Cüneyt Özcan
03.03.2010
18:10
| Hilmi Bey.
Peygamber Efendimizin doğumu kutlamaları hakkında size katılıyorum. Ancak itiraz etme gereği duyduğum birkaç husus hakkında aşağıdaki yazıyı elden geldiğince kısaltmaya çalışarak eklemek zorundayım. Daha tafsilatlı bilgi için 19. mektuba bakılabilir.
Kaynak: Risale-i Nûr (19. Mektub - Mucizât-ı Ahmediye Risalesi)
Birinci Nükteli İşaret
Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak.
Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan neviyle konuşacaktır.
Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.
Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.
İkinci Nükteli İşaret
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş, Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir ferman-ı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu’cizât-ı bâhireyi göstermiştir. O mu’cizât, heyet-i mecmuasıyla, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücutları katidir. Kur’ân-ı Hakîmin çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid kâfirler dahi mu’cizâtın vücutlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbâlarını kandırmak için (hâşâ) sihir demişler.
Evet, mu’cizât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir katiyeti vardır. Mucize ise, Hâlık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir, "Sadakte" hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki, "Padişah beni filân işe memur etmiş." Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, "Evet" sözünden daha kati, daha sağlam, senin dâvânı tasdik eder.
Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâvâ etmiş ki:
"Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor."
Ve hâkezâ, yüzer mu’cizâtı böyle göstermiştir.
Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu’cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef’âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın simasını görmekle, "Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz" -1- diyerek imana gelmişler.
Çendan muhakkıkîn-i ulema, delâil-i nübüvveti ve mu’cizâtı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüz binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur’ân-ı Hakîmde kırk vech-i i’câzdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bin bürhanını gösteriyor.
Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zat, nübüvvet dâvâ edip mucize gösterenler gelip geçmişler. Elbette, umumun fevkinde bir katiyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebî dedirten ve risaletlerine medar olan delâil ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuttur.
Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir katiyetle ona sabittir.
Üçüncü Nükteli İşaret
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mu’cizâtı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser envâ-ı kâinattan birer mucizeye mazhardır. Güya, nasıl ki bir padişah-ı zîşânın bir yaver-i ekremi, mütenevvi hediyelerle muhtelif akvâmın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir, kendi taifesi lisanıyla ona hoşâmedî eder, onu alkışlar. Öyle de, Sultân-ı Ezel ve Ebedin en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev-i beşere mebus olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikine karşı alâkadar olan envâr-ı hakikat ve hedâyâ-yı mâneviyeyi getirdiği zaman, taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoşâmedî demiş.
Şimdi, o mu’cizâtın umumunu bahsetmek için ciltlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delâil-i nübüvvetin tafsilâtına dair çok ciltler yazmışlar. Biz, yalnız icmâlî işaretler nevinden, o mu’cizâtın kati ve mânevî mütevatir olan küllî envâına işaret ederiz.
İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) delâili, evvelâ iki kısımdır:
Birisi, "irhasat" denilen, nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhur eden harikulâde hallerdir.
İkinci kısım, sair delâil-i nübüvvettir.
İkinci kısım da iki kısımdır: Biri, ondan sonra, fakat nübüvvetini tasdiken zuhura gelen harikalardır. İkincisi, Asr-ı Saadetinde mazhar olduğu harikalardır.
Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri, zâtında, sîretinde, suretinde, ahlâkında, kemâlinde zâhir olan delâil-i nübüvvettir. İkincisi, âfâkî, haricî şeylerde mazhar olduğu mu’cizâttır.
Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri mânevî ve Kur’ânîdir. Diğeri maddî ve ekvânîdir.
Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır:
Biri: Dâvâ-yı nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i imanın kuvvet-i imanını ziyadeleştirmek için zuhura gelen harikulâde mu’cizâttır. Şakk-ı kamer ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nevi ve herbir nevi mânevî tevatür derecesinde ve herbir nevin de çok mükerrer efradı vardır.
İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hadiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır.
