Aydınlanma Süreci
Ne idi, Ne oldu, Nereye varacak?
Gerek evren gerek biyosfer denilen canlı alem ve gerek soyut kavramları öğrenebilen insanlık dünyasının, Hegel’in (1770-1831) aşkın diyalektik dediği ikili bir temeli vardır. Artı-eksi, sıcak-soğuk, soyut-somut, iyi-kötü, dişil-eril, fakir-zengin, güzel-çirkin, akıl-kalp, inanç-bilim gibi malzemeler bu ikili temeli dolduruyor. Bu ikili yapı, bizzat dinlerin yapısının da vazgeçilmez bir gerçeğidir. Şöyle ki:
Kur’an, İslamiyet’in, 4000 yıl öncesine dayanan Hz. İbrahim dininin aynısı olduğunu söylüyor. (22/78) Bu dinin ismi, İslam’dır. İslam, bütün çelişkili zıtları dengelemekle barıştırıp, yaz ve kışı bahar yapmaktır. Hristiyanlığın ruhaniliği esas alması, Yahudiliğin devlet ve şeriatı esas alması, tarihî mecburiyetten kaynaklanmış bir sapmadır. Yoksa onlar da aslında İslam idiler. (3/84) Evet, Yahudilik, Musa ile Harun’un (şeriat ile velayetin) birliği idi. Hristiyanlık da Tevrat ile İncil’in (akıl ile kalbin, bilim ile ruhaniliğin) beraberliği idi. (Matta, 5) İsa, İncil’de, Ruhu’l-Kudüs yanında beraberinizdeki nur (ışık) dediği bilimlerden de söz ediyor. (Yuhanna, 12/36)
Başa dönersek, insanlık sekiz bin sene mitos ile logos dengesini korumuştur. Fakat Milattan önce 700’lü yıllarda, refah ve özgürlükten dolayı logos ve felsefe öne çıktı. Yüzlerce felsefe akımı, mantar gibi türediler. Bu felsefeler o kadar çok ve farklı görüşleri öne sürüyorlardı ki, varlıkta ve hayatta hiçbir hakikat ve anlam yoktur, varsa da biz bilemeyiz diyen sofist akım ortalığı kapladı. Sonra Sokrat ahlak ilkesiyle, Platon ideler ve ruhanilik ilkesiyle, Aristo mantık ve bilimler gücüyle bu Sofist akımı kırdıysa da anlaşılan bu üç kollu akım, Miladi 325’lerde yine güç kazanmış ki devleti eline geçiren Hristiyanlık dini, bütün felsefeleri yasak etti. İş tamamen ezber ve taklide döndü.
Maalesef, insanlık alemindeki kutsal diyalektik bu şekilde kaybolunca Bizans İmparatorluğu, gittikçe zayıfladı. Roma devletinden sonra ortaya çıkan Avrupa devletleri de iyi bir performans gösteremediler. Allahtan Müslümanlar, Yunan’ın Logos ve Mitosa dayanan felsefi ve bilimsel birikimini 9. asırda Arapçaya çevirmişlerdi. Bu birikim, 11. ve 12. asırlarda Endülüs ve Sicilya üzerinden Batıya geçti. Sonra İstanbul’un Fethi ile, ambarda duran Yunan’ın kendi bilimsel klasikleri de Batıya kaçırıldı; Avrupa, 14, 15 ve 16. asırlarda, bilimlerin ışığının doğuşu demek olan Rönesansı yaşadı.
Avrupa, Kopernik (1473-1543) sayesinde 16. yüzyılda, dünya merkezli değil de güneş merkezli bir kozmoloji ile tanıştı. Yani güneş dünyanın etrafında değil de dünya güneşin etrafında dönüyordu. Kopernik bu bilgiyi çok daha önce öğrendiği halde, Kilise korkusundan ancak ölüm döşeğinde bunu açıklayabildi. Bu gerçeklik daha sonra Galileo (1564-1642) sayesinde tam netleştirildi.
Bundan sonra 18. yüzyılda Newton’un (1642-1727) fizik bilimindeki olağanüstü keşifleri ve deneyciliği esas alan David Hume’un (1711-1776) şüpheciliği yanında, 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi ile beraber, Immanuel Kant’ın (1724-1804) elli sene süren yoğun ve akıl merkezli bilimsel ve felsefi çalışmaları, Dünyada 18. Asrı Aydınlanma Çağı yaptı.
Onun için, bazı eksikleri olmakla beraber, Kant, bugünün Hür Avrupa’sının babasıdır. Ve felsefi olarak da henüz tam aşılmış değildir.
Osmanlıcada, Aydınlanmaya, Münevverlik denir. Bu da Fizik, Kimya, Biyoloji ve Astronomi olarak varlığı izah edebilmek demek idi. Fakat maalesef bu bilimler, o gün için çok iptidai durumda idiler. Nitekim bugünkü modern manada atom bilinmiyordu. Hücre, detaylı ve tam anlaşılmış değildi. Kimyanın bazı reaksiyonları biliniyorsa da henüz bir bilim dalı olarak kurulmamıştı. Dolayısıyla Kant, Kimya üzerine bir şeyler yazdıysa da Kimyayı bir bilim dalı kabul etmiyordu.
