"STAR" Gazetesi yazarı Ahmet Kekeç'le birbirimizden çok hazzettiğimizi söylersek, ikimiz de doğruyu söylemiş olmayız.
Daha nazik bir ifadeyle şöyle de diyebiliriz.
Şahsen nefret etmesek de, fikirlerimize pek rağbet etmeyiz.
Ahmet Kekeç dün köşesinde bir yazı yazdı.
"Çıkıp deseler ki, 'Kimsenin demokrasiyi filan koruduğu yok. Korunmak istenen, çıkarlar ve tahakküm geleneği...'"
Buna, 'Eh, çok da yanlış değil' denilebilir.
Herkes, kendisine göre tanımladığı bir demokrasiyi koruma peşinde.
Kimi, tahakküm imtiyazının (ve alanlarının) elden gideceği endişesiyle, kimi nüfuzunu ve totalitesini genişletme cehdiyle, kimi de bazı 'büyükler' ve kanaat önderleri öyle düşündüğü için kalkışıyor bu 'koruma' ameliyesine.
Korunmak istenen şeyin adı belli:
'Demokrasi.'
* * *
Öyleyse bizler, niye "demokrasi" adı etrafında böylesine hoyrat bir kavga yapıyoruz?
Ahmet Kekeç sorunun cevabını şöyle veriyor:
"Kavga, sanırım, 'kime karşı' korunması gerektiği noktasında çıkıyor.
Kimine göre, askere karşı.
Kimine göre, cemaatlere ve sivil toplum örgütlerine karşı.
Kimine göre, 'dünün mazlumu' olan 'zalim' hükümete karşı.
Kimine göre, gelmiş ve geçmiş ve gelmesi muhtemel tüm 'sağ iktidarlara' karşı.
Kimine göre, 'demokrasi dışı eylemlerin odağı' haline gelmiş ve bütün darbelerin arkasında saf tutan CHP'ye karşı.
Bu kadar çok düşmanla çevrelenmiş ve niteliği üzerinde henüz mutabakat bile sağlanmamış bir 'şeyi' korumak mümkün olmayacağına göre, iki şey yapmak gerekiyor:
Bir: Bir an önce bu 'koruma' çalışmalarından vazgeçmek.
İki: Uzlaşmak."
* * *
"Hangi esas üzerinde düşüncelerimizi yeniden gözden geçirip taviz limitimizi belirleyeceğiz?
Benim aklıma, bugüne kadar demokrasiye yöneltilmiş tehditler, yani bilumum askeri darbeler, cunta faaliyetleri ve parlamentodaki 'çoğunluk tahakkümü' geliyor.
Bunda mutabık mıyız?
Bazı darbeler iyi, bazı darbeler kötü değildir. Her darbe kötüdür.
Mutabık mıyız?
Demokrat Parti iktidarının son dönemleri, bir tür 'parlamenter dikta rejimine' kapı aralamıştır. Kapı aralamakla kalmamış, 'çoğunluk tahakkümünü' meşrulaştırmıştır.
Mutabık mıyız?
Rejimin güvencesi ne askerdir, ne polistir, ne CHP'dir, ne de AK Parti hükümetidir. Rejimin yegane güvencesi 'temsil mekanizması'dır. Dolayısıyla halktır.
Mutabık mıyız?
Darbeleri eleştirmek, darbe ve muhtıra girişimlerini açığa çıkarıp mahkûm etmek 'rövanşist duygularla hareket etmek' değildir. 'Babaya itaatsizlik' değildir. 'Ordu düşmanlığı' hiç değildir.
Mutabık mıyız?
* * *
Bunların hepsinde mutabıkım.
Ancak bunlara benim de ekleyeceğim bir kaç madde var..
Demokrasiyi getiriyoruz derken, İnsan Hakları ihlallerine göz yummamalıyız.
Bunda mutabık mıyız?
Polisin, savcıların, siyasi iktidarın demokratikleşme diye yaptığı hukuk dışı uygulamaları eleştiren herkes "darbeci" değildir, "Ergenekoncu" değildir.
Mutabak mıyız?
Bu süreci "rövanşist duygularla" kirletmek, demokrasiye zarar verir.
Mutabık mıyız?
Bir de özel durumumuz itibariyle, bazılarınca "opsiyonel" kabul edilebilecek, bana göre, hayati derecede önemli iki madde var.
