Kutlu Doğum
2209 Okunma, 20 Yorum
Hayrettin Karaman - Yeni Şafak
Hilmi Altın

Hayrettin Karaman, hkaraman@yenisafak.com.tr, 26 Şubat 2010 Cuma

 

Kutlu Doğum

O ilk yaradılandı ve son Peygamber "Gizli hazine bilinmek istedi" diyor, diyenler Bir bilen gerekiyor ki, bilsin ve görsün

….

Ezeli irade hem hakikati hem de cemali
Yaratılmışlar için mukadder olan kemali
Adına Muhammed dediği bir Hazret-i İnsan'da yaratmış
Bir kendi var iken, başka şey yok iken
İlk yaratılan ve Son Peygamber
Şimdi 1484 yaşında dünya hesabıyla
Daha dün yaşayıp ölenlerin yasları tutuldu
Birkaç zaman ve sonra unutuldu
Ama O, 1484 yıldır içimizde
Duamızda, önümüzde, sevincimiz ve kederimizde
Doğru yolu O'nun rehberliğinde buluyoruz
O'nu örnek alabildiğimiz kadar adam oluyoruz

Allah O'na bildirdi hakikati O da bize
Allah O'na gösterdi güzeli O da bize
Allah O'nu sevdi O da Allah'ı
Ve sevmeyi, sevilmeyi O'ndan öğrendik
O'nu sevdik, O'nda sevdik, O'nunla sevdik

11 Rebîülevvel 1431

Yazının tamamı için bakınız: http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=21083&y=HayrettinKaraman

 

YORUM:

Ben olsam bu konuyla ilgili başlığı “Kutlu Doğumlar (as.) ve Muhammed (sav))” veya “Kutlu peygamberler ve Muhammed peygamber” şeklinde belirlerdim.

 

Kur’an’da peygamberlerden bahsederken; eski vahyin üstüne yeni vahiy gönderilen peygamberler, kitap verilen peygamberler,  önceki bilgileri anlatmak ve uygulamakla gönderilen peygamberler, Ulul azm peygamberler gibi özelliklerine göre gruplamalar yapıldığı görülür. Bu gruplamalarda temel nokta hiçbirinin diğerinden farklı tutulmamasıdır.  Birinin iyi biri kötü şeklinde bölünmemesidir. Her biri ‘kendisine vahiy bildirildiğini” söylemektedir.

 

Kur’an, insanlara resuller/elçiler gönderildiğini, bunlardan bir kısmının bize anlatıldığını bir kısmının ise anlatılmadığını belirtmektedir (40/78).

 

Kur’an’da Muhammed’den dört yerde doğrudan ismi ile (“Muhammed”) bahsedilir. 

 

3/144:  Muhammed elçiden başkası değildir. Kendisinden önce elçiler geçmiştir.

 

33/40:Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir ve ancak, Allah’ın elçisi ve ulakların sonuncusudur.

           

47/2:İnanmış ve uygun işler yapmış ve yetiştiricilerinden gerçek olarak Muhammed’e indirilene inanmış kimselerden onların kötülüklerini kapatmış ve bozukluklarını düzeltmiştir.

           

48/29: Muhammed Allah’ın elçisidir. Birlikte olan kimseler kapatanlara katı ve aralarında yumuşaktırlar. Onları kapanmış olarak eğildiklerini görürsün. Allah’tan artışı ve beğeni aramaktadırlar. Damgaları, kapanışların izlerinden dolayı yüzlerindedir. Bu Tevrat’taki öyküleridir ve İncil’deki öyküleridir. Sürümünü çıkaran ekin gibidir. Onu yüklemiş, kalınlaştı, dal üzerine yerleşmiş, ekicileri onlara imrendirsin diye tarımcıları sevindirmiştir. Allah, onlardan inanmış ve uygun işler işlemiş kimselere örtmeyi ve büyük karşılık söz vermiştir.

          

Bunun dışındaki yerlerde yönlendirme, zamir ile Muhammed’e işaret vardır.

 

Kur’an’da Allah’ın elçisi Muhammed konusunda doğrudan veya dolaylı ayetlerin anlaşılmasında zamanla bazı büyük yanlışlara düşüldüğü ve bu yanlışların da zamanla farklı toplumlarda farklı şekillerde uygulanarak yaygınlaştığı görülür.

 

İlk yanlış Muhammed’i diğer peygamberlerden ayırma yanlışlığıdır. Kur’an’da onlarca yerde peygamberler arasında ayırım yapılmaması gerektiği belirtilmektedir.

 

Örneğin;

2/136:“Allah’a  ve bize indirilene ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, , Yakub’a ve Esbat’a (/Sıbtlara) indirilene ve Musa’ya, İsa’ya verilenlere ve yetiştiricilerinden ulaklara verilenlere inandık. Onlardan biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz ona barışığız” söylediler. Bu konuda 3/84 ayetine ve benzer kanıtlara bakılabilir.

 

2/286: Elçi, yetiştiricisinden kendisine indirilene inandı. İnananlar da. Hepsi Allah’a, meleklerine, yazıtlarına ve elçilerine inandı. Elçilerinden birini ayırmayız. “ve işittik ve uyduk, örtmeni yetiştiricimiz. Dönüş sanadır” söylediler.

 

Bütün bu açık net ifadelere rağmen, insanlardaki ayırımcılık özelliği bazen aşırlığa kaçmaktadır. Bu aşırılıklar Allah’ın seçtiği ve görevlendirdiği elçiler içinde “en büyük peygamber bizim peygamber”, “kainat onun için yaratıldı” gibi uç aşırılıklara kadar götürülmektedir. Peygamberin davranışlarını, söylemlerini olduğunun üstünde, doğrunun çok ötesinde gösterme çabaları genelde bir takım çıkar çevrelerinin farklı amaçlar için uydurma anlatımı ve tanıtımlarından oluşur. İnsanların sevgi, saygı duyguları kullanılır. Özellikle, tasavvuf, edebiyat, şiir çevreleri ve anlatımlarında çok yaygındır. Bu aşırı anlatımlar belli bir ivmeden sonra önüne geçilemez bir hal alır. Diğer alanları kendi cazibesine katar, hayal dünyasında, hevesler aleminde uçar, uçurur gider.

 

İkinci yanlış: Kutsal kitap nedir, insanların yazdığı kitaplardan ne farkı var gibi  temel konuları araştırmadan, bilmeden, bilim olarak bunun üzerine eğilmeden önüne gelen herhangi bir alanda Muhammed peygamberi veya başka bir peygamberi yermeye çabalamaktır. Genelde içi boş yanlış anlatım ve tanıtımları dayanak alarak onun üzerine sahte görüler bina edilir. Daha sonra da bu sahte görüşler eleştirilir.

 

Son dönemlerde özellikle bazı çevrelerin “kutlu doğum” etkinliklere çokça önem vermesi hem aşırı yüceltmeye hem de aşırı yerilecek dayanakları oluşturmuştur.

 

Baz çevreler önceleri doğru yanlış demeden, konuyu doğru araştırmadan İsa peygamberin doğum gününü kutlamayı haram sayıyorlardı. Yılbaşını kutlayanları sanki yetki kendilerinde imiş gibi dinden çıkarttılar. Hıristiyanlığa, İsa’ya inanları var güçleri ile dışladılar. Bir taraftan da doğum günü kutlamalarına karşı çıktılar. Doğum günü kutlayan çocukları dışladılar, doğum günü kutlayan aileleri hafif saydılar. Sonraları baktılar ki bu iş moda oluyor ve oldu, kendi çocuklarına kadar doğum günü kutlaması modası girdi. Bu sefer de direksiyonu başka tarafa kıvırdılar. Muhammed’in doğum günü kutlaması neredeyse ibadet haline getirildi, mevlit okumalar, doğum kutlamaları “kutlu doğum” halkın uygulaması ötesinde öncelikli törenler sıralamasında ve protokolde yerini aldı.  Adeta Hıristiyanların İsa’sı varsa bizim de Muhammed’imiz var, o daha büyük, onunkini daha iyi kutlayalım uyanıklığına dönüştü. Dahası çocukların doğum günlerinde mevlitler okumak moda oldu. Halkın önemli bir kısmı Peygamberin hayatını mübalağa ile anlatan şiiri kutsal metin diye okuyordu, peygamberin doğum gününde de resmen okumaya başladı. Bir oyana bir buyana ani direksiyon kıvırmalar halkın başını döndürdü.