İşte, biz de şu âhir ki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz. Haşiye 1
Dördüncü Nükteli İşaret
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Allâmü’l-Guyûbun talimiyle haber verdiği umur-u gaybiye, had ve hesaba gelmez. İ’câz-ı Kur’ân’a dair olan Yirmi Beşinci Sözde envâına işaret ve bir derece izah ve ispat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sabıkaya dair ve hakaik-i İlâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbârât-ı gaybiyelerini Yirmi Beşinci Söze havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beytin başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisâta dair pek çok ihbârât-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından, cüz’î birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, Altı Esas, mukaddime olarak beyan edeceğiz.
Birinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahit olabilir. Fakat her hali, her tavrı harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahvâl-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a’mâl ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan âdiyat içindeki harikulâde olan san’at-ı Rabbâniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef’âlinde beşeriyetten çıkıp harikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef’âliyle, ahvâliyle, etvârıyla ders veremezdi.
Fakat, yalnız nübüvvetini muannidlere karşı ispat etmek için harikulâde işlere mazhar olur ve indelhâce, ara sıra mu’cizâtı gösterirdi. Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedâhet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mucize olmazdı. Çünkü, sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faydası kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı.
Câ-yı hayrettir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, mübalâğasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mucizesiyle veya bir delil-i nübüvvetle veya bir kelâmıyla veya yüzünü görmesiyle, ve hâkezâ, birer alâmetiyle İmân getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i nübüvveti, nakl-i sahihle ve âsâr-ı katiye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapıyorlar.
İkinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:
Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi.
İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.
İşte, her hadiste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hadiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazen tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki, "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti." -2- Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hadisenin tevilini gösterdi.
Üçüncü Esas: Naklolunan haberler, eğer tevatür suretinde olsa, katidir.
Tevatür iki kısımdır: Haşiye2 Biri sarih tevatür, biri mânevî tevatürdür.
Mânevî tevatür de iki kısımdır. Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ, bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hadiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükûtla mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hadisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyyâ ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hadisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder.
İkinci kısım tevatür-ü mânevî şudur ki: Bir hadisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, iki yüz adamı tok etmiş" denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder. Fakat umumen, aynı hadisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hadisenin vukuu, mütevatir-i bilmânâdır, katidir. İhtilâf-ı suret ise zarar vermez.
Hem bazen olur ki, haber-i vahid, bazı şerâit dahilinde tevatür gibi katiyeti ifade eder. Hem bazen olur ki, haber-i vahid, haricî emarelerle katiyeti ifade eder.
İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bize naklolunan mu’cizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı âzamı tevatürledir: ya sarihî, ya mânevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı, çendan haber-i vahidledir. Fakat öyle şerâit dahilinde, nakkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi katiyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden "el-hâfız" tabir ettikleri zatlar, lâakal yüz bin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri olan ilm-i hadis dâhileri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, tevatür katiyetinden geri kalmaz.
Evet, fenn-i hadisin muhakkikleri, nakkadları o derece hadisle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, "Mevzudur" der. "Bu hadis olmaz ve Peygamberin sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadis değildir" demektir.
1- Suyuti, El-Hasais1:1473; Kadı İyaz, eş-Şifa, 1:207; Mişkatü’-Mesabih, Hadis no:5870.
Haşiye1: Maatteessüf niyet ettiğim gibi yazamadım. İhtiyarsız olarak nasıl kalbe geldi, öyle yazıldı. Şu taksimattaki tertibi tamamıyla müraat edemedim.
2- Müslim, Cennet: 31; Müsned, 3:341, 346.
Haşiye2: Şu risalede tevatür lâfzı, Türkçe "şayia" mânâsındaki tevatür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.
|
Cüneyt Özcan
04.03.2010
12:21
| Hilmi bey. Özellikle eğitim alanındaki reform yorumlarınızı ilgiyle takip ediyorum dergiden.
Benim itiraz etme gereği duyduğum husus peygamber efendimizi tahfif manasında algıladım ve buna itiraz etme gereği duydum.
