04.11.2009
EĞER AK Parti destekçisi isek... Gidip aşımızı yaptıracağız.
Eğer AK Parti karşıtı isek... Aşı yaptırmayarak en kralından bir tepki koymuş olacağız.
Durum budur... Ve bu kadar vahimdir yani...
Dikkat! Daha “Kürt açılımı”na, “Islak imza tartışması”na falan gelmedik...
Herkesin üzerinde kolayca ittifak edebileceği bir alanda, yani “sağlık alanı”nda bile süper bir ayrışma var aramızda.
Ne olayın taşıdığı hayati önem, ne çocuklarımızın geleceği...
Hiçbir gerekçe bu muazzam ayrışmayı ortadan kaldıramıyor.
* * *
Memleketin bir kesiminde hükümete karşı...
Had safhada bir kuşku var... Had safhada bir güvensizlik rüzgârı esiyor...
“Domuz gribi aşısı”ndan bile muhalefet çıkarılıyor.
Neredeyse “Aşı olmak istemeyen çocuklar olalım” diye eylem yapılacak...
Domuz gribine karşı yurtdışından getirilen aşıların altında, öyle “buzağılar” aranıyor ki, şaşıp kalırsınız...
Sağlık Bakanı'nın bilimsel açıklamaları, memleketin bir kesiminin üzerinde hiç de bilimsel bir etki bırakmıyor.
Bakan “Çoluk çocuğunuzun hayatını tehlikeye atmayın” diyor, memleketin bir kesimi tınmıyor bile...
Ne tınmaması!
Bu kulaklar, “İnadına öpüşelim” ya da “İnadına tokalaşalım” diye haykıranları bile duydu...
* * *
Bir memleket düşünün ki...
Herkes kendi kafasına göre “savcı”sını bulmuş... Herkes kendi kafasına göre “hukuk üstadı”nı bulmuş... Herkes kendi kafasına göre “cesur aydın”ını bulmuş...
Ve şimdi de...
Herkes kendi kafasına göre “sağlık uzmanı”nın peşine takılmış durumda...
* * *
Belki Başbakan Erdoğan...
“Ortadoğu'yu barıştırıyorum / İsrail'e posta koyuyorum / İran'a destek çıkıyorum” duygusuyla dopdolu bir şekilde...
“Ben ki dünyayı sallıyorum, Türkiye'yi mi yönetemeyeceğim?” diye düşünüyor olabilir...
Kendisine Fransa eski Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle'ün “Fransa'da 300 peynir çeşidi var. Bir memlekette bu kadar çok çeşit peynir bulunuyorsa, o ülkeyi idare etmek zordur” sözünü anımsatmak isterim...
Hatta De Gaulle'ün o sözünden yola çıkarak...
“Grip aşısının bile böldüğü bir ülke çoktan idare edilemez hale gelmiştir” şeklinde bir “kara haber” de verebilirim...
Yazının tamamı için tıklayınız.
Yorum:
Domuz gribi bir Jurassic Park Dinozoru mu?
Tarih: 1997-2007
Yer: ABD Atlanta’da CDC (Center for Disease Control and Prevention) yani “Hastalık kontrol ve önleme merkezi”
Çalışma: 1918 İspanyol Gribi virüsünü yani H1N1 denen domuz gribi virüsünü canlandırma çalışması
Çalışmaya katılanlar:
1. Atlanta’daki CDC laboratuvarı (çalışmanın merkezi)
2. Washington dışındaki gizli bir askeri patoloji laboratuarı
3. New York’ta Sina Dağı Tıp Fakültesi (Mount Sinai School of Medicine)
4. Yaşlı bir İsveçli: John Hultin
H1N1’in canlandırılması hikayesi aslında 1950 yılında Iowa üniversitesinde başlıyor. Burada doktora öğrenimi yapan 25 yaşındaki İsveçli John Hultin bir doktora tezi ararken ziyaret ettiği bir virolojistten (virüs uzmanı) 1918 İspanya Gribi (H1N1) salgınını çözmenin tek yolunun “permafrost” denen kutup bölgelerinde devamlı donmuş olarak bulunan toprağa gömülmüş olan bir hastalık kurbanından virüsün yeniden canlandırılması olduğunu duyuyor. Bir tez konusu bulmanın heyecanıyla hemen bu işe girişiyor. Yaptığı araştırmalarla bu iş için en uygun yeri buluyor: Alaska’da Seward Peninsula bölgesindeki Brevig isimli bir yerleşim bölgesi. 1918 yılı H1N1 salgınında Kasım ayında bu bölgede yaşayan 80 kişinin 72’si sadece 5 gün içinde ölüp bir toplu mezara gömülmüş. Hultin gerekli izinleri alarak donmuş toprağı kazıyor ve mavi elbiseli, saçları kırmızı kurdeleli küçük bir kız çocuğunun bozulmamış cesedini buluyor. Daha sonra aynı yere gelen meslektaşları da dört tane daha ceset buluyorlar ve bu cesetlerin akciğerlerinden parçalar alarak yangın söndürücülerde kullanılan kuru buzlarla donmuş vaziyette tutuyorlar. Iowa’ya dönen Hultin elde ettiği dokulardan bir çözelti hazırlıyor ve grip virüsünü geliştirmek için kullanılan döllenmiş tavuk yumurtasına enjekte etme yöntemini kullanıyor. Sonrasında fare, rat ve dağ gelinciklerine bu çözeltiyi veriyor. Ancak bunların hepsi ölünce Hultin’in tezi yatıyor.
