Bu hukuk çerçevesi doğrudan İslam Şeriat'ından neş'et ediyor veya en azından hukuk dahiline alınan her karar ve icraatın Şeriat'a dayandırılması öngörülüyordu. Bu açıdan Şeriat, sadece Müslümanların değil, Müslüman olmayanların da koruyucu ve ihata edici kubbesiydi. Hile-i şer'iyyelere başvurup hukuk suistimali yapan siyasi iktidarlar yine de Şeriat'a başvurma lüzumunu hissediyorlardı ki, aksi halde keyfi olarak bir uygulama yapmaya kalkıştıklarında, bu meşruiyetlerini kaybetmelerine sebep oluyordu. Nihayetinde "meşruiyet ve meşru" kelimeleri Şeriat'a uygunluğu ifade eder. Her karar ve uygulamanın şu veya bu sıhhat derecesinde dayandırıldığı Şeriat, tamı tamına bugünkü "hukukun üstünlüğü" ilkesine, bir "üst hukuk normunun varlığı"na ve daha açık bir ifadeyle "anayasa metni"ne karşılık düşer. Kanuni Sultan Süleyman, "Padişah Şeriat'a karşı sorumludur, Şeriatı ihlal ettiğinde vüzera ve vükela onu tahttan indirir." demişti. Anayasalar, bütün yasaların temelini teşkil ettiğinden, yasaların anayasaya uygunluğu şartı aranır. Şeriat'ın da tarihte yerine getirdiği fonksiyon tam da budur. Fetvalar ve kanunnameler Şeriat'a uygun olmalıdır. "Şeriat'a gitmek" hukuka başvurmak demektir, bu yüzden "Şeriat'ın kestiği parmak acımaz." Safevi, Osmanlı ve Endülüs'te Şeriat bu fonksiyonu görürken, çağdaş Avrupa devletlerinde İslam Şeriat'ına karşılık olabilecek bir referans yoktu. Kilise, Roma hukukunu iktibas etmişti, kral kendi hükmünde özgürdü. Fransız krallarının "devlet benim" veya "kanun benim" şeklinde rahatça beyanlarda bulunması bunun sonucuydu. Batı'da devlet veya kral daima halkı ezmiş, en temel haklarını gaspedebilmiştir. Bugün göklere çıkartılan Magna Carta, sonuçta toprak üzerinde mülkiyet hakkını tanıyor, vergileri tahammül edilebilir seviyeye indiriyordu ki, bunun o günkü Müslümanlar açısından hiçbir önemi yoktu. Şariat'ın koruduğu mülkiyeti kim ihlal edebilir? Batı'da devletin her şey olması ve ezen kuvvet olarak sahneye çıkması, toprak mülkiyeti, üretim araçları ve devlet iktidarının paylaşımı konusunda kanlı sınıf ve mezhep savaşlarının patlak vermesine yol açtı ki, 19. yüzyıla gelindiğinde anayasalar, sınıflar arasında birer uzlaşma metni olarak teşekkül ettiler. Bundan böyle ne kral veya bir başkası değil, üzerinde mutabakata varılan bir üst hukuk metni hakem olacak, karar ve uygulamalara mesnet teşkil edecek, yasalar bu metne göre çıkarılacak, yasaları da halkın temsilcileri yapacaktı. Anayasaların siyasetin ve hukukun yerleşik kültürel ögeleri olarak ortaya çıkıp Batılı insanın bilincinde kabul görmesi hiç kolay olmadı. 700 yıllık kanlı bir tarih yaşandı. Bizim tarihimizde ise toplumsal grupları kubbesi altında din topladığından ve dinden neş'et eden İslam Şeriat'ı herkesin hak ve hukukunu koruyucu bir çerçeve içine aldığından hem sınıf ve din savaşları yaşanmadı hem Bosna-Hersek sınırından başlayıp doğuya doğru Malezya'ya kadar uzanan geniş coğrafyada yaşayan İslam topraklarında, Müslümanlar yanında gayrimüslimlerin hukuk ve siyaset kültürlerinde "üst hukuk" daha köklü bir bilinç olarak yer etti. İddiam şu ki, Müslümanlar gibi Doğu Hıristiyanları da, İslam Şeriat'ının koruyucu çerçevesi dolayısıyla Batılılardan çok daha köklü ve sağlıklı bir hukuk bilincine sahiptirler. Bu bilinç bizim bugün yeni ve sivil bir anayasa yapmaya çalışırken anayasa fikrini besleyici yönde olumlu bir rol oynayabilir. Başka bir ifadeyle tarihî kodlarımızı hatırladığımızda, dinî reflekslerimizi güçlendirdiğimizde anayasa yapmamız, birbirimizi anlamamız, uzlaşarak bir anlaşma metni çıkarmamız çok daha kolaydır. Anayasa metninin tarihsel kodlardan beslenip kalıcı olması için bütün toplumsal gruplar sürece katılmalı; müzakereci siyaset yolu takip edilmeli, anayasanın ruhu ve ana çerçevesi icap ve kabule dayanmalıdır. a.bulac@zaman.com.tr
|