23 Nisan 2010, Cuma
Savaşmak, bir tür varoluş biçimi olarak anlaşılıyor bizde. Bir şey elde etmek veya bir amaca ulaşmak için değil, varlığınızı kanıtlamak, karşınızdakini size değer vermeye zorlamak için başvurduğunuz ifade biçimi.
Meclis'te anayasa paketi görüşülürken telaffuz edilen "savaş" kelimesinin başka bir anlamı yok. Aslında Meclis, sorunların savaşmadan çözüleceği yerin adı değil mi?
Geliştirdiğimiz ve paylaştığımız ortak değerlerin, sahip olduğumuz kurumların ve uyduğumuz kuralların tamamı kavga etmeden birlikte yaşayabilmek için. Devlet aslında güven ve barış içinde birlikte yaşayabilmek için ürettiğimiz bir kurum. Hukuk ve adalet sistemi, anlaşmazlıkları kendi aramızda şiddet kullanmadan çözmek için var. Demokrasi, ortak işlerimizin görülmesini birlikte kararlaştırdığımız bir yönetim biçimi. Geliştirdiğimiz medeniyet, hatta sahip olduğumuz dinî hassasiyetler bile birlikte yaşamayı mümkün kılmak için bize destek veriyor, bir anlam çerçevesi kazandırıyor.
Türkiye bu anlam çerçevesini kurmaya çalışıyor. Namlunun ucuna asılı yaşamayı, her şeye gezden arpacıktan bakmayı hemen bırakmamız çok zor. Bu yüzden kan ve barut kokan sözleri, savaş deyimlerini siyasî dağarcığımızdan hemen çıkartmamız mümkün değil. Bir geçiş süreci ve alışma dönemi lâzım; siyasetin yapıcı diline alışabilmemiz için.
Canadian Institute of Intercultural Dialogue'un davetlisi olarak Kanada'dayım. Bu kuruluş, bütünüyle Türkleri temsil ediyor; hem iddialı hem de itibarlı. Ottowa'daki Parlamento'da Kanada politikası ve akademik çevrelerin ileri gelen simalarıyla birlikte yapılan toplantıda, bu itibarın dayandığı ortak dili ve paydaları dinledim.
Kanada, kültürel çeşitliliğin zenginlik olarak kabul edildiği çokkültürlü yaşam biçiminde iddialı bir ülke. Birlikte yaşayabilmek için farklı olana saygının ötesinde değer vermek, daha ötesi, onu anlamak için emek vermek gerekiyor. Birlikte yaşamanın ortaya çıkardığı sorunların nihaî çözümleri yok. Tek çözüm, farklı olanla birlikte yaşamayı bir yaşam biçimi haline getirmek ve değişimi de takip ederek sürekli sorun çözmeye alışmak. Sorunlar sürekli olacak, sizin de sürekli üretilen çözümleriniz hayatı herkes için yaşanılır kılacak. Defalarca tecrübe edilerek yanlışlığı kanıtlanmış olan çözüm, sizin doğrularınızı başkalarına dayatmak ve diğerlerinin ona uymasını beklemek.
Enerjinizi, dikkatinizi ve yeteneklerinizi birlikte barış içinde yaşamayı mümkün kılacak ortak paydalara ayırmak ve zıtlıklardan uyumlu bir hayat çıkartmak zorundasınız. Herkes yerini ve rolünü bu ortak amaca uygun bir şekilde yeniden tanımlamak zorunda. Türkiye, anayasasında köklü bir değişikliğe giderken aslında bu işin tecrübesini ve kurallarını oluşturuyor.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın kuruluş yıldönümü konuşmasında yaptığı özeleştiriyi, bu ortak mimarînin önemli bir açılımı olarak kabul etmek lâzım. "Toplum yargıdan şikâyetçi" diyor, bu yüksek yargı temsilcisi. Hareket noktası bu şikâyeti duymak ve yargının hüküm yürüttüğü halka göre kendini yeniden biçimlendirmeye karar vermek olmalı. Kimsenin kerameti yok, kimsenin doğrusu yegane doğru değil; her şey insan için ve doğruları işte bu insanlara göre yeniden oluşturmanız lâzım.