Muhammed a.s. elbette bir insandı aktardığım yazıda bu hususu da belirttim. Ancak o aynı zamanda bir peygamberdi. Gaybı Allah cc. bilir ve ancak O’nun bildirdikleri.
Ben insanın aynı zamanda farklı yönlerinin de olabileceğini; bir devlet dairesinde devlet reisi iken evde aile reisi ilim sahibi olduğu hususlardaki ilim meclisinde alimlerin reisi olabileceğini belirtmek istedim. Değerlendirme yaparken deifrat ve tefritten uzak bir değerlendirmeye tabi tutulması gerektiğini belirtmek istedim.
Sizin de mevcut abartılara karşı bu kadar sert ibareler kullandığınızı tahmin ediyorum.
Şunu da belirtmek isterim ki; Kur’an sadece bir bilime göre yazılmış bir kitab değildir.
"İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı, şu âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı Ezeliyenin hazînesi, şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, âlem-i uhreviyenin haritası, zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercümân-ı sâtıı, şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hâdîsi; hem bir kitâb-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitâb-ı duâ ve ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir ve mârifet gibi, bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliyâ ve sıddîkînin, asfiyâ ve muhakkikînin her birinin meşreblerine lâyık birer risâle ibrâz eden bir kütüphâne-i mukaddesedir."
Sizin duanıza tüm kalbimle amin diyorum. Anlamak hususunda Rabbim yardımcım olsun inş. (Yanlış anlaşılmaması için yardımcımız olsun inş. demedim- malum bu aralar yanlış anlamalar gereksiz tartışmaalara sebep oluyor.)
Kur’andaki tekrarata gelen itirazlar hususundaki şu kısmı da ekleme isteği doğdu içimde (konuyla alakası yok ama duymayanlar varsa duysun istedim)
"Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekrarâtındaki lem’a-i i’câza bak ki; Kur’ân, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı dâvet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır, ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zîrâ, zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir; duânın şe’ni, terdad ile takrirdir; emir ve dâvetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir.
Hem, herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye gâliben muktedir olur. Onun için, en mühim makâsıd-ı Kur’âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşir ve kıssa-i Mûsâ gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş.
Hem, cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bâzısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bâzısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ. Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyâkı ve iştihâyı tahrik etmek için tekrar eder."
Hem Kur’ân, müessistir, bir Din-i Mübînin esâsıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakâta, mükerrer suâllerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır, te’kid için terdad lâzımdır, teyid için takrîr, tahkik, tekrîr lâzımdır.
Hem öyle mesâil-i azîme ve hakâik-ı dakîkadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır.
Bununla beraber, sûreten tekrardır, fakat mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakâtı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve fayda ve maksadlar için zikrediliyor.
Hem Kur’ân’ın, mesâil-i kevniyenin bâzısında ibhâm ve icmâli ise, irşâdî bir lem’a-i i’câzdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medâr-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir. "
On Dokuzuncu Söz ’den alıntı.
Hayırlı günler.
|
Reşat Nuri Erol
05.03.2010
09:05
|
İlgi ve bilgileriniz için sağolun,
Kur’an evrenin ve içindekilerin yaratılış, işleyiş kurallarını örneklerini anlatan bir kitaptır. Evreni, kimin yarattığını, nasıl işlediğini, nasıl yaşamlar önerdiğini vahiy ve akıl ile anlarız. Akıllar evreni, içindekileri v.s vahyi anlar. Bunu farklı yöntemlerle yapar. Deney yapar, tecrubeleren yararlanır.
