Anayasa'nın bazı maddelerini değiştiren taslakla ilgili tartışmalar tümü heyecanıyla sürerken...
Anayasa'nın bazı maddelerini değiştiren taslakla ilgili tartışmalar tümü heyecanıyla sürerken ve kimi zaman yakışıksız; kimi zaman da umut verici gelişmeler sürerken; hep aynı şeyleri ya da en azından benzer şeyleri yazmaktan yoruldum. Sanıyorum sizler de okumaktan yoruldunuz. Fakat doğrusunu isterseniz başka çaresi de yok.
Bu taslaktaki değişimleri; olumlu fakat yetersiz buluyorum. Özellikle "emek kesimini" ilgilendirebilecek ciddi değişiklikler beklerdim. Fakat AK Parti'nin de çok demokrat olduğunu düşünemiyorum. Keşke yanılıyor olsam. AK Partili arkadaşlarım bunları dile getirdiğim zaman; "ama ülkemizin koşulları..." gibisinden bazı demagojik açıklamalara girişiyorlar ki; bu türden gerekçeleri çok duyduk. Ancak bu türden gerekçeleri dile getirenler; daha çok demokrasinin önünü kesenler, demokratik hakları kısıtlayanlar olurdu. Şimdi; "demokrasi havarisi" görüntüsü vermek isteyen AK Parti'ye ve AK Partililere; bu gerekçe pek yakışmıyor.
Zaten hep dile getirdiğim üzere; demokrasi içinde ortaya çıkan sorunları; gene demokrasinin kural ve kurumlarıyla çözmek gerekir. Zaten; demokrasi kurallarını ihlal ederseniz; hangi demokrasiyi savunduğunuzu iddia edebilirsiniz ki...
Bu tasarı; bürokrasinin yasama üzerindeki "vesayetini" törpülediği için desteklenmeye değer. Aslında; yasamanın "özgürlükleri suiistimalini" engellemek için kimi "fren mekanizmaları" kurulmasını hep destekledim. Kendi adıma şimdi özlemle anımsadığım; 1961 Anayasası'nı sadece özgürlüklerin önünü açtığı için değil; önü açılan özgürlüklerin suiistimalini engelleyen kurumlar getirdiği için de yürekten desteklemiş ve savunmuştum. Ancak; "çoğunluk tahakkümüne" karşı çıkar ve bunu engelleyen kurumları desteklerken; bu kez de (bu kurumların anlayış ve gölgesine sığınarak); "azınlık tahakkümü" tehdidiyle karşı karşıya kalmamız; herhalde kaderin bir cilvesi olsa gerek.
Evet, bir "parlamenter çoğunluğun" çoğunluk olmanın getirdiği güçle; canının istediği her şeyi yapmaya ve bu arada karşılarındaki azınlığın özgürlüğünü tehdit etmesine; elbette karşı çıkmak gerekir.
Fakat bir azınlığın da; "yasal yetkim" özrüne sığınarak; çoğunluğu frenlemesine karşı çıkılmalıdır.
Örneğin bir siyasal parti Meclis çoğunluğu sayesinde azınlığın haklarına dokunmamalı. Fakat çoğunluk suiistimalini engellemek için oluşturulan yargı düzeni de kendini yasama ve yürütme yerine koymamalı.
Öyle anlaşılıyor ki bu konuya sık sık döneceğiz...
Demokrasi anlayışının temellerinin atıldığı dönemde; "yasama", "yürütme", ve "yargı"nın; karşılıklı bir biçimde "birbirlerini dengelemeleri" esası getirilmişti. O zamanlar; gerçekten yasama ve yürütme arasında "köken farkı" vardı. Yasama meclisleri; şöyle ya da böyle halkın oylarıyla ortaya çıkarken; yürütme genellikle kral ve imparatorlukların kararlarıyla ortaya çıkıyordu. Ve bunların birbirlerini dengelemeleri çok önemliydi.
Yasama seçimlerinde; elbette bugünkü gibi bir "genel oy" esası söz konusu değildi ama gene de halkın oyları belirleyici idi. Ve krallar tarafından belirlenen yürütmenin bu yasama meclislerinde onaylanmaması pek sık rastlanan bir şey değilse en azından kuramsal olarak böyle bir yetkileri vardı.