Kanada Türk toplumunun çabası, farklılıklara saygı ile yaklaşan çokkültürlü bir toplumun eşit ve onurlu bir parçası olarak yaşamanın ötesinde, kendi kültürünün zenginliğini de geri kalanlara bir katkı olarak sunmak. Bu katkıya en çok ihtiyaç duyanlar ise Anavatan'da birlikte yaşama kurallarını yeniden oluşturmaya çalışanlar
Savaştan barış çıkmıyor; savaşı bir yaşam biçimi olmaktan çıkartmak gerekiyor.
Yorum:
Sosyal hayatta esas olan barış ve dayanışmadır. Savaş ve çatışma arızidir. Geçicidir. Toplum, çatışan ve bir biriyle uğraşan birey ve sosyal gruplardan oluşuyor ise, toplumun varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Tefrika ve çatışma toplumların dağılmasına yol açar. Tefrika ve çatışma hastalığına müptela olan toplumlar ortak sorunlarını çözemezler. Böyle toplumlar, sahip olduğu sosyal kurum ve kuruluşlar ayakta tutulamaz. Çatışma ve ayrışma hastalığına yakalan toplum sahip olduğu devletini ayakta tutamaz.
Ülkemizde toplumsal mutabakat sözleşmesi olması gereken anayasa ile ilgili milli iradenin tecelligâhı olan TBMM’ inde sergilenen manzaralar iç açıcı değildir. Darbe anayasası olan 1982 Anayasa’sı milletimize yakışmayan bir anayasadır. Millete zorla ve hile ile giydirilmiş adeta bir deli gömleği gibidir. Milletin iradesi, dünya görüşü ve değer ölçülerini yansıtmamaktadır. Bu anayasayı değiştirmekle görevli olan TBMM’ inde sergilenen manzaralar da milletimizin devlet anlayışına ve dünya görüşüne ters düşmektedir.
İnsan, sosyal bir canlı olduğundan yaradılış gereği diğer insanlarla birlikte yaşamak zorundadır. Tek başına ihtiyaçlarını karşılaması ve hayatına süreklilik kazandırması mümkün değildir.
Bundan dolayı insanlar, tarih boyunca farklı toplumlar halinde teşkilatlanarak sosyal kurum ve kuruluşlar kurmuşlardır. Bu kurum ve kuruluşlar yoluyla ortak sorunlarını çözmüşler ve ihtiyaçlarını işbölümü ve dayanışma yoluyla daha kolay karşılamışlardır.
Topluma üye olmanın avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardır. İnsanların toplum halinde teşkilatlanmaları sonucu iki ortak güç ortaya çıkmaktadır. Bunlardan biri teşkilatlanmış toplumun ortak gücüdür. Bireyin ferdi gücü ile mukayese edilmeyecek kadar büyük olan bu ortak (kolektif) güce “toplumsal güç” (egemenlik) denilmektedir.
Devlet şeklinde teşkilatlanmış toplumların bu ortak gücüne “ulusal egemenlik” denilmektedir “Ulusal Egemenlik”, ülke denilen sınırları belli olan bir toprak parçası üzerinde ilmi, dini, iktisadi ve siyasi kurumlar kurarak devlet şeklinde teşkilatlanmış ulusun ortak gücüdür. Siyasi güç olarak da tanımlayacağımız bu gücü toplum, kurmuş olduğu siyasi teşkilatlar yoluyla kullanır. Devlet bir bakıma toplumun ortak gücü olan egemenliği kullanmak amacıyla ilmi, kültürel (ahlâk), iktisadi ve siyasi müesseselerden oluşan bir teşkilattır.
