30.11.2009
Hıristiyanlığın kaynaklarında tam bir netlik söz konusu değildir. Menkıbe tarzında hikâyelerin, havarilerin ortaya koyduğu esasların Aristo felsefesiyle karışmasından Hıristiyanlık doktrini ortaya çıktı.
Tabii Aristo'nun düşüncelerini Hıristiyanlıkla bağdaşacak şekilde değiştirmek zorunda kaldılar. Böylece oluşan Kilise doktrini, sadece dinî inançları değil, her türlü düşünceyi kontrol altına aldı. Kilisenin bu baskısı düşünen insanları, sanatçıları arayışa yöneltti. Eski Yunan'a dönen bu aydınlar, orada yepyeni bir insan modeli ile karşılaştılar. O dönemde yaşayanların, kölelerin dışındaki küçük bir zümresi özgürdü. Tanrılarını bile kendileri icat ediyor, gerekiyorsa onları birbirleriyle savaştırıyorlardı. Kilise ile sanatçılar ve mütefekkirler arasında bir mücadele başladı. Beynini idrak eden bu zümre gözlem yapma ve hayal gücünü kullanma zevkini tattı; insan ruhunun bir imkânlar alanı olduğunu fark etti.
Gelişen sömürgecilik, ticaret ve coğrafi keşifler ile zenginleşenler, şehirlerde kuvvetli bir tabaka meydana getirdiler. Burjuva adını alan bu sosyal tabakadan bazıları sanatçı ve bilginleri korumayı geleceklerinin güvencesi gördüler. Ortaya çıkan reform hareketi de dinî inancı saflığına kavuşturmak isteyince, kiliseye olan inanç sarsılmaya başladı.
Sanatçıların başlattıkları serbest düşünce hareketi yavaş yavaş bilimsel uyanışa da sebep oldu. Düşünce adamı düşündüğünü, bilim insanı yaptığı gözlemi hiçbir baskı söz konusu olmadan açıklamak ister. Bu istek onları kilise doktriniyle karşı karşıya getirdi. Bilim adamları bazı fikirleri ileriye sürüyor, gözlemler, deneyler yaparak bu düşüncelerin doğru olup olmadığını sınamaya gayret ediyorlardı. Kilise de varlığını sürdürmek için bunlara tavır almakta gecikmedi. Gelileo, Newton gibilerin başarıları rönesansla beliren eğilimlere nitelik kazandırdı; yani herhangi bir otoriteye bağlı olmayan insan aklının neleri gün ışığına çıkarabileceği anlaşıldı. Çok geçmeden insan aklına karşı doğan güven, onun üzerinde yer alan her türlü otoriteyi reddeder oldu.
Mademki insan aklının üstünde hiçbir güç yok; öyleyse herkes hür aklıyla hakikati bulabilir kanaatine varıldı. Tabii buna itirazlar devam ediyordu. Tartışma boğazlaşmaya dönüştü, ama akıl gittikçe Avrupalının idrakinde daha fazla yer alıyordu. Kanlı mücadelelerden sonra kilise kabuğuna çekilmek zorunda kaldı; insan aklının biricik belirleyici unsur olduğu, onun dışında hiçbir doğaüstü gücü kabul etmemek aydınlanma çağının felsefesi oldu. Çok geçmeden pozitivizm hakikatın tek bulucusu kabul edildi.
Pozitivizm, gözlem ve deneyin dışında hiçbir hakikat olmayacağını ilan etti. Tabii düşünmüyorlardı ki, gözlemin dışında hiçbir hakikat olmadığı iddiasının gözlem alanında hiçbir dayanağı olamazdı; çünkü gözlem yapılmadan ileri sürülen önkabuldü. Darwin'in 'Türlerin Kökeni' adlı kitabı, kiliseye karşı savaşanların eline müthiş bir silah verdi. Darwin'e göre türler tamamen maddenin kendi süreçleri içinde birbirinden değişim yoluyla meydana geliyordu. İnsan da bu değişim sonucunda gün ışığına çıkmıştı. Öyleyse tabiat üstü bir güç yoktu. Ne ilk maddenin nasıl oluştuğu düşünüldü, ne de gözlemlere başvurulmadığı halde bu iddianın gerçek olduğunun nasıl kabul edildiğine kafa yoruldu; ama evrim teorisi dine karşı olanlar tarafından bilimin kuralları çiğnenerek mutlak doğru olarak benimsendi.
Ancak oluşan bu bilime karşı inanç 19. yüzyılın ikinci yarısında sarsılmaya başladı. Kant'ın kendisini uykudan uyandırdığını söylediği Hume'un ampirist felsefesi, "Bildiğini iddia edebileceğin şeyler gözlemlerinden ibarettir ve sebep-sonuç ilişkisi içerisinde inandıkların, alışkanlıklarının sana doğru olarak gösterdiklerinden başka bir şey değildir" diyordu. Bunu düstur edinen Kant, insan düşüncesini şekillendirici kategorileri kullanmadan gözlem yapılamayacağını söyleyerek ilmi kabulleri kökünden sarstı. Marx da akılcılığa belki de farkında olmayarak bir darbe indirdi. Ona göre insan düşünceleri, bağımsız aklının değil, içine girdiği ekonomik ve sosyal yapının ürünüdür. Ardından gelen Freud da akılcılığı şirazesinden hepten çıkardı. Görüşünce, akılcı bir şekilde karar verdiğini zanneden insanın düşüncesini bilinçaltı etkiler; aklını kullandığını zanneden insanı aslında bilinçaltı yönlendirir.
Şüphesiz akıl, ilmin kâinattaki her esrarı kurcalayan maymuncuğudur; ama mutlak gerçeği ele geçirdiğine dair bilimin bir iddiası olamaz. Buldukları muhtemel sonuçlardır. Herhangi bir şekilde doğru dediklerinde yanlışlık ortaya çıkarsa, bilim adamı yanlışlığı düzeltir, yoluna devam eder. Bilimin ilerlemesi eski yanlışların düzeltilmesinden güç alan hamlelerden başka bir şey değildir.