Fatiha Suresinin Demokratik Yorumu
01.AĞUSTOS.2010 YIL;1 SAYI;2
Süleyman KARAGÜLLE
“ Sayın Süleyman Karagülle’nin bu yazısı kendisinin 29 Temmuz 2000 yılında verdiği İslam ve Demokrasi adlı seminer ve 19 Ocak 2001 yılında verdiği Fatiha Sûresini Demokratik Yorumu adlı seminerleriyle birleştirilmiştir. Esas metin Fatiha Sûresinin Demokratik Yorumu adlı seminerdir. İslam ve Demokrasi seminerinin tefsiri araya konmuş ve son kavram açıklamaları da farklı bir puntoyla verilmiştir. Konu ve surenin aynı olmasına rağmen farklı zamanlarda yapılan farklı örneklerle sunulan iki tefsirin yazarının hangi usulu takib ettiği ve yol haritasını nasıl koyduğunu bu sayede daha iyi görebilmek umuduyla.” Besmele بسم الله (Yaşamam ve Çalışmam) Yaşatan ve Çalıştıran Allah’ın Adınadır. “Besmele”nin ilk (çalışmam ve yaşamam) sözleri söylenmiyor. Onu yaparak gösteriyorsun. Burada “Allah’ındır” denmemiş de “Allah’ın adına” denmiştir. Çünkü insan Allah’ın halifesidir. O’nun adına hareket eder. Ben birine iş yaparken ona değil, onu görevlendiren Allah’a yapmış oluyorum. Ben bir ücret alırken o kişiden değil de, onu görevlendiren Allah’tan alıyorum. Bu insanları eşit hâle getirir. Kişilik bakımından kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur, demektir. Herkes yaptığının karşılığını Allah’tan almaktadır, demektir. İnsanın insana hükmetmesi yoktur. Allah’ın yeryüzündeki halifesi “devlet”tir. Allah kendi hak ve görevlerini ona devretmiştir. Herkes devletin işçisidir ve ücretini ondan almaktadır. Bununla beraber “devlet” deyince “hükümet” anlaşılmamalıdır. Devlet, kurulmuş olan düzendir. Herkes o düzende kurallara göre hareket eder ve kurallara göre karşılığını alır veya bulur. Kurallara uymadığı zaman kendi seçtiği hakemin seçtiği başhakeme hesabını verir. Başka kimseye hesap vermez. Hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı önünde başkanla vatandaş birdir. O da kurallara uymak zorundadır. Bu “hukuk düzeni”dir. Halkın sadece hukuka karşı sorumlu olmasıdır. Ve “demokrasi”dir. Devlet düzeni öyle oluşacaktır ki orada herkesin aşı olacak, kimse aç kalmayacaktır. Bütün insanların yeryüzünde ortaklığı vardır. Kira payından geçineceklerdir. Devlet bunu zekât (vergi) ile yapmaktadır. Öyle devlet olacaktır ki, herkese iş verecektir. Bunu “karz-ı hasen müessesesi” ile yapar. Bu hususta yöneticilerin takdir yetkisi yoktur. Payını vermezlerse hakemlere gider ve alır; krediyi vermezlerse hakemlere gider ve alır. “Besmele” işte bunu ifade etmektedir. “Besmele” söyleyen kimse Allah ile iş anlaşmasını yapmaktadır. Devlet ile de vatandaşlık anlaşmasını yapmaktadır. Böylece herkes kimsenin emrine girmeden, kimseye muhtaç olmadan yaşama imkanını bulmaktadır. Kendi seçtiği hakemlerin de katıldığı tarafsız ve bağımsız yargının kararları dışında kişiyi bağlayan bir şey yoktur. الحمد لله رب العلمين الرحمن الرحيم مالك يوم الدين “Bütün değerler, herkesin varedicisi, çalıştıran, yaşatan ve hesap günü kendisine ait olan Allah’ındır.” Bu âyette her türlü değerlerin Allah’a ait olduğu ifade edilmiştir. Allah’tan başka hiç kimsenin onun mülkünde payı yoktur. Hiçbir insan diğer bir insana; “Ben sana iyilikler yaptım, bana borçlusun!” diyemez. Eğer muameleden dolayı bir borçlanma varsa; “Borç Allah’a aittir. O’nun adına ben istiyorum.” diyebilir. Devlet olarak da devlette kişilerin herhangi bir üstünlükleri yoktur. Gördükleri hizmet karşılığı ortak üretimden pay alırlar ve aldıkları paylara karşı devlette görevli olurlar. Değerler topluluğa aittir. İstiklâl Savaşı’nı şu veya bu kişi değil, bu topluluk kazandı. O yöneticiler olmasaydı yine bu topluluk o savaşı kazanırdı. Çünkü o kişileri de yetiştiren millettir. Onlar bu milletin çocuklarıdır. Kur’an’ın bütününe “İslâm dini” gözüyle bakılabildiği gibi “İslâm düzeni” gözü ile de bakılabilir. “Fatiha Sûresi”ne İslâm düzeni gözü ile bakalım: “Bütün hamd ve değerler Allah’ındır” demek, “O’nun halifesi Topluluğundur. Öyleyse hiçbir kişinin veya zümrenin mülkiyette ve mülkte bir ortaklığı yoktur. Her şey Allah’ındır; Topluluğundur. Yönetme ve tasarruf hakkı da Allah’ındır; Topluluğundur. Kişiler birbirleri ile muamele yaparken Allah adına halifesi olan “Topluluk adına” yaparlar ve Topluluğa borçlu ve alacaklı olurlar. Aldıkları yardımı da kişilerden değil Allah’tan yani halifesi olan Topluluktan alırlar. Herkes kendi işinde Allah’ın halifesidir. İnsanlar bu hususta eşit olup, peygamberlerin bile diğer insanların işlerine karışma yetkileri yoktur demektir.” Bu da “demokrasi”dir. الرحمن الرحيم “Çalıştıran ve Yaşatandır.” O herkesi var etti, onlara rızıklarını O verdi ve onlara iş veren de O’dur. Herkes O’nun işçisidir ve O’nun ıyâlidir. Kimse kimsenin patronu değildir. Devlet içinde de durum aynıdır. Devlet tek işverendir. Devlet tek maaş verendir. Çünkü üretim kollektiftir. Mülkiyetin, ailenin, hükümetlerin ve dini müesseselerin varlığı şeriatın gereğidir. Allah çocuğa bakmayı emrettiği için çocuğa bakılmaktadır. Allah, “Anne-babaya “uf” bile demeyin” dediği için anne-babaya iyilik edilmektedir. Devletin düzeni bu olduğu için böyledir. Bu düzeni de başkaları değil bizzat insanların kendileri koymaktadır. İçtihat ve sözleşmeler bu düzeni oluşturmaktadır, dayanışma ve hakemlik bu düzeni yaşatmaktadır. Burada kişiler kendi yaptıkları mevzuata kendileri uyuyor, kendi seçtikleri kimselerin talimatlarına uyuyorlar. Bu yıldan yıla, beş yıldan beş yıla göre değil; her vakit seçebilmekte ve değiştirilebilmektedir. İçtihatlar yenilenebilir. Sözleşmeler sona erdirilebilir. Sitelerin değiştirilmesi ile de başkanlar değiştirilebilir. Hakemler değiştirilemez. Yeni olayda yeni hakem seçebilir. Hakemler aleyhine hakemlere gidebilir. “Rahmân ve Rahîmdir”in mânâsı da, “Yaşatan ve Çalıştıran O’dur. Gerçek işveren Allah’tır; O’nun halifesi olan Topluluktur. Görevliler O’nun adına hareket ederler. Herkes kendi işinde görevlidir. Yönetici sınıf yoktur. Biz birisinin fabrikasında çalışırken devletin fabrikasında çalışırız. Onun sahibi devlet adına bir görevlidir.” Demek ki sosyalistlerin anladığı anlamda her değer