Hülasa, Aydınlanma bir iki asırlık bir süreç değildir, tam yedi yüz yıldır, insanlık bu yolu ara vermeden yürüyor; fakat henüz menzile varabilmiş değildir. Daha bilmesi gereken çok şey var. Nitekim Immanuel Kant da vefatına yakın, 19. asrın başında, biz henüz Aydınlanmanın başındayız, bilmediklerimiz, bildiklerimizden daha çoktur dedi.
Kant’a göre Aydınlanma, insanın aklı ve bilimleri esas alıp olgunlaşarak, ne ana-baba ne din adamları ne başkaları kimsenin ağzının içine bakıp takılmamaktır. Mitlere ve hurafelere değil de bilimsel ve akli verilere dayanmaktır. Evet, Kant’ın aydınlanma tarifi böyle idi. Ama onun ana maksadı, 66 bölümden oluşan Kitab-ı Mukaddes'i ve onun temsilcileri olan Kiliseleri susturmak idi. Nitekim bu susturma eylemi ve devre dışı bırakma işi, çok daha önce başlamıştı; Rönesans döneminin sonlarında yüzde yetmiş başarılmıştı. Özellikle Kopernik tarafından güneş merkezli dünya keşfedildikten sonra. Evet, Kant haksız değildi; çünkü Avrupa’yı karanlığa ve açlığa mahkûm eden Kilise idi. Dolayısıyla aydınlar bu konuda önemli ölçüde haklı idiler.
Nitekim aydın kesim, özellikle dört konuda Kitab-ı Mukaddes'in işi bittiğini, evrensel bilim, hakikat ve anlam kitabı değil de tarihsel olduğunu ve tarihsellik çöplüğüne atılması gerektiğini söylüyordu. Ki sonunda kenara itildi; onunla beraber, anlam ve hakikat gerekçesi olan kutsallık da kayboldu.
A- Kitab-ı Mukaddes'in tanrısı nesnel ve antropoformiktir (insan-biçimlidir). Bu da başta Ontoloji olmak üzere birçok disipline uymuyor.
B- Kitab-ı Mukaddes’te, Yeşu’ 10/12-13’te Yeşu’ Peygamber, güneşi bir gün durdurdu, diyor. Halbuki hareket eden güneş değil de dünyadır. Onun için Kilisenin evreni dünya-merkezli göstermesi yanlıştır.
C- Arkeoloji ve Tarih disiplinleri, Kitab-ı Mukaddes'in kahramanlarının varlığını göremiyor. Ayrıca konular arası çok çelişkiler var.
D- Tevrat, Havva (ilkel kadın) doğum sancısını çekecek diyor, Antropolojide görüyoruz: Vahşi kabilelerde doğum, hiç de sancılı olmuyor.
Bu dört konuyu cevaplayan üç ciltlik kitabım var. Şimdi sadece şu üç hakikati ifade edelim:
1- Kitab-ı Mukaddes'in hiçbir kıssası tarih değildir. Evrensel, yani her zaman ve her yerde numuneleri görülen arketip yasalardır. Çelişkilerin varlığı, o pasajların tarihi malzeme olmalarına göre var olur. Fakat başta Âdem kıssası olmak üzere asla ve hiçbiri tarih değildir.
2- Havva da tarihi bir kadın değildir. Medeni ve soyut düşünen kadınların tamamının ismidir. Onlar vahşiler gibi değildir, doğumda çok sancı çekiyorlar. Evet, soyut değerleri bilen medeni insanın acısı çok daha fazla olur, hem de sadece doğumda değil de diğer her insani konuda.
3- Dünyanın merkeziliği fizik olarak ve yıldızlara göre değil de manevi ve insana yönelik yönüyledir. Kant’ın fikirleri ile ilgili detaylı analizde, sırası geldikçe bu konulara bir daha temas edeceğiz.
Evet, Batı dünyası tam yedi yüz yıldır, özellikle son üç asırdır Kitab-ı Mukaddes'e meydan okuyor. Onu tarihi ve hurafeli bir metin olarak kabul etmekle, dinleri ve var oluşu ve hayatı da tarihselcilik çöplüğüne atıyor. Haliyle başta Marks (1818-1883) ve Engels (1820-1895) olmak üzere Batı aydınlarının yüzde doksanı materyalist ve nihilist olup, varlıkta ve hayatta anlam ve gerçekliğin varlığını kabul etmiyorlar.
Fakat, Immanuel Kant, Tanrı, Ruh ve Varlığın hakikati konusunda bilinmezci (agnostik) takılsa da insan, bilimler ve akıl özellikle ahlak ve estetik konusunda zorunlu olarak hakikati kabul ediyor. Dolayısıyla Hür Batı Felsefesinin babası olup, diğer bütün filozofları cübbesinin altından çıkarmıştır. İşte biz sadece onun bilimini ve felsefesini kritize etmekle, Aydınlanma ile ilgili başlığımızın altı dolmuş olacaktır. Hemen hatırlatalım; bu konuda çok fikir detayları var, siz okuyucularımdan sabır ile müzakere etmenizi bekliyorum.