Yargı gücü; krallara daha bir göbekten bağlıydı. Ama aradan geçen yüzyıllarda yasama meclisleri ve yargı arasında ortaya çıkan işbirliği sayesinde; "yargı gücü" çok önemli ölçüde bağımsızlığını kazanmıştı. Hatta zaman içinde yargı gücü; yasama gücünün çoğunluğunu suiistimal etmesine karşı bir tür güvence de oluşturmuştu.
Yasama ve yürütme arasındaki "güç mücadelesi"; demokrasinin gelişme süreci içinde ortadan kalktı. Zira "yürütme"; yani "hükümetler"; herhangi bir krala ya da imparatora değil doğrudan doğruya yasama meclislerine bağlandı. Bir seçim sonrasında Meclis çoğunluğunu oluşturan partilerin yöneticileri hükümetleri kurmaya başladılar.
Hatta kimi ülkelerde parlamento dışından bakan seçilmesi bile yasaklandı. Devlet başkanları da; elbette gene aynı çoğunluk tarafından belirleniyordu.
Yasama ve yürütme arasında herhangi bir "dengeleme" olanağı kalmayınca; denetleme işlevi sadece "yargıya" düştü. Fakat yargı gücünü ellerinde bulunduranların da; bunun gerektirdiği sorumlulukla hareket ettiklerini söylemek doğrusu pek kolay değil. Denetleme yerine; yasama ve yürütmeyi "frenleme" işlevini üstlenmiş gibisinden bir görüntü ortaya çıktı.
İşte işin bu noktasında ben yasamanın ve tabii bu arada yasamaya bağlı olarak yürütmenin; "yargı gücü" karşısında üstünlüğü olması gerektiğini düşünüyorum. (Günümüz üst yargıçlarının düşündüğünün tam aksine.) Yasama gücü demek; bir noktada "milli iradenin tecellisi" demektir ve bir ülkede (suiistimal edilmediği sürece); milli iradenin üstünde hiçbir iradenin olmaması gerekir.
Ancak ülkemizde yürürlükte olan ve 12 Eylül'ün armağanı olan mevzuata göre; Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk halkının iradesini temsilden epeyce uzaktır.
Bir yandan seçimlerdeki yüzde 10'luk ülke barajı; bir yandan parti merkez yönetimlerine ve genel başkanlarına diktatör yetkileri veren siyasal partiler yasası; demokrasimizi topal bırakıyor.
Bence; önce bunların düzeltilmesi gerek...
Yorum:
İLLE DE GERÇEK DEMOKRASİ
Bilindiği gibi demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve kadın-erkek eşitliği gibi kavramlar Batının değerleri arasında yer alır. Hele şu demokrasi denilen şey zamanımızda öylesine karizmatik, öylesine gururlu ve kibirli bir batı değeridir ki, sanki tüm dünyada ağırlığı hissedilmektedir. Onu eleştirmek ve onun bir eksik ve aksak tarafını söylemek ne mümkün, hâşâ öyle şey olur mu? Sanki o bir tabudur… Sanki o dinsel bir inanıştır… Zira dinlerinden ümit kesenler böyle kutsal değerler üretmeye çalışmışlardır.
Ama biz, bu demokrasi tabusuna biraz dokunacağız; onun eksik ve aksak taraflarını söylemeye çalışacağız. Çünkü önemli olan sadece insanın ve toplumların mutluluğudur. İnsanın mutluluğu ise ancak gerçek demokrasi ile ruh ve beden dengesinin, başka bir ifade ile ilim din dengesinin kurulmasıyla sağlanabilir.