Toplumun üyesi olan bireyin işbölümü ve dayanışma içinde ürettikleri hâsıla tüketimi aşan bir fazlalık ortaya çıkartır. Bu fazlalık, iktisadi gücü oluşturmaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca toplumun siyasi gücüne kim sahip olacak ve bu gücü nasıl kullanacak hususu ile üretilip tüketilmeyen fazlık kimin olacak ve nasıl paylaşılacak hususu en çok ilgilenilen ve tartışılan konular olmuştur. Savaşlar, çatışma ve mücadeleler hep bu iki konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Çünkü toplumun siyasi gücünü (egemenliğini) kullanma, gücü kullananlara namütenahi imkânlar ve ayrıcalıklar sağlamaktadır. Bundan dolayı her dönemde ve her ülkede devlet yönetimine ilgi duyulmuş ve bu kurumu yönetme imkânına sahip olmak için insanlar ve sosyal sınıflar arasında kıyasıya yarışmışlar, mücadeleler cereyan etmiştir. Tarih boyunca ulusal egemenliği ele geçirmeye yönelik siyasal mücadelelerin ardı arkası kesilmemiştir. Dünyada meydana gelen savaşların hemen hepsi siyasi veya iktisadi gücü elde etmeye yönelik olmuştur.
Egemenliğin kullanış tarzı, siyasi sistemlerin niteliklerini belirleyen en önemli ölçüttür. Siyaset Bilimi, ulusal egemenliği “kim, nasıl ve niçin kullanacaktır” sorularının cevaplarını konu edinir.
Üretim ve paylaşım da iktisadi sistemlerin ilgi alanıdır. İktisat Bilimi de paylaşım anlayışını ve üretilen ortak değerler “kimler tarafından, kim için, nasıl üretilecek? Paylaşım nasıl olacaktır?” hususları ile ilgilenir.
Toplumun ortak gücü olan egemenliği kullanmak önemli olduğu gibi sosyal hayatta oluşan nimet-külfetin toplumu oluşturan bireyler arasına nasıl paylaşılacağı hususu da hayatı öneme sahiptir. Bundan dolayı her zaman ve her toplumda hemen herkesi meşgul eden bir husus olmuştur.
Bu amaçla sosyal kurumlar ve sistemler kurulmuştur. Bu kurum ve sistemler ya paylaşımda adaleti sağlayarak gönüllü işbölümü ve dayanışmaya ortam hazırlamışlar; ya da paylaşımda adaleti sağlayamadıkları için işbölümü baskı, dayatma ve korku ile sağlamışlardır. Paylaşım tarzı, iktisadi sistemlerin yapısını ve işleyişini belirleyen önemli bir göstergedir.
Siyasal yönetim tarzını ve nimet-külfet paylaşım biçimini kişilerin dünya görüşü ve değer ölçüleri “hak” anlayışı belirlediği gibi toplumların siyasi ve sosyal yapısını da toplumun ortak dünya görüşü ve değer ölçülerinin “hak” anlayışı belirler.
Hayatımızda en çok kullanılan ve en fazla önem verilen kavramı olan “hak” kavramının en kolay anlaşılan tanımlardan biri, “toplum içinde yaşayan insanın diğer insanlardan alacak ve borcunu ifade eder”. Toplum halinde teşkilatlanmanın amacının haklı olanın “hakkını” korumak olduğunu ve sosyal hayatta “haklı olan güçlü olması gerektiğini” benimseyen dünya görüşüne “Hak Merkezli Dayanışmacı Dünya Görüşü” diyoruz. Bu dünya görüşüne göre kâinatta yardımlaşma ve dayanışma egemendir. Sosyal hayatta esas olan çatışma değil, dayanışmadır.
Sosyal hayatta dayanışma, ancak haklının hakkını korunduğu ve nimet külfetin adil paylaşıldığı bir ortamda sağlanabilir. Bundan dolayı sosyal teşkilatlanmanın varlık nedeni, “haklının hakkını korumak ve nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis” ermektir. Bu anlayışa göre sosyal hayatı tanzim eden norm ve kurallar haklının hakkını koruduğu ve paylaşımda adaleti sağladığı ölçüde “hukuki” olma özelliği kazanırlar.