Bir kısmı Müslümanlar eliyle Yunan’ın zengin birikimi Avrupa’ya gidince, İngiliz Filozofları bilimi elde etmede deneyci oldular yani empirizmi esas aldılar. Fakat Newton (1642-1727) ve Francis Bacon (1561-1626) dindar idiler. David Hume ve ondan sonra gelenlerin çoğu ise sofist yani şüpheci ve dinsiz idiler. Alman filozofları ise, zamanında Martin Luther’in (1483-1546) yaptığı Kilise Reformu sayesinde idealist ve rasyonalist (akılcı) idiler. Yani onlara göre bilimler ve gerçek bilgi, deneyle değil de akıl, mantık ve muhakeme ile ancak elde edilirdi. Kant da başta bunlardandı. Fakat daha sonra David Hume’un bilimler ve nedensellikler konusundaki şüpheciliği etkisiyle epey sarsılınca, onun deyimiyle dogmatik uykudan uyanınca, iki ekolü yani empirizmi ve rasyonalizmi birleştirdi. Hem empirizm hem rasyonalizm hem akıl hem de deney dedi.
İşte şimdi Kant’ı anlamaya ve yargılamaya hatta eleştirmeye başlayabiliriz.
1- Kant, 18. asrın aydınlanmasını yeterli görmüyordu. O harika zekâsı ile henüz 23 yaşında iken yazmaya başladı. Fakat bu erken dönem çalışmaları, bilimler özellikle doğa bilimleri üzerine idi. Bunlarla aydınlanmaya bir temel atmaya çalışıyordu. Onun 20-30 kitabı ve denemesi vardır. Sonra olgunluk yaşı olan 57 senesinde Saf Aklın Eleştirisi'ni yazdı. Bununla Alman Rasyonalizmini yani Alman aklını eleştiriyordu. Birkaç sene sonra da Pratik Aklın Eleştirisi'ni yazdı. Onunla da İngiliz empirizminin yetersiz olduğunu dillendiriyordu. Ondan sonra ise, Yargı Gücünün Eleştirisi kitabını yazdı. Onunla da Kilisenin Tanrı, Ruh ve Teleolojik Amaçlar üzerine olan yargılarının tam gerektiği gibi kesin olamayacağını söylüyordu. Demek Kant’ı ve felsefesini temsil eden asıl bu üç temel eleştiri kitaplarıdır. Birincisi ile biz aklımızla ne bilebiliriz, sorusunu cevaplıyor. İkinci kitapla da empirizmin yetersiz olabileceğini yani ne yapabiliriz, neyi pratize edip yapabiliriz sorusunu cevaplıyor. Üçüncü kitabı ile de başta Tanrı, Ruh ve anlam olmak üzere ne umabiliriz sorusunu cevaplıyor.
Kant’ın asıl ihtisas alanı olan metafizik hakkında, hakemli önemli bir dergiden kısa bir alıntı:
“Bu çalışmada, felsefenin bir alanı olan metafiziğin ne olduğu ve Immanuel Kant’ın metafiziği ele alınmıştır. Metafiziğin önemli bir konu olduğu ve üzerinde durulması gereken felsefenin bir alanı olduğu anlaşılmıştır. Metafizik kavramı tanımlanmış ve felsefedeki yerine değinilmiştir. Metafizik, Gerçekliğin temel doğasını, zihin ve madde arasındaki bağlantıyı, olasılığı, özü ve gerçekliği inceleyen felsefe dalına denir.
“Metafizik” kelimesi ilkçağlardan çağımıza kadar felsefe tarihi süresince hemen hemen bütün filozoflar tarafından ele alınmıştır. Bu çerçevede bütün bunların içinde metafiziğe bakışı, ciddi anlamda etkileyen Immanuel Kant’tır. Kant’a göre metafizik, aklın deneyden bir şey almamış ‘saf’’ çalışmasının eseri olmalıdır. Kant, metafiziğin ‘‘saf’’ felsefi bilgi olduğunu iddia eder. Kant’a göre insan türünün metafiziğe “doğal bir eğilimi” vardır. Metafizik konusu felsefede sıklıkla üzerinde durulan ve eleştirilen bir konu olmuştur. Bu bağlamda Kant’ın metafiziğe bakış açısı ve eleştirilerinden bahsedilmiştir.” (Socrates Journal of Interdisciplinary Social Studies, 2024)
ABD’den Profesör Jan Kowiak İnternet Felsefe Ansiklopedisinde Kant Felsefesinin temelini ve ana omurgasını oluşturan bu üç kitabı şöyle özetlemiştir:
Kant'ın sisteminin temelinde, deneyimleyebildiğimiz (doğal, gözlemlenebilir dünya) ve deneyimleyemediğimiz (Tanrı ve ruh gibi, duyular üstü nesneler) şeyler arasındaki ayrımı vurgulayan "aşkın idealizm" doktrini vardır. Kant, yalnızca deneyimleyebildiğimiz şeyler hakkında bilgi sahibi olabileceğimizi savundu. Buna göre, "Ne bilebilirim?" sorusuna yanıt olarak Kant, doğal, gözlemlenebilir dünyayı bilebileceğimizi ancak metafiziğin en derin sorularının çoğuna yanıt veremeyeceğimizi söyler. (Saf Aklın Eleştirisi)
