30.07.2009
Eskilerin çok güzel deyişleri vardır. Örneğin; "sapla samanın karıştığı" ortamlardan bahsederler. Şu anda Türkiye tam da öyle bir ortama girmiş bulunuyor.
Biraz, seçim yasasının getirdiği olumsuzluk içinde; biraz siyasal partiler yasasının getirdiği mantıksızlık içinde; biraz da, CHP'nin basiretinin bağlanmasının sonucu olarak, ezici bir AK Parti iktidarını yaşamaktayız.
Aslında, siyasal yaşamımızdaki yapının; doğrudan doğruya, 12 Eylül'ün eseri olduğuna inanırım. Fakat aradan geçen 30 yıl içinde, (kimisi sözde) sivil siyasetçilerin; bu antidemokratik yapıyı değiştirmemelerinin hiçbir mazereti olamaz. Galiba insanlar, iktidara geldikleri zaman; bir melek, üzerlerine bir toz serpiyor ve hem söylediklerini unutuyorlar hem de vadettiklerini.
Örneğin; bugün, YÖK'ü ve mantığını savunan Sayın Süleyman Demirel, siyasal hakları elinden alındığı dönemde; "Bu iş çok kolay" diyordu.
"Tek maddelik bir yasa yaparsınız ve 2547 sayılı yasa kaldırılmış ve eski mevzuata dönülmüş, dersiniz..." YÖK'ün anayasal bir kurum olduğunu, ne o anımsıyordu ne de bizler...
2002 sonrası, AK Parti iktidarına karşı; CHP'nin uyguladığı muhalefeti anlamak da mümkün değil. Türkiye'nin, çağdaş ve laik yapısı elbette çok önemli. Fakat Cumhuriyetimizin üzerinde durduğu, değişmez üç ilkeden birinin de; "halk egemenliği" olduğunu dikkate almadılar. Ve hukuk mantığını alt üst eden, "367 kararına" halkın tepkisi, AK Parti'nin oyunu artırmak oldu. Artık Cumhurbaşkanlığı makamı; devrimci siyasetçilere tümüyle kapandı. "Çankaya'nın kapısına yatarız" gibisinden sloganlarla; Türkiye'yi "yarı başkanlık rejimine" getirdiler.
Herhalde şimdi çok pişmandırlar...
x x x
Yukarıdan beri yazdıklarıma bir göz attım da; "malumu ilan" dışında, hiçbir şey yazmadığımı gördüm. Kendimi "kaptırınca" 40 kez yazdığım şeyler; gene yazıyorum. Kusura bakmayın...
Bugün "sol", "solculuk" ve "CHP'nin solculuğu" üzerindeki düşüncelerimi kaleme almak istiyorum. Zira; CHP'nin, artık solcu sayılamayacağı gibi, "mesnetsiz" düşünceler, belli çevrelerin dillerine pelesenk oldu. Hele, Sosyalist Enternasyonal'in; CHP'yi çıkartıp onun yerine AK Parti'yi almayı planladığı gibisinden "senaryolar" kaleme alınmıyor mu; gülsem mi ağlasam mı şaşırıyorum... Ağırlıklı bir biçimde, "Komünizmle Mücadele Dernekleri" geleneğinden gelen AK Parti'nin; "Solculuğu", nereden geliyor acaba? Yanlış anlaşılmak da istemem; AK Parti iktidarının yaptıklarını görmezden gelenlerden değilim. Ve AK Parti için; "iyi" ya da "kötü" gibisinden bir değerlendirme yapmıyorum. Fakat "solcu" ya da "sosyal demokrat" olmadıklarına eminim.
x x x
Eğer "sol"u, "Bir toplumdaki ekonomik fırsat eşitliğinin ve siyasal katılımın; geniş kitleler lehine düzenlenmesi ve adil bir paylaşım" olarak tanımlarsak, (ki; böyle tanımlamamız gerekir); AK Parti'nin, "kısmen sol politikalar uygulama gayretini" saygıyla karşılayabiliriz. Fakat bu gayret; AK Parti'yi "solcu" yapmaz. Kaldı ki; AK Parti yöneticilerinin önemli bir bölümünün, "sol" denildiği zaman; tüylerinin ürperdiğine eminim. Zaten, bu bir tahmin değil; bildiğim ve yaşadığım bir şeydir ve eminim ki; okurlarım arasında pek çok insan buna benzer şeyleri birebir yaşamıştır.
Bunu, yıllarca ve yıllarca önce de; altını özenle çizerek birkaç kez yazmıştım. 1968'lilerin; yaşamlarını, boş bir hayal peşinde ziyan ettikleri ve hiçbir başarı şansları yokken, sokaklara döküldüklerini dile getirenler vardı. Ve bunlar; akıllarınca bu gençlere acırlardı. Fakat eğer o dönemin sıkıyönetim mahkemelerinde; "suç olarak" iddianamelere giren sözler ve düşünceler; 1970'li yıllarda en tutucu siyasetçilerin dillerinden düşmezken; o gençlerin, "mağlup edildiklerini" söylemek mümkün müdür?