kollektiftir. Ancak onu yönetme hakkı ve yetkisi de kapitalistlerin anladığı mânâda herkese aittir. Bu hak belli kurallarla elde edilir ve kaybedilir. “Hukuk düzeni”nde elde edilir ve kaybedilir; bürokratların takdiri ile değil. “Rahmândır, Rahîmdir” derken; bürokrasi ve bürokratik yetki yoktur demektir. İşte gerçek demokrasi budur. Yoksa Anayasada “her türlü ayrıcalık kaldırılmıştır” deyip bürokratlara imtiyazlar vermek çelişkidir. مالك يوم الدين “Hesap günü O’nundur.” Yaptığımız fiilde tamamen serbestiz. Ancak şeriata karşı sorumluyuz. Allah bizi âhirette hesaba çekecek ve yaptıklarımızın hesabını O’na vereceğiz. Allah’tan başka hesap vereceğimiz kimse yoktur. Devlet olarak da toplulukta işbölümü vardır. Herkes yetkisini kullanarak kendisi kendisine verilen işi yapar. Kapıcı kapıcılık görevini yapar. Kapıcılık talimatı ne emrediyorsa onu yapar: Müdür de müdürlük yapar. Kapıcı müdürü sorguya çekemez; müdür de kapıcıyı sorguya çekemez. Kurallara aykırı hareket etmişse, mağdur olan hakemlere gider. Kapıcı müdürü mahkemeye verir, müdür kapıcıyı mahkemeye verir. Çünkü herkes hesabını yalnız Allah’a vermekle yükümlüdür. “Din gününün sahibi O’dur” demek, “Kişiler şahıslara, yöneticilere karşı değil Allah’a karşı sorumludur” demektir; “Dünyada hakemlerden oluşmuş tarafsız ve bağımsız yargıya hesap verirler” demektir. “Hukuk devleti”nin temeli budur. İşte bu düzen Allah’ın insanlara icabıdır. Yani Allah diyor ki; “Ben böyle devlet istiyorum, gelin katılın” diyor; “İsterseniz gelin” diyor; “Ben zorlamıyorum” diyor; “Ama sonra sonuçlarına katlanın” diyor. Bundan sonra da mü’minler icaplarını kabul ederek iş akitlerini her namazda yenilerler: “Evet, biz Sen’in yeryüzündeki işyerinde yalnız Sen’in işçin olacağız. Başka kimseye esir olmayacağız. Ücretimizi de yalnız Sen’den isteriz. Kimseye avucumuzu açmayacağız. Biz biliyoruz ki çalıştığımız fabrikanın gerçek patronu devlettir. Patron - işçi yoktur. İş bölümü yapmış görevliler vardır.” Görülüyor ki felsefede “sosyal devlet”, uygulamada “liberal devlet”. اياك نعبد و اياك نستعين “Yalnız Sen’den yardım alırız ve yalnız Sana işçilik yaparız.” Burada çalıştıran ve yaşatan ifadesi açıkça anlaşılmaktadır. Herkes devletin işçisidir. Tekrar ediyorum, hükümetin işçisidir. Bakkal işleten bir kimse devletin işçisidir. Çünkü devletin koyduğu kurallar içinde bakkalını işletmekle yükümlüdür. Kârı, devletin ona verdiği kazancıdır. O halde kişiler görevlerini ve ücretlerini kişilerden değil, doğrudan düzenden almaktadırlar, kurallardan almaktadırlar. اهدنا الصراط المستقيم “Bize doğru yolu göster.” Allah Kur’an’ı göndermiştir. Orada insanlara doğru yolu göstermiştir. Ne var ki, Allah Kur’an’ın resmi yorumlayıcısını göndermemiştir. Hz. Peygamber’e bile bu yasaklanmıştır. Hz. Peygamber Kur’an’ı uygular ve örneğini verir. Yorum ise herkesin kendisine aittir. Devlette de durum budur. Devletin yaşama ve çalışma kuralları içtihat ve sözleşmelerden oluşur. Ne var ki, bu sözleşmeleri uygulamada yorumlayan bizzat uygulayandır. Kimse başkasının fetvası ile hareket edemez. Sorumluluğu ona atamaz. Herkes doğrudan doğruya hakemler nezdinde kendisi sorumludur. Dayanışmada diyetin bölüşülmesi sorumluluk değil infaz dayanışmasıdır. “Bize doğru yolu göster” demek, “İçtihadımızla hareket edeceğiz. Kimseden fetva almayacağız. Yalnız Sen’in ilhamına kulak vereceğiz.” demektir. Böylece demokrasinin temel kurumu olan “içtihat müessesesi”ni de tedvin ediyor صراط الذين انعمت عليهم “Kendilerine iyilik ettiğin kimselerin yoluna.” Bu yol peygamberlerin yoludur; Hz. Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed peygamberlerin getirdikleri yoldur. Bu icmaları belirler. İnsan ya tüm insanlığın ortak aklı olan “müsbet ilmin verilerine uyacak” veya “kendi içtihadına göre hareket edecek”tir. Kimse bir başkasının veya başkalarının akıl veya akılları ile gezmek durumunda değildir. Daha açık ifade edelim. Bunu yapanlar şirk içindedir ve Kur’an’a göre en büyük günah şirktir. “İn’am ettiğin kimselerin yolu” kuralı ile de “icma” ortaya konmuştur. “Mahalli yönetim”i ortaya koymuştur. Bunları “günlük ibadetler”de Aşiret Topluluğu olarak taahhüt ederler. Bir de “Cuma Cemaatı” olarak Kabile Topluluğu içinde taahhüt ederler. Bunun dışında büyük cemaatler ancak “Hac”da bir araya gelirler. İl veya devlet başkanları sadece kendi kabile ve aşiretlerinin imamı olup diğerlerinin hâdimidirler. غير المعضوب عليهم و لا الضالين “Ne sapıtanların, ne de şaşıranların yoluna değil.” Allah’tan başka kendilerini tanrı yerine koyup kendilerine taptırmak isteyenlerin yolu değil. Devlette askeri gücü olanlar kendilerini tanrı yerine koyarak halka hükmetmek istemektedirler. Mü’min olanlar katılamaz, o demokrasinin yolunda olur. Serveti olanlar halkı uyutarak yönetmek istiyorlar. Mü’min olan onların yoluna gidemez. Mü’minin yolu demokrasi yoludur. Kapitalizm ve sosyalizmden uzak olan yoldur. İSLÂM ŞERİATI = İSLÂM DEMOKRASİSİ -Tarih boyunca hep din savaşları olmuştur. Bu savaşlar tanrı anlayışında değil de tanrının isimleri üzerinde olmuştur. Türkler “tanrı”, Araplar “ilâh” dedikleri gibi; her kabile kendi diliyle yaratıcıyı isimlendirmiş, her kabile tanrıyı kendi kabilesinin tanrısı yapmış ve karşı tarafla savaşmıştır. Çok tanrılar da bu çok adlardan doğmuştur. Bu sebepledir ki mü’minlerin günde en az 20 defa okudukları Fatiha Sûresi’nde Allah’ın herkesin rabbi olduğu belirtilmektedir ve ilk sıfat olarak zikredilmektedir. Türkiye’de “şeriatçılar” ile “demokratlar” arasında çatışma vardır. Bu çatışma kavramda değil kelimededir. “Demokrat” kelimesi batı kaynaklıdır. “Demos” halk demektir. “Krasi” var etmek, üretmek, yönetmek demektir. Türkçede bu, halkın kendi kendisini yönetmesi demektir. İlk dönemlerde Yunanistan’da da “ekseriyet sistemi” yoktur. Yunanistan’da “Demos” deyince yalnız Atina asilzadeleri anlaşılıyordu. Onlar anlaşarak ve uzlaşarak kararlar alıyordu. Sonraları aralarında çatışma başladı. Atina’da yaşayan diğer halklar asilzadeleri saymaz oldular. Asilzadeler kendilerini halka saydırmak için Sofokles’ten kanun yapmasını istediler. O da “ekseriyet sistemi”ni önerdi. Böylece “halk yönetimi”ni “çoğunluk sistemi”ne çevirdi ve dejenere etti. Avrupalılar bunu “temsili sistem”e çevirdiler. Yani aristokratların yerine halkın temsilcilerini koydular. Halka ya zenginleri seçtirdiler, ya da askerleri seçtirdiler. Bunlardan birinin adı “kapitalizm” diğerini adı “sosyalizm” oldu. 20. yüzyıl, bu iki ekseriyete dayalı aristokrat sınıflarının çatışması ile geçti. Türkiye’yi de başlangıçta “askeri demokrasi” yönetiyordu. 