Kant'ın etiği, bir kişinin her zaman başkalarındaki insanlığa saygı duyması ve yalnızca herkes için geçerli olabilecek kurallara uygun şekilde hareket etmesi gerektiğini belirten evrensel bir etik ilke olan "kategorik zorunluluk" kavramı etrafında düzenlenmiştir. Kant, ahlaki yasanın aklın bir gerçeği olduğunu ve dolayısıyla tüm rasyonel yaratıkların aynı ahlaki yasaya bağlı olduğunu savundu. Bu nedenle, "Ne yapmalıyım?" sorusuna yanıt olarak Kant, evrensel bir ahlaki yasaya uygun olarak rasyonel bir şekilde hareket etmemiz gerektiğini söyler. (Pratik Aklın Eleştirisi)
Kant ayrıca etik (ahlak) teorisinin özgür iradeye, Tanrı'ya ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmayı gerektirdiğini ileri sürmüştür. Bu şeyler hakkında bilgi sahibi olamasak da ahlaki yasa üzerine düşünmek onlara haklı bir inanca yol açar ve bu da nazik bir rasyonel inanca denk gelir. Dolayısıyla, "Ne umabilirim?" sorusuna yanıt olarak Kant, ruhlarımızın ölümsüz olmasını ve dünyayı adalet ilkelerine göre tasarlayan bir Tanrı'nın gerçekten var olmasını umabileceğimizi söyler.” (Yargı Gücünün Eleştirisi)
Bu Alıntı Üzerine Bir İki Mülahaza:
a- Kant, saf ve manevi aklı esas alan Alman ekolünden geldiği için ve varlığın künhünü (özünü) çok derinden düşündüğünden hiçbir zaman materyalist olmadı. Metafizik değerleri sürekli esas alıyordu. Onun Profesörlük alanı Metafizik ve Mantık idi. Evet, onun için ahlakın ve aklın yasaları, matematiksel formüller, türler şeklinde oluşan kategoriler, varlığın önemli bir yönünün metafizik olduğunu gösteriyordu. Onun için Kant, hiçbir zaman materyalist, çıkarcı ve nihilist olmadı.
b- Buna karşı İngiliz empirizmi çoğunlukla maddeci, çıkarcı, nihilist, ahlaksız olduğundan, onlara karşı Pratik Aklın Eleştirisi kitabını yazdı.
2- Kant’ın altmış yıllık fikir ve felsefe hayatında ona göre en önemli buluş şu idi: İnsan, varlıkların ve eşyanın görünebilir yönü olan fenomenleri sadece bilebilir. Numen denilen; onların mahiyetini ve ne olduklarını asla bilemeyeceği iddiası idi. Ona göre bu keşif ve bu ayrım, Kopernik’in güneş merkezli evreni keşfetmesi kadar önemli idi. Buna göre numen olan Tanrı, Ruh ve mahiyetler asla tam ve net olarak bilinemezdi.
Ama ondan yüz yıl sonra fizik özellikle kuantum fiziği, atomun yapısı, hücrenin detayları ve evrende asıl olan dört boyutlu yazılım, onun bu iddiasını çürüttü. Varlıkların fenomen ve numen olarak da bilineceğini gösterdi. Kendisi, bilginin saf soyut varlık olduğunu söylemişti. Fakat bunun altını dolduramamıştı.
Evet, yazılım bilinince, ruh da Tanrı da akıl da çok boyutlu yasaların tamamı da bilinmiş olur. Bu gerçeklik henüz insanlığın epistemoloji repertuvarına girmiş değildir. Fakat zamanla entegral matematiğin gücüyle girecek; insanlık tam aydınlanmış olacaktır. Evet, David Hume dört boyutlu yazılımı bilmediğinden, ona göre o zaman basitçe bilinen iki boyutlu nedenselliği reddetti, Kant’ı da birçok metafizik algıdan saptırdı. Halbuki entegral matematikle bakılsa ve dört boyutlu nedensellikler göz önünde bulundurulsa, nedenlerin, sibernetik ve holografik etkileşimin, varlık ve hayatın vidaları ve çarkları olduğu çok net olarak görülecektir. Bazı Müslümanların bu nihilist ve şüpheci David Hume’a dayanarak nedensellikleri inkâr etmesi ve bunu İslam dinine mal etmesi, tam bir düşünce sefaletidir. Çünkü Allah bütün işlerini, başta ruhani ve doğal melekler ve insanlar olmak üzere alt dosyalar olan sebepler üzerinden yapıyor. Ve insanoğlunun biricik mucizesi olan bilimler, bu nedenselliklerin bilinmesinden ibarettir.
Nitekim Bediüzzaman Said Nursi, insan zihni bireysel olarak sınırlı da olsa, insan türünün duyuları olan Fenler doğruyu ve gerçeği gösterir, diyor. Fakat David Hume (1711-1776) ve Immanuel Kant (1724-1804) zamanında bilimler ve fenler daha işin başında idi. Onun için, bilimlerden ziyade kafa yordamı ile sadece felsefe yapabildiler. Evet, iyi bir İngiliz Filozofu olan Francis Bacon (1561-1626) da hiçbir bilimsel mesele ve konuyu üretememiştir, sadece bilim metodolojisini geliştirmiştir.
