Çocuk yaşlarımdaydım.
Bir gün; babamın kitaplığını karıştırırken İran'da ilkokullarda okutulan bir "alfabe" elime geçti. Tabii bunun İran'da okutulan bir alfabe olduğunu daha sonra öğrenmiştim. Bu arada şunu dile getirmekten de kendimi alamıyorum. Yıllarca kullandığım "alfabe" sözcüğü yerine "abece" sözcüğünü kullanmak hiç içimden geçmiyor. Öğretmen arkadaşlarım ki; çoğu bu konuda çok duyarlıdırlar bağışlasınlar.
Bizim ilkokulda okuma-yazmayı söktüğümüz alfabe kitabı; herhalde Türk Alfabesi'ne geçildiği dönemde hazırlanmış ve basılmıştı. Gerek kadın, gerek erkek ve gerekse diğer çizimleri; son derece ilkeldi ve o günlerimizin bile çok gerisindeydi. Fakat İran Alfabesi bambaşka idi. Beni en çok şaşırtan görünüm de; kadınlarının tümünün "eşarplı" olmaları; erkeklerin ise takım elbiseli ve kravatlı olmaları olmuştu.
Düşünün ki; o dönemlerde İran'la ilgili gördüğümüz tüm fotoğraflarda; İran'ın modern bir yüzü karşımıza çıkardı. Zaten bu konudaki en büyük merakımız; Şah Rıza Pehlevi'nin çocuğunun olmaması ve İran'ın veliahtsız kalırsa ne olacağı idi. Tabii kadınların İran'la ilgili sıkıntısı da; Şah'ın Prenses Süreyya'yı bu nedenle boşayıp boşamayacağı idi! Sonunda Şah Süreyya'yı boşadı ve Farah Diba ile evlendi.
Oğlu da oldu ama "şah bir yana taht bir yana..." Alfabede görünen kadınların neden başörtülü olduğunu rahmetli babama sorduğumda; İran'da İslamiyet'in gündelik yaşamdaki etkisinin Türkiye'den çok daha fazla olduğunu ve eğer alfabe böyle basılmamış olsaydı; din adamlarının bunu engelleyebilme olasılığının olduğunu söylemişti. İran'la ilgili fotoğrafları kafamda canlandırınca; bu açıklamaya epey şaşırmıştım.
Fakat daha sonraki yıllarda; şah dönemi İran'ının yapısını biraz araştırınca olayları daha iyi anlamıştım. Örneğin; o dönemde İran parlamentosunda bir tasarının yasalaşması için parlamento içindeki din adamlarından oluşan bir heyetin de onaylaması gerektiğini çok sonraları öğrenmiştim. O parlamentonun ne derece demokratik seçimlerle oluştuğu tartışılırken; bir de din adamları heyetinin olması; işi anladığımız biçimiyle demokrasiden iyice uzaklaştırıyordu.
Ama gerçek buydu.
O dönemde şah; "akdevrim" adını verdiği bir (sözde) devrim yapıyor ve kısa sürede gerçekleştirdiği bir toprak reformu sonrasında; İran halkının çoğunluğunun yaşadığı kırsal kesimde; sağlık ocağı okul vb. gibi kurumlar açılıyordu. Günahı söyleyenlerin boynuna; aslında "devrim" diye kendi mülkiyetindeki toprakları satıyor ve büyük kâr sağlıyormuş. Ama dünya kimselere kalmıyor...
Bizim gazetelere pek yansımadı ama kulağımıza geldiğine göre o günlerde Fransa'ya resmi bir ziyaret yapan Şah'a bir televizyon söyleşisinde spiker ilginç bir soru sormuş. "Sizin yapmakta olduğunuz devrim aşamasında örnek aldığınız herhangi bir lider var mı?"
Şah bu soruyu "hayır yok" diye yanıtlamış. Bu kez spiker "Sizin bu devriminizde; Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü örnek aldığınızı söylüyorlar. Doğru mu" diye sormuş. Şah'ın verdiğini duyduğumuz yanıtı çok ilginç. "Hayır" demiş "Mustafa Kemal din duyguları zayıf bir insandı. Biz samimi Müslümanlarız..."