Bu olaydan 47 yıl sonra 1997’de Jeffery Taubenberger isimli bilim adamı bir asker cesedinin akciğerinden inflüenza virüsün küçük bir parçasını bularak PCR denen teknikle yeterli büyüklükte DNA dizisini elde etti. Büyük bir sansasyonla o tarihteki tıp dergilerinde yayınlandı. Dr. Taubenberger Rockville’deki Silahlı Kuvvetler Patoloji Enstitüsünün moleküler patoloji departmanının şefidir. Bu departman 1990’ların başında çürümüş etten genetik kod kırıntılarını elde etme başarısını göstermiştir. Dr. Taubenberger virüsün DNA dizisini kısmen elde etmişti ancak virüsü yeniden canlandırmayı başaramamıştı. Çünkü elinde virüsün kodunu tam olarak elde edebileceği bu askerin cesedinde başka bir doku ve başka uygun bir ceset yoktu. Tam o sırada 72 yaşında olan Hultin, tıp dergisinde Taubenberger’in başarılı olduğuna dair makaleyi okuyunca heyecanlanmış ve Taubenberger’e bir mektup yazmıştı. Mektupta 1951’de Alaska Brevig bölgesindeki macerasını anlatmakta, isterse tekrar o bölgeye giderek, masraflarını da kendisi karşılayarak Taubenberger’e H1N1 bulunduran ceset parçacığı gönderebileceğini söylüyordu. Taubenberger’in kabul etmesi üzerine 26 yıl sonra tekrar Brevig bölgesine giden Hultin yine aynı toplu mezarı kazdı ve kazının dördüncü gününde akciğerleri çok iyi korunmuş şişman bir kadın cesedi buldu. Yağlarının koruyucu etkisi nedeniyle bu bölgede ara sıra olan buz çözülmelerinde akciğerleri bozulmamıştı. Mükemmel bir örnekti. Hultin bu cesedin akciğerlerini ve diğer organlarını alarak Taubenberger’e gönderdi.
Taubenberger yaklaşık on yıl süren bir çalışma ile H1N1’in gen diziliş kodunu elde etti. Bu noktadan sonra kodun artık gerçek genlere dönüştürülmesi işlemi vardı. Sina Dağı Tıp Fakültesi inflüenza ekibi birkaç ay içinde bunu başardı.
Bundan sonra da Terrence Tumpey isimli bir bilim adamının laboratuvarı canlı virüs parçacıklarını birleştirdi ve bir çözelti içine yerleştirdi. Tumpey, her biri 10 milyon virüs içeren 10 şişe canlı H1N1 İnflüenza virüsü (Domuz gribi) elde ettiğini açıkladı. Virüs parçalarının CDC’de depolandığı, başka yere gönderilme planı olmadığı (!), gen dizisinin de NIH adı verilen ulusal sağlık enstitüsü veri bankasında olduğunu bildirdi.