Sosyal hayatta “kuvvetli” olanın haklı sayıldığı dünya görüşünü ise “Kuvveti Merkezli Çatışmacı Dünya Görüşü” diye ifade ediyoruz. Bu dünya görüşüne göre kâinatta sürekli çatışma vardır. Sosyal hayatta da çatışmalar sürüp gitmektedir. Çatışmada galip olan taraf haklıdır. “Hakkın kaynağı ve dayanağı kuvvettir”. Bu dünya görüşüne göre “hakları” kuvvetli olanlar tayin ettiği gibi “nimet-külfet paylaşımın kurallarını” da kuvvetli olanların koyması ve belirlemesi doğal sayılmalıdır. Bu anlayışa göre egemenlerin ayrıcalıklı konumlarını koruyan ve sürdüren norm ve kurallar “hukuki” sayılmaktadır.
Teşkilatlanmış toplumun ortak gücü olan egemenlik, ya toplumu temsil edenler tarafından toplum adına kullanılır; ya da bir aile, sınıf veya zümre tarafından zorla veya hile ile ele geçirilir ve yönetenlerin menfaat ve iktidarını korumak amacıyla kullanılır.
Toplum adına bu gücü kullananlar, hukukun üstünlüğünü sağladıkları, temel hak ve özgürlükleri güvence altına aldıklar ve nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis ettikleri ölçüde toplumun yararına hizmet etmiş olurlar. İnsan hak ve özgürlüklerini ihlal edenler ve nimet-külfet paylaşımında haksızlık yapanlar veya haksızlıklara göz yumanların topluma hizmet ettiklerini ifade eden söylem ve eylemleri fazla anlam ifade etmez.
Hukukun üstün olmadığı ve nimet-külfet paylaşımının adil olmadığı durumlarda sahibi millet olan devletin imkânları her zaman egemen zümrenin lehine kullanılmıştır. Adil olmayan yöneticiler mevki ve makamlarını baskı ve dayatma ile veya çifte standartlı söylem ve eylemleriyle korumaya çalışırlar.
Bireylerden olulaşan toplumların ortak düşüncesini ve dünya görüşünü, toplumu oluşturan bireylerin ortak inancı, değer ölçüleri, tarihi birikimi, kültürel ve doğal çevrenin biçimlendirmesi doğaldır. Toplumlar, doğruluğuna, iyi ve güzelliğine, faydalı ve yaralılığına ve adil olduğuna inandıkları ve benimsedikleri ilke ve kurallara göre idare edildikleri bir düzen iradi işbirliği ve dayanışmayı sağlar.
Demokrasi, iradi işbirliği ve dayanışmayı sağladığı ölçüde anlam ifade eder. Korku ve baskıya dayanan gayri iradi olarak sağlanan işbirliği ve dayanışma uzun ömürlü olamaz. Devrevi (konjunktürel) çatışma ve gerginliklere yol açar.
Milletimiz, “Hak Merkezli Dayanışmacı Dünya Görüşü” sahiptir. Milleti temsil edenler, haklının hakkını korumak ve paylaşımda adaleti sağlamak için bir sosyal yapıyı oluşturmak için çatışma içinde değil, yarış halinde olmaları gerekmez mi?
“Kuvveti Merkezli Çatışmacı Dünya Görüşüne” sosyal yapıları oluşan toplumlarda devleti yönetme yetkisini ayrıcalıklı sınıflar zorla ve hile ile elde etmişlerdir. Onlar bu konumlarını korumak için sürekli çatışma çıkartırlar. Düşman üretirler. Halkı potansiyel tehlike olarak görürüler. Ayrıcalıklı konumlarını korumak için sürekli hayali düşman üretirler. Onlar sözde demokrat, eylem de ise hilekâr ve despotturlar.
Ülkemizde bu kavgalar ve çatışmalar niye? Acaba ülkemiz milletimizin dünya görüşü ve değer ölçülerine göre yönetilmiyor mu?
Bu sorulara hep birlikte cevap bulmalıyız. Kavga ve çatışma ile bir yere varılmaz. Hukukun üstünlüğüne ve adalete inanlar çatışarak sorunlara çözüm üretilmeyeceğini bilirler. Onlar uzlaşarak ve dayanışarak ortak sorunlara çözüm bulmanın akli selimin yolu olduğuna inanırlar.
Tevhid ve adalete inan milletimizin dünya görüşüne göre kâinatta barış ve dayanışma esas olduğu gibi sosyal hayatta da barış ve dayanışma esastır ve esas olmalıdır.