 

İnsanın hayvandan farkı çevreye çabuk uyum sağlamasıdır. Bu iklim şartlarına karşı geliştirdiği elbise ile farklı çevrelerde hemen yaşamaya başlamasında olduğu gibi fikir alanında da böyledir. Bir konu istismar edilmeye görsün. Onun cılkını çıkarmasını bilir, ondan yararlanmasını, hatta bunun üzerine bir sömürü ekonomisini kurmasını da bilir ve becerir.

 

Kur’an’da doğumları ayrı bir özellik arz eden insanların olduğu anlatılır. Kur’an bunlara farklı örnekler verir. Örneğin, Meryem’in İsa’yı doğurmasına gönderme yapar ve  “doğduğu gün, öleceği gün, dirileceği güne selam” ifadesini kullanır. İsa’nın doğumunun önemli bir olay (ayet, başlangıç noktası, dönüm noktası) olduğunu anlatır. (19/33). Bu konuda ikinci örnek olarak Zekeriya peygamberin ve karısının çok yaşlı oldukları ve çocukları olmayacakları bir dönemde çocuk sahibi olmalarını örnek verir. Yahya’nın doğumu da bu açıdan önemli bir dönüm noktası kabul edilmiş ve “doğduğu, öleceği, diri olarak kaldırılacağı gün selam”  yapılmıştır. (19/15)

 

Bu ayetlere dayanılarak bu günlerin özellikle kutlanılması gerektiği sonucuna varılabilir. Bugün İsa peygamberin doğum günü ütün insanlığa gerçekten ayet olmuştur. Yılların hesabı bu takvime dayandırılarak yapılmaktadır. Doğumu kutlanmaktadır. Bana göre kutlama şekillerinde birçok yanlış uygulama vardır. Bununla birlikte yılın muhasebesini yapmak gibi doğru uygulamalar da yaygınlaşmıştır ve resmileşmiştir. Yahya peygamber konusundaki anlamlandırmamda henüz yeterli bilgiye ulaşamadığım için yorum yapmayacağım.

 

 

Şimdi klasik İslam görüşünde olan Müslümanlara sormak lazım, peygamberin giydiğini giymeye çalışan v.s bu tarzınız, yönteminiz, uygulamanız doğru ise peygamberin doğum günü kutlamasını peygamber ve arkadaşlarından hangisinden örnek aldınız?

Doğum günü kutlaması için kanıtlarınız var idiyse önceleri neredeydiniz, ne zaman bu adet oluştu?

 

Doğum günü kutlaması yanlış idiyse niye İsa peygamberin doğum günü, yılbaşı kutlamalarını haram saydınız, dua okuyarak kutlayanları, toplanıp bir arada tören düzenleyenleri dışladınız?

 

Doğru değil idiyse Muhammed’in doğum günü kutlamasını niye yapıyoruz?

 

Doğum günü kutlamak doğrun ise halkın kendi doğum günlerini kutlamalarına bu kadar eziyet niye çektirdiniz, çektiriyorsunuz?

 

Yoksa insanlar kutlu varlıklar değiller mi?

Doğumları önemli değil mi?

 

Bütün bunların ötesinde iki sorum daha var.

Muhammed sav mi vahiy alıyor, vahiy alma onun kabiliyeti mi yoksa vahyi Allah mı ona bildiriyor? Peygamberlerin ilahlaştırılmaması, Kur’an’dan ve güvenilir hadislerden tanıtılması gerekmektedir. Bunu her doğum gününe hapsetmek ve sonra da doğum gününde vahye, ilme aykırı teranelerle geçiştirmek yanlıştır.

 

Allah Muhammed’i peygamber olarak seçmiştir. Ama Muhammed insanüstü bir varlık değildir. Ayı yardığını, parmaklarından su akıttığını, doğumunda olmayan olayların gerçekleştiğini v.b gibi peygamberde olmayan özellikleri Muhammed’e (sav) atfetmek Hıristiyanların İsa’yı abartmaları gibi abartma yönünde atılmış adımlardır.  Yanlış yoldur. Muhammed’e ve Kur’an’a ait gerçekleri gizlemek ve insanlara duyurulması gereken ilim, ahlak, sosyal, ekonomik söylem ve uygulamalarını arka plana itmek için atılan adımlardır.

 

14/11: Resulleri onlara biz misliniz bir beşerden başkası değiliz, Yalnız, Allah abdlerinden meşieti olana minnet eder. Allah’ın izni olmadan size bir sultan ile etvet etmemiz bize mümkün değildir.  Müminler Allah’a tevekkül etsinler dediler.

(Elçileri onlara biz bezeriniz bir kişiden başkası değiliz. Allah kullarından dileyeni ödüllendirir. Allah’ın oluru olmadan size bir etkin ile gelmemiz biz olamaz. İnananlar Allah’a dayansınlar.)

 

41/6: Ben ancak misliniz bir beşerim, bana ilahınız yalnız vahid olan ilahtır diye vahy olunuyor. O’na istikamet ediniz ve O’na istiğfar ediniz diye kavlet. Ahirete kafir olarak zekatı ita etmeyen kimseler olan müşriklere veyl.

 

(Ben ancak benzeriniz bir kişiyim, bana tanrınız yalnız bir olan tanrıdır diye bildiriliyor. O’na doğru yöneliniz ve O’ndan örtmesini isteyiniz, diye söyle. Öteye kapatan olarak vergiyi vermeyen kimseler olan ortakçılara vay)

 

18/110: Ben sizin gibi bir beşerim. Tanrınızın bir tek tanrı olduğu bana vahyolunuyor. Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve rabbine ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.

Peygamber Muhammed’in kutlu doğumu kadar, peygamberin insanlığa rahmet oluşu, Kur’an indirilişi, Hicretin önemi, Kur’an’ın sosyal –ekonomik konularda insanlığa nasıl rahmet olduğu, cahiliye Arap toplumunu nasıl dönemin en iyi ve başarılı toplumu haline getirdiği kutlamalarının da yaygınlaştırılması,

Peygamber Muhammed’in ve bütün peygamberlerin, Kur’an’ın, Kutsal kitapların bilimle anlaşılması için kutlu günler dileği ile…

 

 

Hilmi Altın


YorumcuYorum
zkafkas
02.03.2010
21:02

Allah razı olsun. İslamın doğru anlaşılması adına , islamın hristiyanlık gibi insanların afyonu yapılması yönündeki çalışmalara karşı güzel bir çalışma olmuş.

Peygamberlerin isminin geçtiği yerlerde (hz.)kelimesini kullanmamanızın özel bir sebebi var mı?

Cüneyt Özcan
03.03.2010
18:10

Hilmi Bey.

Peygamber Efendimizin doğumu kutlamaları hakkında size katılıyorum. Ancak itiraz etme gereği duyduğum birkaç husus hakkında aşağıdaki yazıyı elden geldiğince kısaltmaya çalışarak eklemek zorundayım. Daha tafsilatlı bilgi için 19. mektuba bakılabilir.

Kaynak: Risale-i Nûr (19. Mektub - Mucizât-ı Ahmediye Risalesi)

Birinci Nükteli İşaret

Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak.

Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan neviyle konuşacaktır.

Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.

Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.