Turgut Özal; "en büyük devrimci benim", derken; acaba aklının bir kenarında; Mahir Çayan'lar, Deniz Gezmiş'ler yok muydu? Türkiye Solu'nun, 1960'larda söylediklerinin önemli bir bölümü, 2000'li yıllarda yaşanmadı mı?
x x x
CHP, "Ortanın Solu" sloganını ortaya attığı zaman; bu slogana karşı, "Ortanın solu-Moskova yolu", sloganını üretenlerden önemli bir bölümü de, bugün AK Parti saflarında siyaset yapıyor. Fakat çok şükür 28 Şubat'ı, iyi okudular ve Türkiye Cumhuriyeti'nin, (kısmen yukarıda da değindiğim) 3 temel ilkesiyle "kavgaya tutuşmama" basiretini gösterdiler. Bunlar; "halk egemenliği", "laiklik" ve "çağdaşlık"tı.
Ve bu anlayış sayesinde; kendilerine iktidar yolunu açtılar.
Ortanın Solu'na karşı, böyle olumsuz bir propaganda başladığı zaman; İsmet Paşa'nın yaptığı, önemli bir açıklama vardı. "CHP" demişti, "Kurulduğu günden itibaren, ortanın solundadır..."
Gerçekten, işin ekonomik boyutu bir yana; meseleyi, siyasal yönüyle ele alırsak, yaşanan olumsuzluklara karşın; Osmanlı'yla mukayese edildiği zaman, "siyasal katılım"ın, Cumhuriyet Türkiye'sinde, çok daha geniş bir tabana oturduğunu görürüz. Bunu başaran da; o günlerin, zor koşulları içinde Cumhuriyet Halk Partisi'dir.
İş, eleştirmeye kalırsa; CHP’yi, saatlerce eleştirebiliriz. Şu andaki merkez yönetiminin; bence de, sayısız kusuru var. Peki ya "taşra örgütü..." Bu insanların, özverili hizmetlerini görmezden gelmek, mümkün mü?
Düşünmeden konuşmamak ve eleştirmemek gerek...
Yorum:
Bugün artık demokrasinin bir çeşit yönetim biçimi olduğunu herkes çok iyi bilmektedir. Türkçemizde de kullanılmakta olan bu demokrasi kelimesinin aslı yunanca olup siyasetle ilgili bir isimdir. Halk hâkimiyetine dayandığı, halkın kendi kendini idare etmesini esas aldığı kabul edilen bir idare şekli yani halk idaresidir. Bu, kitaplarda böyle açıklanmaktadır.
Fakat bu demokrasi denilen yönetim biçiminde herkesin bilmediği ve bilemeyeceği, görmediği ve göremeyeceği şeyler de vardır. Acaba halk idaresi demek olan bu yönetim biçiminde gerçekten halk yönetimi gerçekleşiyor mu, yoksa gerçekleşmiyor mu? Tabi bunu herkes görüp bilemeyebilir. Mesela siyasi partilerden demokrasinin vazgeçilmez unsurları diye bahsedilmektedir. Parti kelimesi de Fransızca bir isim olup aynı siyasi gaye etrafında birleşenlerin meydana getirdiği bir kuruluş, siyasi bir kuruluş anlamına gelir.
Bir siyasi parti, nasıl bir gaye etrafında birleşiyor ki, sağda yer alıyor veya solda yer alıyor ya da Amerika’da olduğu gibi devletçi oluyor ve cumhuriyetçi parti adını alıyor veya halkın yanında yer alıyor ve demokrat parti adını alıyor. Gerçekten bu duruşlar, doğal ve tabii mi, bir ihtiyaç ve zaruret olarak mı ortaya çıkmıştır, yoksa tahterevallide olduğu gibi, halk bu partiler yüzünden yapay iki tarafa ayrılmış, birileri tarafından kullanılmakta mıdır? Benim şahsen bu konuda bir şüphem vardır. Milletle devlet birbirinden ayrılabilir mi, bir evin tabanı ile tavanı birbirinden kopuk düşünülebilir mi?
Hem bu “sağ” ve “sol” kavramları bir araştırma, bilimsel ve sosyolojik bir çalışma sonucu esasları ve prensipleri belirlenerek ortaya çıkmış değildir. Sol ve Sağ kavramları Fransız Devrimi’ne ve özellikle de, 28 Ağustos 1789 tarihine uzanır. Kurucu Meclis Versailles Sarayı’nın "Küçük Hazlar Salonu"nda toplandığında, Kral 16. Louis’in veto hakkını savunan üyeler oturum başkanı Mounier’in sağında; böyle bir ayrıcalığı reddederek kayıtsız şartsız millet hâkimiyetini sahiplenenler ise solda oturmuşlardır.
