03.09.2009
DTP’nin Diyarbakır mitinginde bir kez daha görüldü ki, bir aydır oluşturulan hava gerçekleri yansıtmıyor. İşin özüne girince durum değişiyor.
Bir aydır yazılıp çizilenlere bakıldığında, bir tarafta bu işi çözüme yaklaştırmış hükümet ile ona yardımcı olmaya hazır bir DTP görülüyordu. Talepler havada uçuşuyor, hem hükümet hem DTP, muhalefet partileri CHP ve MHP’ye yükleniyordu. İki muhalefet partisi, “pişmiş aşa su katmış” gibi suçlanıyordu.
Oysa iki gün içinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yaptığı açıklama ile Diyarbakır mitingindeki görüntüler ve konuşmalar gerçekleri ortaya koydu.
İçişleri Bakanı’nın çizdiği çerçeveyi reddeden DTP sözcüleri, nasıl bir süreç istediklerini açıklamış oldular. Diyarbakır’dan verilen mesajlara yakından bakalım:
DTP yok, PKK var
1- DTP, Diyarbakır’da “Benim misyonum yok” mesajı verdi.
2- DTP sözcüleri “müzakere”nin dağdaki silahlı gücün gölgesinde yapılması gerektiğini savundu.
3- Bununla da yetinmeyip Ankara’yı tehdit etti; Öcalan ve PKK’nın muhatap alınmasını, eğer arzu ettikleri çözüm olmazsa bir yandan “görkemli silahlı direniş”e geçileceğini, bir yandan da Kürtlerin “ayrılmayı” tartışmaya başlayacaklarını ilân etti.
İçişleri Bakanı Atalay, PKK’nın silah bırakmasından söz edince, anayasa değişikliğinin, affın gündemde olmadığını, eğitim dilinin Türkçe olduğunu söyleyince aldığı karşılık bu oldu. Atalay’ın Anayasa’nın 3. maddesinde ifade edilen çerçeveyi tekrarlaması, DTP-PKK tarafından “çözümsüzlük, kandırmaca, aldatma” olarak değerlendirildi.
Atalay, işin özüne ilk kez dokununca, uzlaşma aradığı cephenin hangi konumda durduğunu böylece görmüş oldu.
Nasıl bir çözüm?
Bir aylık süreçte CHP ve MHP’ye, “Açılım sürecini sadece eleştiriyorsunuz, peki sizin çözümünüz nedir?” deyince bir şey söyleyemiyorsunuz suçlaması yöneltildi.
Sanki hükümet ve DTP bir çözümde anlaşmış gibi...
Oysa ortada hükümet tarafından geliştirilmiş ve DTP’nin paylaşıp desteklediği bir çözüm yok.
CHP ve MHP cephesine bakıldığında ise üniter yapıyı bozmadan, azınlık yaratmadan, anadilin, kültürün, etnik kimliğin yaşanması, geliştirilmesi bağlamında özgürlüklerin genişletilmesine bir itiraz yok. CHP ve MHP’ye göre, bu çerçeve dışına çıkılarak anayasa değişikliği ile etnik kimliğin siyasal kimlik haline getirilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında Güneydoğu’ya etnik temelli özerklik verilmesi, iki resmi dil, iki eğitim dili oluşturulması Türkiye’nin federal yapıya doğru yola çıkması, bölünmesi anlamına geliyor.
Son açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, hükümetin de bu çerçeveyi aşan bir uygulamaya tek başına yönelme niyeti yok.
Silahlı müzakere
DTP sözcülerinin Diyarbakır’da verdikleri mesajlar ve dile getirdikleri tehditleri hükümetin kabullenmesini beklemek gerçekçi değildir. Böyle bir umudu dile getirenler, herkesin taşıdığı barış ve huzur özlemi ile gerçeği birbirine karıştırıyorlar.
Hükümetin karşısında “silah gücü ve tehdidiyle desteklenmiş müzakere” isteyen bir DTP ve PKK var. Buna dayanarak, anayasa değişikliğiyle iki uluslu, federal sisteme evrilecek Güneydoğu’ya özerklik isteyen bir DTP ve PKK var.
Devlet, “Terör örgütüyle masaya oturmaz, pazarlık yapmaz, bu anlaşılabilir ama DTP gibi legal, TBMM’de temsil edilen bir partiyle de mi konuşamaz?” yönündeki eleştiriler doğrultusunda Başbakan, DTP lideriyle oturdu, görüştü. Fakat DTP, “Benimle konuşmanın bir anlamı yok, benim gücüm bir yere kadar, Öcalan’la, PKK’yla konuşun” diyor.
Sürekli CHP’yi, MHP’yi ve TSK’yı eleştiren, barışı engellemekle suçlayanların, bu aşamada, DTP’nin taleplerini, Diyarbakır’da verilen mesajları makul bulup bulmadıklarını, destekleyip desteklemediklerini de söylemeleri gerekiyor.
Yorum :
PEKİ, ŞEHİTLER NE OLACAK?
PKK’nın yarattığı siyasal krizi derinleştirmek bir politika olamaz mı?