İkinci Nükteli İşaret

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş, Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir ferman-ı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu’cizât-ı bâhireyi göstermiştir. O mu’cizât, heyet-i mecmuasıyla, dâvâ-yı nübüvvetin vukuu kadar vücutları katidir. Kur’ân-ı Hakîmin çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki, o muannid kâfirler dahi mu’cizâtın vücutlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız, kendilerini aldatmak veya etbâlarını kandırmak için (hâşâ) sihir demişler.

Evet, mu’cizât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yüz tevatür kuvvetinde bir katiyeti vardır. Mucize ise, Hâlık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir, "Sadakte" hükmüne geçer. Nasıl ki, sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki, "Padişah beni filân işe memur etmiş." Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah "Evet" dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, "Evet" sözünden daha kati, daha sağlam, senin dâvânı tasdik eder.

Öyle de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâvâ etmiş ki:

"Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor."

Ve hâkezâ, yüzer mu’cizâtı böyle göstermiştir.

Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu’cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef’âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın simasını görmekle, "Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz" -1- diyerek imana gelmişler.

Çendan muhakkıkîn-i ulema, delâil-i nübüvveti ve mu’cizâtı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüz binler delâil-i nübüvvet vardır. Ve yüz binler yolla yüz binler muhtelif fikirli adamlar, o zâtın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur’ân-ı Hakîmde kırk vech-i i’câzdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bin bürhanını gösteriyor.

Hem madem nev-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüz binler zat, nübüvvet dâvâ edip mucize gösterenler gelip geçmişler. Elbette, umumun fevkinde bir katiyetle, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) sabittir. Çünkü, İsâ Aleyhisselâm ve Mûsâ Aleyhisselâm gibi umum resullere nebî dedirten ve risaletlerine medar olan delâil ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmda daha ekmel, daha câmi bir surette mevcuttur.

Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, zât-ı Ahmedîde (a.s.m.) daha mükemmel mevcuttur. Elbette, hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir katiyetle ona sabittir.

Üçüncü Nükteli İşaret

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mu’cizâtı çok mütenevvidir. Risaleti umumî olduğu için, hemen ekser envâ-ı kâinattan birer mucizeye mazhardır. Güya, nasıl ki bir padişah-ı zîşânın bir yaver-i ekremi, mütenevvi hediyelerle muhtelif akvâmın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir, kendi taifesi lisanıyla ona hoşâmedî eder, onu alkışlar. Öyle de, Sultân-ı Ezel ve Ebedin en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev-i beşere mebus olarak geldiği ve umum kâinatın Hâlıkı tarafından umum kâinatın hakaikine karşı alâkadar olan envâr-ı hakikat ve hedâyâ-yı mâneviyeyi getirdiği zaman, taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoşâmedî demiş.

Şimdi, o mu’cizâtın umumunu bahsetmek için ciltlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delâil-i nübüvvetin tafsilâtına dair çok ciltler yazmışlar. Biz, yalnız icmâlî işaretler nevinden, o mu’cizâtın kati ve mânevî mütevatir olan küllî envâına işaret ederiz.

İşte, nübüvvet-i Ahmediyenin (a.s.m.) delâili, evvelâ iki kısımdır:

Birisi, "irhasat" denilen, nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhur eden harikulâde hallerdir.

İkinci kısım, sair delâil-i nübüvvettir.

İkinci kısım da iki kısımdır: Biri, ondan sonra, fakat nübüvvetini tasdiken zuhura gelen harikalardır. İkincisi, Asr-ı Saadetinde mazhar olduğu harikalardır.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri, zâtında, sîretinde, suretinde, ahlâkında, kemâlinde zâhir olan delâil-i nübüvvettir. İkincisi, âfâkî, haricî şeylerde mazhar olduğu mu’cizâttır.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır: Biri mânevî ve Kur’ânîdir. Diğeri maddî ve ekvânîdir.

Şu ikinci kısım dahi iki kısımdır:

Biri: Dâvâ-yı nübüvvet vaktinde, ehl-i küfrün inadını kırmak veyahut ehl-i imanın kuvvet-i imanını ziyadeleştirmek için zuhura gelen harikulâde mu’cizâttır. Şakk-ı kamer ve parmağından suyun akması ve az taamla çokları doyurması ve hayvan ve ağaç ve taşın konuşması gibi yirmi nevi ve herbir nevi mânevî tevatür derecesinde ve herbir nevin de çok mükerrer efradı vardır.

İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hadiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır.

İşte, biz de şu âhir ki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz. Haşiye 1

Dördüncü Nükteli İşaret

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, Allâmü’l-Guyûbun talimiyle haber verdiği umur-u gaybiye, had ve hesaba gelmez. İ’câz-ı Kur’ân’a dair olan Yirmi Beşinci Sözde envâına işaret ve bir derece izah ve ispat ettiğimizden, geçmiş zamana dair ve enbiya-yı sabıkaya dair ve hakaik-i İlâhiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve hakaik-i uhreviyeye dair ihbârât-ı gaybiyelerini Yirmi Beşinci Söze havale edip, şimdilik bahsetmeyeceğiz. Yalnız, kendinden sonra Sahabe ve Âl-i Beytin başına gelen ve ümmetin ileride mazhar olacağı hâdisâta dair pek çok ihbârât-ı sadıka-i gaybiyesi kısmından, cüz’î birkaç misaline işaret edeceğiz. Ve şu hakikat tamamıyla anlaşılmak için, Altı Esas, mukaddime olarak beyan edeceğiz.

Birinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahit olabilir. Fakat her hali, her tavrı harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onu beşer suretinde göndermiş, tâ insanın ahvâl-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini kazandıracak a’mâl ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan âdiyat içindeki harikulâde olan san’at-ı Rabbâniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef’âlinde beşeriyetten çıkıp harikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef’âliyle, ahvâliyle, etvârıyla ders veremezdi.

Fakat, yalnız nübüvvetini muannidlere karşı ispat etmek için harikulâde işlere mazhar olur ve indelhâce, ara sıra mu’cizâtı gösterirdi. Fakat, sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedâhet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mucize olmazdı. Çünkü, sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faydası kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı.

Câ-yı hayrettir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın, mübalâğasız binler vecihte binler çeşit insan, herbiri birtek mucizesiyle veya bir delil-i nübüvvetle veya bir kelâmıyla veya yüzünü görmesiyle, ve hâkezâ, birer alâmetiyle İmân getirdikleri halde, bütün bu binler ayrı ayrı insanları ve müdakkik ve mütefekkirleri imana getiren bütün o binler delâil-i nübüvveti, nakl-i sahihle ve âsâr-ı katiye ile şimdiki bedbaht bir kısım insanlara kâfi gelmiyor gibi, dalâlete sapıyorlar.

İkinci Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi.

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte, her hadiste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hadiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazen tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki, "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti." -2- Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hadisenin tevilini gösterdi.

Üçüncü Esas: Naklolunan haberler, eğer tevatür suretinde olsa, katidir.

Tevatür iki kısımdır: Haşiye2 Biri sarih tevatür, biri mânevî tevatürdür.

Mânevî tevatür de iki kısımdır. Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ, bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hadiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükûtla mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hadisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyyâ ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hadisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder.

İkinci kısım tevatür-ü mânevî şudur ki: Bir hadisenin vukuuna, meselâ "Bir kıyye taam, iki yüz adamı tok etmiş" denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder. Fakat umumen, aynı hadisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hadisenin vukuu, mütevatir-i bilmânâdır, katidir. İhtilâf-ı suret ise zarar vermez.

Hem bazen olur ki, haber-i vahid, bazı şerâit dahilinde tevatür gibi katiyeti ifade eder. Hem bazen olur ki, haber-i vahid, haricî emarelerle katiyeti ifade eder.

