Âlim, âlem, ölüm ve M. Emin Saraç Hocamız - 5
(Tavsiye: Bu yazı özellikle bu konudaki birinci ve sonraki yazılarla birlikte okunmalı…)
ALİ YAKUP HOCANIN EMİN SARAÇ HOCAYLA HELALLEŞMESİ
“Ali Yakup Cenkciler Hoca, ölmeden önce bütün hazırlıklarını yapmış, geride kalan dostlarıyla helalleşip vedalaşmayı da ihmal etmemişti. Hoca, vefatına yakın günlerde, Emin Saraç Hocanın kendisine mutat günlük ziyaretlerinden birinde bu eski, yakın ve samimi dostuna şöyle bir soru sordu: “Hafız Emin! Durup dururken kafama takıldı. Söyler misin bana; biz seninle ne zamandan beri tanışıyoruz, ne zamandan beri dostuz, ahbabız?”
“Hiç unutur muyum, Ali Yakup Ağabey! İlk tanıştığımız gün, bugün gibi benim hatırımda! Şimdi yine gözümün önüne geldi. Ben okumak için Mısır’a gittiğimde 1950 yılı ortalarıydı. Mısır’da hiç kimseyi tanımıyor, bilmiyordum. Burası bana öyle yabancı bir yerdi ki, çok canım sıkılıyor, daralıyor, bunalıyordum. Mısır’a giderken elimde bir tek Zâhid Kevserî’nin adresi vardı. Doğruca ona gittim. Elini öptüm, ziyaret ettim, biraz görüştük, sohbet ettik. Ama baktım ki, kendisi çok yaşlı bir zât... Öyle sık sık, zırt pırt gidip gelmek, rahatsız etmek doğru olmayacak. Kendisine; “Efendim; ben burada yalnızım, canım da çok sıkılıyor. Başka kimlerle tanışıp görüşmemi, konuşmamı tavsiye edersiniz” diye sordum. O da bana; “Oğlum; sen buradan doğruca Sultan Mahmud Medresesine git! Orada Ali Yakup Efendi’yi bul! O sana ağabey de olur, arkadaş da olur, hoca da olur, dost da olur, ahbap da olur, velhasıl her şey olur! Var sen onunla tanış, görüş, o sana yeter de artar bile!” dedi. Ben de oradan çıkar çıkmaz doğruca senin kaldığın yere geldim. Vakit akşama doğruydu. Seni sordum; kaldığın yeri gösterdiler. Kapın açık, uzanmış elinde bir kitaba dalmıştın. Her zaman yaptığın gibi yan tarafına da bir sürü kitap yığmıştın. Hani sana bu kadar kitabı niye böyle yanına yığıyorsun diye soranlara; “Azizim; gözüm doysun diye öyle yapıyorum!” derdin ya! Karşıdan bakınca işte öyle bir manzara görünüyordu. Neyse, ben kapıya iyice yaklaşıp sana selam verdim. Senin elindeki kitabı kapatıp, bir ayağa kalkışın, bana bir “Ve aleyküm selam! Ehlen ve sehlen! Hoş gelmişsin be azizim!” deyişin vardı ki, hiç gözümün önünden gitmez. Sanki elli yıllık dost ve ahbapmışız gibi beni karşılamıştın. Kendimi sana; “Ben Hafız Emin Saraç! Beni size Zâhid Efendi gönderdi!” diye tanıttım. Seninle tanıştıktan sonra Mısır’da benim ne yalnızlığım kaldı, ne garipliğim. Bütün sıkıntılarım senin sayende kaybolup gitti. Allah senden de Zâhid Efendi Hocamızdan razı olsun! İyi ki beni size yollamış! Siz olmasaydınız ben oralarda ne yapardım, ne olurdum, bilemiyorum!”
–“Yahu Hafız Emin! Desene, biz seninle tanışalı hiç de az bir zaman olmamış! Baksana dostluğumuz, ahbaplığımız neredeyse kırk yılı bulmuş! Dile kolay, kırk yıl! Bu süre içerisinde ben seni Allah için gerçekten çok sevdim. Dostluğundan, arkadaşlığından hep memnun kaldım. İyi ki Allah bana senin gibi iyi, sadık ve vefakâr bir dost nasip etmiş! Bunun için ben de Allah’a hep şükrediyorum. Fakat azizim; biliyor musun, dünden beri benim aklıma bir şey takıldı? Onu sana sormak için de sabırsızlıkla yolunu gözlüyordum.”
–“Hayrola Ali Yakup Ağabey; nedir benden sormak istediğin?”
–“Hafız Emin! Ne olur, bana doğrusunu söyle! Bu süre içerisinde benden hiç incindiğin, bana hiç gücendiğin oldu mu? Öyle ya insanlık hali bu! Bakarsın bilmeden veya farkında olmadan seni incitecek, gücendirecek, kıracak, üzecek bir hareketim, sözüm, davranışım olmuştur da benim haberim olmamıştır? Allah aşkına doğru söyle! Hiç böyle bir şey oldu mu?” Emin Saraç Hoca, bu soru üzerine ne diyeceğini şaşırdı. Hemen oturduğu yerden hızla kalkarak, arkası kalkık yatağında yaslanan Ali Yakup Ağabeyisine sarıldı. Onu muhabbetle kucaklarken bir yandan da ağzından;
–“A benim Ali Yakup Ağabeyim! Hiç öyle şey olur mu? Sen, hiç kimseyi kırar, üzer, incitir misin? Sen, şimdiye kadar kimi kırdın, incittin ki beni inciteceksin? Yahu sen ipek misin, pamuk musun, melek misin, nesin Allah aşkına? Sen ne güzel, ne hoş, ne mübarek insansın! O kadar uzun yıllar geçti, ben seni hâlâ bir türlü çözemedim, anlayamadım. Sen benim bir tanecik Ali Yakup Ağabeyimsin! Ben senden yerden göğe kadar razıyım, memnunum! Senin de benden razı olmanı dilerim! Rabbim inşallah ikimizi de razı olduğu kulları arasına katsın!” gibi sözler dökülürken; her ikisinin gözlerinden inci gibi yaşlar da damlıyordu...” (Mustafa Atalar, “Hocamla Yıllarım” kitabı, Cilt 2, Sayfa 629-631, Eylül 2020, İnkılâb Basın Yayın)