08.02.2010
Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz ve Fransızların Çanakkale'ye hücum etmeleri üzerine İstanbul'un işgal edilebileceği düşüncesiyle başkentin Anadolu'daki bir şehre taşınması hükümetin gündemine gelir.
Hükümet, Beylerbeyi Sarayı'nda göz hapsinde bulunan Sultan II. Abdülhamid'i ikna edemeyince, Enver Paşa'yı gönderir. Hakan, Paşa'ya şu cevabı verir: "Balkan Harbi yüzünden beni Selanik'ten buraya getirdiniz. Şimdi de İstanbul'u Konya'ya taşımak istiyorsunuz. Ama ben şuradan şuraya gitmem." Huzurundan ayrılan Enver Paşa'ya padişahı nasıl bulduğunu soranlara karşılığı gayet nettir: "Yazık etmişiz."
Enver Paşa, Abdülhamid Han'la yüz yüze gelmemişti; onu basından tanıyordu. Mehmed Akif gibi karşı olmaması gereken daha pek çok değerli insan da Sultan'a ateş püskürüyordu. Çünkü emperyalizmin güdümünde olan basın öyle şeyler yazıyordu ki; azıcık vicdan sahibi insan ister istemez "Bu yalan! Bu da mı yalan!" demek zorunda kalıyordu.
İdrak ve kültürden yoksun, dünyayı okuma yeteneğinden mahrum insanların elinde hürriyetin nasıl istismar edildiğini 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Abdülhamid Han bizzat görmüştü. Meclis'i kapatıp dizginleri ele alınca büyük bir eğitim ve öğretim seferberliği başlattı. Onun döneminde olduğu kadar hiçbir devirde okul açılmadı; insan yetişmedi. Bilgi ve kültürün halkın şuurlanmasına sebep olması, ülkemizde gözü olanları telaşlandırdı. Basının fitili tutuşturuldu, amansız bir propaganda başlatıldı.
Ana katilinin idamını tasdik etmiyor, kendisine küfredenleri, hatta darbe yapmaya kalkışanları bile durumlarıyla uygun memuriyetle görevlendirip yurdun değişik yerlerine gönderiyordu. Kimsenin canı, hatta ekmeğiyle oynamayan bu Hakan'a gece karanlığında Darülfünun öğrencilerinin ayaklarına taş bağlattırıp Sarayburnu'ndan denize attırıyorlardı. Tam bir kan içici ve şehvetperest portresi çiziyorlardı. Enver Paşa, Mehmed Akif ve diğer değerli kişiler gerçek Abdülhamid Han'ın değil, bu portrenin düşmanıydılar.
Son dönemin tarihinden haberdar olanlar, ya çok partili hayata geçeceğimizi yahut da dünyada yalnızlaşıp Sovyet Rusya'nın önünde bir lokma kalacağımızı bilirler. Dünya şartlarından dolayı çok partili hayatı tercih ettik. Sıtmadan kırılanların, şiş karınlı çocukların, yolsuz, elektriksiz, okulsuz ülkesini Demokrat Parti iktidarı teslim aldı. Başbakan Menderes, milletin arzusuna rağmen "Devr-i sabık yaratmayacağız" diyerek demokrasiyi kurallarına göre işletiyordu. Önemli konularda "ben çoğunluğum" demedi; muhalefetle müşterek hareket etmeye çalıştı. Kıbrıs gibi milli bir davada elde edilen başarıyı sadece partisine mal etmeyi düşünmedi; muhalefetle paylaşmak için, ihtiyacı yokken Cumhuriyet Halk Partili Nihat Erim'i danışman yaptı. Kısa zamanda ekonomimiz dinamizme kavuştu; Ankara, dünyanın önemli başkentlerinden biri haline geldi. Bağdat Paktı ile bölgesel güç olma yoluna giriyor, emperyalistlerin kontrolünden çıkıyor, milli bir politika izlemek imkanına kavuşuyorduk. Bütün bu olumlu gelişmelerden rahatsız olanlar, yeniden basının düğmesine bastılar; Menderes, ABD Cumhurbaşkanı Eisenhower'ı ziyaret ettiğinde en ünlü gazetemiz; "Ancak bir dakika görüşebildi" diye manşet çekmişti. Sonra yazılan hatıralardan, bir buçuk saat fikir alışverişinde bulunduğu anlaşıldı. Uşak, Topkapı olaylarını mercek altına alıp incelersek, basının yıkıcı tutumundan İnönü'nün kuzu postuna bürünmüş kurt misali nasıl istifade ettiğini görürüz. Bir kısım medya hâlâ "Vatan Cephesi"nden bahsederler; tek kelime ile de olsa onun "Güç Birliği"ne karşı kurulduğunu söylemezler; tıpkı bugün Sivas'taki katliamı her fırsatta dile getirip Başbağlar köyünde öldürülenlerden tek kelimeyle bahsetmedikleri gibi.
Çağımızda insan onuruna yakışan sistem demokrasidir. Fakat basın milli değilse, demokrasi felakete dönüşür. Eğer bazı ileri görüşlüler, basının lüzumunu idrak edip el atmamış olsalardı, ülkemizde çoktan darbe olur, kim bilir hangi masumları canavar diye idam sehpasında sallandırırlardı. Son dönemde ne yalanlar uydurdular; ama etkisi en fazla birkaç saat, bilemedin bir gün sürdü. Gelecekte içinde bulunduğumuz dönemin gerçek tarihi yazılırsa, bu fedakâr, bu ileri görüşlü insanlara milletçe neler borçlu olduğumuzu idrak edeceğiz.