3- Kant, kendisi insanın en mükemmel varlık olduğunu kabul ettiği halde, yılanın ısı ile, yarasanın ses ile varlıkları algıladığı gibi basit bir duygu olan elektrik akımı ile eşyayı algılıyor, diyor. Bu algıda da insanın aklı ve zihni önünde zaman ve mekân gibi aslında bir gerçeği olmayan gözlükle ve eldivenlerle varlığı algılıyor, diyor.
Fakat zaman gösterdi ki, insanın algısı, özellikle her alanda kurulan fenlerin zirve yapması öyle ilkel değildir, en üst seviyede mükemmele yakındır. Zaman ve mekân gerçekleri de bir ön eldiven ve gözlük değil de maddenin birbirine dönüşen iki temel özelliğidir. Kant’tan elli sene sonra Einstein, bunu hem fizik olarak hem de astronomik olarak gözlere dahi gösterdi. Ayrıca Kant, aklı, görevi ve buyruğu esas alıp, soyut algıya sahip olmayan avamın dürtülerini, çıkar beklentilerini görmemesi, insan zihninin algıda merkezi bir yer edindiğini bilmesi, varlığın numenlerini tamamen algı ve bilgi dışına itmesi de onu, yarım ve evrensel diyalektiği dışlayan sakat bir algıya götürüyor.
4- Gerek Aristo felsefesinin ve gerek Kilisenin Teistik Tanrı anlayışının sonucu, Tanrı ve evren, ruh ve beden, mahiyet ve hüviyet (Kant’ın deyimiyle numen ve fenomen), birbirinden ayrı sanılıyordu, Alman idealizminde. Fakat Spinoza (1632-1677), bunların bir ve iç içe olduğunu yazmıştı; yüz yıl önce. Ama bu birlik ve iç içe algı, Almanya’da çok büyük suç kabul ediliyordu. Nitekim o günün bilim ve fenleri de yeni yeni geliştikleri için böyle bir algıyı desteklemiyordu. Dolayısıyla bu iddiada olanlar, bilim adamı kabul edilmeyip Üniversitelerden atılıyordu.
Bununla beraber, insanlık Ontolojide mesafe aldıkça, soyut ve somutun birliği anlaşılınca, her yerde ve her alanda yazılımın izleri görününce, yapay zekâ evrendeki dört boyutlu yazılımı taklit edince, böyle bir birlik anlayışının daha bilimsel olduğu anlaşılacaktır. Ve asıl aydınlanmanın ancak böyle olabileceği görünüyor. Demek Kant’ta böyle bir birlik görünmediğinden, artık onun felsefesine ve bilim seviyesine aydınlanma diyemiyoruz.
Zaten Kant’tan sonra gelen Hegel’in (1770-1831) çok detaylı ve çok boyutlu ruh üzere olan tezi de tam mahiyetini bilmeden, bu dört boyutlu derin yazılımın ifadesidir. Varlığı, hayatı ve tarihi canlı ve ruhlu görmesidir.
5- Kant’ın hayatı, eserleri ve felsefesi üzerine onlarca adam yorum videolarını çekiyor. Bunlar içinde en başarılısı, kardeşim Revan Cabaka’nın videosudur. Bütün detayına girmeyeceğiz, fakat Saf Aklın Eleştirisi kitabından aktardığı dört Antinomiyi açmak gerekiyor. Çünkü Kant onların izahında başarısız ve kardeşim Revan da tam gaz ona katılıyor. Onu tamamen inançsız biri gibi gösteriyor. Bilindiği gibi Kant, iki şekilde bilgi edinmeyi kabul ediyordu.
A priori ve A posteriori: A priori bilgi, direkt aklın zorunlu algısıyla peşinen ve tam bilinen bilgi demektir. A posteriori ise akıldan ziyade ancak deney ile bilinebilir bilgi demektir; Kant buna sentetik a priori de diyor. Çok acıdır ki bu sentetik a priori gerçeği olmasaydı o da David Hume gibi şüpheler içinde boğulup nihilist olurdu. Fakat insanlık demek olan Hümanizm ve ahlaki sosyal yasalar, onu bu mutlak bataklıktan kurtardı.
Nitekim, söz konusu olan dört Antinomi konusunda ne a priori ne de a posteriori olarak kesin bilme imkânı yoktur, dolayısıyla bu dört şey, kendi zıt ihtimallerini kendi içlerinde barındırıyor. Onun için Tanrı, Ruh ve hayat ile varlıkta anlam olmayabilir demesi, onu gerçeklikten epey uzaklaştırmıştı. Çünkü anlamsızlığa, hiçliğe dayalı olan bir Felsefe asla Aydınlanma olamazdı. İşte o dört Antinomi konularının açılımına başlıyoruz. Bugünkü Ontolojiye ve Epistemolojiye göre Kant’ın ne kadar çok yanıldığını göstereceğiz.