Hâlbuki demokrasi meyvesini bitiren ağaçların ve toprakların zemininde bu dengelerin kurulduğu iddia edilemez. Onun için bir çeşit yönetim biçimi demek olan bu demokrasiyi ortaya koyan medeniyet yani Rönesans medeniyeti insan özürlüsü olan bir kültürdür, diyebiliriz. Çünkü bu medeniyet bir deney, gözlem ve laboratuar medeniyetidir. Beşeri olayların ise bir laboratuarı yoktur. Onun için bu medeniyette de insanın adı yoktur, kanaatindeyiz. Çünkü bu medeniyette birey-toplum, fert-devlet, din-bilim, dünya-ahiret, yöresel-küresel ve ruh-beden dengeleri kurulamamıştır. Oysa bu dengeler kurulmadıkça gerçek demokrasi de olmaz ve olamaz. Gerçek demokrasinin olmadığı yerde de insanın esamesinden bahsedilemez. Gerçek demokraside insan kendi içtihat ve düşüncesiyle, kendi azim ve kararıyla baş başadır. İnsan irade ve düşüncesine saman çöpü kadar bir etki ve baskı asla yapılmaz ve yapılamaz. Zira iradeye saygı gösterilen yerde tam bir birey ve toplum ayrılığı vardır. Zira orada farz-ı ayn ve farz-ı kifaye kavramlarının sağladığı kişilikler ve onun dokunulmaz alanları vardır. Bir kişi kendi bireysel alanında benim görüşüm bu, ben bunu bilir ve bunu uygularım dedikten sonra akan sular durur, hiçbir kimse buna karşı bir şey diyemez ve yapamaz. Diğer taraftan da danışma ile oluşan toplumsal görüş ve düşünce de kendi alanında geçerli olup dokunulmazdır. Uygulaması da engellenemezdir. Zira böyle olan gerçek bir demokrasi toplumunda bugünkü demokrasi katılımcılarının yaptığı gibi dışarıdan gazel okuyanlar bulunmaz.
Bugünkü medeniyet veya demokrasi kültürü, birey ile toplumu fert ile devleti tanıyıp bilemediğinden toplumda yapay sınıflar üretip bu sınıfların çatışmasıyla ayakta kalıp denge sağlamak istiyor. Mesela üretimde bölüşümü tam olarak hakça sağlayamadığı için katılımcılar aldıkları paylara razı değildirler. İşçi ücretinden, sermaye de kar ve kazancından memnun değildir. Devlete de aldığı vergi yetmemekte her geçen gün vergi değişikliği yapmakta ve vergi artırımına gitmektedir. Yani neticede sermaye ile emek arasında halk ile devlet arasında kavga vardır. İşte bu yönetim şekli ve bu demokrasi yönetimi, kavgalı bir yönetim biçimidir.
Toktamış Ateş de anayasa çalışmaları hakkındaki memnuniyetsizliğini şu cümleleri ile ifade ediyor. “Bu taslaktaki değişimleri; olumlu fakat yetersiz buluyorum. Özellikle "emek kesimini" ilgilendirebilecek ciddi değişiklikler beklerdim. Fakat AK Parti'nin de çok demokrat olduğunu düşünemiyorum.” Burada dile getirildiği gibi bugünkü toplumda bir işçi kesimi vardır. Bu kesimin karşısında da böylece bir işverenler kesiminin bulunması doğaldır. Bir kimsenin başka bir kimseye ücretle çalışması normal bir olaydır. Fakat burada anormal olan şey, işçi ile işveren sınıflarının karşı karşıya getirilerek menfaat çatışması sebebiyle birbirine düşürülmesi ve düşman yapılması ve sendika adı altında yapay olarak teşkilatlandırılmasıdır. Bir toplumda emek sermaye dengesi böyle kurulmaz. Bir defa toplumda sadece emeğine mahkûm edilmiş bir insanlar sınıfı ve grubu olamaz. Fakat ne çare ki, bugünün anlayışı ve uygulaması böyledir. Çünkü insan, insan olarak ve sadece insanlığına dayanarak alacaklı ve borçlu olmasından mahrum edilmiş ve onun zimmet hukuku elinden alınmıştır. Biz, tüm bireylere veli, vekil ve kefil olan bir toplum ve devlet istiyoruz. Yoksa bireylerin, şu veya bu kesimlerin haklarını ellerinden alan devlet, insan toplumu ve insan devleti olamaz.