İlimle bugün herşeyi bilemeyebiliriz. Kur’an’ı da tam anlamayabilriz. Bu Kur’an’ın bilimle anlaşılması gerektiği tezini ortadan kaldırmadığı gibi ileride daha iyi anlaşılamayacağı anlamına da gelmez. Kur’an’dan anladıklarımız peygamberlerden aktarılma bilgilerdir. Bunları da ilimle belirleyebiliriz. Ya da önceki dönemlerdeki kutsal kitaplardan kalma bilgilerdir, onları da ilimle bilebiliriz. İlimle anlayamadığımızı ne ile anlayacağız. Peygamberlik bitti artık vahiy de peygamber de gelmeyecek. Kur’an böyle söylüyor. Allah’ın resulu Muhammed, "Peygaberlerin yerini bilim adamları alacak" demiş, gerçekten de bilim adamları peygamberlerin yerini aldı. Gerçekleri onlardan öğreniyoruz. Bütün bilim adamları bir konuda anlaşmaya varmışlarsa bu da insanlık için vahiy gibidir. Örneğin ay dünyadan küçüktür gibi... Bugün anladıklarımızın önemli bir kısmı alimlerin anladıklarına dayanır.Her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Bir de bireysel anlama yöntemleri vardır. Bu da kişinin kendisini ve ona inananları bağlar.
İslam düzen anlayışı müslüman inancında olanların düzen anlayışı demek değildir. İslam düzen anlayışı bütün inançlara eşit yakınlıkta (laik), bütün insanların katılımı ile oluşan (demokratik), sosyal (insanların standart yaşamları için gerekli altyapıyı sağlayan), çalışmalarının karşılıklarını ve karını alabildiği (liberal), yansız, etkin, saygın hekemliğe dayalı (yargı da da demokrasiyi kuran ve yaşatan) bir hukuk (inanç değil düzen ilkelerine göre kurulmuş) yerinden yönetime dayalı kişiden devlete ve insanlığa örgütlenmiş düzen seçenekleri ile oluşmuş tekelci olmayan bir düzen anlayışını benimser.
İnanç ile düzen arasındaki ayırımı, Allah’ın rasulu Muhmmed şöyle açıklamıştır. İçinizden öyle kimseler vardır ki bana gelir, kendisini çok iyi savunur, bende onun lehinde karar veririm. Ama o gerçekte haksız olabilir. Hukukun ilkeleri farklıdır, inancın ilkeleri farklıdır. Bir kimse mahkemede yalan söyleyebilr kendisini yalanlarla savunur veya birini mahküm ettirebilir. Hatta çok iinançlı veya inançsız da olabilir/gözükebilir. Mahkemde onun inancına bakılmaz. Yaptıklarında haklı veya haksız olduğuna bakılır. Ama inanç açısından baktığınızda bu adam ahlaksızdır. Gerçekte cezasını alacaktır.
İnanç ilkeleri ile düzen ilkeleri birbiri ile farklıdır. Düzen ilkekeri dünyada ceza veya mükafat haklı veya haksız olma ölçülerine dayanır. İnanç ilkeleri ahlak alanındadır. Yaratıcıya, ahiret hayatına, iç dünyasına yöneliktir. Yapılan yanlışların cezası hukuki değildir. dua etmedi diye kimseye ceza veremezsiniz.
Faizin inanç olarak günah, kötü olması başka bir şeydir. Faizin ekonomik olarak zararlı olması başka bir şeydir. Fayda zarar ölçütü ekonomik bir ölçüttür. Faizin ahlaksızlık olarak görülmesi ise inanç ölçütüdür. İnanç insanın ruh dünyasına yöneliktir. İnançlar iyi insan yetiştirmeyi, hukuken yakalanmayacak olsa da, kimse görmeyecek olsa da kötü insan olmamayı öğretir. İnançlardaki ibadetler iyi insan olmak içindir. Yaratıcıya iyi kul olmak içindir.
