Pandora’nın Küpü
Peki cevherden ortaya çıkan biçim, neye etki ediyor ya da neye karşı ortaya çıkıyor. Tekrar etmenin, iki etkisi var; biri, körlük; diğeri görülmeyene fark edip intikal etmek. (1) Bu yüzden pek çok bilinen ve okunmuş öyküyü yeniden, görülmeyene sirayet için aktarıyorum: Antik Yunan efsanelerinde geçen, içinde kötülüklerin bulunduğu sihirli kutudan (aslı küp) söz edilir. Efsaneyi göre Prometeus , tanrı Zeus’tan ateşi çalıp, insanlığa vermiş. Ateşe uyanan insanlık, böylelikle av olmaktan, avcı olmaya evirilmiş.

Zeus bu işe çok kızmış; anlaşılacağı üzere Zeus, tanrılığını insanlığı acziyete duçar ederek standartta bağlamış. İki aşamalı öç planı yapmış: Birincisi, hırsızlık yapan Prometeus önce Kaf Dağı isimli insansız gezegene sürgün etmiş. Başına Kartal Güvenliği dikmiş. Prometeus orada karaciğer illetine yakalanmış; hastalığın virüsüne tanrısal bağışıklığı ile direniyormuş. Derken tanrı Zeus’un insan tanrı melezi oğlu Herkül, Prometeus’u sürüldüğü Kaf Dağı’ndan dolayısıyla “illetten” kurtarmış. Fakat bu kurtuluşu denetimliymiş; yani denetim “prangası” boynunda kalmış.

Son akıl Zeus’un ikinci öç planı olarak; silahtar oğlu, Hephaistos’a insanları güzelliği ve zekasıyla ateşin kazanımlarından uzaklaştıracak, arzu-benlik savaşlarına sokacak bir kadın üretmesini emretmiş. Güzel Pandora’yı Prometeus’ un kardeşine: “ Sen ateşi çalan kardeşine uymadın; bunun hediyesi, güzel Pandora ve sınav küpü olacak. Fakat küp, Zeus’a bağlılığın timsali olarak hiçbir zaman açılmayacak.”talimatıyla göndermiş.
Prometeus’un kardeşi Epimetheus Zeus’un armağanı güzel Pandora ile evlenir. Küpü de evine taşır. “Açılmayacak” tembihi, kışkırtıcıdır; badem açılmayacak neden bana gönrderildi? sorusu aklın gereğiydi. Sonunda ateşin çalınması gibi açılmama emri çiğnenir. Pandora’nın bu işte öncüdür. Küpü açarlar, oluşan anofordan korkup yeniden kapatır. İş işten geçmiştir. Kural çiğnenmiş küpün içindeki tuzak ya da marifet insanlığa sirayet etmiştir. Üstelik küp kapandığında dibinde kalan ‘umut’muş.
***
Yaşamı tekil armağan olarak görmek mümkün değil. Dinler, bu “boşlukları” kabullenenlere vaatler içeriyor. Bu vaatleri; evrenin sonsuzluğu, bilme çabasının bitimsizliği, insanın varoluşunun tercihsizliği ve kuşatılmışlığı ile destekliyor. Bunun yanında insanlık tarihi, kanlı iktidar, yıkım savaşlarının tekrarından başka bir sonuç vermiyor. Bu boğuşmalara zaman zaman doğal afetler mola verse de güçlülerin insanlığa, doğaya yönelik yıkıcı- yakıcı hiddeti dinmiyor.
Zalimlerin ömürleri sona erdiğinde, yenisi zaten “masada” hazır sırasını bekliyor. Zalimler iyileri yanlarına aldığında, zulüm halkaları mutasyon yaparak yenileniyor. Buna karşın iyilik, eziyete duçar olanların karanlığında gök gürültüsüz şimşek çakması kadar kısa aralıklı tezahür ediyor. Gücün hoyratlığı hükmetmeyi desteklerken, İyiliğin rızası hükümsüz yaşamaya yetmiyor. (2)
Yaşamın insan için tekilliği, yani salt (kaygısız, güdümsüz) yaşamak mümkün görülmüyor. Çünkü güçlüler, istila ve sömürü için organize olabiliyor. Ateş demiri yumuşatıyor; şekil veriyor. Demirin tabiatı ateşe boyun eğiyor; şekil verilip soğuduğunda güçlüye hizmet ediyor. Güç böyle bir şey. Gücün tekelleşmesi her zaman riskli. Bütün kadim öğretilerde; “Tanrı, evrenler dışıdır; kozmik oluşum O’nun bilinmez etkisi varlık aleminde görülen iradesidir. O, bu yüzden varlığın eşitsizliğine aldanılma-masını öğütlüyor.” kayıtları var.
***
Eşitsizlik, sömürüyü doğuruyor. Eşitsizliğin savaş, sömürü riski, her zaman zindedir. O halde eşitsizliğin antikorunu bulmalıyız. Bu antikor vicdandır. Çünkü var oluşun her zerresine sirayet etmiş ilahi Ruh, insanda özgeciliğin, empatinin kaynağı vicdan olarak tezahür ediyor. Vicdanı körelmiş insanların Ruhları ile bedenleri arasındaki bağ akli değil, güdüseldir. Böylelikle akıl, yine güdülerin boyunduruğunda kalır.
