“Bilinmeyen İç Asya” - “Anlaşılmayan Küçük Asya”
1230 Okunma, 0 Yorum
Cengiz Çandar - Referans
Ekrem Fildişi

Bundan bir ay kadar önce Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu ile Pakistan ve Afganistan’da yaklaşık bir hafta geçirdim.

 

Her yönüyle son derece renkli ve zihin açıcı olan gezinin benim açımdan en verimli günlerinden biri, uçağımızın teknik arızası nedeniyle Afganistan’a uçmamızın bir gün gecikmesiydi.

O günün neredeyse tüm öğleden sonrasını İslamabad’ın üç kitapçısında geçirdik. Onlardan birine ve Lahore’daki bir başka kitapçıya daha önce gitmiş ve “Pakistan-Hindistan-Afganistan” ekseniyle ilgili epey kitap zaten yüklenmiş, “bilgi cephaneliği”mi yenilenmiş saymıştım. Davutoğlu ile kitapçı dolaşınca, “kitap yük”üm birkaç misli arttı.

Davutoğlu, kitapçılarda önce bir keşif yapıyor ve sonra bir tabureye kurularak dakikalarca raflardaki kitapları tek tek elden geçiriyor, vazgeçilmez buldukları ya da kütüphanesinde bulunmayanları yanına taşıttığı kolilerin içine koyuyordu. Genellikle, bir hayli albenisi olan kahverengi ve koyu bordo renkli ciltleriyle Delhi baskısı olan eski kitapları elden geçiriyordu.

Bunların bir kısmına sahipti ve bana da hararetle tavsiye etti. Birçoğu geçen yüzyıl ortalarında yazılmış, daha ziyade Orta Asya ile ilgili seyahat anısı kitaplarıydı. Konuyla ilgilenmeseniz bile ciltlerin bakıp, dekoratif değerleri ve kütüphane estetiğine katkıları nedeniyle almamazlık edemezdiniz.

Ben, üstelik, konuyla da ilgileniyordum ve Davutoğlu’nun sayesinde bu kitaplardan bir hayli edindim. Bir tanesi büyük Rus Orta Asya tarihçisi V.V. Barthold’un “Turkestan” kitabıydı; onu Dışişleri Bakanı’na ben tavsiye ettim. Davutoğlu, zaten Barthold adını biliyordu. Kitabı hemen terekesine dahil etti.

Benim edindiğim kitaplardan ilk baskısı 1926 yılına ait “Chinese Central Asia- An account of the Travels in Northern Kashmir & Chinese Turkestan” (Çin Orta Asyası- Kuzey Keşmir ve Çin Türkistan’ındaki Seyahatlerin bir Değerlendirmesi) adını taşıyordu. Yazarı C.P. Skrine. Daha 30 yaşına basmadan İngiltere’nin Kaşgar Konsolosu olarak atanmış, İngiliz Hindistanı’ndan yaya yola çıkıp, bugün Kuzey Keşmir’in ve Pakistan ile Afganistan’ın kuzeyindeki Pamir dağlarının buluştuğu dünyanın en yüksek noktasındaki geçitleri aşarak, 49 günde Doğu Türkistan ya da Xinjiang’a varışının, o nefes kesici yolculuğun ve orada 1920’lerin başlarında geçirdiği günlerin hikayesini anlatıyor. (Xinjiang, Çince’nin Latin harfleriyle Pinyin denilen yazı kurallarına göre yazılmış hali. Şinciang diye okunuyor. Niye Şincan ve hele Sincan nereden çıkıyor, bilmek mümkün değil.)

Urumçi’de geçen hafta patlak veren olaylardan sonra hemen elimi o cilde attım, şimdi büyük bir ilgiyle onu okuyorum...

 

***             ***           ***

 Kitabın 59. Sayfasında Çinlilere karşı 1865’te ayaklanmış ve oniki yıl boyunca tipik bir Şark despotu olarak yönetmiş Yakup Bey’e karşı Çin’i o sırada yöneten Mançu kökenli Xing hanedanının ordularını, Yakup Bey’den illallah demiş halkın kollarını açarak kucaklamış olduklarından söz ediyor.

Uygur bölgesinin bugünkü statüsü ta o vakte dayanıyor. Xinjiang adı –ki Çince “Yeni Sınır” ya da “Yeni Dominyon” anlamına geliyor- 1877’de canlandırılmış, Urumçi “eyalet merkezi” haline getirilmiş. Urumçi, bölgenin tarihinde pek yer etmiş, önemli bir şehir değil. Görece olarak yeni sayılır.

