Fikret Bila’nın Milliyet Gazetesi’nde 18, 19, 20 ve 21 Şubat 2010 tarihinde yayınladığı makalelerine değerlendirme olarak yazılmıştır.
Y o r u m :
GELİN İŞİ TATLIYA BAĞLAYALIM
Son günlerde yaşananların darbelerde olabilecek türden, hukukun askıya alındığı ve gücün karar verdiği olağanüstü dönemlere özgü gelişmeler olduğu yönünde bir kanaat birliği oluştu.
Madem kanaat birliği var, tartışma da neyin nesi, derseniz onu da bir soruyla özetleyelim:
Darbeyi yargı mı, yoksa yargıçlar mı yaptı?
Hukuk devletinde yasamanın, yürütmenin ve denetimin yapılabildiği, yargının tüm aşamalarının tam işletildiği, ayrıca her türlü muhalefet olanağının sonuna kadar kullanıldığı bir düzende, HSYK’nın özel yetkilerle görevlendirdiği savcıların yetkilerini geri alması ile başlayan tartışmalar ve ortaya çıkan kuşkular, peşi sıra gündeme gelen sorular… Her biri ders kitabı yazdırabilecek ciddiyette.
Sistem içinde bir savcının soruşturma veya kovuşturma aşamalarında yapabileceği hataların düzeltilebileceği kaç tane itiraz mercii var. Buna mahkeme kararlarını da ekleyebiliriz. Her türlü temyiz yolunun açı olduğu biliniyor.
Bir savcının, başka bir savcıyı hiçbir şekilde doğrudan tutuklama yetkisi yoktur. Ancak tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edebilir. Kararı hakimler oybirliğiyle vermiş olsa bile daha kaç tane itiraz mercii var.
Bunların hiçbiri kullanılmadan doğrudan HSYK’nın devreye girmesi, dosyalarla köşe kapmaca oyununa katılması, yasama ve yürütmeye karşı meydan okurcasına kararlar alması da ne demek oluyor?
İlk akla gelen; tez elden Erzincan başsavcısı hakkında oluşturulan ve tutuklanması için mahkemeye sevk edilen bilgilerin dillendirilmesini engellemek. HSYK’nın önceliği bu olmalı. HSYK’nın bütün süreçleri kontrol edebilecek durumda olmasına rağmen bilgilerin kamuoyuyla paylaşılmasını engelleyemezdi. Bu noktanın fazlasıyla önemsenmesi ciddi sorunların başlangıcı oldu.
İkinci olarak şu söylenebilir: Oy birliği ile tutuklanmasına karar veren mahkeme üyeleri, savcının organize terör örgütü üyesi olduğu iddialarını inandırıcı bulmuş olmalılar ki, tutuklama kararı vermiş olsunlar. Sonunda yargılama yetkisinin hangi mahkemede olduğunun tartışmalı olduğu, savcının savunması sırasında ortaya çıkmıştı. Tüm olası süreçleri bilen mahkeme üyeleri, sanığın delilleri karartma olasılığı ağır basmış olacak ki, tutuklanma kararında ısrar edilmiş olsun.
Başka olasılıklar da sıralanabilir.
Tartışmanın asıl önemli kısmı, gözlerden kaçmasın diye aylar sonrasında ortaya çıkabilecek yeni Türkiye’ye ilişkin birkaç söz etmek gerekiyor:
Beyler, sadece Türkiye değişmiyor; dünya değişiyor. Ayrıca şuna da sevinebiliriz:
“Dünya ile birlikte değişiyoruz.” Bir adım önde veya bir adım arkada. Bazı konularda ise burun farkıyla. Ama daha fazla değil.
Peki dünya nereye gidiyor derseniz, ben derim ki, en azından 1999’dan beri IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Catarelli, Juha Kahkonen ve hala bu görevi sürdüren İran asıllı Rıza Moghadam bebesini izlemediyseniz derdimi anlatmakta zorlanacağım.