Tabii o dönemde; Paris büyükelçiliğimizde kıyamet kopmuş. Bir bomba atsalar ancak bu kadar gürültü çıkarırmış. Ve elbette yalanlamalar ve "çeviri hataları yapılmış" gerekçeleri açıklanmış. Bizde de bu "nahoş" durumun pek üstüne gidilmedi. Olay kapatıldı.
Fakat "mollaların" devirdiği laik İran Şahı işte bu kadar ve böyle! Laik bir devlet adamı idi...
O günlerin İran'ının iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira İran'da Şah ve ailesinin kaçması ve ardından Ayetullah Humeyni'nin İran'a gelerek İran İslam Cumhuriyeti'ne giden sürecin başlaması; bizim laik arkadaşlarımızdan çok önemli bir bölümünün "kâbusudur" ve samimi olarak benzer şeylerin Türkiye'de de olabileceğinden endişe ederler.
Oysaki İran ve Türkiye bu bakımdan birbirine hiç benzemezler. Yukarıdan beri sıraladığım özelliklerden hiçbiri Türkiye'de yoktur. Bunların yanı sıra; Türkiye'de yaygın olan İslami mezheplerin yapısı İran'a hiç benzemez. Ne Sünni Hanefi mezhepte ne de Alevilik'te; İran'da görülen "din hiyerarşisi" yoktur. Yani ne bizdeki Alevi dedeleri Caferi anlamda din adamı sayılırlar; ne Sünni Hanefi mezhepte "din adamı" olarak isimlendirilebilecek bir sınıf vardır. Cemaatin önüne kim geçerse ve namazı kıldırırsa "iman" odur. Din alanında; yetkin ve sözü dinlenir kimi uzmanlar vardır ama bunlar; İran'da görüldüğü üzere "bir din hiyerarşisi" oluşturmazlar.
Sadece İslami bilgileri olan ve sözü dinlenen "Hocalar"dır. Büyük saygı görürler...
Yukarıda da vurguladığım gibi; Türkiye'de kendini "çağdaş" ve "laik" tanımlayan yurttaşların önemli bir bölümü; İran'da gerçekleşenlerin bir gün Türkiye'de de gerçekleşebileceğinden endişe ediyorlar. İran'daki "mollalar rejiminden" kaçanlar da; bu korkuyu tahrik ediyorlar. "Bizim yaşadıklarımızdan ders çıkarmıyor musunuz?" diyorlar.
Doğrusunu isterseniz; şu anda İran'da hüküm süren insanlara hiçbir sempati beslemiyorum. Fakat şah zamanında; petrol zengini İran'daki gelirler arasındaki uçurum; sanıyorum "İslam devrimini" (!) tetikledi.
Atalarımız ne demiş?..
"son pişmanlık fayda etmez..."
Yorum :
ŞERİAT TEHLİKESİ Mİ YOKSA ŞERİAT CEHALETİ Mİ?
Ülkemizde zaman zaman sokağa taşan bazı kalabalıklar eskiden ve daha yakın zamanlara kadar “kahrolsun şeriat! Kahrolsun şeriat!” diye avaz avaz bağırırlardı. Şimdilerde ise “Türkiye laiktir, laik kalacak, Türkiye laiktir, laik kalacak!” sözleri ile gürültü yapanlar, bize göre ancak çevre kirliliğine hizmet ediyorlar.