20. y.y.’ın ikinci yarısı ise “sermaye aristokrasi” ile “askeri aristokrasi” arasındaki savaşla geçmektedir. Bu iki aristokrasi İslâm düşmanlığında ittifak hâlindedirler. Bununla beraber halk Müslüman olduğu için açıkça cephe alma yerine “Vur abalıya!” deyip; birbirlerine kızdıkları zaman Müslümanlara vuruyorlar. 1960, 71, 80 ve 28 Şubat 1997 saldırıları hep böyle olmuştur. Ne var ki askerler bunu isteyerek değil, sermayeden korktukları için böyle yapmaktadırlar. Dış kökenli olan sermaye ise İslâmiyet’e karşı derin husumet beslemektedir. Bu yolla asker ile halkın arasını açıp Türkiye’yi Endülüs’e çevirmek istemektedirler... Türkiye’yi bölmek, parçalamak ve ondan sonra Yunan’a, Ermeni’ye ve İsrail’e peşkeş çekmek isteyenler Türkiye’yi Lâik-Antilâik, Kürt-Türk, Sünni-Alevi ve Kemalist-Antikemalist kamplara bölüp çatıştırmak ve bu çatışmaya Türk ordusunu da bölerek sokmak istiyorlar... “Şeriat” ve “demokrasi” aynı anlamda, biri Arapça biri Grek kaynaklı iki kelime olduğu halde; sanki birbirine zıt kavramlarmış gibi gösteriyorlar. Halkı silâhlandırıp birbirine girdirme ve kırdırma çabaları içindedirler. Tarihi devlet tecrübesine sahip Türk Halkı bu oyunlara gelmemektedir. Ancak Batı tipi üniversitelerden mezun ilâhiyatçılar ile diğerleri ateşe körükle gitmektedirler... Türk Halkının düşmanları ile işbirliği yaparak bizi söyletmemektedirler... Biz şimdi sadece size söylüyoruz... Dinleyenler kurtulacak, diğerleri gark olacaktır... Kur’an baştan başlayarak sonuna kadar demokrasiyi savunur. Biat sistemi, içinizden atanan ve sizin kabul ettiğiniz ulu’l-emr sistemi, emaneti ehline verme sistemi ve sizin düzeniniz size benim düzenim bana sistemi, malları rıza dışında almama sistemi, kimsenin evine yurduna girememe sistemi gibi... Kur’an hep demokrasiyi anlatmaktadır ve bunların mekanizmasını getirmektedir. Fatiha Sûresi, demokrasinin değişmez maddeleri gibidir. Bütün değerler Allah’a aittir. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. O herkesin Rabbi’dir. Yönetimde kişiler arasında ayrılık yapılamaz. O rahmândır, herkesi yaşatır. O rahîmdir, gücü olanları çalıştırır. Din gününün sahibidir. Herkes O’na karşı sorumludur. Herkes şeriata uymakla yükümlüdür. Hukuk düzeni vardır. Yalnız Sana ibadet ederiz. Herkes kamunun işçisidir. Yalnız Senden istiâne ederiz. Herkes kamudaki payını alır. Bize mustakîm sıratı hidâyet et. Nasıl davranacaklarımızı Sen bize öğret. İçtihadımızla hareket edecek ve Senden başka kimseyi dinlemeyeceğiz. Dalâlette olmayanların, kapitalistlerin. Mağdubun aleyhim olmayanların, sosyalistlerin dışında olan şeriatçıların= demokratların yoluna götür. Kendi içtihadımızla hareket edelim, ama uzlaşma ile oluşturduğumuz ortak sözleşmelere de uyalım. Kur’an bundan sonra hep “şeriatı= demokrasiyi” anlatır. Kur’an bir yasa değildir. Çünkü bir kitabın yasa olabilmesi için onu teyit eden askeri güç olmalıdır. Allah hiçbir askeri güce Kur’an’ı zorla uygulatma yetkisini vermemiştir. Tam tersine; “Dinde zorlama yoktur.../ Sana yalnız tebliğ düşer.../ Sen onlara zor uygulayamazsın...” diyerek Kur’an’ın askeri güç uygulamasını yasaklamıştır. Peki, Kur’an’daki Yönetim ve Cezalar ile İlgili Hükümler Nedir? Mü’minler, birlikte yaşadıkları kimselerle oturur ve kendilerine bir düzen oluştururlar. Bu düzen kabile yani bucak seviyesinde bir düzendir. Herkesin birbirini tanıdığı büyüklükte 3000 ile 10000 arası nüfuslu yerdir. Bu düzeni hazırlayanların Kur’an’a inanmış olmaları gerekmez. Ateist de olabilirler. Onlar da oturur, aynı masada uzlaşmaya çalışırız. İşte bu uzlaşma esnasında masaya getireceğimiz öneriler, Kur’an’ın bize öğrettikleridir. Ancak biz onları savunurken “Kur’an böyle diyor” diye savunmayacağız, “müsbet ilim” ile savunacağız. “Kur’an düzeni” “müsbet ilim düzeni”dir. Mustafa Kemal, “Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir” derken, aynı zamanda; “Elimizde tuttuğumuz meş’ale Kur’an’dır” demektedir. Bunu bilerek veya bilmeyerek söylemektedir. Ama bunu söylemektedir. Kur’an’da iki çeşit hükümler vardır. Biri, Kur’an’da mevcut hükümlerden bir kısmına düzende muhalefet etmemiz mümkündür. Yani karşı tarafla uzlaşmak için tavizler verebiliriz. Bu Kâfirûn Sûresi’nde ilk iki âyette belirtilmiştir. Burada başkan için fiil cümlesi kullanılmıştır. Oysa sonra gelen iki âyette iki isim cümlesi kullanılmıştır. Bu iki grup cümlenin arasına “Va” harfi konmuştur. Aynı ikincisi birincisinin tekrarı değildir. İşte bu ikinci çift âyet taviz veremeyeceğimiz hükümleri içerir. O zaman bize emrolunan hicrettir. Onlar gider veya biz gideriz. Kimin gideceğine hakemler karar verir. Hakem kararı varsa, gücümüz yetiyorsa kalırız. Hakemler aleyhimize karar verdilerse veya gücümüz yetmiyorsa biz başka yere göç ederiz. Kur’an’daki hükümler kazai değil dinidir. Uzlaştıktan sonra sözleşme ile oluşan mevzuat kanundur ve kazaidir. Kur’an hükümleri değil. Mü’minlere Kur’an’a uygun düzenlerini kurmak farzdır. Demokrasi Nedir? İslâm Demokrasisi Nasıldır? 