A- Akıl, evrenin sonsuz olmasını gösterdiği gibi, bu kendi zıt ihtimalini de barındırdığından onun sonlu olduğunu da gösteriyor. Buna göre biz, evren ne sonsuzdur ne de sonludur, deriz. Sadece bilmeyeceğimiz kadar büyüktür, diye söyleriz.
Evet, o gün için Kant ancak öyle işin içinden çıkabildi. Fakat son zamanlarda fizik bilimi, evrenin sonsuz olması gerektiğini söylüyor. Çünkü var olma bir yasadır, yasalar ise sonsuzdur.
B- Kant, madde sonsuza kadar bölünebilir mi, yoksa belli küçüklüklerdeki parçacıklara mesela atomlara veya monatlara bölünebilir? Akıl her iki ihtimali de gösteriyor, dedi. Fakat bilimler, evrendeki enerjinin sonsuz olduğunu, madde ise bu enerjinin somutlaşmış hali olduğunu ve bir daha parçacıkları olmayan bu sonsuz enerjiye dönüştüğümü bize bildiriyor. Einstein, E = mc² formülünü buldu, enerji eşittir maddenin ışık hızının karesiyle çarpımıdır, dedi. Evet, Kant zamanında, modern manada ne atomlar ne atomun bölünebilirliği ne enerjinin mahiyeti, çeşitleri ve sonsuzluğu biliniyordu.
C- İnsan ben deyince, onda özne olan bir ruhu ve dolayısıyla özerk bir iradeyi aklen kabul ediyor. Fakat sezgisel olarak onları deneyimleyemediğimizden, bunun bir töz (cevher) değil de bir araz (ilinek) olabilme ihtimali vardır. Yani gerçekten var olmayabilir. Bu da üçüncü bir antinomidir.
Halbuki beyin bilimi ve nöro-psikiyatri, insanın ben dediğinde, başta beyninde sonra bedeninde ve bilinçaltında töz (cevher) olan somut bir dosyayı bugün bize çok net olarak gösteriyor. Bazı mistik insanlar, bu tözün imgesini sezebiliyor. Demek eğer Kant zamanında yazılım gerçeği bilinseydi; kendisi kendi koyduğu kural olan hem akıl hem deney gerçeğine uysaydı, o, ben denilen bu bilinçli ruhu antinomi değil de bilimsel bir realite olarak kabul ederdi, zaten ruhani bir özellik olan özgürlüğü önemli ölçüde yaşıyordu. Önemli ölçüde diyorum; çünkü Kant’a göre, doğa yasaları insan iradesini hayli sınırlıyor. Ayrıca bu yazılım ve soyutlama realitesi yanında 20. asrın epistemolojisinin aksine o yazılımı iki boyutlu (sanal) değil de bütün evrende, özellikle canlı alemde aktif olarak işleyen dört boyutlu bir ruh olarak gösterirdi. Çünkü galiba Kant, gelmiş-gelecek en zeki adamdır. Eğer yazılımı bilseydi, fenomenleri de numenleri de tam manasıyla öğrenebilirdi, onları bilgi repertuvarına dahil ederdi.
D- Kant yine buyurdu: Akıl, evrenin cinsinden olmayan, evrenin asıl nedeni sayılan, aşkın bir Tanrıyı zorunlu olarak kabul ediyor. Fakat bu da antinomidir, kendi zıt ihtimalini beraberinde taşıyor. Nitekim Tanrı olmayabilir de. Çünkü bu nitelikler, insan aklının ve bilimlerin sınırları dışındadır.
Böyle dendi ve bugün de dinler için böyle deniyor. Ama hem fen bilimleri hem Ontoloji disiplini, soyutuyla-somutuyla varlığın sonsuz olduğunu, birbiriyle iç içe ve birbiriyle eşit olan sonsuz enerji, yazılım ve evrim sürecinden ibaret olduğunu; Tanrının öyle ötelerde sınırlı bir kategori olmayacağını bize ispat ediyorlar. Çok ilginçtir, onun zamanının bilimleri ve fenleri gelişmediği halde, dolayısıyla varlığın tamamını oluşturan bu üçlü sacayağı bilinmediği halde, Spinoza bu birliğe (tevhide) inanmış idi; sonsuz doğa, Tanrının bizzat kendisidir, demişti. Fakat bu inanç o zaman Alman idealizminde en büyük suç sayıldığından, Kant buna ihtimal bile vermedi.
Önemli Bir Hatırlatma: Kant, başta Descartes olmak üzere diğer dindar filozofların Allah’ın varlığına delil getirdikleri üç argümanı iptal etti, deniliyor:
a- Ontolojik argüman
b- Kozmolojik argüman
c- Tasarım argümanı
Ben birinci elden Kant’ı okumadım. Fakat anladığım kadarı ile onun yorumcuları, birinci argümanı yanlış aktarıyorlar. Şöyle ki: İnsan mükemmel bir tanrıyı hayal edebilir, demek öyle bir varlık var ki biz onu imgeliyoruz. Bu, x eğer f ise demek f gerçektir formülü gibi bir şeydir. Bu ise bir totolojidir. Buna göre Kant bu argümanı iptal etmekte haklıdır. Fakat anladığım kadarıyla bu, ontolojik bir argüman değil de psikolojik bir argüman olmalı. Mesela nasıl insan iştahı ve midesi, dışarıda lezzetli ve faydalı yiyeceklerin varlığını bildiriyorsa, insanın acizliği ve yetimliği de doğal (psikolojik) ve ontolojik olarak ona zevalsiz bir dayanak ve bir sahibin var olduğunu bildiriyor.