Eşitsizliği Bütün’lüğün kanıtı olan vicdan ile telafi edebiliriz. Bu tutum, erdemli olmayı kendiliğinden getirecektir. Tanrı, bu yüzden eşitsizliğin ayrımcılığını terk etmemizi öneriyor. Böylece eksikliklerimiz katılımcı rıza ile mamur ateşin aydınlığına dönüşecek. Buna karşın tekelleşen güç , vicdanları Kaf Dağı’na sürgün etmeyi sürdürüyor. Bu bize, insanlık tarihinin gizli failini gösteriyor. (3)
Güç, yer tuttukça Zeus’luğa yeltenir. Bütün güç odakları sonunda ortaçağın dükkaları gibidir; yerel hakimiyetleri, onları Zeus’un işbirlikçisi yapar. Zeus, var oluşsal olanaklarını, varoluşsal eksiklikler üzerine kurar. Bu eksiklikleri koruyarak beslenir. Her zaman eksikliklerin ayrılığını sürekliğini ister. Bütünleşmesini yıkayan eller gibi olmasını istemez. Bunun için mahrumiyet planlaması yapar. Çünkü eksikliği kontrol altında tutar ve kontrole rıza üretir.
Yaptığı şudur; eksikliklere katlanacak teselliler sunmak. Bu edilgen umuttur. Umut, büyük harflerle, levhalara yazılır ve her ekranlardan gösterilir. Böyle tabelalar, sahici umudu hayali umut yapar, cansızlaştırır. Avlanıp mumyalanmış hayvan kafaları gibi. Zaten canlısı için tabelaya gerek yok. “Tabelaların” hepsi, umudun cansızlığına delalet ediyor. Pandora’nın küpünde kalan “umut” budur: sadece slogan! Bu yüzden yüksek ses aklı ve huzuru irite ediyor. (4)
Zeus’un bir çok sıfatı var: yalın şiddet, imkansız sermaye, bilim tekeli. Yine takdir ettiği “hak edişler” de öyle: “bedelini ödemiş” ulusal devletler, bütünlüğü perdelenmiş iletişim ağı, barkotlu siyaset , hümanist inanç ve hükümranlığın ziguratı olan küresel para sistemi ve Birleşmiş Milletler.
***
“Kim, insanlığı av olmaktan kurtardı?!”: Zeus’un melez evladı Prometeus. Öyleyse Zeus’un gücü, kapsamı artıkça dokusu gevşiyor, demektir. Muhalifler, bu yüzden menfez buluyor: “Onu altedecek olan, onun ‘evinden’ çıkacak!” (5)
İşin aslı, Zeus’ta bunu biliyor. Çünkü bu altüst oluş çok kez yaşanmış. Gücün zehri, içerde birikir. Gücün varlığında ısrar, zehir üretiyor. Bu “zehir” ateşi çaldı; insanlığa güç’ten eser miktar “ateş” ulaştırdı. Tıpkı ilaç gibi. Biliyorsunuz ilaç, gıda değil. Gıda besleyicidir. İlacın şifa olması için ölçülü kullanılmalı. Hastalığın sebebi virüsü turnusol etkisine tabi tutacak kadar. İlaç, ölçülü olursa hastalık için zehirdir. Ölçüsüz olursa, hasta için zehire dönüşür.
***
Akıllı olmak yetmiyor, güzel-yakışıklı olmak ta. Adil Düzen’in mimarı Süleyman Karagülle bu hususta şöyle demişti: “Çocuklarınıza miras bırakmayın; onlara, onları nitelikli ve güvenli kılacak topluluk bırakın. Miras, evlatlarınızla nitelikli olmalarını engeller; sağladığı rahatlık başarısızlığın tecrübesi, azim ve kararlılığın dirence varislerin ulaşması enderdir. Bu özellikler genlerinde varsa atıl kalır. Böylece sahte dostlar ve yoldaşlar edinir, yaşamları ifsat olur. Bu yüzden dayanışma terekesi, dayanışma ortaklığı en büyük mirasınız, en yararlı vasiyetiniz olsun.”
Peki ulusal veya bölgesel devletler, kendi vatandaşları için neden böyle bir veraset marifeti gösteremiyor? Çok basit: iktidar “ilacını” gıda olarak kullanıyorlar. Aslında iktidarlar nesilleri kalıcı, ayrımsız, yatılı, nitelikli temel eğitime tabi tutarak, pek ala yaygın risksiz kazandırıcı birliğe ulaştırabilirler. Fakat iktidarı ilaç gibi görmüyorlar. Köy Enstitüleri’ni burada anmadan geçemeyeceğim.