İngiltere’nin 1920’lerin başındaki Kaşgar Konsolosu’nun o tarihlerde kaleme aldığı şu satırları aktarıyorum:

“Çin’in Doğu Türkistan’a yönelik iddisanını çağlar boyunca güçlendirmiş olmasından daha etkileyici hiçbir şey yok. İster Roma İmparatorluğu’nun şaaşaalı günlerinde ürünlerinin Atlantik kıyılarına kadar taşınmasını sağlayan Kıtalararası ‘İpek Yolu’nu güvence altına almak için olsun; imparatorluğunun en batısındaki dağ engellerinin korunması için etkili işgalini oraya kadar uzatmak ihtiyacıyla olsun, Çin, aradan bin yıl geçse bile bu iddiasına geri dönmüştür. Devasa mesafelerin söz konusu olmasına rağmen –ki, şimdi bile birkaç yüz millik demiryolunun yardımına rağmen, Pekin’den Kaşgar’a yolculuk beş ay sürüyor- (Çin) Orduları her dönemde batı yönünü zorlamışlar- Cathay İmparatorlarının şanını, birbiri ardına gelen sallantılı Orta Asya iktidarlarının önüne dikmişler ve sanki onlar hiç varolmamışlar gibi onları dümdüz etmişlerdir.

1877’de yeniden ele geçirmelerinden sonra Çinliler Sinkiang’ı, “Yeni Dominyon”u Kaşgar’ın kuzeydoğusunda elli yürüyüş uzaklıktaki (Kaşgan-Urumçi mesafesi 1000 km.’den fazla. cç) Urumçi’den yönettiler. Orta Çağlarda Uygur uygarlığının başlıca merkezlerinden biri olan Beşbalık’ın yerinde kurulu Urumçi, Orta Asya’dan Çin’in kalbi olan İç Çin’e giden hayati Kansu-Şensi koridoruna kumanda eder.”

Bir yerde Çin’in Doğu Türkistan’ı dört kez yitirdiği, beş kez geri geldiği kaydediliyor. 1758’de Cungar Moğollarının elinden aldıktan sonra, 1865-1877 arasındaki 12 yıllık kısa süre hariç, yaklaşık 250 yıldır bölge Çin’in bir parçası. O nedenle, Doğu Türkistan ismi kadar, özellikle Batılı metinlerde Çin Türkistan’ı diye anılmasında bir gariplik yok.

Batı Türkistan diye bilinen alan Çarlık Rusyası’nın vilayet ve aynı zamanda garnizon bölgesiyle ilgili. Bugünkü Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan’ın büyük bölümlerini kapsıyor. Sovyetler Birliği dağılınca, herbiri birer Sovyet cumhuriyeti olan bu bölgeler birer bağımsız devlet oldular.

Doğu Türkistan’ın tarihi seyri çok farklı. O yüzden, böyle bir ihtimal söz konusu değil. 2000’li yılların başından beri Xinjiang’ın demografisi de çok ciddi değişikliğe uğramış vaziyette. Han Çinliler ile Uygurlar, bölgede yüzde 40’ar dolayında eşitlendiler. Tabii, bunlardan gayrı Kazaklar, Kırgızlar ve Hui adı verilen Müslüman Çinli nüfus var. Ama, Urumçi, neredeyse yüzde 90 nüfusu Han Çinli. Kaşgar, nüfus oranıyla tarihi Uygur kimliğini koruyor.

Yukarıdaki alıntıya dönelim; alıntıyı “jeopolitik” ve “strateji”ye özel tutkusu bilenen Ahmet Davutoğlu iyi değerlendirir. Doğu Türkistan, Çin’in “stratejik derinliği” ve uzun süre Çin yönetiminden başka bir yönetim de tanımamış.

Başbakan Tayyip Erdoğan da zaten “Çin’in toprak bütünlüğü”ne vurgu yaptı.

İşin buradan sonrası bulanıklaşıyor.

Urumçi’de 5 Temmuz’ta patlak veren olaylardan sonra Türkiye’nin konumu ve ne yapmak istediği –serinkanlı bakıldığında- pek anlaşılmıyor.

 

***              ***             ***

 

Bu arada, unutmadan, Orta Asya ve Uygurlar hakkında sağlam “tarihi arka plan” bilgisi almak isteyenlere mükemmel Türkçe kaynaklar mevcut. Ord.Prof.DR. Zeki Velidi Togan’ın “Bugünkü Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi”, V.V. Barthold’un “Moğol İstilasına Kadar Türkistan” ve bir Macar uzman L.Ligeti’nin “Bilinmeyen İç Asya” kitapları yeterince kılavuz olabilirler.