2005 yılında henüz çalışma tamamlanmadan yapılan röportajlarda bu çalışmanın amacının kuş gribi adı verilen H5N1’e karşı savunma taktikleri geliştirmek olduğu söylendi. Sebebinin ise yapılan bir çalışmada 1918 İspanyol gribini (H1N1) geçiren 91-101 yaş arasında 32 kişinin halen vücutlarında H1N1’e karşı antikor bulunması olarak belirtildi. Bunu kullanarak H5N1 adındaki kuş gribi virüsüne karşı antikorlar geliştireceklermiş. Nasıl olacaksa? Pek mantıklı görünmüyor. Eğer H5N1 virüsüne karşı antikor üretmek istiyorsanız H5N1 virüsünü kullanırsınız, H1N1’i değil. Olayın tarihlerine bakarsanız kuş gribi salgınının 2004 yılında başladığını, bu çalışmanın ise 1997’de başladığını görürsünüz. Sadece bu tarih farkı bile bu açıklamanın saptırma amaçlı olduğunu gösteriyor.
Tabi bu çalışma başlayınca hemen tepkiler gelmeye başlıyor. Böyle bir virüsün yeniden canlandırılmasının oluşturabileceği tehlike ve H1N1 salgınına sebep olabileceği söyleniyor Amerikan kamuoyunda. Ancak o zaman Tumpey şu açıklamayı yapıyor: “Bu virüsü yeniden canlandırmanın kamu sağlığı açısından taşıdığı risk çok azdır. Ayrıca önceki araştırmalarda bilim adamları, İspanyol gribi virüsü gibi virüslere karşı etkili modern ilaçlar geliştirdiler. Hayvan deneylerinde insan gribi aşısının ve Tamiflu isimli ilacın H1N1’e karşı etkili olduğunu gördük.”
Buradaki açıklamaya dikkat edin. İlk cümlede risk yok demiyor, risk az diyor. İkinci cümleye dikkat edin. Bu virüse karşı modern ilaçlar geliştirdiler. Yani “Virüsün laboratuar dışına çıkmamasını garanti edemem, çıksa bile satın alacağınız çok pahalı ilaçlar ve aşılar önceden hazırlandı.” diyor. Bir de “İnsan gribi aşısının (H3N2’ye karşı aşının) H1N1’e karşı etkili olduğunu gördük.” cümlesine tıp fakültesi ikinci sınıfında mikrobiyoloji dersi alan bir öğrenci bile güler. Bu kadar basit bir kuralı bu kadar tecrübeli bir bilim adamının bilmeme ihtimali var mı? Zaten 2009 yazında H1N1 ilk çıktığı zaman bütün dünyada Tamiflu adındaki ilacın stoklarının tükendiği görüldü. Daha aşılar piyasaya sürülmeden sadece bu ilaçtan milyarlarca dolar cirolar yapıldı. Tamiflu ilacının ve H1N1 aşısı üreten firmaların sahiplerini araştırırsanız size pek çok konuda fikir verecektir.
26 Ocak 2006’da Jamie Shreeve isimli bir yazarın New York Times’da bir makalesi yayınlandı. Bu yazar Genom Savaşı adlı bir kitabın yazarıdır. New York Times’ta yayınladığı bu makalenin başlığı “Why Revive a Deadly Flu Virus?” yani “Niçin ölümcül bir grip virüsü canlandırılır?” idi. Bu makalede benim de faydalandığım dikkat çekici ayrıntılar yer almaktadır. 1918 grip virüsünün insan türü için bilinen en öldürücü mikrop olduğu belirtilmekte, en büyük tehlikeyi ise onun genetik kodunun artık “public database” denen bilim adamlarının internetten indirebileceği açık veritabanında olması olarak bildirmektedir. Biyoterörist saldırı amaçlı olarak ne kadar kolay veri elde edilebileceği tehlikesine dikkat çekmiştir.