Tüm vatandaşların hayatları devletin koruması altındadır. Onun için faili meçhul cinayetler işleyerek vatandaşını öldüren bir devlet, insan devleti olamaz. Bizim vatandaş olarak bütün canlarımız devlete bir emanettir. Bu emanete hıyanetlik yapan devlet, insan devleti olmaz. Mallarımız, paralarımız ve her türlü ekonomik değerlerimizin korunup kollanması yine devletin görevidir. Bu böyle olduğu halde enflasyon yaparak devalüasyon yaparak ceplerimizdeki paraları gizli hırsızlıkla çalan devlet, insani devlet olamaz. Hırsız devlet olur mu, ya da devlet hırsız olur mu? Bu medeniyetin devlet anlayışı işte bu! Modern denilen devlet, asıl görevini terk ettiği için, o, koruyamadığı malları tazmin etme, kaza ve belalara yardımcı olma görevini terk ettiği için, toplumda sigorta şirketleri ortaya çıkmış ve para ile korumacılar türemiştir.
Bir de yazarımız “Bu tasarı; bürokrasinin yasama üzerindeki "vesayetini" törpülediği için desteklenmeye değer”, diyor ve demokrasinin asıl kamburu olan yasama yürütme ve yargıdan bahsediyor.
Bir kurumun toplumda başka bir kurum üzerinde vesayeti olur mu? Bürokrasi yasama üzerinde vesayet gölgesini elinde tutarsa bu demokrasi nice demokrasi olur. Yasama organı kanun yapmakla bireyin ve toplumun gideceği yolu belirlemiş olur. Milletin gideceği güzergâhı ve takip edeceği yolu çizenler baskı altında olursa böyle bir yerde doğru bir yönetim ve gerçek bir demokrasi bulunur mu?
Bizim gerçek demokrasi derken herkesin kendisi olmakla beraber tüm bireyler arasında uyum ve ahenk olduğu gibi toplum ile de tam bir birliktelik vardır, kastımız budur. Zira orada asla bir terslik ve zıtlaşma yoktur. Bisikletin ön ve arka tekerlekleri hem ayrı ve hem de beraber oldukları halde aralarındaki uyum ve ahenk ve birbirine olan bağlılık ve yardımlaşma esastır. İşte gerçek demokraside birey ile toplum, fert ile devlet arasındaki birliktelik de böyle olur. Hâlbuki bugünün anayasal demokrasilerinde bu taraflar arasında bir zıtlık, karşıtlık ve hatta düşmanlık var diyebiliriz. Bu konuda en güzel örnek vergilerdir. Bugün herkes devletten vergi kaçırmaya çalışıyor. İşte bu durum fert ile devlet arasında uyum ve birliktelik var mı yok mu, yoksa zıtlık ve karşıtlık mı var açık bir şekilde göstermektedir. Birey ile toplum hak üzerinde ve hukuk üzerinde birleşirler. İnsanları ve toplumları birleştiren hak ve hukuktur. Bugünkü hukukların ise hukuk denecek tarafları yoktur. Çünkü hukuk tüm tarafların kabul edip bir sözleşme gibi ve ortak bir ürün gibi meydana getirilen kurallar bütünüdür. Tabir caiz ise hukuk en azından kabul edilip benimsenmesiyle herkesin iradesi ve katkısı bulunan ortak bir üründür. Hâlbuki bugün hukuku oluşturan kanunlar parti başkanlarının istek ve arzuları değil midir? Demokrasi hukuka, hukuk adalete, adalet de bilime dayanmadıkça toplumda tam bir uyum ve ahenk olmaz ve olamaz görüşündeyiz.
“Demokrasi anlayışının temellerinin atıldığı dönemde; "yasama", "yürütme", ve "yargı"nın; karşılıklı bir biçimde "birbirlerini dengelemeleri" esası getirilmişti. O zamanlar; gerçekten yasama ve yürütme arasında "köken farkı" vardı. Yasama meclisleri; şöyle ya da böyle halkın oylarıyla ortaya çıkarken; yürütme genellikle kral ve imparatorlukların kararlarıyla ortaya çıkıyordu. Ve bunların birbirlerini dengelemeleri çok önemliydi.”, deniliyor. Bu bir itiraftır. Demokrasinin kurumlaşamadığının yönetimdeki kurumlar arasında uyum ve ahengin bulunmamasıyla dengelerin tam kurulamadığının bir itirafıdır.