İkinci argüman kozmolojik argümandır. Bu da şudur: Evren, var olmada, olmak ile olmamak arasında eşit şartlara sahipti. Demek onu var eden zorunlu bir neden vardır. Bu argüman, Orta Çağ boyunca bütün filozofların kullandığı bir yöntemdi. Fakat bilimler geliştikçe, evrenin kendi kendine yeterli olduğunu, nedenlerini kendi içinde sakladığını görüyoruz. Demek bu ikinci iptalde Kant haklıdır.
Üçüncü argüman tasarım meselesidir. Bu da uzaktan ve kâinat dışından, Tanrının, evreni ve insanlık alemini tasarlayarak yaratmasıdır. Bu argüman sadece son üç yüz yılda, özellikle siyasal dindarlığın, özellikle misyonerliğin çok geliştiği çağımızda kullanılmıştır. Bu argümanı iptal etmekte Kant tam haklıdır. Çünkü insanî bir özellik olan tasarlamaya muhtaç olan bir varlık, zaten Tanrı olamaz.
6- Başta sonsuzluk olmak üzere, varlığın üçlü sacayağını oluşturan enerji, yazılım ve evrim hakkında kısa bir değerlendirme: Bu kısa değerlendirmeden bu dört gerçeği bilmeyenin aydın olamayacağını bileceğiniz gibi, Kant’ın ve çağdaşlarının çağı olan 18. asrın da tam manasıyla aydınlanma çağı olmadığını anlayacağız. Şöyle ki:
1-Başta İbn Sina olmak üzere Müslüman felsefecilerin Aristo’dan edindikleri anlayış gereği, Allah için vacib’ül-vücud (varlığı zorunlu) kavramından, Said Nursi’nin ve diğer kelamcıların anladığı bir değildir. Müslüman Felsefeciler, o kavramdan, form (suret) yani yazılım gibi bir hakikat anlıyorlardı. Yazılımı yapanı + yazılımı + yazılmışı bir görüyorlardı. Alim, ilim ve malum birdir, diyorlardı. Allah’ın varlığı dışında bir varlık yoktur, diyorlardı. Said Nursi ve diğer kelamcılar ise, kâinatı müstakil bir varlık olarak görüyorlar. Allah’ı göklerde yani zaman üstünde biliyorlar. Bu ise fenlerle özellikle Ontoloji disiplini ile uyuşmuyor.
İslam felsefesinde soyut ve somut kavramlar nettir. Ama Said Nursi gibi kelamcılar özellikle Eş’ari ve Gazali, başta nedensellik olmak üzere her şey, manevi yani soyuttur; diyorlar. Onlara göre enerji (kuvvet) dahi soyut kudretin bir yansımasıdır ve mahiyet olarak ne olduğu belli değildir. Halbuki evren özellikle canlı alem, sibernetik yani İsm-i Adl (somutlaşmış sonsuz denge) olduğundan, onda ve her alt dosyasında nedensellik ve başka faktörler bizzat kendi içlerinde saklıdır. Evet, varlık ve hayat içten gelişiyor, dışardan gelen bir şey görünmüyor.
Demek Said Nursi’de bu gibi ontolojik zaaflar var olduğundan ve bütün nedenleri kökten kesip evrenin dışarıdan etkilendiğini kabul ettiği için, bugün onun kitapları, ilimler ve nedensellikleri bilmenin yuvası olan Üniversiteye artık hitap etmiyor. İnsanlarımız sapır sapır agnostik ve ateist oluyor. Veya her şeyi boş verip serseri oluyorlar.
2- Aydınlanmış çağımızda tamamen göründü ki: Varlığın üç sacayağı var.
A) Bin bir çeşidi ile (ama gerçekte hepsi bir) sonsuz enerji.
B) O enerjiyi nesne (atom, hücre ve eşya) yapan yani ona form ve ruh olan sonsuz bir yazılım.
C) O sonsuz nesnelere, sonsuza dek gelişme meyli veren; onları mükemmel yapan evrim gerçeği. Din bu üçlüye, kudret, ilim ve irade demiştir; yedi bin sene önce.
Bu üçü bir hakikattir; enerji aynı zamanda yazılımı içeriyor, diğer ikisi de enerjiyi içeriyorlar. Ayrıştırırsak ilim, yani yazılım yani form ve biçim verme tözü, Allah’ın öz varlığıdır. Kur’an, bu form ve biçim vermeye, yaratmak demek olan halk etme diyor. Kudret yani sonsuz enerji ise, O'nun gücüdür; bu güç de yine O’nun öz varlığıdır. Mükemmelleştirmek demek olan evrim süreci ise, O'nun istek ve iradesidir. Bu da yine O’nun öz varlığıdır. Nitekim bir kutsi hadis olan ‘Zamana (sürece) sövmeyin; çünkü zaman (süreç) benim’ diye rivayet var. Fakat cahil dindarlar bunları bilmediğinden ve varlık sistemine tatbik edemediğinden özellikle mucizevi üçlü sistemi gösteren fen bilimlerini dışladıkları için, hayattan ve ilim dünyasından cehalet cehenneminin dibine kovuluyorlar. Kimin ehl-i hakikat kimin şarlatan olduğu bugün için artık çok net değildir. Evet, bütün bilimsel ve teknik gelişmelere rağmen bugün itibariyle insanlık aydınlanabilmiş sayılmaz.