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bize naklolunan mu’cizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı âzamı tevatürledir: ya sarihî, ya mânevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı, çendan haber-i vahidledir. Fakat öyle şerâit dahilinde, nakkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi katiyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden "el-hâfız" tabir ettikleri zatlar, lâakal yüz bin hadisi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadisiye sahipleri olan ilm-i hadis dâhileri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, tevatür katiyetinden geri kalmaz.

Evet, fenn-i hadisin muhakkikleri, nakkadları o derece hadisle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, "Mevzudur" der. "Bu hadis olmaz ve Peygamberin sözü değildir" der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki "Bu söz hadis değildir" demektir.

1- Suyuti, El-Hasais1:1473; Kadı İyaz, eş-Şifa, 1:207; Mişkatü’-Mesabih, Hadis no:5870.

Haşiye1: Maatteessüf niyet ettiğim gibi yazamadım. İhtiyarsız olarak nasıl kalbe geldi, öyle yazıldı. Şu taksimattaki tertibi tamamıyla müraat edemedim.

2- Müslim, Cennet: 31; Müsned, 3:341, 346.

Haşiye2: Şu risalede tevatür lâfzı, Türkçe "şayia" mânâsındaki tevatür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.

Lütfi Hocaoğlu
03.03.2010
19:09

Allah razı olsun Hilmi abi.

Çok güzel yazmışsın. Bir solukta okudum.

Reşat Nuri Erol
03.03.2010
23:14

Selam

Zkafkas’a, ilginiz allah sizden razı olsun

Peygamberin isminin geçtiği yerlerde Kur’an’ı örnek almaya çalıştım. Kur’an yalnızca Allah’ın rasulu/elçisi muhammed demiş. Ona dua edin demiş ben de dua yazımda dua ettim, ediyorum (sav). Onun ötesinde Hazret (Hz) kelimesinin içeriği ve yaygınlaştırılmış anlamları içinde abartılmış ifadeeler de var. Çok sağlıklı bulmuyorum. Farklı anlamlarda kullanılıyor, övgü değer anlamında kullanılan şekliyle alışkanblık olarak çoğu kere Hz ile kullanıyorum. ’Her yerde var olan’, insan üstü özellikler taşıma gibi abartı anlamlarda kullanılmış, ben bu nedenle kullanmıyorum. Daha sağlıklı gördüğüm, elçi Muhammed, peygamber Muhammed gibi bildiğim as, sav,şekillerinde kullanmaya çalışıyorum.

Reşat Nuri Erol
04.03.2010
00:09

Cunozcan bey’ e selam,

ilgi ve katkılarınız için sağolun,

İtiraz ettiğniz hususları net yazabilirseniz, yorumumu da daha net yazarım ve cevaplarım.

Risale-i Nûr 19. Mektub - Mucizât-ı Ahmediye Risalesi’ni özetle aktarmışsınız. Bu mektubu biliyorum, okumuştum.Yine de konuyla ilgili bir daha baktım. Bu mektuptaki ifadelerin çoğuna zaten yadıklarıma aykırı değil. Mektubun tamamına yakın bir çok yerini aktarmak yerine hangi cümlelerin benim cümlelerime karşı fikir ifade ettiğini ve tezimin zıddı bir tez içerdiğini belirtseydiniz daha net cevap yazardım. Benim fikrimi ve yanında da mektuptaki zıddı fikri yanyana yazarsanız cevap veririm.

Kastettiğiniz peygamberin harikulade -insanüstü özellikler içermediği ifadesine itiraz ise ayet ve hadisler ve mektubatta ilgili cümleleri yazarsanız daha net cevap veririm. Bununla birlikte, "nübüvvetten evvel ve velâdeti vaktinde zuhur eden harikulâde hallerdir" gibi ifadeleri itiraz konusu sayıyorsanız, Allah’ın rsulu Muhammed’in peygamber olma durumu ile ilgili aktarılan hadislerden konuyu incelediğimizde Peygamber ilk vahyi almaya başladığında ne durumda idi. Eşine ne sordu ve ne cevap aldı. Eşinin yakını olan Varaka b. Nevfel’e niçin gittiler, o ne dedi. bu konularda ciddi çalışmalara ihtiyaç vardır.

Muhammed eşi Hatice ile evlendiğinde peygaber değildi. Eşi veya kendisi hangi inanışlarda idi. Peygamber olmadan önce ve olduktan sonra nasıl yaşadılar. Peygamber kendisi "ben kurutulmuş et yiyen bir annenin çocuğuyum" diyor. Zoruklarla, fakirlikle, yokulluklai yetim büyümüştür. Peygamberliğ buyunca onca uğraşı gayret ve yaklaşık 5 senede 40 kadar kişi müslüman oluyor, Mekkeden Medineye niçin hicret etti, kendini nasıl savundu, hangi eziyetleri çekti. Hicret edince kaç kişi müslüman olmuştu. Bunları şunun için yazıyorum. Bu olaylarda Allah’ın onlara öğretisi yardımı, ötesinde neler olmuştur.

Kendisinin vefatından sonra yazılmaya başlanan ve 150 sene sonra seçkin kitaplara dönüşen hadis çalışmaları sırasında hangi konularda uydurmalar, yalanlar yoğunlaşmıştır. Hangi knularda abartılar, kandırmalar olmuştur. Buhari gibi hayatını bu işe adamış alim (ra) yaklaşık 20 senede 600 bin hadis olduğu söylene ifadeyi araştırmış ve bunun %1’ini 6 bin’ini sağlıklı bulmuş, hatta bunlar içinde bile zayıf hadisler vardır. bu konuları iyi düşünmek gerekir. %1 güvenirlik çok iyi bir güvenirlik değildir. Bu uydurma kandırma ifadelerin bu toplumdaki izlerine iyi bakmak gerekir. Bunun yolu da Kur’an ve Hadisler üzerinde bilimsel çalışmalar yapmaktır. Kısmen yapılıyor ama yetersiz.

"Allâmü’l-Guyûbun talimiyle haber verdiği umur-u gaybiye, had ve hesaba gelmez." ifadelerini ise dikkatli incelemek gerekir. Kur’an, gaybı Allah bilir, diyor. Hem Kur’an ayetleri, Hem Peygamber hadisleri peygamberin gaybı bilemeyeceğini söylüyor. Allah bildirdiyse o da peygamberin alması değil Allah’ın bildirmesidir. Zaten peygamber "ben gaybı bilmem" demektedir...

Benim anlayışıma göre Kur’an’ı bilime göre anlamak ve kabul etmek vardır. Kur’an’ı efsanelere, masallara, öncekilerin masallarına göre yorumlamak yoktur. Çünkü Kur’an bu masal değildir diyor. Kur’an bilme göre yazılmılştır.

Kur’an’ı ve sünneti daha iyi anlamak duasıyla,

Hilmi Altın

Reşat Nuri Erol
04.03.2010
00:21

Lütfi Hocaoğlu’na Selam,

İlginiz için sağolun,

Edebiyatım çok iyi değildir. Bir de yazarken bazı cümleler aklıma geliyor, o anda unutmayayım diye yazıyorum. İstanbul’daki çalışmalarınızın bir kaç tanesine katıldım. Kur’an üzertindeki kelime ve cümle çalışmaları Kur’an’ın doğru anlaşılması ve Kur’an’ın tarhsel, masal söyleminden kurtarılması ve bilime göre anlaşılması bakımından çok önemli, Allah yardım etsin.

İzmir Akevlerdeki meal çalışmaları yapana kadar "yuha ileyye" yi peygamberin "ben vahiy alıyorum" ifadesi olarak anlıyordum, şimdi peygamberin "bana vahyediliyor" diye ifade ettiğiniz anlamaya başladım...

Cüneyt Özcan
04.03.2010
12:21

Hilmi bey. Özellikle eğitim alanındaki reform yorumlarınızı ilgiyle takip ediyorum dergiden.

Benim itiraz etme gereği duyduğum husus peygamber efendimizi tahfif manasında algıladım ve buna itiraz etme gereği duydum.