Yine bu makalede Ottowa Üniversitesinde virüs evrimi konusunda uzman olan Earl Brown’un bu bilgiyi kullanarak “Bana 100.000 dolar ve iki ay süre verin, H1N1 virüsünü kendi laboratuarımda yeniden canlandırırım.” dediğini bildirmektedir. Bütün bu uyarıları Terrence Tumpey’in önemsemediği, virüsün laboratuar dışına çıksa bile 1918’deki gibi öldürücü olmayacağını belirtmekle yetindiğini bildirmiştir. Bugün bile bu ekibin internet sitelerine girerseniz bu Jurassic park macerası ile ne kadar övündüklerini göreceksiniz. (www.pandemicinfluenza.org)
Jurassic park ekibi
CDC: Fonlarını NIH adı verilen ulusal sağlık enstitüsünden alıyor ve ABD hükümetinin kontrolünde. Daha da ilginci Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından bu iki kurum referans olarak alınıyor. TC Sağlık Bakanlığı’da hem Dünya Sağlık Örgütünü hem de CDC’yi sağlam referans olarak görüyor. Bu çok önemli bir ayrıntıdır. Çünkü bu iki kurumun etkisi altında karar alma riski vardır. Aslında bana göre CDC’nin adındaki paradoksu gidermek için adını değiştirmek gerekli. CDC: Center for Control and Prevention (Hastalık kontrol ve önleme merkezi) pek uygun görünmüyor. Bunun yerine CDD: Center for Disease Dissemination (Hastalık yayma merkezi) daha uygun gibi görünüyor.
Gizli askeri laboratuar: Askeri laboratuar demek silah üreten yer demektir. Eğer biyoloji ya da patoloji laboratuvarıysa konvansiyonel veya kimyasal silah üretecek değil ya, elbette biyolojik silah üretecek. Bu da çok önemli bir ayrıntı.
Sina Dağı Tıp Fakültesi: 1850 yılında kurulmuş bir tıp fakültesi. İsmi zaten kendini ele veriyor: Sina Dağı. Kuran’da ve Tevrat’ta geçen bir dağ adıdır. Yahudiler için kutsaldır. Bu da bu fakültenin kurucu ve yöneticilerinin kimler olduğunu gösteriyor. Dikkat ederseniz virüsün canlandırılmasındaki en can alıcı nokta olan kodun gerçek genlere dönüştürülmesi işlemini diğer büyük laboratuvarlar değil de bu fakülte gerçekleştirmiştir. On yıl boyunca işin en zor kısmını yapan CDC laboratuvarı birkaç ay sürecek olan bu işlemi nasıl oldu da yapamadı ve bu işlemi Sina Dağı Tıp Fakültesine ihale etti. Bu Tıp Fakültesinin bu işlemi gerçekleştirdikten sonra kendisi içinde istediği kadar kopya yapabilmesi için uygun ortam mı hazırlandı acaba?
Heyecanlı bir bilim adamı: John Hultin
Son durum
H1N1 virüsü 2007 yılında laboratuarda yeniden canlandırıldı. Evet, bir Jurassic Park hikayesiydi bu. Jurassic Park’ı seyredenler bilir ki dinozorlar parkta kalmamış, parkın elektrikli tellerini aşarak insanlara saldırmışlardır. 1918 yılının yeniden canlandırılan H1N1 virüsü Jurassic Park’ın sınırlarını geçti mi? Geçtiyse onu oradan kim çıkardı? En yüksek güvenlik tedbirleri altında korunan, retina taramaları ile girilebilen bu merkezden virüsün kaçırılması çok zor görünüyor. Dikkat edin, kaçırılması çok zor görünüyor, yetkililerce çıkarılması ise çocuk oyuncağı. Bir de Sina Dağı Tıp Fakültesi kötü günlerde kullanmak üzere kendileri için fazladan kopyalar ürettiyse, oradan virüsün çıkması çok daha kolay görünüyor. Ancak zaten virüsün buralardan çıkmasına gerek yok ki. H1N1’in genetik kodu artık internette bir tıklama uzağınızda. 100.000 dolarlık bir bütçeyi ayırın, bunu üretecek birini belki siz bulamazsınız, ama bazıları o kadar kolay bulur ki şaşırırsınız.
Domuz gribi salgınından kim karlı çıktı, ona bakalım. Elinizde bir ilacınız var. Bu ilacınız çok satmıyor ya da sizin istediğiniz kadar satılmıyor. Bu ilacı satmanın yolu nedir? İlaca uygun hastalık üretirsiniz. Bunun için 100.000 dolar harcarsınız, milyarlarca dolarlık ciro yaparsınız. Kârı görüyorsunuz. Hesap ne kadar açık değil mi?
Domuz gribi niçin yaşlıları değil de gençleri öldürüyor?
