22.02.2010
Bir gün bu topraklarda şafak sökerse, bunda Erzurum'daki savcı ve yargıçların payı bulunduğunu milletçe unutmamamız gerekir. Aslında bu miladı Ferhat Sarıkaya ile başlatmak lazımdır. Dünyanın neresinde öğrenimini yapıp diplomasını alana, "Sen mesleğini yapamazsın!" denmiştir.
Bir meslekte yapılan hatalar terfilerde, diğer idari hususlarda etkili olur; ama Sarıkaya'ya "Bu mesleği yapamazsın" denmekle, mevcut sisteme eleştirel yaklaşmak isteyene gözdağı verilmek istenmiştir. Bu örneğe rağmen Erzurum'da soruşturmayı sürdürmeleri, tutuklama istemiyle Başsavcı'yı mahkemeye sevk etmeleri büyük bir yürekliliktir; adalet uğruna baş koymaktır. Başsavcı'nın muhakeme edilmeye ihtiyaç duyulmadan serbest bırakılması Erzurum'daki savcı ve yargıçlara şükran hissimizi azaltmaz; rejimin kokuşmuşluğunu gösterir.
Mevkii ne olursa olsun, kimse suç işleme özgürlüğüne sahip değildir. Erzincan Başsavcısı'nın neler yaptığını gazete sütunlarında okuyoruz. Doğru mu uydurma mı olduğu ancak yargılama sonucu ortaya çıkacaktır. Bu yargılamada verilecek kararın temyizi var; işte o zaman yüksek mahkemenin huzuruna dosyalar gelecek, inceleme fırsatları doğacaktır. Daha şimdiden HSYK'nın sayın üyeleri bu dosyalarda neler bulunduğunu nereden ve nasıl öğrenip de hop oturup hop kalkıyorlar? HSYK'ya Yargıtay'dan ve Danıştay'dan destek geliyor; bir kurumun icraatını durup dururken başka kurumların desteklediği görülmüş müdür? Bu, ideolojik yandaşlık değil de nedir?
Artık milletçe askerî ve hukukî darbe tehditleriyle oluşan vesayet rejiminde yaşamak istemiyoruz. 27 Mayıs darbesi yalanlar üzerine bina edildi. Kars'ı, Ardahan'ı Menderes'e Rusya'ya sattırdılar, üniversite öğrencilerini kıyma makinelerinde doğrattılar. Medya tek sesliydi, kendileri gibi birkaç yargıç bularak seçilmiş üç vatan evladını astılar. Milletin hakimiyetini önlemek için oligarşik bir anayasa yaptılar. Hangi demokratik ülkede "Tabii senatörlük" gibi bir ucube bulunabilir?
Gençlik heveslerini körükleyerek fidan gibi delikanlılarımızı birbirlerine kırdırttılar, anaların gözyaşları üzerine 12 Mart darbesi geldi. Onu takip eden cinnet dolu yılların 12 Eylül'de bıçak gibi kesilmesi, tezgâhı bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Bu hareket sadece ülkemizin kalkınmasını yavaşlatmakla kalmadı, Yunanistan'ın NATO'ya dönmesini de sağladı. Oy kaybından çekindiği için hiçbir sivil hükümet bunu yapamazdı; evlatlarımızın kanlarıyla oluşturulan ara rejim bu imkânı peşkeş çekti. 28 Şubat'tan önceki gazeteleri karıştıranlar, "Maalesef ekonomi iyiye gidiyor" haberlerini okurlar. Aziz milletimizin evlatlarıyla, ekmeğiyle uğraşmaktan daha bıkmadılar mı?
Bazı hukukçular; "HSYK sadece bazı temennilerde ya da tavsiyelerde bulunabilir; ancak bağlayıcı karar alamaz. Buradaki yargıya müdahaleyi halka nasıl anlatacaklar?" diye soruyor. Kim halkı insan yerine koyuyor? "Cumhuriyet biziz!" diye bağıran bir zihniyet sahibinin halk umurunda olur mu? Sanki bu milletin dedesi Yunan denize dökülürken harmandalı oynuyordu.
HSYK'nın toplantısına müsteşar niçin katıldı? Bir gündem komplosuyla mı karşılaştı? Yoksa 3. Ordu komutanını ifadeye gitmekten kurtarmak için mi? Komutanın davete icabet etmezse mevcutlu getirileceği haberi gazetelerde yer aldı. İyi bir hukukçu, karşısındaki olayın siyasi sonuçlarıyla ilgilenmez, yalnız adaletin tevziini düşünür. Ordu komutanı olmak, insana kanunlara uymama imkânı vermez. Ve sonra savcının davetine icabet etmek ordu komutanının onuruna gölge düşürmez; bilakis onu büyütür. Elinde güç olduğu halde ulu Fatih'in hakime hesap vermesiyle öğünmüyor muyuz?
Silahsız, sıradan bir insan olarak komutan ve yargıçlardan bir dileğim var. Ellerindeki gücü bizi tehdit etmekte kullanmaları onlara şeref kazandırmaz. Normal kişilere güven telkin etmek güçlüleri yüceltir. Ne olur bırakın da kendimizi artık hür vatandaş gibi hissedelim. Böyle bir imkânın bize bahşedilmesi ülkenin hangi yüksek menfaatine zarar verir?