İktidarları şangur şungur
Türkiye son yedi yıldır muhafazakâr bir partinin hükümetince yönetiliyor; bir sonraki seçimde iktidar değişse bile dokuz yıllık muhafazakâr bir yönetim demek bu. Ortada dengeleri değiştirecek siyasi bir çalkantı ihtimali veya iktidara hazır bir muhalefet görülmediğine göre, Tayyip Erdoğan'ın lideri olduğu Ak Parti'nin hükümeti epey bir süre daha devam edebilir.
Biliyorum, ben ne zaman yazsam epey toz kalkıyor, ama tezimi bir kez daha tekrarlamam gerekiyor: Aradan geçen bunca yıla rağmen, siyasi iktidar ile toplumsal dengeler arasında bir eşleşme henüz gerçekleşmedi. Siyasal merkez muhafazakâr, toplumsal merkez muhafazakârlığa kapalı; siyaseten azınlık teşkil edenlerin zihinler üzerindeki ağır baskısı hiç eksilmeden varlığını sürdürüyor.
Hem de 'mahalle baskısı' türü bilimsellik katılmış tersine argümanların cazgırlığında...
Başbakan Tayyip Erdoğan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle dünya liderlerinin de katıldığı oturumda bütün dünyaya hitap eden bir konuşma yaptı. İyi hazırlandığı, performansının hayli yüksek olduğu anlaşılıyor. Nereden anlaşılıyor? Dün bir gazetenin yayın yönetmeni de olan yazarının sütunundan...
Önce konuşmayla ilgili satırlarını okuyalım yazarın, esas diyeceğimi daha sonra okuyacaksınız: “Başbakan'ın BM kürsüsündeki konuşması, ne yalan söyleyeyim 'milli gururumu' okşadı. / Türkiye'nin Başbakanı o kürsüde dünya liderlerini karşısına almış, hayret verici bir özgüvenle konuşuyordu. / (..) Rahattı. Kendine fazlasıyla güvenliydi. Komplekssizdi. Bir büyük ülkenin, bir dünya gücünün lideri gibiydi. / Ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitti.”
Yazar, bizzat müşahede ettiği bir başarıyı dile getiriyor; belli ki, göğsü kabarmış Tayyip Erdoğan'ı dinlerken... Yıllardır başkaları karşısında eziklik hissetmiş bir ulusun ferdi olarak, ülkesini yöneten insanın diğer dünya liderleri önünde söyledikleri ve onları söylerken takındığı tavır gururunu okşamış... Satırları o duyguyu samimi bir biçimde yansıtıyor.
Sorun şu: O birkaç övücü paragrafı yazabilmek için, uzun bir girizgâh kaleme almak zorunda kalmış yazar... “Yazayım mı, yazmayayım mı?” diye çok düşünmüş. “Korktum” bile diyor. En iyisi birkaç satır da girizgâhtan aktarayım: “Korktum. / 'Yandaş mı oldun?' diyeceklerdi, 'Satıldın mı?' diyeceklerdi, 'İktidara neden yalakalık yapıyorsun?' diyeceklerdi. / Oysa hep öznenin kim olduğuna bakmadan övgüyü de, yergiyi de sakınmayan bir adam olarak tanıyordum kendimi.”
Aslında bu satırları aktarmakla yetinip sonucu çıkarmayı sizlere bırakmak en doğrusu; ancak insan yine de üç-beş satırla da olsa görüş açıklamaktan kendini alamıyor.
Yazar 'okur baskısı' diyor, ama o tür suçlayıcı yaklaşımların okurlardan gelmesi hayli kuşkulu; okurları da gördüğünden etkilenen yazardan farklı olamazlar, sonuçta onlar da başarılı performanstan samimi duygularını bizlerle paylaşan yazar kadar etkilenmişlerdir. “Doğru da yapsa, kimsenin cesaret edemediği gerçekleri de söylese, olağanüstü bir başarı da sergilese, 'özne' Ak Partili -hele Tayyip Erdoğan- ise övemezsin” katılığı o gazetenin okur kitlesinden gelemez; yazarın yakındığı tepkileri verebilecekler, çok farklı birileri...
Ülkesi için taş üzerine taş koymamış, buna karşılık ülkenin sunduğu fırsatlardan en fazla nemalanan, kendi burnundan kıl aldırmazken başkalarında hep küçümsenecek bir şeyler arayıp bulanlar... Kendilerinin tavrını 'siyaseten doğru' gösterip siyaset ve siyasetçi harcayanlar...
Yumurtadan çıkmış, çıktığı yumurtayı beğenmeyen tipler...
Başlarda, “Ak Parti iktidarı bir dönemlik” diye etraflarını avuttular; ardından “Aman daha fazla uzamasın” diye sağa-sola davet çıkardılar ve siyaset-dışı iktidarlarını bugüne kadar sürdürdüler...
Duyulan şangırtılar, duvara toslayan onlardan çıkan seslerdir.
Yorum: “ komünizm gelecekse onu da biz getiririz” sözü ile açık bir şekilde ifade edilen bir zihniyet var. Buna göre Türkiye birilerinin mülkiyetindedir; dolayısıyla bu ülkede yapılacak her şey kendilerinden izin alınmak suretiyle yapılabilir. Öyle ki seçimlerde % 99 oy alacak bir siyasi parti kendileri müsaade etmedikçe iktidar olamaz! Zaman geçtikçe bu zihniyet daha açık görülebiliyor. Ülke yararına her gelişmede insanlar bir ikilem içinde kalıyorlar; ya hakkı sahibine teslim edecek ve iyi yapan kişileri takdir edecekler ya da geçmişten gelen ideolojik şartlanmayla müzmin ve anakronik bir muhalefet yapacaklar. Yapılacak tercihi sadece vicdani bir mesele olarak kabul etmek kolaycılık olur. Zira bu tavırları sergileyenlerin taşıdığı sorumluluk bunu kişisel vidanla sınırlamamızı engelliyor. Bu gün medyayı bu gözle bir değerlendirmeye tabi tutsak acaba kaç kişi dürüstlük imtihanından geçebilir? Onu da bir tarafa bırakalım, sınıfta kalanları ve tavırlarını nasıl açıklayacağız?