardan biri bana ve Ahmet Türk'e yardım etmek istedi. Bu sefer hem coplandık, hem de bize ikişer kalas taşıtılmaya başlandı...
...Bir gün kokmuş yemeği verdiler bize. Yemeği iade etsek cezalandırılırız diye, tuvalete dökmeye karar verdi koğuş sorumlusu. Yemeği tuvalete dökünce, alt kattaki tuvalet tıkandı. Beni, Ahmet Türk, Celal Paydaş ile Şerafettin Kaya'yı temizlemeye çağırdılar...
...'Kollarınızı sıvayın tıkanan tuvaletin pisliklerini ellerinizle çıkarıp, tuvaleti açın dediler. Celal Paydaş bizden biraz daha iriydi, biraz da saftı. O denedi. Başarılı olamadı. Ben ile Ahmet Türk de bu görüntüye güldük. Güldüğümüzü gören 'Azrailler' o pis suyu içme cezası verdiler. Tüm direnmemize rağmen, başarılı olamadık...
...Guantanamo'dan onlarca kat daha zordu...
TBMM çatısı altında yasal olarak Türkçe dışında bir dil kullanılması, mümkün değildir.Bunu, elbette Ahmet Türk de biliyordu. Zaten, "Bundan sonraki çalışmalarımı Türkçe yapacağım" açıklamasını yaparken, herhalde bunu düşünüyordu.
Evet, yasadışı bir durum söz konusudur ama insanları, bu türden davranışlara iten duygulara da, saygı göstermek gerektiğini düşünüyorum.
12 Eylül, bir utanç sayfasıydı. İzlerinin silinmesine uğraşmak gerek.
Yaranın kabuğunu kaldırmayalım...
Yorum:
IRK ve IRKÇILIK YOK, DİL ve KÜLTÜR VAR
Bugün hem Türkiye’mizde ve hem de dünyada birey ve toplum, fert ve devlet olarak insanı yeniden tanımaya, öğrenmeye ve bilmeye şiddetle ihtiyacımız vardır. Çekilen bütün sıkıntıların insanı, birey ve toplumu, fert ve devleti tanımamaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Her şeyden önce bireyin, bir zıtların bileşkesi olduğunu bilmekte yarar vardır. O, sadece ruh beden bileşkesi değil, aynı zaman zulüm ile adaleti, ilim ile cehaleti bünyesinde bir özellik ve bir sıfat olarak taşıyan bir varlıktır. Yani insan, olumlu olumsuz, müspet menfi, artı ve eksileri olan bir yaratıktır. Zaten onun için insanın doğumundan ölümüne kadar eğitim ve öğretime, talim ve terbiyeye ihtiyacı vardır.
İlim sıfatı ile adalet sıfatı işlenmiş, gelişmiş ve üstün kılınmış birey ve toplumlarda müspet ve olumlu hareket ve davranışların daha fazla olacağı açıktır. Eğer bu konuda eksik ve aksaklık bulunursa, yani aileden başlayan ve hayat arenasına kadar devam eden eğitim ve öğretim işleri tam kapasite ile çalışmazsa, bakılmamış tarlaya dikenlerin bastığı gibi, zulüm ve cehaletin diz boyu olduğu ve her tarafta kol gezdiği görülecektir. Zaten bugün Türkiye’mizde hemen, hemen toplumun bütün kesim ve kısımlarında yaşadığımız bu değil midir? Eğer birisi çıkıp bunlar nedir, derse bir, bir açıklamaya hazırız. Çünkü adaletin olmadığı yerde zulmün, bilginin olmadığı yerde de cehaletin hâkimiyet kuracağından asla şüphem yoktur.