Muhammed a.s. elbette bir insandı aktardığım yazıda bu hususu da belirttim. Ancak o aynı zamanda bir peygamberdi. Gaybı Allah cc. bilir ve ancak O’nun bildirdikleri.

Ben insanın aynı zamanda farklı yönlerinin de olabileceğini; bir devlet dairesinde devlet reisi iken evde aile reisi ilim sahibi olduğu hususlardaki ilim meclisinde alimlerin reisi olabileceğini belirtmek istedim. Değerlendirme yaparken deifrat ve tefritten uzak bir değerlendirmeye tabi tutulması gerektiğini belirtmek istedim.

Sizin de mevcut abartılara karşı bu kadar sert ibareler kullandığınızı tahmin ediyorum.

Şunu da belirtmek isterim ki; Kur’an sadece bir bilime göre yazılmış bir kitab değildir.

"İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı, şu âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı Ezeliyenin hazînesi, şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, âlem-i uhreviyenin haritası, zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercümân-ı sâtıı, şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hâdîsi; hem bir kitâb-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitâb-ı duâ ve ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir ve mârifet gibi, bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliyâ ve sıddîkînin, asfiyâ ve muhakkikînin her birinin meşreblerine lâyık birer risâle ibrâz eden bir kütüphâne-i mukaddesedir."

Sizin duanıza tüm kalbimle amin diyorum. Anlamak hususunda Rabbim yardımcım olsun inş. (Yanlış anlaşılmaması için yardımcımız olsun inş. demedim- malum bu aralar yanlış anlamalar gereksiz tartışmaalara sebep oluyor.)

Kur’andaki tekrarata gelen itirazlar hususundaki şu kısmı da ekleme isteği doğdu içimde (konuyla alakası yok ama duymayanlar varsa duysun istedim)

"Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekrarâtındaki lem’a-i i’câza bak ki; Kur’ân, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı dâvet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır, ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zîrâ, zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir; duânın şe’ni, terdad ile takrirdir; emir ve dâvetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir.

Hem, herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye gâliben muktedir olur. Onun için, en mühim makâsıd-ı Kur’âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşir ve kıssa-i Mûsâ gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş.

Hem, cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bâzısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bâzısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ. Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyâkı ve iştihâyı tahrik etmek için tekrar eder."

Hem Kur’ân, müessistir, bir Din-i Mübînin esâsıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakâta, mükerrer suâllerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır, te’kid için terdad lâzımdır, teyid için takrîr, tahkik, tekrîr lâzımdır.

Hem öyle mesâil-i azîme ve hakâik-ı dakîkadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır.

Bununla beraber, sûreten tekrardır, fakat mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakâtı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve fayda ve maksadlar için zikrediliyor.

Hem Kur’ân’ın, mesâil-i kevniyenin bâzısında ibhâm ve icmâli ise, irşâdî bir lem’a-i i’câzdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medâr-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir. "

On Dokuzuncu Söz ’den alıntı.

Hayırlı günler.

Reşat Nuri Erol
04.03.2010
13:22

Cunozcan bey’e selam

ilginiz ve eklemeler için sağolunuz,

Kur’an’ın ilmi, dini/ahlak (inanç), siyasi, ilmi açıdan yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Kur’an kutsaldır, Kur’an’da ekleme, çıkarma, bozma, değiştirme yoktur. Çelişki, eksik, reyb yoktur. Anlama yolları farklı farklıdır. Kur’an’ın anlaşılmasında farklı görüşler varsa ki vardır, herkes kendi görüşüne göre Kur’an’ı anlayacak, çalışmaalr devam edeecek, icma oluncaya kadar kimse kimseyi kendi görüşüne zorlamayacak. Ben ilimle Kur’an’ın anlaşılması görüşündeyim.

Risalei Nur’ların üzerinde de çok iyi çalışmak gerekir. İki konuya da çok dikkat etmek gerekir. Biri Risalei Nurların kutsal metin gibi algılanmasıdır.

Risalei Nur’ların Kur’an’ı anlamada tek seçenek olmadığını bilmke ve ona göre davranmakl gerekir. Bununla birlikte Kur’an’ı anlamada önemli yollardan açıklamalardan biri olduğunu da bilmek gerekir. Özellikle inanç alanında büyük hizmetleri olmuştur, olmaktadır.

Diğer önemli bir konu Kur’an yalnızca inanç alanında bir kitap değildir. Kur’an, evrenin ve içindekilerin yaratılış, işleyiş amaç, yöntem temel yasaları ve onların anlaşılmasını sağlayan örnekleri içerir. Son yüzyılda da çok önemli bir çalışmadır. Allah razı oldun. Ama yerinde saymamak lazımdır. Çalışmalara devam etmek gerekmektedir. Kur’an’ın Sosyal ekonomik yönü de vardır. Yalnızca akait değlidir. Risalei Nur’lar inanç ağırlıklı konular üzerinde yoğunlaşan yazılardan oluşur. Kur’an’ın Fıkıh v.b sosyal, ekonomik başka yönleri de vardır.

Allah fayda vermeyen, dünya ve ahirette yarar sağlamayan sahte ilimden korusun.

Kur’an’ı yalnızca inanç olarak algılamak ve inancı düzen yapmaya kalkmak da Kur’an’a ve düzen anlayışlarına aykırıdır. Teokrasidir. Teokrasi de tekeci yanlış bir yönetim şeklidir.

Hilmi Altın

Cüneyt Özcan
04.03.2010
16:39

A.s. Hilmi bey Allah razı olsun meseleyi çok güzel çerçevelediniz.

zkafkas
04.03.2010
21:38

Hilmi bey , inancı düzen yapmak hatalıdır diyosunuz kesinlikle katılıyorum. Bizim de benimsediğimiz bir sosyal hayat nizamı ve ekonomik sistem var. Biz bunun kaynağı olarak Kuranı görüyoruz, sonuç olarak inancımız düzenimize veya ekonomimize yön vermiş olmuyor mu? Misalen aile hayatının korunması,zinanın önlenmesi , ekonomik hayatta faizsizlik prensipleri temelde Allahtan geldiğine iman ettiğimiz Kuranın emirleri,bunların ilmi olarakda uygulanmasının doğru olduğu ispatlansa da şu an ilmin ortaya koyamadığı fakat kitabımızda mevcut olan prensiplerin doğruluğunun tartışılmaz olduğunu düşünüyorum.

Osmanlıda islam inancının düzen yapıldığını söyleyebiliriz. Vatandaşlık dini tasnife tabi tutularak belirlenmiş,yönetimde müslüman olmayanlar görev alamamışlar vs.Kısaca inanca bağlı bir sistem diyebiliriz. Fakat böyle olmasına rağmen kimsenin inancını yaşamasına,giyinmesine, mabedine, hayat tarzına karışılmamıştır. İnanç kaynaklı düzen de olsa özgürlük sağlanabilmiştir. Osmanlı uygulaması ile Hz.Muhammed’in Medine devleti örneğinde farklı noktalar ve ortak noktalar nelerdir? Hangisi teokrasi ile yönetilmişdir?

Reşat Nuri Erol
05.03.2010
09:05

İlgi ve bilgileriniz için sağolun,

Kur’an evrenin ve içindekilerin yaratılış, işleyiş kurallarını örneklerini anlatan bir kitaptır. Evreni, kimin yarattığını, nasıl işlediğini, nasıl yaşamlar önerdiğini vahiy ve akıl ile anlarız. Akıllar evreni, içindekileri v.s vahyi anlar. Bunu farklı yöntemlerle yapar. Deney yapar, tecrubeleren yararlanır.