1- Batıda “demokrasi”, “yerinden yönetim” demektir. İnsanlık bir anayasaya sahip olacak ve uluslararası ilişkilerde o anayasa uygulanacaktır. Ama insanlık parlamentosunun aldığı kararlar ülke içinde geçersiz olacaktır. İnsanlık teşkilatı ülke içine ne mevzuatı ile ne de ordusu ile giremeyecektir. Yaptırımı boykot ve ablukalarla yapacaktır. Bir devlet parlamentosunun aldığı kararlar da illerin içinde geçerli olmayacaktır. İlde il parlamentosunun aldığı kararlar geçerli olacaktır. Merkez hâdimdir, hâkim değildir. Devlet illerin içine ne mevzuatıyla ne de askeri güçle giremeyecektir. İl parlamentosunun kararları da il içinde geçerli olup, bucakların içine giremeyecektir. Bucakların kendi meclisleri olacak ve iç işlerinde kendileri bağımsız olacaklardır. Kişilerin uymak zorunda oldukları mevzuat bu bucaklarda hazırlanır. İl, devlet, insanlık topluluklararası ilişkilerde geçerli olur. İslâmiyet’te “şeriat”, “içtihat” demektir. Yerinden yönetimin ismidir. Şöyle ki, kişi önce kendi mülkünde kendi içtihatları ile amel eder. Aşireti (ocağı) içindeki ilişkilerde aşiret icmalarına uyar. Kabile (bucak) içindeki ilişkilerde kabile icmalarına uyar. Şa’b (il) içindeki ilişkilerde şa’b icmalarına uyar. Kavm (devlet) içindeki ilişkilerde kavm icmalarına uyar. İnsanlık içindeki ilişkilerde de insanlık icmalarına uyar. İçtihatlar yalnız içtihat edenleri bağlar. İcmalar da icma edenleri bağlar. Başkanların istişare ile aldığı kararlar yalnız merkezleri ilzam eder, temsilci ulemanın icmaları ise taşralarını da ilzam eder. Demek ki içtihat yerinden yönetimin en ileri bir versiyonudur. 2- Batıda “temsil” de “demokrasinin ana rüknü”dür. Yunanistan’da doğrudan demokrasi vardı. Halk kendi sorunlarını kendi içlerinde tartışır ve uzlaşarak kararlar alırlardı. Roma’da da sistem aynı idi. Roma Senatosu tüm imparatorluğu yönetirdi. Sonraları yönetim kilisenin ve kralların eline geçmiş, “teokratik düzen” oluşmuştur. İslâmiyet ile karşılaşan Avrupa “temsili demokrasi”yi getirdi. Merkezlerde halkın temsilcilerinin oluşturduğu parlamentolar oluştu, onların aldığı kararlarla tüm ülke yönetilmeye başlandı. Kiminde “yerinden yönetim sistemi” geliştirildi., kiminde “merkezi siste geliştirildi. Bu “temsili sistem” bugün hemen hemen her ülkede uygulanmaktadır. Ne var ki, temsilcilerin seçilmesi sermayenin ve askerin baskıları ile olmakta, sonra da “ekseriyet sistemi” uygulanmaktadır. İslâmiyet’te “tevliye” şeriatın temelidir ve “temsil”in diğer bir adıdır. Halk kendisine bir müçtehit seçer. O müçtehidin içtihatları kendi içtihatlarıdır. Sözleşmelerle oluşan özel hukukta açık olan kısımlar bu müçtehitlerin içtihatları ile doldurulur. Araplar buna “akile” diyor. Kur’an “tevliye” demektedir. Türkçe olarak “dayanışma ortaklıkları” şeklinde ifade ediyoruz. Hazreti Peygamber Medine’de ilk devleti bu “dayanışma ortaklıkları” üzerine kurdu. Dört halife zamanında uygulandı. Sonra saltanat başlayınca yavaş yavaş ortadan kalktı. Merkez sitesini bu akile başkanları oluşturur. Halkı temsil eden bu şûra üyeleri ittifakla kendilerine bir başkan seçerler. O başkan merkez bucağın (kabilenin) başkanıdır. Kişiler her zaman akilelerini değiştirebilirler. Böylece ileri seviyede bir temsili demokrasi oluşturulmaktadır. 3- Batıda “sözleşme serbestliği” de demokrasinin temelidir. Kişiler kendi aralarında istedikleri sözleşmeyi yaparlar. Devlet bunların sözleşme içeriğine karışmaz. Devlet tarafların bu sözleşmelere uymalarını ister. Bu sözleşmelerle topluluk işleri yürütülür. Yunanistan’da ve Roma’da serbest sözleşme sistemi yoktu. Devlet ancak kendisinin oluşturduğu sözleşme tipi ile sözleşme yapanları, hem de resmi yerde yapanları koruyordu. Hakimler onu dinliyordu. İslâmiyet’in Batıya etkin olmasından sonra serbest sözleşme sistemi gelmiştir. Ancak hâlâ tapuda ve nikahta bu kurallar uygulanıyor. Hâlâ noterden geçmeyen birçok sözleşmeler geçersiz sayılıyor. İslâmiyet’te şeriat serbest sözleşmelerden oluşur. Özel hukukta tip sözleşmeler vardır. Sözleşmelerdeki açıklar onunla kapatılır. İspat külfeti kime ait değilse onun içtihatları uygulanır. Bucakların oluşturduğu kamu mevzuatı ise bucak ulemasının ittifakı ile oluşur. Merkezi yönetim olmadığı için il, devlet ve insanlığın ortak tek mevzuatı yoktur. Kamu niteliğinde hizmet verenler (doktorlar, hakemler) halkın kendilerini seçmesi ile hizmet verirler. Ücretlerini kamu bütçesinden alırlar. İslâmiyet’te tüm mevzuat serbest sözleşme üzerinde oturur. Zaten Batıya bunu öğreten İslâmiyet’tir. 4- Batıda “yargı üstünlüğü” de demokrasinin temelidir. Gerçek demokrasi, ancak tarafsız ve bağımsız yargı varsa vardır. Devletin tanımı budur. Devlet haklıyı kuvvetli kılan ve koruyan güçtür. Kimin haklı kimin haksız olduğuna ise tarafsız ve bağımsız yargı karar verecektir. Devlet yargının kararlarını uygulayacaktır. Silahlı güç yargı kararlarına uyarsa devlet olur. Yargı kararlarına uymazsa eşkıya olur. Burada yanlış anlaşılmasın, askeri güç gücü kullanırken yargıya uyacaktır anlamı verilmemelidir. Bir yerde askeri gücün kullanılıp kullanılmamasında tarafsız ve bağımsız yargı karar verir. Ondan sonra asker onu kendi metotları ile halleder. Ondan sonra askeri güç ile eşkıya arasında metot itibariyle fark yoktur. İslâmiyet’te hakemlik sistemi vardır. Hâkimlik sistemi yoktur. Yani merkezden atanmış hâkimler yoktur. Taraflar birer hakem seçer, hakemler de bir başhakem seçerler. Bunlar tarafları dinleyerek, bilirkişilerinden yardım alarak sonunda karar verirler. Yargı gelecekle ilgili kararlar veremez. Yargı başkaları ile ilgili karar veremez. Yargı davacısı olmayan hususlarda karar veremez. Sadece olaya ait ve davacı ile davalıyı ilgilendiren hususlarda karar verir. Verdiği kararların uygulanmasına da katılmaz. Kararları dayanışma ortaklıkları infaz ederler. Yani siyasi güç infaz eder. Batı yargıçların tarafsız ve bağımsız olmasını savunuyor ama mekanizması yoktur. Atanmış savcılar davacı ve atanmış hâkimler de karar vermektedir. Demek ki Batı demokrasisi göstermelikten ibarettir. Oysa İslâmiyet hakemleri taraflara seçtirmekle “tarafsız ve bağımsız yargı”yı oluşturmuştur. Kur’an’da hâkimlik değil, “hakemlik” vardır. Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir “hakemlik sistemi”ni uyguladılar. Hz. Ömer ise “kadılık sistemi”ni getirdi. Bugünkü idare ve yargı ayırımının kurucusu Hazreti Ömer’dir ve merkezden atama İslâmi değildir. 1400 yıl önce o tür uygulama gerekli olabilirdi. Ama bugün artık o sistem ihtiyaca cevap vermiyor. Yolsuzluğun ve rüşvetin kaynağı oluyor. Hz. Ömer’in uygulaması o kadardır. Oysa Kur’an sanki şimdi inmiş gibi günümüzün sorunlarını çözüyor. Onun için “ilâhi kitaptır”, diyoruz. 