Bu politika zamanla PKK’dan ve Kürtçülerden çok; İslamsız Beyaz Türkçülerin ve onların uluslar arası müttefiklerinin çıkarlarına hizmet etmiş olamaz mı?
Bu soruları sormak kolay olsa da, yanıtlanması oldukça zor olmalı. Otuz bini aşkın ölüm, yüz bini aşkın yaralı, milyonu aşkın ailenin göçetmek zorunda kalması, bu sorundan etkilenip psikolojisi bozulan milyonlarca insanın maddi ve manevi kaybı olmasaydı, konuyu açıklamakta zorlanmayacaktık. Ama ne yazık ki, sorunun geride bıraktığı mağdurlar, her yaklaşımın önünde ciddi bir engel.
“Peki, şehitler ne olacak?” sorusu bu kadar istismar edilecekse çözüme, terörü besleyen iç ve dış odaklar deşifre edilerek başlanmalıydı. Terörün işbirlikçileri sağır sultanı bile rahatsız edecek kadar tekrar edilebilirdi.
Çünkü PKK’ya sempati duyanlar, hala özgürlük mücadelesi verdiklerini sanıyorlar. Bu gerçekten bir özgürlük mücadelesi mi, yoksa yaşamı ile ölümü arasında değer ifade etmeyen zavallıların mağduriyetleri üzerinde tesis edilmeye ve yaşatılmaya çalışılan bir iktidar mücadelesi mi?
Öyle mi, değil mi, açıklık kazanması gerekir.
Bizim ısrarla anlatmaya çalıştığımız bir tez var. Temeli Lozan’a dayanan asli unsur ve azınlık tanımıdır. Aslında iç hukuk da buna göre düzenlenmiştir. Fakat uygulama, hukuk gözetilmeden kavramların içerikleri çarpıtılarak yapıldığından Hükümet bile teamül haline gelen uygulamayı esas almakta, devletin kuruluş sözleşmesini ve iç hukuku yok sayan yorumlardan yola çıkarak çözümler aramaktadır. Bu yanlış düzeltilmediği sürece kalıcı ve Türkiye’yi büyütücü çözümlere varılamayacaktır.
Oysa Hükümetin; öncelikle, PKK’nın hangi gerekçelerle ortaya çıkarıldığını halka inandırıcı bir şekilde anlatması gerekirdi. Bunu doğrudan Hükümet sözcülerinin yapmasına da gerek yokurtu. Basın bu konuya açıklık getirebilecek kadar güçlüdür. Bundan yararlanabilirdi.
ABD’nin desteklediği olası İran İslam Devrimine önlem olsun diye başlatılan Kürtçülük hareketleri, beklenen ilgi oluşmayınca silahlı PKK, kentlerde hakimiyet sağlanamayınca da HEP… ‘in konuşulma zamanı gelmedi mi?
Vatandaş hala özgürlük mücadelesi verdiğini sanıyor. Oysa sorun yöre halkını İslam Devriminde uzak tutmak; yani, Müslüman olduğunu unutturmaktı.
Bu konuda başa dönmek, kimin zararına?
Düşünelim bakalım, kimin zararına, kimin de yararına?
Yöre halkının oldukça yetersiz dünya görgüsü ile İran İslam Devrimine kendisini kaptırması yüksek bir olasılıktı. Bu tehlike arzediyordu.
Olası İran İslam Devrimine karşı alınan önlem ise İran’a yakın bölgede Kürtçülükle, geri kalanında ise İrticayla Mücadele politikalarıyla baskı altında tutmaktı.
Nüfusun %99,3’nün Müslüman yani Türk olduğu bir ülkede Müslüman halkın büyük çoğunluğu irtica ile, bir kısmı Kürtçülükle köşeye sıkıştırılırken küçük bir azınlık da Lenin-Stalin-Mao-Enver Hoca adına verdikleri kanlı mücadeleyi bir gecede unutup Atatürkçü olarak vatan kurtarma kavgasında saf tuttular.
Geldiğimiz nokta şudur:
İrtica ile mücadele denen vatanseverliğin yasal hiçbir dayanağının olmadığı ERGENEKON olgusuyla anlaşılmıştır. Mürteci denen kişiler C.başkanı, başbakan, bakan, milletvekili, yüksek bürokrat, yerel yönetici… yani vatanın, milletin, devletin kendisidir. Cumhuriyet savcıları dışında; irtica brifingleriyle, tavsiye nitelikli emirnamelerle, kuvayı milliyelerle, medya marifetleriyle… Cumhuriyetin korunamayacağı da herkesin aklına yatmıştır.
İrtica ile mücadele saçmalığını deşifre eden çalışmalar gibi PKK’nın peşine takılanların da özgürlük mücadelesi vermedikleri, yani PKK ve iç ve dış müttefikleri deşifre edilmeden soruna çözüm aramak yanlış olacaktır.
Bu ön çalışma yapılmadan, soruna hangi paketle yaklaşılırsa yaklaşılsın toplumun hiçbir kesimi çözümü benimseyemeyecektir.
Bunu görmek gerekir.