İlimle bugün herşeyi bilemeyebiliriz. Kur’an’ı da tam anlamayabilriz. Bu Kur’an’ın bilimle anlaşılması gerektiği tezini ortadan kaldırmadığı gibi ileride daha iyi anlaşılamayacağı anlamına da gelmez. Kur’an’dan anladıklarımız peygamberlerden aktarılma bilgilerdir. Bunları da ilimle belirleyebiliriz. Ya da önceki dönemlerdeki kutsal kitaplardan kalma bilgilerdir, onları da ilimle bilebiliriz. İlimle anlayamadığımızı ne ile anlayacağız. Peygamberlik bitti artık vahiy de peygamber de gelmeyecek. Kur’an böyle söylüyor. Allah’ın resulu Muhammed, "Peygaberlerin yerini bilim adamları alacak" demiş, gerçekten de bilim adamları peygamberlerin yerini aldı. Gerçekleri onlardan öğreniyoruz. Bütün bilim adamları bir konuda anlaşmaya varmışlarsa bu da insanlık için vahiy gibidir. Örneğin ay dünyadan küçüktür gibi... Bugün anladıklarımızın önemli bir kısmı alimlerin anladıklarına dayanır.Her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Bir de bireysel anlama yöntemleri vardır. Bu da kişinin kendisini ve ona inananları bağlar.

İslam düzen anlayışı müslüman inancında olanların düzen anlayışı demek değildir. İslam düzen anlayışı bütün inançlara eşit yakınlıkta (laik), bütün insanların katılımı ile oluşan (demokratik), sosyal (insanların standart yaşamları için gerekli altyapıyı sağlayan), çalışmalarının karşılıklarını ve karını alabildiği (liberal), yansız, etkin, saygın hekemliğe dayalı (yargı da da demokrasiyi kuran ve yaşatan) bir hukuk (inanç değil düzen ilkelerine göre kurulmuş) yerinden yönetime dayalı kişiden devlete ve insanlığa örgütlenmiş düzen seçenekleri ile oluşmuş tekelci olmayan bir düzen anlayışını benimser.

İnanç ile düzen arasındaki ayırımı, Allah’ın rasulu Muhmmed şöyle açıklamıştır. İçinizden öyle kimseler vardır ki bana gelir, kendisini çok iyi savunur, bende onun lehinde karar veririm. Ama o gerçekte haksız olabilir. Hukukun ilkeleri farklıdır, inancın ilkeleri farklıdır. Bir kimse mahkemede yalan söyleyebilr kendisini yalanlarla savunur veya birini mahküm ettirebilir. Hatta çok iinançlı veya inançsız da olabilir/gözükebilir. Mahkemde onun inancına bakılmaz. Yaptıklarında haklı veya haksız olduğuna bakılır. Ama inanç açısından baktığınızda bu adam ahlaksızdır. Gerçekte cezasını alacaktır.

İnanç ilkeleri ile düzen ilkeleri birbiri ile farklıdır. Düzen ilkekeri dünyada ceza veya mükafat haklı veya haksız olma ölçülerine dayanır. İnanç ilkeleri ahlak alanındadır. Yaratıcıya, ahiret hayatına, iç dünyasına yöneliktir. Yapılan yanlışların cezası hukuki değildir. dua etmedi diye kimseye ceza veremezsiniz.

Faizin inanç olarak günah, kötü olması başka bir şeydir. Faizin ekonomik olarak zararlı olması başka bir şeydir. Fayda zarar ölçütü ekonomik bir ölçüttür. Faizin ahlaksızlık olarak görülmesi ise inanç ölçütüdür. İnanç insanın ruh dünyasına yöneliktir. İnançlar iyi insan yetiştirmeyi, hukuken yakalanmayacak olsa da, kimse görmeyecek olsa da kötü insan olmamayı öğretir. İnançlardaki ibadetler iyi insan olmak içindir. Yaratıcıya iyi kul olmak içindir.

Düzen de bütün inanışlara yer vardır. Düzenin ilkelerinin düzen ölçütlerne göre olmaı önemlidir. Kur’an yalnızca inanç kitabı değildir. Kur’an aynı zamanda ilim, hukuki, ekonomik, idari yönleri olan kitaptır. Fakat her alanda kendi ilkeleri ile anlaşılmalıdır, değerlendirilmeldir. Ekonomik bir yorum yaparken bu inanç kıtabıdır, faiz Kur’an’da inanç olarak haramdır, faiz alanlar günahkardır ve hukuken cazalandırılması gerekir’ cümlesi inancı düzenle karıştırmaktır. Düzen açısından bu cümle ekonomik alanda inanç ölçütleri ile karar içerdiğinden teoratiktir, suçtur. Bununla birlikte ’faiz ekonomik olarak zararlıdır, paranın para kazanmasıdır, emeksiz ve haksız kazançtır, başkalarının hakkını yemektir, ekonomide dengeleri bozar, tekel sermeyeye neden olur, sömürü düzenidir’ gibi ekonomik ölçütler kullanmak suç değildir. Hırsızlığın günah olması inanç söylemdir. Hırsızlığın suç olması düzen söylemidir. zinanın ahirette cezasının büyük olacağı, ahlaksızlık olduğu inanç söylemidir. Zinanın insan neslini bozduğu v.b nedenlerle suç olduğu başka bir hukuk söyulemdir. Benim inancıma göre Kur’an’da zina haram kılınmıştır onun için zina suçtur ve cezası şudur demek inanç söylemidir. Bir konunun Kur’an’da olması onun dini olduğu anlamına gelmez. Kur’an’dan dini olarak yararlanabilrsiniz. Ama bu inancınızın ilkeleri olur. Düzen olarak her yerden yararlanabilirsiniz. Hırsızlığın haksızlık olduğu ve cezalandırılması gerektiğini Kur’an’dan düzen ilkeleri, hukuk ilkeleri, tekniği ile yararlanabilirsiniz. Kur’an ile Kur’an’dan anlaşılanlar farklı şeylerdir. Kur’an’da benim anladığım prensipler tartışılmaz derseniz ve bu ifade ile de tek tip düzen kurmaya, başkalarını bağlayıcı yönetim kurmaya kalkarsanız bu inanç yani teokrasi düzeni olur. Bir kitaptan yararlanmak suç değildir, suç inanç ilkelerini düzen ilkeleriyle karıştırmaktır.

Bunları merkezi yönetim anlayışında çözmek mümkün değildir. Çünkü seçenek yoktur. Seçeneğin olmadığı düzenler totaliter düzenler olduğu için ayırımlar yapmak zordur.

Osmanlı devleti kısmen teokratik, yarı krallık (padişahlık) düzendir. Düzenle inanç karıştırılamaz. Düzen içindeki inançlarda ayırım yapamaz. Osmanlı yönetimi krallık düzenleri içinde iyilerine örnek olarak verilebilir ama bu osmanlı düzeninin krallık ve haksız düzen olduğunu ortadan kaldırmaz. Krallık düzenlerinde de iyi kralların olduğu, gevşek krallık sistemlerinin olduğu ve hatta insanlığın krallıkla yönetilen model seviyesinde olduğu dönemler yönetimler de vardır. O dönemde o yönetimler gerekli de olmuş olabilir. Ama bu krallığın doğru bir düzen olduğunu asla göstermez. İnsanlık bir insan gibidir. Belli aşamalardan geçmektedir. Çocukluk dönemini geçmiştir.

Medine devleti ise düzen ilkelerine göre kurulmuştur. Yalnız o dönemde inaç ve düzen ayırımı henüz olgunluğunu tamamlamamıştır. Yada daha doğru bir anlatımla, o dönemdeki olaylar anlatılırken düzen ile inanç anlatımları düzgün anlaşılamamaktadır. Yahudi veya Hıristiyan inancı ile o inancı benimseyen insanların düzen olarak başka bir düzeni seçmeleri ayırımı yeni bir anlayış olduğu için halk tarafından iyi anlaşılamamıştır.