5- Batıda seyahat hürriyeti de demokrasinin temelidir. Batı bunu lâfta söylüyor da pasaport, vize gibi kayıtlayıcılarla işlemez hâle getirmiştir. İslâmiyet’te Hicret dinin direğidir. İslâmiyet’te pasaport ve vize yoktur. İslâmiyet’te gümrük yoktur. Hatta buna göre ülkeler tasnif edilmiştir. a) Vatandaşlara uygulanan vergiler ve tanıtma belgeleri dışında pasaport, vize, gümrük gibi engelleri koymayarak herkesin serbestçe istediği mallarla girip çıktığı ülkelere “İslâm yurdu” denmektedir. Yeryüzü insanlığındır. Başkasının yerini kapmamak şartı ile istediği yere istediği şekilde girip çıkma hakkına sahiptir. Kendi mallarını da istediği yere götürme hakkına sahiptir. İslâm devletine gelen kimseye, “sen gelme” deme hakkımız yoktur. Giden kimselere de “kal” demeye hakkımız yoktur. b) Çıkışlar gümrüksüz ve vizesiz olup sadece girişler gümrük veya vizeye tâbi ise bu ülkelere “dâr-ı terk” adını verir. Bunlarla savaş yapılmaz. Kendi hallerine bırakılır. Bunlarla ekonomik ve siyasi ittifaklara girişilmez. Hz. Peygamber bunlar için; “Sizi terk ettikleri gibi siz de onları terk edin” diyor. Bu hadisi “Türkler” diye yorumlamışlardır. Oysa buradaki “terk” tamamen siyasi mânâ taşır. c) Ülkesine giriş ve çıkışları veya sadece çıkışları yasaklayan devletlerin meşruluğu yoktur. Orada yaşayan insanların hakları vardır. Dışarıdakilerin güçleri yetiyorsa onları kurtarmakla yükümlüdürler. Bu ülkelerin bulunduğu yerler “dâr-ı harb”dir, onlara karşı askeri hükümler uygulanır. Bir ülke “dâr-ı harb” ise, diğer devletlerin o ülkeyi işgal etmeye hakları vardır. “Dâr-ı İslâm” veya “dâr-ı terk” ise o ülkeye askeri müdahale yapılamaz. Peki ama buna kim karar verecek? Amerika Birleşik Devletleri mi?!. Veto hakkı olan siyasiler mi?!. İşte bu “Batı mantığı”dır. İslâmiyet ise; “Buna tarafsız ve bağımsız yargı karar verecektir, yani hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı karar verecektir” diyor. Bu anlattıklarımızla çok açık ve kolay olarak anlaşılmış oluyor ki; Batıdaki teorik anlayış da şeriat anlayışının tamamen aynıdır. Ancak uygulamada Batı teorisini uygulayacak mekanizma geliştirememiştir. İslâmiyet ise eksiksiz çözmüştür. İslâm demokrasisi açıktır. Dengeye dayanır. 1- Nasıl yaşamak istiyorsan öyle yaşamak için gerekli kararları al, ama aldığın kararlarına uy ki çevren seninle işbirliği yapsın. Nasıl yaşadığını bilsin, ona göre sana davransın. Böylece düzen içinde hür olasın. 2- İstediğin sözleşmeleri istediklerinle yap ama yaptığın sözleşmelere uy. Böylece düzen içinde hür olarak yaşa. 3- İstediğin topluluğa katıl veya istediğin yere gir. Ama katıldığın yerin mevzuatına ve yöneticilerine saygılı ol. Beğenmiyorsan ayrıl, içerde iken muhalefet etme. Böylece istediğin düzende hür olarak yaşarsın. 4- Aranızda çıkacak nizaları çözmek için bir hakem seç. Karşı taraf da hakem seçsin. Hakemler başhakemi seçsin . Hakemlerin verdikleri kararlara uy. Böylece düzen içinde hür olursun 5- Hakemlerin verdiği kararlara karşı çıkanlara, yani hukuku tanımayanlara karşı istediğin birliğe katılarak savaş. Komutanını kendin seç, ama sonra ona kayıtsız şartsız itaat et. Savaşmak istemiyorsan bedel ver, fiilen katılma. Böylece hem düzen korunacak hem de kimse istemediği bir savaşa katılmayacak. Şimdi “İslâmiyet’te demokrasi yoktur!” diyenler delil getirsinler... “Ekseriyet demokrasisi yoktur.” Burası tamam. “Ama gerçek demokrasi vardır.” Ekseriyet kararı olmadığına göre kararlar nasıl alınacaktır? Kısaca onun özetini vermemizde yarar vardır.
1.) KOLLEKTİF KARARLAR: Herkesin aynı şeyi birbirine bakarak yapmasıdır. Davranışlarda muhalif yoksa karar alınmış demektir. Bu husus hakemlere davaya bakarken delil olur. Ancak buna hükmedilmesi için bu davranışlar icma ile sabit ve ilmî verilere aykırı olmamalıdır. Bunların uygulamada özel dört türü vardır: 1- Dil kollektif kararlarla oluşur. Herkes cümleleri bir meramı anlatmak için kullanır. Topluluk içinde böyle kollektif anlamı oluşur. Bu anlam kabilelere göre değişebilir. Zamana göre değişebilir. Hakemler ifadelerin yorumunu yaparlar. 2- Sanat da kollektif olarak oluşur. Biri bir şarkı söyler, unutulur gider. Diğeri başka bir şarkı söyler, ağızdan ağıza mırıldanılır. Benzerleri oluşmaya başlar. Hukuktaki yeri, yarışmalar yapılır ve halk jürisi ile yarışı kazananlara kamu bütçesinden paylar verilir. 3- Teknik Normlar: Topluğa değişik mallar sürülür. Bir mal türü piyasa bulur, halk onu kullanmaya başlar. Böylece piyasa kendi ölçülerini oluşturur. Bu da kollektif karardır. Bunun hükmü, sözleşmelerde oluşmuş normlara uygun mallar sözkonusu olur. 4- Davranışlar: İnsanların giyinmeleri, gidip gelmeleri, merasimler hep örfe uygun yapılmış olur. Hakemler hükümlerini örfün anlayışına göre verirler. Kız o toplulukta hangi kurallarla isteniyorsa, öyle istenirse meşru olur. Onun dışındaki usuller tecavüz olabilir.
2.) KİŞİSEL KARARLAR: Kişi kendi davranışları için kararlar alır ve bunu yayınlarsa, bu kararları ile ilzam olunur. Hakemler buna göre haklarında karar verirler. Bunun içtihattan farkı; içtihat delillere dayandığı dolayısıyla ilmî olduğu halde, bu delilsiz sadece kişinin isteğine bağlı olarak kişinin aldığı karardır. Bunun hukuki değeri, böyle bir kararın sonra ilgili kişileri ilzam etmesidir. “Ben her gün saat 9’da dükkanımı açacağım” der de bir gün açmazsa, zarar görenler aleyhine tazminat davasını açabilirler. Kişinin kendi aldığı kararlar arasında dört adet özel yer alır: 1- İcap: Teklif, topluluğa veya bir kişiye bir teklifte bulunmadır. Karşı taraf kabul ederse kişiyi bu teklif bağlar. 2- Kabul: İcaplardan birine kabul cevabı verildikten sonra kişi artık ondan tek taraflı olarak dönemez. İcap ve kabul ile akit tamamlanır. Söz artık sözleşmenindir. Yorumunu hakemler yapar. 3- Girme: Bir yere girdiğiniz zaman o yerin güvenlik sorumlusunun güvenlikle ilgili kararlarına uymak zorundasınız. Giriş ve çıkış serbesttir. 4- Katılma: Bir sözleşme ile kurulmuş herhangi bir topluluğa sonradan üye olmadır. O sözleşmenin bütün hükümleri kabul edilmiş olur. Katılma ve ayrılma serbesttir.