Bu bağırıp çağıran kimselere, bir saniye deyip de sorsanız, sen şimdi kahrolsun şeriat diye bağırıp çağırıyorsun, nedir şeriat deseniz. Bunlardan hiçbirinin doğru cevap verebileceğini sanmıyorum. Belki onlar, biz şeriat nedir bilmiyoruz; fakat bize böyle bağıracaksınız, dediler, biz de görevimizi yapıyoruz diye cevap verseler belki daha iyi yapmış olurlar ve oynanan oyunların perdesini kaldırmış olurlar. O zavallılar bilseler ki, onların bağırıp ses çıkarmaları, ses tellerini titreştirerek ün vermeleri ve selen yapmaları bile bir şeriattır. Çünkü tüm varlıklar hem kendileri ve hem de çevreleri bünyelerinde kural ve kanunlarla kuşatılmıştır. Canlı ve cansız varlıkların uydukları kanun ve kurallar vardır. Bilhassa canlıların hayatları kanun ve kurallar bileşkesinden ibarettir, diyebiliriz. Yani her canlı varlık hayatında bir yol takip eder. İşte onun yaşadığı bu hayat tarzına şeriat derler. Bunun için şeriat doğal hayat kanun ve kuralları demektir. İnsan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların, tüm yaratıkların kendilerine göre konulmuş bir kanun ve kurallar toplamı vardır. Bu sebeple güneş doğar ve batar, bu bir şeriattır. Yaz gelir, kış gelir bu bir şeriattır. Gece olur gündüz olur bu bir şeriattır. Canlılar doğar, yaşar ve ölürler bu bir şeriattır. Hayvan, bitki ve cansız varlıklar için dıharma ne ise insanlar için de şeriat odur. Diğer canlı ve cansızlar, onların bünyelerine konulmuş olan bu kanun ve kurallar karşısında sanki bir robot gibidirler. Hatta badem ağaçlarının havalar biraz ısınınca kış ortasında çiçek açmalarının sebebi budur. Onlar, akıl ve irade sahibi olmadığı kural ve kanunlara isteseler de istemeseler de uymak zorunda oldukları için şartların, kanun ve kuralların elinde bir robotturlar.
Ancak insan böyle değildir; o akıl ve irade sahibi bir varlıktır. Fakat insanda da robot kanunları vardır. Genel olarak onun bedeni böyle kanun ve kurallarla çalışır. Mesela insanın kalbinin, midesinin, böbrek ve ciğerlerinin çalışması böyledir. Yani bunlar bir robot gibi kendileri için konulmuş olan kanun ve kurallarla uyup görevlerini yerine getirirler. Fakat insanda bir de yeme, içme, giyinme, konuşma, çalışma, sözleşme… ve evlenme gibi irade kanun ve kuralları vardır ki, o bunlara kendi özgür iradesi ile ya uyar veya uymaz. İnsanın iradesiyle yaptığı işlerde Allah’ın buyruklarına ya uyar veya uymaz. Çünkü hayat bir imtihandır. Allah şunları yiyin, fakat şunları yemeyin, şu kişilerle evlenin fakat şu kişilerle evlenmeyin, kendi ürettiğiniz şeyleri, çalıştığınıza sahip olun, başkalarının mallarını çalıp çırpmayın faiz yemeyin buyurmuştur. İşte insana daha doğrusu Müslüman’a Allah’ın peygamber’i vasıtasıyla bildirmiş olduğu emir ve tavsiyeler, onun yaşaması gereken hayat şeriattan ibarettir. Yani şeriat, yaratıcı gücün varlığı yaratırken onların tabiat ve fıtratlarına koymuş olduğu kanun ve kurallardır ki, tüm varlıklar hayatlarında bunları yaşar ve yaparlar ve bu yollarda yürürler. Zaten Yunusumuz da şu sözlerinde bu gerçeği dile getirmiyor mu?
Kime didar gününden şule değse,
Anın şulesi var günden içeri.
Şeriat, tarikat, yoldur varana,
Hakikat, meyvesi, andan içeri.
Süleyman kuşdilin bilir derler,
Süleyman var Süleyman’dan içeri.
Şeriat, Arapça kökenli bir sözcük olup; "yol; mezhep; metod; âdet; insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" anlamına gelir. İslam dinindeki terimsel anlamı ise "ilâhî emir ve yasaklar toplamı", "İslam'ın kutsal kitabı 'ın kuran ayetleri, İslam'ın son peygamberi olan Muhammed'in söz ve fiilleri (Sünnet/ Hadisleri) ve İslâm bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları hususlara dayanan ilâhî kanun"dur. Bu açıdan anlam olarak din terimine benzeyen şeriat teriminin din teriminden farklılığı kullanım şeklindedir. Zira şeriat, "dinin insan eylemlerine (amel) ilişkin hükümlerinin bütünü", "dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı", "İslam Hukuku" gibi anlamlar için kullanılmaktadır. Kısaca dini hükümlerin bütünü ve dinin dünyevi ve maddi yönü olarak tanımlanabilir.