Siyasi iktidarlar ellerindeki devlet imkánlarını, yayınlarını beğenmediği gazeteler ve televizyonlar üzerinde baskı aracı olarak kullanamazlar.
Mutabak mıyız.
Eleştirmek de desteklemek kadar meşru bir haktır. Veya tersi.
Mutabak mıyız.
* * *
Ahmet Kekeç ve ben gibi birbirine epey mesafeli duran iki insan böyle bir mutabakata varabilirse, birbirine daha yakın kişiler ve kurumlar daha da kolay uzlaşabilir.
Soruları kendi kendinize sorun ve bir de siz cevap verin.
Göreceksiniz, eğer "rövanşizm", "intikam", "gammazcılık" habis bir tümör gibi ruhunuza yapışmamışsa, iş sandığımız kadar zor değil.
Yorum:
Sn. Özkök’ün “Kavgayı bitirmek için plan” başlıklı yazısını “Birlikte yaşama formülü” olarak algılıyorum. Elbette birlikte yaşamanın formülünü bulursak kavgayı da bir ölçüde sonlandırmış oluruz. Bütün peygamberlerin ve kitapların çağrısı budur. Bu sadece dinlerin bir konusu değildir; Aslında düzenin ana konusudur. Esasen peygamberler sadece dini önderler olmayıp toplumsal düzene ilişkin görüş ve sistemlerin de öncüleri olan kişilerdir. Ancak insanlar bu önderlerin dini düzene ilişkin esaslarını öne çıkardıklarından diğer getirdikleri yeterince anlaşılamamaktadır. O nedenle “silm-islam” sözcüğü peygamberlerin getirmiş olduğu düzenin genel adıdır ve “barış” anlamına gelmektedir. Hep beraber barış içinde yaşamanın formülünü uzlaşarak ve ortak noktalarımız olan mutabakatları sağlayarak bulmak zorundayız.
O halde ilk mutabakatımız “barış”ı esas almamız olmalıdır.
Barış önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Birbirimizden “emin” de olmalıyız. O halde toplumsal mutabakatı temeli olan sözleşmelere de uyma konusunda birbirimizle tam bir dayanışma içinde olmalıyız. Burada, sözleşmelere uyum içinde olunmalıdır. Sorun esasen burada çıkmakta birtakım yasaların toplumsal mutabakatı oluşturma yerine bozmaktadır. Buna karşı ne yapılmalıdır? Örneğin, mevzuatımız çoğunluğun tahakkümünü esas alan ve bireyin temel hak ve hürriyetlerini ihlal eden düzenlemelerle doludur. Bütün mesele bu tür yasal değişiklikleri öne çıkaran sistem ve düşünceleri geliştirmeli, benimsemeliyiz. Barış ve güven içinde yaşamanın temeli buradan geçmektedir.
Üzülerek ifade edelim ki, Batılı demokrasiler gücü ve çoğunluğu esas aldıklarından birlikte yaşama formülünü henüz tam yeterince keşfedilmiş değillerdir. Çoğunluğun egemen olduğu sistemlerde azınlıkta olanların hakları tam ve yeterince sağlanamaz. Birlikte yaşamanın ve temel insan haklarına kavuşmanın esası öncelikle çoğunluğa dayalı tahakküm sistemi yerine paylaşmaya dayalı uzlaşma sistemi ve sistemlerinin esas alınarak benimsenmesi ve hatta özümsenmesi gerekir. Batılılar dışındaki ve Batılıları taklit edenleri bu tasnife dahi sokmak mümkün değildir. Bir başka deyişle Batılılarda demokrasi isim olarak vardır ve yetersizdir, Batılıları taklit edenlerde ise durum ondan da vahimdir.
Demokrasiler temsil ve tevkil esasına dayanır. İnsan denen varlık diğer canlılardan bu iki temel kavramlarla ayrılır ve hiyerarşik düzen kuran varlık olarak karşımıza çıkar. Temsil ve tevkil hangi ölçekte olmalıdır ve üst birliklerle hiyerarşik düzen nasıl oluşturulmalıdır.? Bu soru bize yerinden yönetim ve merkezi yönetim yapılanmasını çağrıştırır ki, demokrasilerde tevkil ve temsilden sonraki ikinci sorun bu yapılanmanın doğru bir şekilde çözümlenmesidir.