Yönetimde Müslüman olmayanın görev almaması ifadesi de teokratiktir. Böyle bir anlayış Kur’an’ın inanç anlayışına, düzen anlayışına ve günümüz düzen anlayışına da ters düşer. Ayrıca müslüman demek Adem’den beri bütün inançları bemimsemiş veya onlardan birini yaşayan kimse demektir. Emaneti ehline verme ayetne ve ilkelerine de aykırıdır.

zkafkas
05.03.2010
09:48

Allah razı olsun.Söylediklerinizin hepsine katılıyorum.Söylemek istediğim ,sormak istediğim şu aslında. Ben Müslümanım ve inancımda faiz yasaklanmış,zina yasaklanmış. Cari düzende ise bunlar meşru görülmekte ve benim bu kötülüklerden kaçınabilmem sistemden dolayı zor.Bu noktada inancım gereği kötülükleri ortadan kaldırma ,iyilikleri yayma emri mucibince çalışmam tekoratik bir davranış mı? Ben bu hareket tarzımı inancıma dayandırıyorum çünkü.

Evet Hz.Ademden beri Allahın gönderdiği tüm dinler islam ve inananlarda müslümandır. O zaman islamı bozan ve yeni bir inanç ve ibadet sistemi oluşturan hristiyan ve yahudilere müslüman diyemeyiz.

zkafkas
05.03.2010
09:58

Özür dilerim şunu da eklemek istiyorum.Misalen Hırsızlığın cezası inancımızda şartlar oluşmuşsa suçlunun kolunun kesilmesidir. Hukuki olarak koyulan kural bu. Kuran ehli olarak bu cezadan başka bir cezayı kabul etmek ya da genel bir ifadeyle islam inancına mensup birinin başka bir hukuk sistemini kabul etmesi doğru mudur? Buna şirk diyebilir miyiz?

Reşat Nuri Erol
05.03.2010
17:07

Malum sebepten, bir müddetten beri sadece YORUMLARa bakmıyordum...

Yazını geç gördüm; tek kelimeyle "HARİKA" olmuş...

Lütfi’nin dediği gibi bir solukta okudum...

Teşekkürler; Allah razı olsun...

RNE

Süleyman Karagülle
05.03.2010
20:24

Bazı sorunların açığa kavuşturulması gerekmektedir.

1- Hiçbir içtihat başkalarına delil olamaz. Kimse başkasının içtihadın delil gösteremez. Sadece içtihat yapamayanlar içtihatları ile seçtikler müçtehitlerin içtihatlarını amelde taklit edebilirler. Mukallitler taklit ettikleri müçtehidi içtihatlarını savunamazlar. Savunacaklarsa kendileri dört delilden bir delil getirmelidirler. Herkesi bağlaya sadece icmalardır. İmanda ancak icmalara uyulabilir. Ölmüş birinin fikirlerini tartışmak doğru değildir. Ancak onu benimseyen kimse ile tartışılabilir. Ölenlerin metinleri ile savunmayı doğru bulmuyorum. Benimseyenler kendi fikirleri olarak bizimle tartışmalıdırlar.

2- Kur’an a kadar peygamberlere mucize verilmiştir. Getirdikleri kitaplara, peygambere mucizeleri ile iman edilmiştir. Kur’an ise kendisi mucizedir. Hz Muhammed’e resullüğüne Kur’an ile iman edilmiştir. Çünkü peygamberlerin mucizeleri kendi hayatları ve çağları ile ilgilidir. Bin sene evvel gösterilen bir mucize bugün mucize değildir. Ona inanmamız için bu gün mucizesini gösteren birine ihtiyacımız vardır. Kur’an ın hükümleri ve daveti kıyamete kadar devam edebilmesi için mucizesi de devamlı olmalıdır. Bunun için mucize peygambere değil kitaba verilmiştir.

3- Hz Muhammed’in kendi çağdaşlarına gösterdiği Kur’an dışı mucizeler olabilir. Çünkü Kur’an ın mucizeleri o zaman şimdiki kadar açık ve ispatlanmış değildir. Hadislerde imana medar olacak derecede mütevatir mucize rivayetleri yoktur. İsteyenler manevi tevatürü, sükuti tevatürleri, meşhurları, hatta vahit haberleri kendilerine delil kabul edip inanabilirler. Ama başkalarını inanmaya zorlayamazlar. Bediiuzzaman bunu yapmıştır.

4- Bir hadisin imana dayanak olması için onun lafsı tevatürle bize gelmiş olması ve o sözlerin o manaya geldiğine dair günümüzde icma olması gerekir. İmana medar olan sadece sahabelerin kavli ve fiili icmalarıdır. Tebaaların icmasında iman caiz, amel vaciptir. Tebe-i tabinin icmalarında iman caiz değildir. Diğer icmalarında amel caizdir vacip değildir. Ondan sonraki icmalarla ne iman ne de amel caizdir. Sadece günümüzün icmaları ile amel etmemiz vaciptir. Tartışmaların bu esaslar içinde yapılması gerektiği görüşündeyim. Cümlenizden Allah razı olsun.

Reşat Nuri Erol
06.03.2010
00:09

Diyanet’e,

Yıllardır Akevler olarak başta diyanet ve bütün diğer bilimsel çevrelere Kur’an üzerindeki çalışmaların artırılması gerektiği ifade edilmekteydi. Diyanet’in 2010 yılını Kur’an yılı ilan etmesi büyük bir ilerlemedir. Buna ek olarak, Kur’an yılı çalışmalarında, Kur’an’ın insanlığın kitabı olduğu, ilim çevrelerinin tümünün çalışmalarınınn değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Kur’an yılı çalışmalarında tekel mantığı ile yalnızca diyanetteki bazı kimselere, ayıklanmış bazı üniversitelerdeki bazı bilim adamlarına ve kişilere sürekli benzer fikirlere yer vermek yerine kişilerden başlayarak, apartman, sokak, site, mahalle, köy-semt, ilçe, il, bölge, devlet ve uluslararası seviyede insanlık Kur’an çalışması başlatılmasını öneriyorum.

Ayrıca sadece tarikat, cemaat ve ilahiyat fakülteleri üyeleri değil tüm bilim dallarında bilim adalarının çalışmalarına açmayı ööneriyorum, bu arada bizde insanız, bizim de Kur’an ile ilgili çalışmalarımız var. Diyanet memur mantığını aşsın, bütün imamları bu konuda sekreteya olarak görevlendirsin. Her fikirden insanın Kur’an’ı anlama yorumlama hakkı olduğunu bilerek çalışmalar dileğiyle,

Reşat Nuri Erol
06.03.2010
00:36

zkafkas’a,

Misalen Hırsızlığın cezası inancımızda şartlar oluşmuşsa suçlunun kolunun kesilmesidir. Hukuki olarak koyulan kural bu. Kuran ehli olarak bu cezadan başka bir cezayı kabul etmek ya da genel bir ifadeyle islam inancına mensup birinin başka bir hukuk sistemini kabul etmesi doğru mudur? Buna şirk diyebilir miyiz? diyorsunuz.

Bana göre bu soruda iki sorun var.

1-İslam inancı ile islam düzeni karıştırılmaktadır. Çünkü "hırsızlığın cezası inancımızda şartlar oluşmuşsa kolunun kesilmesidir" diyorsunuz burada inancımızda ifadesi inanç alanında, inanç konusu düzen konusu ile karıştırılmıştır. İnanç bakımından hukuki ceza verilemez. Ayrıca kim hırsızdır. Hırsızlığa hukuki ceza hukukuk ve yargının konusudur. İnancın konusu değildir.