Daha sonra basın bu grupları sağcılar ve solcular olarak lanse etmiştir. "sağ" ve "sol" kavramlarının siyaset terminolojisinde ayrışması ve her iki kelimenin de simgesellik edinmesi burada başlar. Oradan da günümüze kadar uzanmıştır. Fakat dediğimiz gibi bu ayrımın asla sosyolojik bir temeli ya da bilimsel bir tarafı yoktur. Sağcılık ne demek ve solculuk ne demektir, birleştikleri noktalar ve ayrıldığı noktalar belirlenmiş değildir. Fakat bir gerçek var ortada herkese göre sağcılık ve solculuk başka başkadır. Böyle olunca devlet yönetimine talip bir grup veya kurumun bu şekilde karışık ve karmaşık bir zemine dayanması ne kadar fayda sağlar ve ne kadar gerçekçilik taşır?
Bir de ülkemizde cumhuriyet ile halkı yani milletle devleti, taban ile tavanı adında birleştirmiş olan, fakat solda bulunduğunu iddia eden bir parti Cumhuriyet Halk Partisi vardır. Bu partinin fiiliyatta olmasa bile, hiç olmazsa isminde devlet ile milleti birleştirmiş olması güzel bir şeydir, diyoruz. Ancak parti tabelalarında kalan bu birlikteliğin fiiliyata dökülmesini temenni ederken, artık sağ sol modalarının çoktan geçtiğini, hem milleti ve hem devleti kucaklayan ve herkesin yanında olan yeni bir yol ve yeni bir yönetim anlayışı istiyoruz.
Benim bu demokrasi uygulamalarında pek anlayamadığım, daha doğrusu yadırgadığım başka hususlar da vardır. Bir parti, kimse ve hiçbir üye bu konuda konuşmayacak diye grup kararı alıyor ve hiçbir kimse de konuşmuyor. Evet, tekrar soruyorum, bu nasıl bir demokrasi ki, ülkemizde parlamenter sistem olduğu ve parlamenter, konuşan ve müzakere eden demek olduğu halde, nasıl olup da konuşma yasağı konulabiliyor ve bu nasıl bir uygulamadır?
Diğer taraftan da iktidar ve muhalefet tahterevallisi hükmünü icra ediyor. Mesela iktidarda olan ve % 51 milletvekiline sahip olan kanadın istek ve arzuları yerine geliyor, hep onun dediği oluyor. Kendisine muhalefet denilen ve % 49 milletvekiline sahip olan kanat yok sayılıyor ve onların istekleri ve teklifleri hiç kabul edilmiyor. Biz bunu, düşünmeyi seven, düşünmek isteyen ve problemlerin temelini inmeye çalışan birisi olarak asla kabul etmiyoruz. Bir toplum içinde çalışıp yaşayan, vergi veren ve ülke savunmasına katılan herkesin ve her grubun varlığı devlet yönetiminde görülmesi gerekir. Tabiatıyla bir savaş kararı bölünemez; bir ülkeye savaş ya açılır ya da açılmaz. Fakat bu iktidar, mesela yol yapımında şehirlerarası yol yapımına öncelik tanırken, bu muhalefet de köy yolları yapılsın derse, % 51 şehir, % 49 da köy yolları neden yapılmasın? Bunun sakıncası nerededir. Onun için biz yerinden yönetim ve yönetimde nispi sistemin daha faydalı ve toplamda vatandaş kardeşliğini pekiştiren insan-toplum bünyesine daha uygun olduğu kanaatini taşımaktayız. Araştırmalar neticesinde bu görüş bizim üzerimizde ağırlığını hissettirmiştir.
Bir görüşümüz de şudur: Bugünkü particilik teori ve pratiği bu şekliyle bize göre bölücülükten başka bir şey değildir. Çünkü partiler, bilimsel verilere göre değil, sağdan soldan esen politik rüzgârların etkisinde kalarak hareket etmektedirler. Hâlbuki yönetimin her hal-ü karda bize göre bilime dayanarak hareket etmesi vatandaşlar arasında devlete bağlılık ve devlet millet kaynaşması meydana getirecektir.
Hem bu nasıl demokrasi ve halk yönetimidir ki, bu ülkede belediye başkanlarını ve milletvekillerini tespit edip listeye yerleştiren parti başkanları oluyor? Hani krallık ve padişahlık kalkmıştı? N. Topçu, çağdaş demokrasilerde iktidar halktan devlete doğru yükselen, tecrübi (ampirik) bir gerçek olduğu halde, Fatih’in devletinde devletten halka inen bir anlaşma ve yürütme kudretidir, diyedursun. Biz, parlamentoda % 51 sandalyeye sahip olan bir parti başkanının, bir başbakanın bu bakımdan bir padişah kadar kudretli olduğunu kabul ediyoruz.
Artık bilim toplumu diyerek toplumda bilimin çok önem kazandığı bir zamanda toplumu ve devleti istek ve arzulara göre değil, sebeplere dayanan alınmış kararlara göre yönetmek, bu aynı zamanda bilimsellik demektir ki, her halde daha çağdaştır. Falan ve filan kişinin görüşü ve düşüncesinden ziyade zamanımıza ve şartlara uygun düşünce ve fikirlerin üretilmesi esas olmalıdır.
Her halde bugün Türkiye ve dünya şartları içersinde halk için ve halkla beraber devleti yönetmek eyleminde düşünce ve fikir üretme hususunda ilim adamı unvanı taşıyan ve düşünmeyi seven herkesin üzerine büyük görevler düşmektedir.