C) İSTİŞARİ KARARLAR: Bir topluluğun başkanı bir konuda şûra üyeleri ile istişare eder. Yahut tarafları dinler ve ayrılmadan orada içinden doğan kararı verir. Bu karara ilgililer ve taraflar uyarlar. Başkanın bu istişari kararlarına ilgililer hakemler nezdinde itiraz edebilirler. Hakemlerin kararları kesindir. İstişari kararlar da dört kademede olur: 1- İttiba: Bir kimse kendisine bir müçtehit seçer ve ona tâbi olursa o müçtehidin içtihatlarını kabul etmiş olur. Hakemler kişiyi o müçtehidin içtihatlarına göre ilzam ederler. 2- İçtihat: Bir meclis üyesinin kendisi ve kendisini seçenlerin tâbi olacağı hükümleri mevzuat haline getirir. Bu onun ve ona tâbi olanların mezhebi olur. Ona göre ilzam olunurlar. Bu içtihatların geçersiz olduğuna hakemler karar verebilirler. Şöyle ki; a) İçtihatlar arasında çelişki varsa, b) İçtihatta gerçekleşmesi imkânsız veya çok zor hükümler varsa, c) İçtihatlar icmaa aykırı ise, d) İçtihatlarla oluşan sistem çalışmıyor veya çok verimsiz ise; sistem hakemlerce iptal edilir ve mahkemeler bu mezhepte olanların davalarına bakmaz. 3- İttifak: Şûrânın ittifakla aldığı kararlara ilgililer itiraz etmez ve kesinleşirse ittifak kararları olur. İttifak kararları yeni ittifakla kaldırılabilir. 4- İcma: Müçtehitlerin ayrı ayrı yaptıkları içtihatlarda meclis üyesi bütünü aynı sonuçlara delilleri ile varırsa bu “icma” olur. Başkan bunu sadece duyurur. İcmalar yeni icmalarla değişebilir.
D) YETKİLİ KARARLARI: İhtisas sahibi olan kimselerin aldığı kararlardır. Bunların ehliyetleri toplulukça verilir. Kişiler kendi hizmetlilerini kendileri seçerler. Hizmetli mesleğini icra ederken kendi içtihatlarına göre hareket eder. Kişi onlara uymak zorundadır. Genel olarak hizmetli her zaman değiştirilebilir. Hakemlik gibi bazı hizmetler icraat bitmeden değiştirilemez. Seferberlik zamanında da komutan değiştirilemez. Bu tür kararlar da dört çeşittir: 1- Orta Değer Bulma: Ölçmeler veya tahminler sonunda değerler büyüklüklerine göre sıralanır. Orta değer karar sayısı olur. 2- Sıralama: Herkes kendine göre sıralar verir. Sıralananlardan her birinin aldığı değerlerin tersleri toplanır, derecesi bulunmuş olur. Buna göre sıralama yapılmış olur. 3- Ölçme: Cihazları ele alarak gerekli ölçmeleri yapmadır. Müşahedelerle tesbit edilen değerlerin orta değeri alınır. 4- Hesaplama: Verileri belli olan değerlerden istenen değerleri bulmadır. Mantıkta muhakeme, matematikte hesaplama yapmaktır. Son söz daima hakemlerindir.
E) İDARİ KARAR: Bir yeri veya kurumu yöneten kimse ne karar verirse o hemen uygulanır. O anda itiraz edilip karşı gelinmez. Karara uymak istemeyenler terk edip giderler. Uygulamadan mağdur olanlar sonra dava açıp tazminat isterler. Terk edip giderler. Yönetenin çıkarma isteğine de uyarlar. Bu mekanizmada dört işlem vardır: 1- Veli Kararları: Küçüklerin veya mahcurların almış oldukları kararlar vardır. Bu kararlar kişinin kendi aldığı kararlar gibidir. Bâzı sahalarda velinin karar alma yetkisi yoktur. 2- Vekil Kararları: Vekil tayin edilen kimsenin kararları kendisinin aldığı kararlar gibidir. Temsil sistemi buna dayanır. Vekil ancak kendisine yetki verilen yerlerde karar alma yetkisine sahiptir. 3- Hakem Kararları: Seçilen hakemlerin aldığı kararlar kendileri tarafından alınmış kabul edilir. Bir konuda seçilen hakem değiştirilemez. 4- Başkanın Kararları: Başkanın iki çeşit karar alma yetkisi vardır. İlk hakem olması hasebiyle aldığı kararlardır. Başkanın dört çeşit yetkisi vardır: a) Kararlar başkanın imzası ile yürürlüğe girer. b) Başkan mevzuattaki boşlukları geçici olarak doldurur. Diğer karar şekilleri ile bu kararın hükmü sona erer. c) Başkan ilk nizaları çözer, icraatın aksamasını önler. Son söz hakemlerindir. d) Kurumlar arası dengeyi başkan sağlar. Bilhassa sivil - asker dengesini bizzat korur. Savaş, barış, sıkıyönetim gibi hususlarda resmen sorumludur. İslâmiyet’te “ekseriyet demokrasisi” yoktur, “temsili demokrasi” de yoktur. Temsilciler var, meclis var; ancak hâkim olmak için değil, hâdim olmak için var. Siyasi teşkilat kademelenmiştir: 1- Ocak, ortak yaşama topluluğudur. 2- Bucak, ortak çalışma topluluğudur. 3- İl, ortak güvenlik kurumudur. 4- Devlet, ortak savunma topluluğudur. 5- İnsanlık, evrim ortaklığı topluluğudur. Cehaletle savaş onun tek görevidir. Görülüyor ki, İslâm demokrasisinde ekseriyet kararı yoktur. Halkın uzlaşarak karar alması ve yerinden yönetim ilkelerine dayanan demokrasi vardır. Bazı kimseler; “Hakimiyet Allah’ındır, Allah’ın kanunları uygulanır. Kişilerin yaptığı kanunlar uygulanabilir mi? Bunun İslâmiyet’te yeri nasıl olabilir?” diyorlar. Oysa Kur’an bunun cevabını çok açık olarak vermiştir. Allah insanı yaratmış ve hilafet görevini vermiştir. O kendi iradesine göre dünyaya hâkim olacaktır. Allah sonunda ona görevi yapıp yapmadığını, hile karıştırıp karıştırmadığını soracak, onu cezalandıracak veya mükafatlandıracaktır. Bu dünyada ise herkes doğrudan doğruya Allah’a bağlıdır. Allah ne diyorsa onu yapacak. Cezasını, mükâfatını O verecektir. Demek ki; hâkimiyet Allah’ındır, ama Allah bu hâkimiyetini insana vermiş, onu kullanmaya görevli yapmıştır.
İSLÂM VE DEMOKRASİ
MÜMİN, KÂFİR, MÜNAFIK İslâmiyet’e göre insanlar üç grupta toplanırlar: Mümin, kâfir ve münafık. Mümin, gerçekleri arayan, hatalı olsa da bulduğu gerçeklere göre davranan kimsedir. Kâfir, gerçekleri bile bile kabul etmeyen ve gerçeklere göre hareket etmeyen kimsedir. Münafık ise gerçekleri kabul ettiğini ve aradığını söyleyip de gerçekleri içten kabul etmeyen ve davranmayan kimsedir. DEMOKRASİ MÜNAFIKLARI Demek ki İslâm’ın müminleri vardır, kâfirleri vardır, münafıkları vardır. Demokrasinin de müminleri vardır, kâfirleri vardır, münafıkları vardır. 28 Şubat süngüsü bir çok demokrasi münafığını üretmiştir. Allah’ın “dinde zorlama yoktur” hükmü, Müslüman münafıklarının çoğalmasını önlemiştir. Yine de hâlâ insanlar içinde inanmadıkları halde “Allah ve âhirete inandık” diyenler vardır. Bunlar Allah ve inanmış olanlarla aldatmaca oynuyorlar. Onlar farkında olmadan kendilerini aldatıyorlar.”
İSLÂM DEMOKRASİSİ SÂBİKÛNLARI Görünen odur ki demokrasi ve İslâmiyet’in müminleri çok azdır. İslâm ve demokrasinin birlikte inanmışlığını ilk defa 1969 yılında N. Erbakan ile “Bağımsızlar Harekeketi”nde Aydın’da dile getiren Süleyman Karagülle olmuştur. İlk defa bunu o zamanın gazetesi “Bugün”de yayınlayan M. Şevket Eygi olmuştur. İlk defa bunu 1976 yılında“İslâmiyet ve Günümüzün Meseleleri” adı altında kitap hâline getiren de Fehmi Koru olmuştur. İlk defa bunu “Adil Düzen” olarak parti programına koyan Necmettin Erbakan olmuştur. Müminlerin münafık ve kâfirlerden farkı şudur ki; müminler silsile-i musaddikîndir. Kâfir ve münafıklar ise silsile-i mükezzibîndir. Tarihi gelişmeyi değerlendirmeden gelecek hakkında görüşümüz olamaz.