Şeriat sözcüğü şerea' sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. Bu sözcük beyan etmek anlamında olup, şeriat koymak manasında da kullanılır. Şeriat koyana "Şâri'"denir. İslam dininine göre tek şâri' yani şeriat koyucu (yani kural/hukuk koyucu) Allah’tır. Allah'a bundan dolayı "Şâri-i Hâkim" veya "Şâri-i Mübîn" denildiği de olur. Ayrıca, İslam dininde peygamberler Allah'ın hükümlerini yani şeriatını ortaya koydukları ve insanlara haber verdikleri nedeniyle şari olarak anılabilirler. Şeriat sözcüğünün çoğulu "şerâyi"dir.
Şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. "Musa'nın şerîatı", "Zerdüşt şerîatı" gibi. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu ayette açıkça görülmektedir: "Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma" (el-Câsiye, 45/18).
İslam inancına göre son peygamber olarak kabul edilen Hz. Muhammed'den önce de birçok peygamberler gelip geçmiştir. Bu peygamberlerin hemen hemen hepsi, Allah tarafından yeni bir şeriat yani kanunlar bütünü ile gönderilmişlerdir. Hz. Muhammed'in getirdiği şeriat da önceki şeriatların bir devamı ve hatta onların bir tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu husus, İslam'ın kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’in şu ayetinde şöyle dile getirilmektedir. "Allah, dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahiy ettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu” (eş-Şûrâ, 42/13). Zaten Yunusumuz da şu sözlerinde bu gerçeği dile getirmiyor mu?
Klasik İslam hukukçuları yani fıkıh âlimleri İslam şeriatını 3 ana gruba ayırmışlardır. a) İbadetler, b) Muameleler ve c) Ceza Hukuku olmak üzere üç ana gruba ayırmışlardır.
1- İbadetler: İbadet İslam'da, genel olarak Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit eylemi içersine alır. Özel anlamda ise, ayet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Mesela namaz, oruç, hac ve kurban gibi muameleler ibadete birer örnektirler.
2- Muameleler: İnsanlar arasında medenî, ticari, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velayet, vekâlet, vesayet, miras, akıle (sosyal sigorta), ticaret, ziraat ve her türlü ekonomik işler İslam şeriatını esasları arasında olup İslam, birey ile toplum, fert ile devlet hayatının gereği olan tüm medeni muamelelere ve hatta devletler hukukuna ait olan hükümleri yani insanoğlunu ihtiyacı olan tüm kuralları getirmiştir.
3- Ceza hukuku: İslam şeriatının kural ve kanunlarının yürürlükte olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan ve toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek caydırıcı ceza hükümlerini içersine alır.
Netice olarak şeriat demek genel anlamda varlık âleminin doğal-ilahi kanun ve kuralları demektir. Kâinattaki insan, hayvan, bitki ve cansız tüm varlıkların gideceği yolu Allah tayin edip koymuştur. Bu ilahi bir düzendir. Sadece insanın değil, güneşler, aylar yılsızlar, yer ve gök, hayvan ve bitkiler hepsi bunları hepsi bu ilahi düzene uyma zorunlulukları vardır. İnsan yaratma gücüne sahip olamadığı için kendiliğinden bir düzen kuramaz; bu sebeple onun da bu doğal-ilahi düzene uyma mecburiyeti vardır. Hayvan bitki ve cansızların arasında onlarla beraber yaşayan insan, onlar düzene uyarken insanın kural dışı kalması düşünülemez. Şeriata uyması, yani Allah tarafından kendi doğasına konulmuş olan kanun ve kuralları araştırıp bularak buldukları bu kanun ve kuralları uygulaması onun kendisi için bir tehlike ve öcü değil, bir fayda ve yarardır. Çünkü bu kanunlar tabiat ve fıtrattan ibarettir. O sebeple bu kahrolsun şeriat diye bağıranlar, erisin aksın ay ve güneşler, geceler gündüzler bitsin, mevsimler sona ersin, aile dağılsın, devlet yıkılsın ve varlık buharlaşsın demiş oluyorlar. İnşallah insanlar bu gerçeği bir gün anlar.