Düzen de bütün inanışlara yer vardır. Düzenin ilkelerinin düzen ölçütlerne göre olmaı önemlidir. Kur’an yalnızca inanç kitabı değildir. Kur’an aynı zamanda ilim, hukuki, ekonomik, idari yönleri olan kitaptır. Fakat her alanda kendi ilkeleri ile anlaşılmalıdır, değerlendirilmeldir. Ekonomik bir yorum yaparken bu inanç kıtabıdır, faiz Kur’an’da inanç olarak haramdır, faiz alanlar günahkardır ve hukuken cazalandırılması gerekir’ cümlesi inancı düzenle karıştırmaktır. Düzen açısından bu cümle ekonomik alanda inanç ölçütleri ile karar içerdiğinden teoratiktir, suçtur. Bununla birlikte ’faiz ekonomik olarak zararlıdır, paranın para kazanmasıdır, emeksiz ve haksız kazançtır, başkalarının hakkını yemektir, ekonomide dengeleri bozar, tekel sermeyeye neden olur, sömürü düzenidir’ gibi ekonomik ölçütler kullanmak suç değildir. Hırsızlığın günah olması inanç söylemdir. Hırsızlığın suç olması düzen söylemidir. zinanın ahirette cezasının büyük olacağı, ahlaksızlık olduğu inanç söylemidir. Zinanın insan neslini bozduğu v.b nedenlerle suç olduğu başka bir hukuk söyulemdir. Benim inancıma göre Kur’an’da zina haram kılınmıştır onun için zina suçtur ve cezası şudur demek inanç söylemidir. Bir konunun Kur’an’da olması onun dini olduğu anlamına gelmez. Kur’an’dan dini olarak yararlanabilrsiniz. Ama bu inancınızın ilkeleri olur. Düzen olarak her yerden yararlanabilirsiniz. Hırsızlığın haksızlık olduğu ve cezalandırılması gerektiğini Kur’an’dan düzen ilkeleri, hukuk ilkeleri, tekniği ile yararlanabilirsiniz. Kur’an ile Kur’an’dan anlaşılanlar farklı şeylerdir. Kur’an’da benim anladığım prensipler tartışılmaz derseniz ve bu ifade ile de tek tip düzen kurmaya, başkalarını bağlayıcı yönetim kurmaya kalkarsanız bu inanç yani teokrasi düzeni olur. Bir kitaptan yararlanmak suç değildir, suç inanç ilkelerini düzen ilkeleriyle karıştırmaktır.
Bunları merkezi yönetim anlayışında çözmek mümkün değildir. Çünkü seçenek yoktur. Seçeneğin olmadığı düzenler totaliter düzenler olduğu için ayırımlar yapmak zordur.
Osmanlı devleti kısmen teokratik, yarı krallık (padişahlık) düzendir. Düzenle inanç karıştırılamaz. Düzen içindeki inançlarda ayırım yapamaz. Osmanlı yönetimi krallık düzenleri içinde iyilerine örnek olarak verilebilir ama bu osmanlı düzeninin krallık ve haksız düzen olduğunu ortadan kaldırmaz. Krallık düzenlerinde de iyi kralların olduğu, gevşek krallık sistemlerinin olduğu ve hatta insanlığın krallıkla yönetilen model seviyesinde olduğu dönemler yönetimler de vardır. O dönemde o yönetimler gerekli de olmuş olabilir. Ama bu krallığın doğru bir düzen olduğunu asla göstermez. İnsanlık bir insan gibidir. Belli aşamalardan geçmektedir. Çocukluk dönemini geçmiştir.
Medine devleti ise düzen ilkelerine göre kurulmuştur. Yalnız o dönemde inaç ve düzen ayırımı henüz olgunluğunu tamamlamamıştır. Yada daha doğru bir anlatımla, o dönemdeki olaylar anlatılırken düzen ile inanç anlatımları düzgün anlaşılamamaktadır. Yahudi veya Hıristiyan inancı ile o inancı benimseyen insanların düzen olarak başka bir düzeni seçmeleri ayırımı yeni bir anlayış olduğu için halk tarafından iyi anlaşılamamıştır.
Yönetimde Müslüman olmayanın görev almaması ifadesi de teokratiktir. Böyle bir anlayış Kur’an’ın inanç anlayışına, düzen anlayışına ve günümüz düzen anlayışına da ters düşer. Ayrıca müslüman demek Adem’den beri bütün inançları bemimsemiş veya onlardan birini yaşayan kimse demektir. Emaneti ehline verme ayetne ve ilkelerine de aykırıdır.
|