Demek ki, demokrasi denilince sadece halk iktidarı tanımı eksik ve yetersiz bir tanımdır, öncelikle halk iktidarının gerçekleşmesini temin etmek için temsil ve tevkil sisteminin doğru oluşturulması ve hacim sorunun da çözümlenmesi gerekir. Bence ilk sağlanması gereken mutabakat demokrasinin içeriği konusunda olmalıdır ve soru bu konuda, yani demokrasinin tam sağlanması ve gerçekten yaşanması için yerinden yönetim ilkesinin tam kabulü ve temsil ile tevkilin en küçük birimlerde ve doğrudan gerçekleşmesi için mutabık olup olmadığımız şeklinde olmalıdır. Her vatandaş ve hatta her birey en küçük birim içinde doğrudan demokrasiyi yaşamalı ve tadına varmalıdır.
Bundan sonraki mutabakatımız, temsil ve tevkil yetkisi vermiş olduğumuz seçilmişlerdeki karar alma mekanizmasında olmalıdır. Burada çoğunlukla karar alma sistemi yerine, istişare, ittifak, görüş (içtihat), ortak görüş (farklı görüşlere rağmen ortaya çıkan ortak nokta – icma) ve benzeri karar sistemlerini kabul edip benimseyerek çoğunluğun iktidarı yerine herkese adil bir şekilde uygulanan karar sistemlerini hayatımıza ve yaşadığımız topluma egemen kılmalıyız ki, azınlık ve çoğunluk tartışması sona ersin ve insan ve insan hakları ve toplumsal barış ortaya çıkabilsin. Esasen laiklik farklı inanç ve düşüncelerin bir arada birbirlerini baskı altına alınmaksızın devlet güvencesi altında yaşanması ilkesidir. Bu ilke bize sadece din ile devlet düzeninin birbirinden ayrılmasını değil toplumumuz içinde farklı düşünce ve inançların bir arada yaşayabilmesidir. Bu ilke bize çoğunluğun tahakkümünü ortadan kaldırmayı emretmektedir.
Bir diğer mutabakatımız rekabete dayalı örgütlü yarışan teşkilatlar kurulması ve demokrasinin teşkilatlı kuruluşlarla yaşanmasıdır. Siyasi bakımdan partiler, iktisadi bakımdan işçi örgüleri ve sendikalar, ilmi bakımdan okullar ve dini bakımdan da farklı cemaatler olarak demokrasi her toplumsal kurum ve kuruluşta tam olarak yaşanmalıdır. Rekabet toplumsal hayatın temel dinamiğidir. Başkan dışında her alanda sonuna kadar gerçekleşmeli ve yaşanmalıdır. Esasen ekonomik bakımından faiz yasağı olmadıkça rekabete dayalı bir toplumsal yapı ve ekonomik düzen oluşturmak mümkün değildir. Bankaların hizmet nedeniyle pay ve masraf almaları başka şey faiz ile toplumsal yapıya egemen olmaları başka şeydir. Faiz, rekabeti ortadan kaldıran ve piyasa sisteminin kurulmasını önleyen temel bir engel olarak karşımıza çıktığı için gerçek demokrasinin önünde ciddi bir engel olarak çıkmaktadır.
Yukarıda saydıklarım demokrasinin tam gerçekleşebilmesi için bilinmesi ve uygulanması gereken önceliklerdir. Bu konularda hem ülkemiz hem de diğer demokrasi öncülüğü iddiasında olan ülkelerin mevzuatlarında ciddi değişiklikler yapmaları gerekmektedir. Batılı ülkelerin %50’lerin altına düşmüş seçime katılma oranları bu ülkelerde halkın ne denli yılgın ve ümitsiz olduğunu ve iktidarın belli tekellerin elinde olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir.
Bu temel mutabakatlar sağlandıktan sonra diğer KEKEÇ ile ÖZKÖK’ün saymış olduğu mutabakatlar kendiliğinden sağlanacaktır. Temsile ve Tevkile dayalı küçük ölçeklerde BARIŞ ve GÜVEN sağlandığı takdirde yerinden ve merkezi yönetim dengesine dayalı toplumsal yapı daha kolay kurulabilecek, o toplum içinde birlikte yaşama kendiliğinden gerçekleşecektir.
Yeter ki, temsil ve tevkil sistemini halkın gerçek iradesini ortaya koyacak şekilde sistemleştisun ve toplumsal yapıyı oluşturan bireylerle teşkilatlar menfaat paralelliğine dayalı kurum ve kuruluşlar rekabet içinde yaşayarak yarış içinde birlikte ve bir arada yaşayabilsinler.