İSLÂM DEMOKRATLARINI İTME Bize herkes karşıdır. Bizi dinlemekten herkes korkuyor. Çünkü biz İslâmiyet’in ve demokrasinin samimi müminleriyiz. İslâm’ın müminleri demokrasinin münafıkları olmadığımız için, demokrasinin mümini İslâm’ın münafıkları olmadığımız için bizden kaçıyorlar.
İSLÂM DEMOKRASİSİ CİHADINA DÂVET Sizlere bu bilgileri veriyorum. İslâm’ın ve demokrasinin mümini oldukları kanaatinde olduğum iki ilim adamına da bu konuşmamı ithaf ettim. Onlara ulaştırmanızı istiyorum. Yeteri kadar şöhretleri vardır. Onları artık sadede dâvet ediyorum.
MANTIK USÛLÜ Sizlerle “Mantık İlmi”ni ele aldığımızda iki varlık arasında kurulacak ilişkinin neler olabileceğini bir cetvel ile göstermiştim.
İslâm 1111 1011 1101 1001
Demokrasi 0111 0011 0101 0001 1110 1010 1100 1000 0110 0010 0100 0000
İslam ve Demokrasi arasında 1111 İslâm ile demokrasi kesişir.
1011 İslâm demokrasiyi içerir.
1101 İslâm demokrasinin içindedir.
1001 İslâm ile demokrasi birbirinden ayrıdır.
1110 İslâm ve demokrasi birbirinin halefidir. (Biri mutlaka vardır. İkisi de olabilir.) 0110 İslâm ile demokrasi birbirinin menfisidir. (Biri varsa diğeri yoktur. Biri yoksa diğeri vardır. )
0011 İslâm hep yok. Demokrasi bazan var bazan yok.
0101 İslâm bazan var bazan yok. Demokrasi yok.
0001 İslâm da demokrasi de hiç yok.
1010 İslâm var veya yok. Demokrasi hiç yok.
0011 İslâm hiç yok. Demokrasi var veya yok.
1000 İslâm ve demokrasi hep var.
0010 İslâm hiç yok. Demokrasi hep var.
0100 İslâm hep var. Demokrasi hiç yok.
0000 İslâm ve demokrasi hem hep var, hem hiç yok. (Çelişki)
Şimdi İslâm ile demokrasi arasında yukarıda ortaya konan 16 ilişkiden hangisi vardır? İşte bunun ortaya konması gerekir ve net olarak “bu ilişki vardır” denmelidir. TANIMLAR Ancak mantık konuşma dili üzerinde kurulamaz. Önce kavramlar tanınır sonra o kavramlar arasında mantıki ilişki aranır. Klasik Yunan Mantığı dahi tasavvurat ve tasdikat diye ikiye ayrılır. Tanımlar ve önermeler demektir. İslâmiyet ve demokrasi tanımlanmadan tartışılıyor. Tüm görüşmeler halk dilindeki İslâmiyet ve demokrasi üzerinde yapılıyor. Çünkü münafıklar -yarım da olsa- tanımdan hoşlanmazlar. Tanımlasalar, koltuk altları görülüyor. Dolayısıyla Türkiye’de ne demokrasi ne de İslâm tanımlanmaz. Kavramlarla değil de kelimelerle savaşılır. Münafıklarla müminler arasındaki uzlaşma da kelimelerde sağlanır. Herkes kendine göre tanımlar, onu kabul eder. Oysa içerikte asla uyuşma yoktur. “Kulubuhum şetta” âyeti bunu ne kadar güzel anlatıyor.
İSLÂM DİNİ VE DÜZENİ İslâm’ın iki yönü vardır: a)Dini yönü, kişinin kendisini var edene teslim olması, O’na kulluk etmesi ve O’ndan iane etmesidir. İslâm’ın bu yönünü ele almak tarikatın işidir ve yalnız müminleri ilgilendirir. Bizim konumuz bu değildir. b)İslâm’ın diğer yönü ise bütün insanların barış içinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır. Bu yönü yalnız müminleri değil bütün insanları ilgilendirir. Zaten “İslâm” kelimesinin anlamı budur. Barışa girmedir. İman da güveni sağlamadır. Bizim konumuz budur.
EKSERİYET VE NİSBİ DEMOKRASİ
Demokrasinin de iki tanımı vardır:
a)Biri, bir topluluğun çoğunluk tarafından yönetilmesi Batılılara göre demokrasidir. Yani bir araya gelen kimseler görüşme yaparlar, parmak hesabı sayarlar. Hangi tarafın parmağı çok ise o toplulukta o uygulanır.
b)Demokrasinin ikinci tanımı ise halkın kendi kendilerini yerinden yönetim ile yönetmesidir. Kararların ekseriyetle değil nisbi olarak uzlaşma ile alınmasıdır. Bu iki tanım birbirinden tamamen ayrıdır ve zıttır: Biri totaliter merkezi sistemle yönetimi hedefler. Güce dayanır. Gücün tesbitinde kişilerin sayısını kullanır. Yani kimin güçlü olduğunu tesbit için seçim yapılır. Kapitalistlere göre güç “para”dır. Sosyalistlere göre güç “silah”tır. Batı Demokrasisi budur. Oysa Doğu Demokrasisi yani “İslâm Demokrasisi”nde halkın birleşerek kendi arzuları ile dayanışma içine girmeleri ve merkezi despotik yönetimden kendilerini korumalarıdır. Halkın barış içinde kendi istedikleri gibi yaşamalarıdır.
İSLÂM VE DEMOKRASİ İLİŞKİSİ Şimdi bu iki tanım ile İslâm ve demokrasi arasındaki ilişkileri çok açık ve net olarak ortaya koyabiliriz. İslâm dininde insanın kendi istediği gibi değil Allah’ın istediği gibi yaşaması gerekir. “Ben istediğim gibi yaşarım” dese elbette kâfir olur. İslâm dininde böyle bir demokrasi yoktur. Sonuç: İslâm dini ile demokrasi birbirinden tamamen ayrıdır. İslâm düzeninde ise insanlar kendi istekleri ile iman edecek, küfredecek veya münafıklık yapacaktır. Bir kişinin diğer bir kişiyi zorlamaya yetkisi yoktur. Kişiler işledikleri günahların ve sevapların hesabını diğer kişilere değil, doğrudan doğruya Allah’a vereceklerdir. Kendi aralarındaki ilişki barış içinde “hukuk düzeni” içinde sağlanacaktır. Savaş, hukuk düzenini kabul edenlerle etmeyenler arasında olacaktır. Müminlerle kâfirler arasında olmayacaktır. Sonuç: İşte bu anlamda İslâm ile demokrasi karşılaştırılırsa İslâm düzeni demokratik düzene eşit olur. İslâm dini / (ayrı: 0111) Demokrasi İslâm düzeni / (ayrı: 0111) Ekseriyet Demokrasisi İslâm düzeni = (eşit: 1001) Nisbi Demokrasi İSLÂM’IN DAYANAKLARI Demokrasiyi batıdaki meşhur iki tanımı ile ortaya koyduk. Elbette biri çıkar başka şekliyle tanımlayabilir. Biz de o zaman İslâmiyet’in o demokrasi hakkındaki görüşünü söyleyebiliriz. Başka biri de çıkar İslâmiyet’i başka türlü tanımlayabilir. Ondan delil isteriz. Dört delilin bir arada olmasını isteriz. Bu konu amel konusu olmaktan çok itikat konusudur. Burada zanni deliller geçersizdir. Kati deliller aranmalıdır. Kitapta açıkça hükümler bulunmalıdır. Peygamber kendi düzenini onun üzerine kurmuş olmalıdır. Bu hususta sahabelerin icmaı olmalıdır. Müsbet ilmin ışığı altında hikmetleri izah edilebilmelidir. Ondan delil isteriz. Dört delilin bir arada olmasını isteriz. Füruda kıyas, usulda (itikatta) hikmet dördüncü delil olur.