Her ülkenin kendine özgü ekonomisi ve bürokratik işleyişi ve denetim usulleri olabilir. Ama ekonominizi dünya sistemine entegre ediyorsanız, denetleyen kişi bebe de olsa onun anlayabileceği bir formatta sistemi işletecek ve entegre olunan dünyaya şark kurnazlı yapmadan hesap vereceksiniz. Her şeyini Batı’ya ve Batılı değerlere borçlu olanların, Batılı olmayanları mürtecilikle suçladığı bir ülkede, bu ne hassasiyet!
3 milyar dolar kredinin akıbetini öğrenemeyen Carlo Catarelli’nin çaresizlik içinde Türkiye’den ayrılışı dün gibi gözlerimin önünde.
Bu manzarayı hatırlayanlar, Ecevit’in “kimseye hesap vermeyiz” celaletini ve celadetini de mutlaka hatırlamıştır. Ekonomisini hortumlatan siyasi iradenin başı sıkıştığında IMF’ye başvurması ve iş hesap vermeye geldiğinde ise meydan okumasına karşı dünya sisteminin aldığı bir tedbir olacaktır, herhalde.
Kaynak üretemeyen, borçlarının bir kısmını ise ancak özelleştirmelerle ödeyebilecek bir ülkede en azından Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın aldığı kararları hatırlayalım. Hep yardım alan ama ödemeye geldiğinde ise şark kurnazlığına sığınanlar, kendi küçük dünyalarında yarattıkları mutlu Türkiye’yi üç yüz aileden fazlasına haram saydılar. Milleti bir şekilde suçlu ilan ederek sistemin dışında tutmayı başardılar. Ama raylar bitti, tren de durdu. Son istasyon ise bozkırda bir kulübe.
Beyler inebilirsiniz, diyorlar.
Vayyy, sen misin bize in diyen!!!
Kavganın özeti bu, anlayacağınız.
Gelelim gidişatın vizyonuna, bu iş nereye varır, diyenlere…
-Kaynak üretemeyen ama israf eden YÖK tasfiye olacak.
-Sorun çözemeyen ama kaynak israf eden güvenlik sisteminde ciddi bir revizyon yapılacak.
-Yüksek maliyetli ve geri teknolojili sanayi ve ticari işletmeler iflas edecek.
-Popülizm yapıp halka üç kuruş, yâra ve yârana 25 kuruş dağıtan partiler olmayacak.
-Sivil toplum örgütü denen militer güçlerin etkisi azaltılacak.
-Kredileri hortumlayan bankalar kapanacak veya el değiştirecek.
-Kamuya yayın yapan ama siyasallaşmış ve ticarileşmiş medya el değiştirecek.
-Usulsüzlükte ve yolsuzlukta rekor üzerine rekor kıran sağlık sektörüne Check-Up yapılacak.
-Hukuku silah olarak kullanan yargı bürokrasisi tasfiye olacak.
-Sürekli irticaya malzeme üreten ve yönlendirilmeye yatkın dini cemaatlere, ilahiyat ve diyanet camiasında ciddi tasfiyeler yapılacak.
-Tasfiyeler burada kalmaz. Mutlaka yasama meclisi üyelerine ve yürütmeye de yansır.
“Ergenekon Terör Örgütü” tanımlaması bazılarına neden çok yabancı geliyor, bunu anlamış değilim. Bir kısım vatandaş soğuk savaş yılları Türkiye’nde bir hücreye çöreklenmiş. Fotoğrafın tamamını göremiyor olabilir. Daha üst bir irade, bu hücreleri bağlantı noktalarıyla bir araya getirdiğinde, çok az kişinin kavrayabileceği bir Ergenekon Terör Örgütü ortaya çıkıyor olamaz mı?
Gelelim işin finaline:
Herkes burnundan solurken “genel af çıkacak” ve af edilenler bir “ohhh” çekecek. Bu arada Apo’da mı af olmuş, bilmem şu da mı, bu da mı…
Kimin umurunda!