04.11.2009
Oğlum Ali Deniz’e, hayattaki en kötü şeylerin başında ayrımcılığın geldiğini anlatmaya çalışıyorum, özellikle de ırk ayrımcılığının, daha açık söylemek gerekirse ırkçılığın. İlkokulun iki senesini ABD’de, Afrika ve Latin Amerika kökenli öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir devlet okulunda okumuş olduğu için Ali Deniz çok kültürlülüğe alışık ve bundan hoşlanıyor. Fakat insanlar arasında renk ayrımının olmadığı kendi ülkesinde ırk ayrımcılığının nasıl olabileceğini tam olarak kavrayabildiği söylenemez. Ne var ki ayrımcılık ve dolayısıyla ırkçılık ülkemizde o kadar sıradanlaşıyor ve yaygınlaşıyor ki yakında ilkokullara bile sıçrayabilir; hatta çoktan sıçramış bile olabilir. Çünkü olmadık ortamlarda, beklenmedik kişilerden öyle ayrımcı-ırkçı değerlendirmeler, hakaretler işitiyorum ki endişelenmemek mümkün değil.
Son 25 yılda hep bir Türk-Kürt çatışması çıkması endişesiyle yaşadık. Küçük çaplı birkaç olay sayılmazsa korktuğumuz başımıza gelmedi fakat bu durumdan hareketle ülkemizdeki farklı etnik kökenlerdeki yurttaşlarımızın daha barışçı ve kardeşçe yaşadıklarını söylemek de doğru olmayacaktır. Açıkçası çatışma çıkmadı çıkmamasına ama çok kişi tepki ve öfkesini genellikle içine attı ve biriktirdi. İşte hükümetin Kürt açılımıyla birlikte, toplumun bir bölümünde birikmiş olan bu öfkenin sokağa taşması gibi tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız.
Geçmişten bugüne
Türkiye’de ayrımcılık temelli çatışmalar daha önce de, esas olarak mezhep ayrılığı bahanesiyle yaşanmıştı: 1980 öncesi Alevilere yönelik katliamlar ve 1993’deki Sıvas katliamı ilk akla gelenler. Mezhep ayrımcılığıyla etnik ayrımcılığın benzeştikleri ve ayrıştıkları birçok nokta var kuşkusuz, ancak günümüzde riskin daha yüksek olmasının başlıca nedeni, ayrımcılığın bir “taşra olgusu” olmaktan çıkıp kentlileşmesi. Son dönemde Kürtlere yönelik ayrımcılığın büyük kentlerde, alt ve üst orta sınıflarda alıp başını gittiği gözleniyoruz ki bu kesimlerin ırkçılığı daha az kriminal öğeler içerse bile ülkemizdeki bir arada yaşama kültür ve pratiğini daha kötü etkileyebilir.
Yazının tamamı için tıklayınız.
Yorum:
Müstehakız Biz, Müstehak!
Dünyanın birçok yerinde ülkeler, nüfusu İstanbul kadar bile olmamasına rağmen kantonlar halinde yönetiliyor ve hiçbir sorun da yaşamıyor. Her kantonun kendine ait dili, anayasası, başkanı ve yaşam düzeni var. Öyle ki, bu kantonlar yerleşim olarak bitişikler ama ne dil ne de kültür etkileşimi var. Gerginlik yok, anarşi yok, fitne yok.
Ülkede tek protesto sebebi Greenpeace, doğal yaşamı koruma ya da nükleer enerji karşıtlığı. Bütün bunlar da kitlesel değil, simgesel tepkiler halinde oluyor, sembolik olarak mesaj veriliyor ve herkes evlere dağılıyor.
İsviçre, Belçika, Kanada bu ülkelere örnek olarak verilebilir. Ancak şunu da kabul etmek gerekiyor ki, bu ülkelerle birçok yönden boy ölçüşecek durumda değiliz.
Her şeyden önce bağımsız bir ekonomiye sahip değiliz, belimizi doğrultamadığımızdan hem iç, hem dış siyasette sürekli müdahaleye maruz kalıyoruz ve olduğumuz yerde sayıyoruz.
Gündemimizi bile belirlemekten aciziz, sanal sorunlarla uğraşmaktan, gerçek problemlerimizi göremiyoruz. Bir kafa kesme cinayetiyle bile millet olarak aylarca uğraştık. Bu mudur yani?
Bir ay bunla, bir ay Hülya-Gülben polemiğiyle, bir ay Halis Toprak’ın özel hayat fantezileriyle, bir ay Ahmet Hakan’ın kırık kolla yaptığı çapkınlıklarla, bunları yazmakla bitmez, uğraşaduralım, bu arada beğenmediğimiz gâvur, Ay’a site kenti, Mars’a 5 yıldızlı otel, Satürn’e ise tatil köyü yaptırsın. Biz de bakalım, bekle bizi dünya Türkler geliyor diyip yiğitlik taslayalım.
“Vatan, millet Sakarya!” naralarıyla bir yere varamayız. Ben bu tavırları gayet hayalci hatta samimiyetsiz buluyorum.
Bana göre, Türkiye’nin problemi ayrımcılık, ırkçılık, kültür çatışması vs. değil. Bunlar oluşturulmuş ve sürekli canlı tutuluyor. Kimse çözüm halkasına yaklaşmıyor da yok “Af yasası çıksın.”, yok “Anadilde eğitim olsun.”, yok “Eurovision -2010’da Türkiye’yi Kürtçe şarkı temsil etsin.” saçmalıklarıyla gündem oluşturuyor.
Saçmalık diyorum çünkü bunlar kalıcı sorunlara geçici çözümlerdir ve iki gün sonra su kaynatmaya başlayacak, ona inanıp barış bekleyenleri hayal kırıklığına uğratacak. En kötüsü ise fiyaskonun adı:”Ayrımcılık” olacak.
Geçelim bunları, biz kantonlar halinde yaşayacak kadar medeni, gelişmiş ve bağımsız bir ülke değiliz. Kur’an rehberliğinde yönetilen bir ülke olamadığımız için de böyle kıvranmaya ve geri kalmaya devam edeceğiz.
Biz bu yaşanılan gerginliklere müstehakız ne de olsa Kürt’ün, Kürt bölgesinde yaşadığı, Kürtçe konuştuğu, kendi anayasasıyla yönetildiği, kendi başkanını seçtiği bir kantonlar ülkesi bize XX…L .