Diğer taraftan da sanki bu dengesizliğin neticesi olarak “Yasama ve yürütme arasında herhangi bir "dengeleme" olanağı kalmayınca; denetleme işlevi sadece "yargıya" düştü”, denilmektedir. Böyle şey olur mu? Yargının denetleme diye bir görevi nerede var? Bizim bu demokrasi kurumlaşamadı, dememizin sebebi işte budur. Evet, bu yönetim biçimi belirsizdir kimin ne yaptığı belli değildir. Yasama, yürütme ve yargı diye teslis-üçleme yapılmıştır. Zaten denetleme diye bir kurumun da eksikliği vardır. Bir de bu kurumlar arasında tam bir işbölümü ve ihtisaslaşma yoktur. Yasama yürütmeden yürütme de yargıdan tamamen ayrılmalıdır. Kuvvetler ayrılığı dedikleri şey ise herkesin bildiği gibi sadece sözdedir. İşte bu demokraside böyle, söz başka, icraat ise başkadır.
Biz insanın mutlu olmasını istiyoruz. Önemli olan birey ve toplumların mutluluğudur. İsimler müsemmalar, terimler ve kurumlar o kadar önemli değildir. Yönetim biçimi demokrasi imiş, halk cumhuriyeti imiş, şu veya buymuş bunlar önemli değil, önemli olan, birey ile toplum arasında hak hukuk var mı, fert ile devlet arasında tam bir uyum ve ahenk var mı, kurumlar arasında da tam bir işbölümü ve ihtisaslaşma var mı ve böylece insanlar ve toplumlar mutlular mı, işte önemli olan bunlardır.
Gördüğüm kadarıyla demokrasi denilen yönetim biçimlerinde bunlar yoktur. Tam tersine vesayetler vardır, kurumlar arası görev kargaşası vardır, yargının yürütmeye müdahalesi vardır. Yani ortada demokrasi adına, yönetim adına bir kaos-karışıklık vardır. Onun için biz, buna, bu yönetim biçimine eksik ve aksak diyerek gerçek demokrasiye ve gerçek yönetim biçimine ihtiyacımız vardır şeklindeki görüşümüzü açıkça belirtiyoruz.
Biz burada gerçek demokrasi derken ve bunu hep tekrar ederken toplumdaki yapının ve sosyal bünyenin yeniden yapılandırılmasını ve bu hususta da insan vücut yapısını öneriyoruz. İnsanın vücut yapısında hücreler dokuları, dokular organları, organlar da organizmayı meydana getirir. İnsanın sosyal yapısında da bireyler aileleri, aileler, mahalleleri, mahalleler bucakları, bucaklar illeri, iller ve eyaletler de devleti meydana getirir. İnsan vücudunda üretim vardır, paylaşım vardır ve tüketim vardır. Fakat burada tam bir işbölümü olduğundan asla kavga yoktur ve çatışma yoktur. Mesela göz koklamaya kalkmaz, burun da işitemeye veya görmeye çalışmaz. Kulak ise gözün veya burnun işine asla karışmaz. İnsanın sosyal bünyesinde ise böyle bir işbölümü yoktur. Onun için demokrasi prematüre özürlüsüdür diyoruz. O nedenle sosyal bünyede yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. Hukuk ve kanunu onu bilenler yapmalıdır. Hükümet sadece yürütme ve uygulamada bulunmalıdır. Yargı ise devlet görevlileri olmaktan çıkıp tam bağımsız bir hale gelmelidir. Bugün mevcut olmayan denetim kurumu da yeni baştan kurulmalıdır. Amip gibi tek hücreli ve tek merkezli yönetim yerine bucak ve il yönetimlerine de kişilik verildiği gerçek bir demokratik yönetim biçimine ihtiyaç vardır. İnsanın mutlu olması isteniyorsa insana kendi alanında özgürlüğü, kişiliği ve zimmet hukuku kendisine yeniden verilmelidir.