01.08.2009
İmam hatip meselesi, başörtüsü meselesi, din dersi meselesi, Diyanet meselesi, Kürt meselesi, Alevi meselesi rahatlamadan Türkiye rahatlamaz.
Tüm bu alanlardaki rahatlama ise sistemin rahatlaması ile mümkün.
Mevcut durum şu:
Bütün kurumların misyonu, sistemin paradigmasına göre düzenlenmiş, sistem ise halk gerçekliğini kabullenmek yerine, yukarıdan aşağı tanzimleri gerekli görmüş.
Halk gerçeği ötelenebildiği ölçüde sistemin kuralları geçerliymiş gibi görünmüş ama çok partili hayata geçildikten sonra halk gerçeği bir ölçüde devreye girdikçe, bu sistemle bu halk arasında kan uyumsuzlukları ve bağlı olarak sistem sancısı ortaya çıkmış.
Bugün, tüm dünyada demokratikleşme en başat yöneliş. İletişim müthiş bir gelişme kaydetmiş. Dünyanın en ücra köşesindeki insan bile, evrende olan bitenden haberdar hale gelmiş. Nerdeyse kundaktaki bebeğin gözü açılmış. Bunun Türkiye'deki yansıması "Saf köylü" denilen vatandaşın bile çarıklı erkanı harp haline gelmesi olmuş.
Vaktiyle "Gözümün içine bak anlarsın" denilerek iletişim sağlanan bu ülkede, sistemin en mahrem alanları video görüntüsüyle faş edilmiş.
Şimdi soralım:
Yargının sistem içindeki misyonu ne?
Askerin sistem içindeki misyonu ne?
TBMM'nin sistem içindeki misyonu ne?
Cumhurbaşkanlığı'nın sistem içindeki misyonu ne?
Hükümetin sistem içindeki misyonu ne?
Medyanın sistem içindeki misyonu ne?
Hatta dinin sistem içindeki misyonu ne?
Cevap:
Bütün bu kurumların tek parti dönemindeki misyonları, sistemin halka empoze edilmesi ve bu empoze operasyonunun aksadığı her durumda yaptırım uygulaması idi.
O dönem, "halka rağmen halk için" mantığı geçerli olduğu için, halk, her itirazında, sistemin "Sus, sen ne bilirsin" tepkisi ile karşılaştı.
Ama demokrasi, halkın iradesinin belirleyici olması demek.
Ve Türkiye, 1950'de, dünyanın gittiği bu yola girmek zorunda kaldı.
1950'den beri de halk iradesi, sistemi daha kendi gerçeklerine uygun hale getirmeye zorluyor, sistem de kullanabildiği kurumları kanalıyla bunu engellemeye çalışıyor.
Demokratik süreçte, siyasetin, halka hesap verme gerçekliği karşısında, halka rağmenciliği sürdürme imkanı yok. Ciddi rol karmaşası yaşayan siyasi yapılar olsa bile, sonuçta her siyasi yapılanma, halk iradesini belirleyici gören bir dil üretmek zorunda. Meclis ve hükümetler de böyle bir gerçekliği önemsemek zorunda. Sistem içinde Cumhurbaşkanlığı'na özel bir misyon yüklenmişti, onun için Gül'ün seçiminde "Son kale" tartışmaları yaşandı. Gül'ün seçimi ile halk iradesinin bir adım daha ilerlediği söylenebilir.
Asker, kaynağını toplumdan alıyor, toplumun gücünden besleniyor. Ama sistem-halk ilişkisinde ortaya çıkan aksaklıklarda, ona, birçok kere, sistemin kutsallarını halk iradesine tercih eden roller verildi.
Yargı, yasal metinlerde "millet adına" görev yaptığı ifade ediliyor. Ama özellikle sistem-halk ilişkisindeki açmazlarda, kararların millet gerçeğini dikkate aldığı konusu çok tartışmalı.
Gelinen noktada, sancının keskinleştiği söylenebilir.
Çünkü bir yerde, Meclis, hükümet, Cumhurbaşkanı da sistemin kurumları, asker ve yargı da... Yani bir anlamda, halk iradesi ile sistem arasındaki sıkıntılı ilişki, sistemin kendi iç kurumları
arasında yaşanıyor. Kompleksli ilişkiler, uzun süre asker-siyaset ilişkisinin karakterini bozmuştu. Şimdi o alanda nispi bir durulma gözleniyor.
Şu andaki kompleksli ilişki, "yargı"nın karakter kaybına ilişkin bir sonuç doğurma riskini taşıyor.
Mesela şu anda insanlarımız, meslek liseleri ile ilgili katsayı zulmünün kaldırılmasının Danıştay'a götürülmesinden neden endişe ediyor?
İstanbul Barosu'nun iptal davasındaki gerekçeler akla ziyan olmasına rağmen, neden yargının buna halkı tatmin edecek bir kararla cevap vereceği güvenini taşımıyorlar?
Bu bir kriter.
Çünkü yargının, yargıdan başka bir misyonu olabileceği endişesi var.
Ertosun, Paksüt gibi yargı simaları neden sık sık medyanın önünde? Neden yüksek yargı sık sık, hatta şimdilerde askerden daha çok tartışılıyor?
Son sözüm şu:
Türkiye'nin sistemi halkın gerçeğini tanımak ve kurumlarını bu halk gerçekliğine saygı gösterir hale getirmek zorunda.
Bu çerçevede ben, "katsayı zulmüne devam" kararı verecek bir yargıyı tahayyül edemiyorum.
Yorum:
Türkiye’deki sorun sistem sorunudur. Taşgetiren’in söylediği; katsayı meselesinin halka rağmen yargıya takılmasını tahayyül edemiyorum sözü, sorunu sistemde gören birini çokta şaşırtmaması gerekir. Sorunun çözümünde ise ‘mevcut sistem’ içindeki kurumların yeniden yapılanması gerekliliğine katılmakla birlikte, bunu bu sistemden beklemenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Sistemin orasına burasına yama yapmak şeklinde gerçekleşebilecek iyileştirmeler hiçbir zaman bizi ideale ulaştırmayacaktır.
Çok partili demokratikleşme süreci ile birlikte artık halkın sistemi sorgulayıp eskisi gibi güdülemediği ortamda, halk zamanla çözümün de yine kendisinin geliştirip uygulayacağı modellerle gerçekleşebileceğini anlayacaktır. Bu çözüme de gerek siyasi iktidar gerekse yargı açısından tek tip ve merkezi bir yönetimle asla ulaşılamaz. Çünkü bu kurumlar kendi varlıklarını sürdürme ve yerlerini güçlendirme gayreti içindeyken sistem değişikliklerine direneceklerdir.
Yaşanan özel olaylarla gündeme gelen problemler üzerinden tartışarak enerji harcamak yerine, genel bir yaklaşım sergileyip daha çok yeni modellerin tartışmasını yapmak gerekmektedir. Gerçekleştirilecek çoklu hukuk ve yerinden yönetim sistemi modelleri, halka gerçek anlamda tercih yapma imkanı sağlayacak ve demokratikleşme ancak bu durumda sağlanacaktır. Ancak henüz yeni bir model önermeyi rejimi tehdit eder düşüncesiyle, aman uzak durayım anlayışı ortadan kalkmamıştır. Sanki en ideal olan model bu imiş gibi düşünmekten vazgeçip alternatifleri üzerine kafa yordukça, sanıyorum Taşgetiren’de bir takım teklifler getirebilecektir.