01.03.2010
Bir sanat ürünü olaylarla değil, insani özelliklerle dokunmalıdır. Hayatımızdaki olaylar zamanla, kullandığımız eşyalarla, ekonomik düzeyle yakından ilgilidir.
Mesela son dönemlerde ülkemizde köy romanları revaçta idi; ama artık o köyler yok; o günün şartlarına göre oralarda geçen olaylar da hayattan silindi; tabii olarak bunlara oturan romanlar, hikâyeler de kayboldu. Halbuki o olaylar ikinci planda kalıp insanî özellikler öne çıkarılarak işlenseydi, o eserler günümüzde, gelecekte de yaşarlardı. Hem de anlattıkları, o dönemleri araştıran tarihçiler, sosyologlar için değeri biçilmeyen kaynak olurlardı; tıpkı Balzac'ın Fransızlara dair eserleri gibi.
İki bin beş yüz yıl önce yaşamış Sokrates'in insan olması itibarıyla hırslı, kıskanç, cimri, cömert olması tabiidir. İnsanî vasıflar her zaman hükmünü icra edeceği için günümüzde ve gelecekte de insanlar bu vasıfları paylaşabilirler. Eserler bu vasıflarla örülseler, arka planda kalan olayların eskimeleri önemli olmaz. Shakespeare, Cezar'ı yazdı; artık Roma İmparatorluğu'nun yeryüzünde bulunmaması, eserini gündemden düşürmedi; çünkü Cezar'ı Cezar yapan vasıflar bugün ve yarın da insanlığın gündeminde olacaktır. Pek çok Roma imparatoru gelip geçti; ama Cezar'ı günümüzde yaşatan, sahip bulunduğu insanî vasıflardır. Onlarla örülen eserin insanlıkla beraber yaşaması normal değil mi?
İnsan, metafiziği olan bir varlıktır. Niçin yaratıldım? Evrendeki yerim ve önemim nedir? Ömrümü hangi yolda tüketirsem, yaradılışımın sırrına daha uygun hareket etmiş olurum? Beni sorumlu kılan eylemlerimdeki kudretim ne kadardır?.. Bu ve benzeri sorulara zihnimizde cevap bulduğumuz zaman rahat ve huzura kavuşacağımıza inanırız. Bu yüzden insanı anlamakta ilmî bilgiye olduğu kadar sanatçının sezgisine de muhtacız. İşte sanat eseri, insan denen muammanın sır dünyasına bir aydınlık düşürüyorsa, o sır insanda yaşadığı sürece, sanat eseri de canlı kalır.
Sanatta insanı tanıtmaya en elverişli formlar roman ve hikâyedir. Bunlardan insan hakkında aldığımız bilgi, ilmî çalışmalardan edindiğimiz bilgiden hiçbir zaman daha az olmamıştır. Sanatın bu iki dalı, ilmin kuru kalıplarına uygun bir şekilde araştırmaya değil, insanın fiil ve tavırlarını yorumlamaya sebep olan sezgiye dayanır. Analiz edilen insanî vasıflar diğer kişileri ilgilendirdiği için o sanat eserini okumak ihtiyacı duyulur.
Bir sanat eseri ne eskiye çakılıp kalmalı ne de şimdinin ihtirasıyla geçmişe sırt dönmelidir; geleceği kucaklamayı da ihmal etmemelidir. İyi bir sanat ürünü, sahip olduğu öz ve biçimiyle çağını aksettirirken gelenekten de kopmamalıdır. Bir sanatkâr ne kadar yetenekli olursa olsun, mevcut birikimden yararlanmıyorsa, ilkel bir cemiyette gözünü açmış gibidir. İşin alfabesinden başlayanla, binlerce yıllık birikimin üstüne bir tuğla koymak durumunda bulunanı mukayese etmek mümkün müdür? Tabii gelenekten yararlanacağım diye körü körüne öncekileri aynen taklit etmek de anlamsızdır; ürünü sanat eseri olmaktan çıkarır. Onlardan yararlanırken, eserine kimlik kazandıran ayırıcı vasıflara bir sanatkâr dikkat etmelidir. Aksi takdirde o eseri niçin kaleme aldığının anlamı kalmadığı gibi, okumak isteyen de bir sebep bulamaz.
Yararlanmak, mutlaka yararlanılan eserlerden daha güzelini gün ışığına çıkartmayı gerektirmez; Homer, Hafız, Shakespeare gibi büyük sanatkârlar kuyruklu yıldızlar gibidir; benzerleri bir daha aynı toplumda bile görünmemiştir. Fakat onları okuyan ile okumayan sanatkârların arasındaki fark, bu engin ruhların önemini bize anlatmaktadır. Bir sanatkârın bunlardan esinlenmesi, insanlığın ruhunu okşayan bir ürünü ortaya koymasını kolaylaştırır.
Anlatıya dayalı sanatkârın ilmikleri kelimelerdir. Sanat eseri dokunurken kelimelerin sadece anlamına değil, musikisine, çağrışımlarına da dikkat edilmelidir. Musiki ve çağrışımlar anlamı güçlendirirken, sanatın özünü de renklendirip zenginleştirir; varlığına lezzet katar. İnsanî bir fenomen olan lezzet yoksa, o eseri okumanın anlamı kalır mı?