1918 senesi Birinci Dünya Savaşının son senesiydi. O yılda tarihin en korkunç salgın hastalığı yaşandı. Ortaya çıkan bir grip bütün dünyada salgına yol açmış ve bazı kaynaklara göre 20 milyonla 50 milyon, bazı kaynaklara göre ise 50 milyon ila 100 milyon arasında insanın ölümüne yol açmıştı. Bu salgın günümüzdeki salgın gibi H1N1 virüsünün eseriydi.
1918’den sonra bir çok grip salgını yaşandı. 1957’ye kadar yaygın olan tür H1N1 idi. 1957’ye gelince H2N2 Asya gribi adı verilen salgınla 1.5 milyon insanın ölümüne yol açtı.
1968 yılında H3N2 Hong Kong gribi adıyla kendini gösterdi ve 1 milyon kişinin ölümüne yol açtı. 1957’de Asya gribini geçirenler bu virüse karşı kısmen bağışıktı, çünkü H farklı olmasına rağmen N proteini aynı idi.
1977 yılında ortaya yeniden H1N1 çıktı. Ancak önceki durumlardan farklı olarak H1N1, H3N2’nin yerini almadı. H3N2 hakimiyetinin devam ettirdi, H1N1 kayboldu.
1998’de H1N1 yeniden ortaya çıktı. Ancak bu sefer domuzlar arasında yaygındı ve domuz ölümlerine yol açtı. Ona karşı domuzları korumak için aşı geliştirme çalışmaları başarısız oldu. Çünkü virüs çok hızlı antijenik kayma yapıyordu. Domuz gribi adını bu tarihte aldı. Bugünkü H1N1’in bu H1N1 ile aynı olmadığı, 1918 yılındaki H1N1 ile aynı olduğu yayınlandı. Bu nedenle bugünkü gribe domuz gribi denmesi aslında yanlış bir isimlendirmedir, ancak bu isim o kadar yayıldı ki başka türlü anlaşılamayacağı için ben de makalemde bu ismi kullanmak zorunda kaldım.
2004-2006 yılları arasında ise Hong Kong kaynaklı bir inflüenza ortaya çıktı. Kuş gribi adı verilen bu virüsün tipi H5N1 idi. Bilinen en tehlikeli grip virüsü idi ancak iyi tarafı insandan insana bulaşmamasıydı.
2009’da ortaya yeniden H1N1 çıktı. Meksika’dan başlayan bu grip tüm dünyaya yayıldı. Bu salgın bitince mevsimsel grip etkeni ya artık H1N1 olacak ve H3N2 kaybolacak ya da 1977’deki gibi H1N1 tekrar ortadan kaybolacak ve H3N2 yine toplumda mevsimsel grip etkeni olarak kalacak.
Virolojistler H1N1’e bütün griplerin annesi derler. Bu tarihçeye dikkat ederseniz sürekli tekrarlayan gribin H1N1 olduğunu görürsünüz. Bağışıklıkta bir kural vardır. Kişi ilk karşılaştığı grip virüsüne karşı en iyi savunmayı yapar. 1957’de H1N1 virüsü ortadan kalkıp yerini H2N2’ye bırakmıştı. 1957’den önce doğanların çoğunluğu 1977’deki H1N1 salgınını rahatlıkla atlattılar. 2009 H1N1 salgınını ise bu hesapla kimlerin rahat atlatacağı anlaşılıyor: 1957’den önce doğanlar hem H1N1’le ilk defa karşılaşıp, 1977’de ikinci kez karşılaşmış olma ihtimalinden dolayı kolaylıkla hastalanmayacaklar veya daha hafif atlatacaklardır. 1977’den önce doğanlar da sonra doğanlara göre 2009 H1N1 salgınını daha hafif hastalıkla veya hastalanmayarak atlatacaklar demektir. Tabii bu şartlar zeminde kronik bir hastalığı, akciğer hastalığı ve immün yetersizlik durumu olmayanlar için geçerli. Zaten bugünkü tabloya bakarsanız yaşlıların değil, daha çok gençlerin hastalanıp öldüklerini görürsünüz. 1957’den önce doğan yani bugün 52 yaşından büyük olanların çok fazla H1N1’e yakalanmadığı, 1957-1977 yılları arasında doğanların ise yani 32-52 yaş arasının ise 32 yaşından küçüklere göre daha az tehlikede olduğu görülür.