Kinyas Kartal’ı dinleyelim : “Köy enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Üstelik Rus ordusunda görevde yaptım. Köy enstitüleri bizim (ağaların) devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Buradakiler devletten çok bana bağlılar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama Enstitülerden mezun olan öğrenmemenler köylere girince oradakiler benim gücümden başka güç olduğunu öğrendiler. Bu yüzden ağaları örgütledim. Örgütlü olarak Demokrat Parti ile pazarlığa girdik, Köy Enstitülerini kapattık.” (6)
Bir ekleme yapmalıyım. Yatılı okullarda okuyan çocuklar, evci çocuklara nazaran iş, sosyal sorumluluk, meslek edinme, istikrar konularında daha başarılı olduğunu toplumun her alanında görebilirsiniz. Çünkü ebeveynler, günlük uğraş, sosyal örselenme, yaşadıkları hayal kırıklıklar sarmalından çıkamıyor; çocuklarını bencil ihtiyaç, güvence hesaplarına hapsediyor.
Açıklamalar:
(1)Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nde değerli arkadaşım, Prof. Adnan Erdal Erdal ile yakın zamanda “akademik körlük” üzerine konuştuk.
Ona, Vilidamir İlyiç Lenin’in “Sol Çocukluk Hastalığı” çalışmasından söz ettim. Bu çalışmasında profesyonel solculuğun odak hastalığını irdeliyor; parti kadrolarının teorinin tutsaklığına, üretmekten üretenden pratikten uzaklaştığını bunun giderek sekter sapalara sebep olduğuna hükmediyor. Bizim siyasilere ne kadar benziyor. Öyle ki yönetmeyi kazanılmış hak görüyorlar. Oysa, “koyunlar, çobanı değil, merayı özler.”
Hatırlayanlarınız vardır; zamanında geri kalmışlığımızın sebebi olarak “eğitim şart!” söylemi, öyle kanıksandı ki Cem Yılmaz, çok beğenilen bir reklamda merdiven altı, janjanlı paket içinde fırınlanmış yaprak patates üreticisini oynamıştı. Sahte ürün faili olarak ekibiyle basılıp karakola götürülürken, açıklama yapmasını isteyen basın mensuplarına : ” Eğitim şart!” diyerek, asıl faili işaret etmişti.
Yuval Noah Harrari “ Homo Deus” isimli kitabında da bu körlüğe değiniyor. Sekter liyakatçiliğin, müfredat körlüğün sebepve sonuçlarını inceliyor. Pardoksal değil mi : öğrenciler için kapılar açacak müfredat, hocaları için duvarları kalınlaştırıyor. Tabii istisnaları da anmalıyım. Uluslar arası itibarlı hakemli dergilere yayınları alınan bilim insanlarımızın çoğalmasını dilerim.
(2)Hüküm; “egemen olma , buyruğunu yürütme” anlamıyla karşılanıyor. İnsanın kuşatılmışlığı, “rızasız” olarak yaşama doğuşu, kendi bedenini seçemeyişi, organlarına hükmedemeyişinin tesellisini dışarıda arıyor.
Eğer güçlüyse görece zayıf diğer insanları hükmedemediği organlarının öcünü alıyor. Kendinde, evinde yapamadıklarını hem türlerinden istiyor; onları güdüyor, sömürüyor. Diğer taraftan var oluşsal rızasını dışına taşın inşan; hükmetmeyi değil, varlığını yaşamın Bütün’lüğüne paylaşmaya, yardımlaşmaya, toplu barış ve gelişmeye adıyor.
(3)Tanrı, Buda, Rahman, Rahim, El İlah/Allah,…İsra Suresi /17: 110 “İster Allah diye çağırın; ister Rahman.Hangisiyle çağırırsanız çağırın en güzel isimler O’nundur.” Hatırlatmakta yarar görüyorum: “diller duyum, ifadelerin ara yüzüdür.”
(4)Umut, olaylar ve koşullar ilgili olumlu sonuç beklentisidir. Medya eğlence dünyası bu işe yarıyor. Toplu olarak ve tek tek sadece “seyret!”; ardından itaat, bu izlek ile sağlanır.
(5)Devletlerin hükmetme yetkileri tanrıya öykünmedir. Hüküm verir, ödül verir, iltimas geçer, affeder. Yöneticiler, hukuk içinde olsa dahi bu yetkiyi edinmeleri çoğunlukla vebali yüksek riskler taşır. Firavun kıssasında onu alt edecek Musa’nın onun evinden çıkacağı anlatılıyor. Bu ifadeler benzetimler içeriyor: Nefis/Firavun, akıl/Musa , vicdan/Mucizeler.
(6)Kinyas Kartal: (190, ErivanRus Çarlığı 24. 05.1991), Kürt asıllı Türk siyasetçi. Bu günkü Gürcistan , Ermenistan sınırları içinde bulunan Bruki/Burukan kürt aşiretinin liderlerindendi. Kinyas adı Rusça kynyaz(prens)anlamındadır. Tiflis askeri lisesinde ve Bakü askire akademisinde eğitim gördü. “Erivan’dan Van’a Hatıralarım” adlı kitabı var.