19.10.2009
Yazarlar, şairler, araştırmacılar adeta kültür üreten birimlerdir. Bunları yaşadıkları mekânlardan ayrı düşünemeyiz; oralardan çok şey almışlar, oralara çok şey vermişlerdir. Mevlânâ'sız bir Konya, Konya'sız bir Mevlânâ hayal edilebilir mi? Acaba Mevlânâ'nın yaşadığı ev, gidip geldiği yol muhafaza edilseydi, bizim onu tanımamız değişmez miydi?
Onu tanıdıkça yazdıklarını daha farklı anlamaz mıydık?
Doğduğu Stranford'da Shakespeare'in adını taşıyan tiyatro sadece ona ait eserleri oynar. Yazarlarının değerini ne derece idrak ettiklerini Churchill'le ilgili olduğu rivayet edilen şu anekdottan da anlıyoruz: Ünlü devlet adamına; "Shakespeare mi, İngiliz milleti mi daha önemli?" diye sormuşlar. Hiç tereddütsüz şu cevabı vermiş: "Tabii ki Shakespeare; İngilizlerin yeni bir Shakespeare yetiştireceği meçhul, fakat İngiliz milleti kaybolsa, onu tekrar gün ışığına Shakespeare'in eserleri çıkarır."
Goethe, yirmi altı yaşına kadar babasının Frankfurt'taki evinde yaşadı. Sonra Weimar Grandükü onu danışman olarak yanına davet etti; kalan ömrünü orada geçirdi. Frankfurt'ta kime sorsanız Goethe'nin doğduğu evi gösterir. Weimar'da yaşadığı evin, çevresinin Goethe'yi çağrıştıran hatıraların korunduğunu biliyoruz. Bu muhafaza ediş, meraklılarının Goethe'yi daha yakından tanımalarını sağlar; onu daha derinliğine anlamamıza yardımcı olur.
Gidenler Paris'in bir kültür şehri olduğunu görürler. Pantheon'a sadece sanat, kültür ve bilim insanlarını defnederler. Kapısında da kocaman altın harflerle; "Fransızlar büyük evlatlarıyla iftihar eder" yazılıdır. Paris'te açılan ilk kahve bugün bile faaliyetini sürdürüyor. Yahya Kemal'in öğrencilik yıllarında sık sık uğradığı "Leylaklı Köşe" anlamına gelen La Closerie des Lilas günümüzde yine kahve olarak devam ediyor.
Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" romanı Petersburg'da geçer. Unutulmaz roman kahramanlarından birisi olan Raskolnikov'un dolaştığı caddeleri, uğradığı kahveleri gösteren haritayı turistler edinip o talihsiz insanın hayatını yüz küsur yıl sonra gözlerinin önünde canlandırırlar. Elbette ki bu imkâna sahip olanlar, Raskolnikov'u, Dostoyevski'yi bizden daha iyi anlayacak, psikolojilerine nüfuz edeceklerdir.
Prag'da gezen, adım başında "Kafka'nın evine gider" diye yazılı ok işaretli tabela görür. Evi her an yerli ve yabancı ziyaretçilerle doludur; küçük, basit, sıradan bir ev. Bu bina Kafka'nın çilelerine, toplumdaki konumuna dair erbabına çok şey anlatır; eserlerinin dilinin çözülmesine yardımcı olur.
Baki'nin sahaflardaki dükkânını yangınlardan koruyamadık; ömrünü geçirdiği İstanbul'da Nedim'i hatırlatan bir işaret yok. Şeyh Galip'in, Tahir'ül Mevlevi'nin yetiştiği Yenikapı Mevlevihanesi'ni muhafaza etmeyi düşündük mü? Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda yaşamış Yahya Kemal'in ömrünün son yıllarını geçirdiği Park Oteli'ni muhafaza etmek gibi bir gayretimiz var mı? Meşrutiyet döneminde ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında fikir hayatımızın mayalandığı Meserret Kahvesi yıkıldı; hiç kimse tınmadı. Kırklı, ellili yılların başlarında kültürümüzün adeta üretim merkezi olan Küllük'ü buldozerlerin dümdüz etmesi, kimsenin umurunda olmadı. Son zamanlarda kültür hayatımızın nabzının attığı yer olarak bilinen Marmara Kahvesi'nin ortadan kaldırılmasına kimse "yazık oldu" demedi.
Genç araştırmacılarımızdan Fatih Mehmet Şeker, Vassaf'ın İbnülemin Mahmud Kemal İnal'ın hayatına dair eserini günümüz alfabesine çevirdi. Ona altmış altı sayfa fantastik bir değerlendirme yazdı. Mahmud Kemal'in yaşadığı konağın fotoğrafını da kitaba koydu ve vasiyetinde bu konağın yıkılmayacağını, layık öğrencilerin yurt olarak kullanacağını belirttiğinin altını çizdi. Vasiyetine rağmen o bina yıkılmış, yerine işhanı yapılmış. Vefadan nasibini alan bir idrakin bunu kabullenmesi mümkün mü?
Gelecek yüzyıllarda fabrika bacalarından, zenginliklerden ziyade kültürümüzle var olacağımızı unutmamalıyız.