İSLÂMİYET’TE EKSERİYET DEMOKRASİSİ YOKTUR. “Arkadaşı ile konuşurken, “ben senden mal ve kişilik bakımından daha güçlüyüm” diyerek ona hükmetmek istemişti. Oysa velâyet Allah’ındır.” (18/34) “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan (topluluğun çıkarlarından) saptırırlar. Onlar zanlara uyarlar. Onlar içlerinde düşündüklerinden farklısını oylarlar.” (6/116) “Bilin ki geçici dünya hayatı oyundur, eğlencedir, zinettir, aranızda öğünme aracıdır, mal ve evlâtlarda çokluk yarışıdır. Dünya hayatı yanıltıcıdır.” (7/20) “Çokluk yarışı mezarları boylayıncaya kadar sizi oyalıyor.” (102/1) Bunun dışında ataların gittiği yolu izlemenin son derece sakıncalı olduğu da Kur’an’da ısrarla belirtilir. Ekseriyet kararı ile hareket etmek geçmişlerin izinden gitmeyi zorunlu kılar.
İSLÂMİYET’TE NİSBİ DEMOKRASİ VARDIR. “Allah’ın indinde tek düzen barış düzenidir.” “Dinde zorlama yoktur.” “Herkes kendi şâkilesine göre amel eder.” “Herkes kendine nefsine rehindir.” “Kişinin kazandığı lehine, kazandırıldığı aleyhinedir.” “Bütün hamd Allah’ındır.” “Yalnız Sana ibadet eder yalnız Senden yardım isteriz.”
NİSBÎ DEMOKRASİNİN DÖRT TEMEL MEKANİZMASI O kuralı hayata geçiren müesseseler getirmek gerekir. İslâmiyet nisbi demokrasinin dört temel mekanizmasını getirmiştir. Bunlar icma ile sabittir.
İçtihat: Herkes kendi yaşayışı ile ilgili kuralı kendisi koyacaktır. Ama kendi koyduğu kurala uyacaktır. Böylece başkaları onun nasıl davranacağını bilecek ve onunla ona göre ilişki kuracaklardır. Herkes kendi hayatının kurallarını kendisi koyamaz. Onun için toplu kurallar (mezhepler) oluşmuştur. Kişi bunlardan istediğini seçerek de hayatının kurallarını benimsemiş olur. İçtihadı veya mezhebi değiştirmek her zaman serbesttir.
İcma: Kişiler kendi aralarında istedikleri sözleşmeleri yapabilirler. Bunda tamamen serbesttirler. Ama sözleşmelere uymak zorundadırlar. Böylece rıza ile oluşmuş sözleşmelerle topluluklar oluşur. Bu topluluklar içtihat kuralına uygun olarak birleşerek büyürler. Aşiret, Kabile, Şa’b ve Kavm kendi icmaları ile Ocak, Bucak, İl ve Devletleri oluşturur. En büyük yönetim birimi “kabile”dir, yani “bucak”tır. İl ve Devlet merkez bucaklarla yönetilir. Merkez bucaklar taşranın temsilcilerinden oluşur. Aldıkları kararlar sadece kendi bucaklarını bağlar. Taşra bucaklarına hükmetmez, hizmet ederler. Kişiler her zaman ocaklarını ve bucaklarını değiştirme yetkisine sahiptirler. Böylece kişinin seçimi yönetimi değiştirme şeklinde değil, yerini ve mezhebini yeniden kurma veya değiştirme şeklindedir. Merkez bucakta alınan kararlar taşra bucaklarında geçersizdir. Bütün ülkede uygulanan tek kanun sistemi yoktur. Özel hukuk mezheplere göre, kamu hukuku da bucaklara göre düzenlenmiştir. Kişi hangi bucakta ise o bucağın kamu hukukuna tâbidir. Beğenmiyorsa yerini değiştirir.
İmamet: Aşiret, birbirini bilen kimselerdir. Kabile de birbirini tanıyan kimselerdir. Bunlar başkanlarını sıralama usûlü ile seçerler. Bu ocakta veya bu bucakta kalacak kimseler artık bu başkanların buyruklarına uyarlar. Başkan haksız karar vermişse hakemlere gidip mağduriyetlerini giderebilirler. Başkanı dinlemek istemeyen o topluluğu terk eder. Zarara uğramışsa hakemlere gidip tazmin ettirir. Başkan istişare ederek kararlar alır ve bu kararlar yürürlüğe girer. Kişiler hakemlere giderek kararları iptal ettirebilirler.
Hakemlik: Kişiler arasında veya kişi ile kamu yetkilileri arasında çıkacak her türlü ihtilaflar tarafsız ve bağımsız yargı tarafından hükme bağlanır. Tarafsızlığın sağlanması için iki hakemin taraflarca seçilmiş olması, baş hakemin de iki hakem tarafından seçilmiş olması gerekir. Bunlar idam dahil her türlü karar alma yetkisine sahiptirler. Bağımsız olma ise kararların kesin olması ile sağlanır. Kararlar kesindir. İnfaz edilir. Hakem kararları ile gadre uğrayan olursa hakemlere karşı dava açar. Mağduriyeti hakemlerin dayanışma ortaklığı giderir. Verilen karar kısas dışında durdurulamaz.
İSLÂMİYET’İN UYGULANMASINDA BAZI EKSİKLİKLER OLMUŞTUR İçtihat müessesesi 400 yıl fiilen yürürlükte kalmış, sonra hükümdarlar keyfi yönetimi sürdürmek için “içtihadın kapısını kapattık!” demişlerdir. Bu tasarruf İslâmiyet’e her yönüyle aykırıdır. Buna inanan müşriktir. Çünkü hükümdarı Allah’tan üstün tanımıştır. Cezası ebedidir. Mahalli icma Maliki Mezhebinde olduğu halde, Emevi ve Abbasiler tarafından merkezi yönetim tesis edilince şa’b, kabile ve aşiret icmaları yürürlüğe sokulamamıştır. Sadece Cuma imamları kendi kabilelerinin geçici (zilyetlik) hakemleri ve müşavirleri olduğu halde Merkezi Yönetim ile Başkanlık Sistemi despotik krallık sistemine dönüşmüştür. Oysa Kur’an melikliği kaldırmış, yerine resullüğü koymuştur. Hz. Muhammed Allah’ın resulü idi. Başkanlar ise topluluğun resulüdürler. Dikkat edilsin “resulüdürler”, vekili değildirler. Şuraların aldığı kararları halka tebliğ ederler. Kendileri karar alamazlar. Mütegallibenin merkezi yönetimi hakemlik sistemi yerine hakimlik sistemini tedvin etmişlerdir. Bu hatayı Hazreti Ömer yapmıştır. Oysa Hz. Peygamber savaş suçlularını bile tarafların seçtiği hakem kararıyla cezalandırmıştı. Hakem karar kürsüsüne çıkınca tekrar tekrar taraflara kendisini hakem yapıp yapmadıklarını sormuştu. Hz. Peygamber verdiği karara harfiyyen uymuştur. İslâmiyet’in anlaşılmasını önleyerek kendi bâtıl sömürü düzenlerini sürdürmek isteyenler İslâm’ın resmi temsilcilerini ortaya çıkarıyor, bunlardan da kendi istedikleri gibi konuşanları konuşturuyorlar. Oysa İslâm’ın resmi temsilcisi yoktur. Olsa, İslâm düzeni teokrasi olurdu. Diyanet İşleri Başkanlığı ancak Milli Savunma bakanlığı gibi dini cemaatlerinin resmi kayıtlarını tutan ve ikmalini yapan bir kurum olabilir. Bunun için “din başkanlığı” değil de “din işleri başkanlığı”dır. Münafık müslümanlar ile münafık demokratlar anlaşıp “din işleri başkanlığı”nı “din başkanlığı”na dönüştürerek takdim ediyorlar. Zararları ne İslam’a ne de demokrasiye olur. Kendilerine olur. Her tarikatın başkanı vardır. Onları cemaatler kendileri kendi usulleri ile seçerler.