Biz, bu şikâyetlerin ve her türlü siyasi, ekonomik, sağlık ve güvenlik problemlerinin yapıdan kaynaklandığı ve yapısal olduğu kanaatindeyiz. Önce bir defa toplumsal yapının bir vücut gibi organik olduğunu bilmemiz gerekir. Bu demektir ki, bireye faydalı olan bir şey, topluma da faydalıdır; bireye zararlı olan bir şey de topluma da zararlıdır. Böylece bir birey, mahallesindeki, köyündeki, kaza veya ilindeki bir belediye aracını, ya da güvenlik vasıtasını yakıp zarar verdiği zaman kendi arabasını yaktığını bilecektir. Çünkü insanın sağ eli, sol elinin başparmağını yakabilir mi, böyle bir şey olabilir mi? Eğer oluyorsa, o yerin ve o yörenin ilim ve adalet düzeninde bir çarpıklık var demektir. Zira hücreler dokuları, dokular organları ve organlar da organizmayı meydana getirir. Bireyler aileleri, aileler mahalleleri, mahalleler, bucakları… ili, bölgeyi ve devleti meydana getirir. Vücutta aşağıdan yukarıya, hücreden organlara kadar doğal bir iş bölümü vardır ve orada kavga, dövüş yoktur; menfaat çatışması ve çıkar çelişmesi yoktur. Oysa toplumlarda, hele bu medeniyet toplumunda ve Türkiye’sinde ne tam bir iş bölümü ve ne de tam bir doğallık vardır. Vücutta hücrenin bir yapısı vardır ve görevi bellidir. Maalesef adı bilim toplumu olan bugünkü toplumlarda birey ile toplumun, fert ile devletin yeri ve görevleri belli değildir, daha doğrusu eşyanın tabiatına terstir. İnsanın kendi irade dışı taşıdığı vasıfları, ona ne bir şey kazandırır ve ne de bir şey kaybettirir. Türk, Kürt, Abaza, Çerkez veya Arap olmamız, kadın veya erkek olmamız elimizde değildir. Elimizde olmayan bir şeyle öğünmek veya yerinmek, büyüklenmek ya da küçük görmek ilkelliktir. Onun için türkçülük yapmak ne kadar ayıp, günah, incitici ve utanç verici bir şeyse kürtçülük yapmak da o kadar ayıp, günah, incitici ve utanç verici bir şeydir. Bizim eski kültürümüzde “azınlık” ifadesi yoktur, ırka dayalı bir ayrım asla yoktur. Dil vardır ve dile dayalı kültür vardır. Dile gelince de ana ne ise dil odur, dil ne ise ana odur. Bunun için anadilini konuşmayı yasaklayan yer, kurum, dernek, cemiyet, hastane, postane veya hapishane ne olursa olsun bize göre primitiftir ve tabii ki, bunu yapmak zulümdür.
Bu ülkede kamusal alanı tarif etmeden, kamusal yasaklar icat edenler, çelişkiler içersindedirler. Örtüyü mektepte, kışlada, mecliste ve üniversitede yasak deyenler, bunu hastane, postane, pazaryeri ve ibadethane gibi yerlerde neden yasak etmezler. Yoksa buralar başka kamunun yerleri mi? Bu bir çelişki değil mi? Bu bize göre çelişkiden öte bir zulümdür. Vücuttaki kalp, ellere hizmet ederken, ayaklara hayır mı diyor? Bu nasıl ilim ve bu nasıl adalet? Hayır, hayır! Biz, buna diyoruz: zulüm ve cehalet!
Biz insanın giyim, kuşam, kılık ve kıyafetinin, iş, eş ve aş seçmesinin kendi tercihi olduğuna inanıyoruz. Bu konuda her türlü baskı, engelleme ve ayıklama adına imtihanların yanlış ve zararlı olduğunu kabul ediyoruz.
Yine bugün tedavülde dillerde dolaşan “açılım” kelimesi var. Sözlüğe baktığımız zaman bunun karşısında “inkişaf” yazıyor; inkişafın karşısında da açılma yazıyor. Açılmanın zıddı da kapanma olsa gerektir. Faili meçhul cinayetler gibi, bu fiillerin de edilgen oldukları için failleri belli değildir. Kim, neyi, ne zaman ve niçin kapatmış da şimdilerde açılma yapılacakmış! Geçmişte neden kapanmış ki, şimdi açılıyor? Devlet hukuk demektir; hukuk ise sebep ve neticeleri açık, net ve belli hareket ve davranışlardır. Meçhuller dünyasında toplum yönetimi olmadığı gibi, hiçbir şey gizli, örtülü ve saklı yapılamaz. Bu açılım meselesinde ise ortada açık ve belli görünen bir şey varsa o da iktidar ve muhalefet zıtlaşması, medya yardımı ile bize akseden sebebi belirsiz bir horoz dövüşü vardır.
Değil anadilini konuştu diye ceza vermek ve işkence etmek; en ağır suçları işlemiş olan kimselere bile işkence yapılamaz. İşkencenin bizzat kendisi suçtur ve insanlık dışı bir harekettir. İşkenceyi yapan asker, sivil, polis veya jandarma kim olursa olsun, bunu yapan, insan olamaz; o, ancak ilmi olmadığı için cehalet, adalet özelliği gelişmediği için de zulmeden bir iki ayaklı olabilir.
Burada son olarak Kürtçe konuşan vatandaşlarıma da şunu söylemek istiyorum. Türkiye ve dünya şartlarını biliyorsunuz, küçük çocuklardan tutun da büyüklere varıncaya kadar, dış güçlerin taktiklerine gelmeyin; provokasyonlara kapılmayın, hele, hele biz Türkçe konuşan kardeşlerinize kışkırtmalara geliyorlar ve yabancılara maşa oluyorlar imajını asla vermeyin. İktidarın bu barış programını destekliyorum. Muhalefetin de karşı çıkmakla çok yanlış yaptığı görüşündeyim. Bir vatandaş olarak herkesi, ama herkesi sağduyuya, birlik ve beraberliğe çağırıyorum. Bir vücut olduğumuzu, uzvi bir toplum olduğumuzu, hayat denizinde aynı gemide bulunduğumuzu hiç unutmayalım. Yoksa aksi davranırsak, Allah korusun hep birlikte suyun altına doğru yol almaya başlarız, diyorum.