Yabancı kaynaklar, çok kez, tuhaf sonuçlar da veriyor. Örneğin, günlerdir Türk medyası ABD’de Washington yakınlarında Virginia’da yaşayan Uygur muhalif şahsiyeti Rebiya Kadir’den “Dünya Uygur Kongresi Başkanı” sıfatıyla söz ediyor. İngilizce’den çeviri olduğu besbelli. Zira, bu kuruluşun Uygurca adı “Dünya Uygur Kurultayı”!

Orta Asya ve hele Doğu Türkistan, itiraf edelim, biz Türkiye Türklerinin pek az bildiği bir coğrafya ve siyasi alan. Buna karşılık, Türkiye’de olan-bitene ilişkin infial, hiçbir Orta Asya Türki Cumhuriyeti ya da Müslüman ülkede söz konusu olmadı.

Buradan, Türkiye toplumunun “herkesten daha yukarıda moral değerler”e ve “duyarlılığa” sahip olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız?

Çıkaramayız.

Gazze’deki duyarlılık, İran’da gösterilmiyor. İran’da yanıbaşımızda cereyan eden “drama”ya karşı söz konusu olmayan duyarlılık, Başbakan’ın “one minute”una gönderme yapılarak, hükümetin ve iktidar partisinin “sağ cenahı”nda dizili muhalefetten Doğu Türkistan konusunda sert eleştiri konusu oluyorsa ve Tayyip Erdoğan her türlü devlet adamı ölçüsünü terkedip, kendisini “adeta soykırım” demek mecburiyetinde hissediyorsa, ortada “sağlıklı bir ruh hali” bulunduğundan söz edemeyiz.

Hem Amerika’ya karşı, hem Avrupa’ya soğuk, hem Çin’le hırlaşmaya hazır, hem Rusya’yla sorunlu bir ülke tasavvur edebiliyor musunuz? Böyle bir manzaradan “sağlıklı ülke-sağlıklı toplum” çıkar mı?

Başbakan ile, Çin-Orta Asya eksenini iyi bildiğini sezdiğimiz bir Dışişleri Bakanı’nın başında bulunduğu kuruluş arasında, apaçık bir yaklaşım farkı var. Toplum ise bambaşka bir telden çalıyor.

Böyle bir “güzergah”ta yol alınarak, Uygurlara nasıl bir yarar sağlamamız bekleniyor? “Dostlar alışverişte görsün”ün ötesinde bekleniyor mu?

Türkiye, bu “olay”da nerede duruyor?

Bilen varsa anlatsın; anlayan varsa söylesin bilelim.

“İç Asya” bizim buralarda pek iyi bilinmiyor ama bizim burası, yani “Küçük Asya” bizim tarafımızdan bile her vakit iyi anlaşılmıyor.

 

Ekrem Fildişi






Sayı: 5 | Tarih: 12.07.2009
Yılmaz Özdil
Jetskici ulema...
2458 Okunma
28 Yorum
Leyla Okta
Nazlı Ilıcak
One minute Hu Jintao!
2232 Okunma
4 Yorum
Fatma Karuç
Hayrettin Karaman
Hz. Ali döneminde muhalefet
1797 Okunma
Hilmi Altın
Ahmet Hakan
Eğer bir başı açığa gönül verse idim
1353 Okunma
2 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Ahmet Turan Alkan
Işıkçı!
1351 Okunma
Emine Hocaoğlu
Mehmet Altan
Irk ırkçısı, din ırkçısı, mezhep ırkçısı
1308 Okunma
2 Yorum
Mehmet Hikmetumut
Mahir Kaynak
Uzaktan Bakınca
1299 Okunma
1 Yorum
Süleyman Karagülle
Bekir Berat Özipek
Urumçi’den Sofya’ya milliyetçilik böyledir
1257 Okunma
2 Yorum
Bünyamin Demir
Ruşen Çakır
TSK bu savaşı kazanamaz
1234 Okunma
8 Yorum
Tayibet Erzen
Cengiz Çandar
“Bilinmeyen İç Asya” - “Anlaşılmayan Küçük Asya”
1230 Okunma
Ekrem Fildişi
Ertuğrul Özkök
Kavgayı bitirmek için plan
1210 Okunma
1 Yorum
Süleyman Akdemir
Toktamış Ateş
Yargının 'cinsi'
1195 Okunma
1 Yorum
Osman Eskicioğlu
Bekir Coşkun
Külaha bir ilmik...
1190 Okunma
3 Yorum
Ersoy Kılıç
Reşat Nuri Erol
Sorunlar ve Çözümler
1185 Okunma
1 Yorum
Zübeyir Erol
Fehmi Koru
Halkı unutan "ördek"
1147 Okunma
Ahmet Kirtekin
Hakan Albayrak
Iraklı Kürtlerle Birlik
1102 Okunma
2 Yorum
Veysel İpekçi


© 2024 - Akevler