2- İslam düzeni tekelci düzen değildir. Her semt-Bucak ölçeğinde yerinden yönetimlerin olduğu modelleri önerir. İcma edilmedikçe de önerinin devreye konulmasını önermez. Merkezi yönetimde bunun karşılığı meclisin-yasama organın bu konuda bu cezayı belirlemesidir. Yerel yönetimlerde ise sizin seçtiğiniz veya oluşturduğunuz bucakta hırsızlığın cezasının kol kesme olmasını bucak meclisi oy birliği ile kabul etmişse yani böyle bir anlaşmaya herkes katılmışsa ve verilen cezaya razı olmayanlara bucaktan göçetme/ayrılma hakkı vermişseniz ve de bu konudaki sorunlarda demokratik yargılama yani hakemlikle çözüm modelini devreye koymuşsanız gelişmiş hukuk ve insan hakları anlayışına göre suç olmaz. Çünkü kol kesmeyi kabul etmeyene o bucaktan ayrılma hakkı verilmiştir. Yani kol kesme o sadece bucakta kalmayı ve cezayı çekmeyi kabul edenlere konmuştur. Hırsızlığın cezasını ayrıldığı bucağa gittiği bucak karşılık olarak öder. Her bucakta hırsızlığın ve cezasının ne olduğunu farklı farklıdır. Bu durum bu durum mevcut hukukta sorunludur ve bazı nedenlere dayanılarak suç sayılmaktadır. En önemli nedeni inanç söylemi olmasıdır. bir ülkede bir cezanın hırsızlığa kol kesme cezasının verilebilmesi için "hırsızlığa kol kesme cezası verilmemez" şeklinde bir icamanın olmaması gerekir. Bu konularda çok düşünmek ve çalışmak lazımdır. Günümüzde henüz bu konularda yeterli çalışmalar yoktur. Önerilerin tartışılması ve geliştirilmesi gerekir. İnsan haklarınu suçluların ve haksız insanların diğer haklı insanları ezdiği düzene dönüştürmek ne kadar yanlışsa, bir kişinin ya da bir grubun bir konudaki belirlediği cezayı onu benimsemeyn tüm halka uygulamaya kalkmak da o kadar yanlıştır.

zkafkas
06.03.2010
13:35

Kuran aynı zamanda inanç kitabıdır da diyoruz. Kuranla ne gelmişse uygulanmasının doğru olduğu kanaatindeyim bu benim inancım. Yani hırsızın kolu kesilmeli diyorsa en uygun ceza budur diye düşünürüm.Bu Kuranın düzenle ilgili emirlerinden biridir. Kuran ehli olarak buna inanıyorum. Ama bu cezanın herkese uygulanmasını,bunu herkesin kabul etmesini istemiyorum. Benim gibi inancının gereği olarak görenler bu düzeni benimseyebilir. Kurana inandığını söyleyip Kuran dışında bir hukuk sisteminin kabul edilmesini doğru bulmuyorum. Lakin herkese dayatılmaması ve uygulamak zorunda bırakılmaması gerekir.Zaten bucak sistemi olacağı için sorun yaşanmıyacaktır.

Reşat Nuri Erol
06.03.2010
20:14

zkafkas’a selam

Bilgileriniz için sağolun,

Konuyu ben de kedime göre açıklayayayım,

Kur’an’a düzen açısından bakıldığında herkesin düzeninin o düzeni kabul edenlere ait olduğu belirtilmektedir. Yani herkes (her hangi bir düzeni benimseyen "sizin düzeniniz size benim düzenim bana" diye sözleşme yapılmasını öneriyor. Tekelci, baskıcı düzen anlayışı insanların iradelerini yokettiği, seçenek bırakmadığı için yanlıştır, adil değildir. Hukuk açısından bakıldığığnda Kur’an hukuku, yalnızca müslümanların ya da müslümanlardan bir grubun, mezhebin, cemaatin ya da bir görüş grubunun hukuku değildir. Herkesin kendi hukuku ve diğer hukuklarla ettiklerinde oluşacak hukuktur. Günümüzde insanlık bunları akılla yavaş yavaş düşe kalka bulmaktadır. Kur’an hukukunda şu vardır diyebilmek için herkesin o konuyu öyle anlaması lazımdır. Aksi taktirde icma oluşmadığı için Kur’an’dan bir grubun anladığı hukuk olur. O grubu bağlar.

Günümüzde sorunlardan biri de yeni dönemde kavramların henüz tanımlarının netleşmemesi, kavram tanımlarında henüz uzlaşma sağlanmamasıdır. Aynı kavramı farklı kişiler farklı anlamlarda kullanıyorlar. Hükümdeki farklılık genelde kavrama verilen farklı anlamdan kaynaklanıyor. Kur’an hukuku deyince bazı kimseler "Kur’an’ın bütün düzenleri/her hukuku muteber saydığı konusundaki düzen anlayışını /ayetleri değerlendirmeye almıyor. İnsnalığın Kur’an hukuku deyince Kur’an’dan kendisi aiçin kendi anladığı hukuku kastedebiliyor. Kişinin hukuku, aşiretinin/ apartmanın hukuku, semtinin/bucağının hukuku, devletinin hukuku, insanlığın hukuku o ölçekteki birimi bağlar. Başka bir açıdan veya klasik söylemle bakıldıında kişinin hukuku, hukuk alt seviyede mezhebinin hukuku (örneğin Hanefi hukuku, üst seviyede mezhebinin hukuku (Örneğin Sünnilerin hukuku, Düzenlerinin hukuku (İslam, insnalığın hukuku gibi hangi alanda ise o alandakileri bağlar. Sizin de dediğiniz gibi Bucak ölçeğinde olgunlaşmış hukuk oluşumlarına izin verdiğinizde sorun zaten önemli ölçüde çözülmüş oluyor vesselam..

zkafkas
07.03.2010
12:47

Allah razı olsun Hilmi Bey çok faydalı oldu benim için.





Sayı: 38 | Tarih: 28.02.2010
Ebubekir Sifil
Kandil Uydurmacası
10515 Okunma
3 Yorum
Zafer Kafkas
Hayrettin Karaman
Kutlu Doğum
2209 Okunma
20 Yorum
Hilmi Altın
Ahmet Hakan
Türk Ordusu'na çağrı
1662 Okunma
5 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Dücane Cündioğlu
Kendiniz olmasaydınız ne olurdunuz?
1584 Okunma
Abdülkadir Altınhan
Ahmet Altan
Röntgen
1577 Okunma
1 Yorum
Özer Ataç
Reşat Nuri Erol
'Kusura bakma IMFFAİZciğim'
1560 Okunma
Ilker Ardic
Ümit Zileli
Hüsnü Mahalli - İç ve dış politika
1520 Okunma
Osman Köse
Bekir Berat Özipek
KCK Operasyonları neyin önünü açtı?
1486 Okunma
Bünyamin Demir
Mehmet Şevket Eygi
Ilımlı İslâm, Ilımlı Müslüman...
1473 Okunma
4 Yorum
Emine Hocaoğlu
Nazlı Ilıcak
Mevlana'dan
1473 Okunma
1 Yorum
Fatma Karuç
Can Ataklı
Paşa’ya eteklik giydirenler şimdi demokrasi kahram
1462 Okunma
Mesut Karaaytu
Ruşen Çakır
Düne bakmaktan yarını unuttuk
1440 Okunma
Tayibet Erzen
Ali Bulaç
Anayasa ve Kodları
1438 Okunma
Ahmet Yasir Erol
Fikret Bila
İnsani boyut aşılırsa iş değişir
1436 Okunma
Harun Özdemir
Mehmet Altan
Sıra 27 Nisan Muhtırasına mı Geliyor
1428 Okunma
3 Yorum
Mehmet Hikmetumut
Mahir Kaynak
Operasyon boyutu
1395 Okunma
3 Yorum
Süleyman Karagülle
Zülfü Livaneli
İki Türkiye Cumhuriyeti
1376 Okunma
Ali Bülent Dilek
Mehmet Niyazi
Sanat ve insanî özellikler
1371 Okunma
Abdurrahman Erol
Toktamış Ateş
Yeni üniversiteler
1369 Okunma
Osman Eskicioğlu
Fehmi Koru
Çakallar bizden değildir!
1339 Okunma
Ahmet Kirtekin


© 2024 - Akevler