7- Kant zamanında bilimler az geliştiği için, birçok konu karanlıkta kalıyordu. Onun için Kant bu karanlığı önlemek için, önce doğa bilimlerine yöneldi, sonra varlıkta ve hayatta asıl amaç, insan, akıl, ahlak ve yasalar olduğunu söyledi. Alman İdealizminin ve Hümanizminin zirvesine çıktı. Pragmatik olarak insan tarihi ve Antropoloji üzerine bazı denemeler yazdıysa da o zaman fiziki ve biyolojik evrim iyi bilinmediğinden, karbon testi ve maddenin ömrünün yarılanması testi kullanılmadığından, kendisi önemli bir Jeoloji bilgisine sahip olmakla beraber bu konuda ciddi bir şey yazamadı. Evet, o, idealist ve hümanist olduğundan, varlıkta hatta Tanrıda dahi önemli bir değer ve motor güç olan diyalektiği bir derece dışladı. Halbuki dualite ve diyalektik, varlığın ve hayatın en temel vasfıdır.
Din, Tanrıdaki bu diyalektiğe O'nun iki eli diyor. Her iki eli de sağdır, diyor. Evet, Tanrı sonsuz olduğu için O'nun sisteminde kötü ve sol kalmıyor. Marks bu diyalektiği tamamen kabul ediyor, ama varlığı ve hayatı materyalize ettiği için, diyalektik güç ve süreç yine ölü doğuyor. Komünist dünyada gördüğümüz gibi. Ayrıca Kant, akıl ve ahlak yanında dürtü ve dengesizliği göremediği için, barış, yasa ve estetik yanında savaşları ve imtihanla gerçekleşen sosyal evrimi kabul etmediğinden, idealizmin ve hümanizmin zirvesinde olan o da Friedrich Nietzsche (1844-1900) de başta Tanrı, anlam ve hakikatten koptuklarından, önce beyinlerini bozdular; sonra nispeten erken sayılan yaşlarda öldüler.
Halbuki eğer Immanuel Kant, yazılım gerçeğini ve dolayısıyla varlıkların öz mahiyetlerini ve numenlerini bilseydi, çok derin bilgiler içeren dinleri ve mitleri, hurafe ile ve gericilik ile suçlamazdı. Şimdi bu yedi maddeye ilaveten, Immanuel Kant’ı tam anlamak için yedi madde daha Profesör Jan Kowiak’tan, İnternet Felsefe Ansiklopedisinden iktibas ederek; okuyucudan baştan buraya kadar geçen ve 15. Maddede gelecek izahlarla karşılaştırmalarını bekliyorum.
8- Matematik Felsefesi
Analitik ve sentetik yargılar arasındaki ayrım, Kant'ın matematik teorisini anlamak için gereklidir. Analitik bir yargının, yargının doğruluğunun yalnızca yargıda kullanılan kavramlar arasındaki ilişkiye bağlı olduğu bir yargı olduğunu hatırlayın. Sentetik bir yargının doğruluğu ise, aksine, bir nesnenin duyarlılıkta "verili" olmasını ve yargıda kullanılan kavramların nesnede birleştirilmesini gerektirir. Bu bağlamda, Kant'ın öncüllerinin çoğu matematiksel doğruları analitik doğrular olarak kabul etti. Kant ise aksine, matematiksel bilginin sentetik olduğunu savundu. Birinin matematiksel doğrular hakkındaki bilgisinin, bir nesnenin duyarlılıkta verilmiş olmasına bağlı olması şaşırtıcı görünebilir, çünkü matematiksel bilgiye kesinlikle deneysel yollarla ulaşmıyoruz. Ancak, bir yargının hem sentetik hem de a priori olabileceğini hatırlayın. Deneyimin zorunlu yapılarının yargıları gibi, matematik de Kant'a göre sentetik a aprioridir.
Bu noktayı vurgulamak için Kant, '7+5=12' önermesini ele alır. Elbette, bu önerme a aprioridir: Yedi şeyi beş başka şeyin yanına koyduğumda ne olacağını görmek için deneysel deneyler yapmadan doğruluğunu bilebilirim. Daha da önemlisi, '7+5=12' a priori olmalıdır çünkü zorunlu bir doğrudur ve deneysel yargılar Kant'a göre her zaman yalnızca rastlantısaldır. Ancak aynı zamanda, yargı analitik değildir çünkü "On iki kavramı, yedi ve beşin birleşimini düşünmemle hiçbir şekilde önceden düşünülmüş değildir ve böyle olası bir toplam kavramımı ne kadar uzun süre analiz edersem edeyim, on ikiyi yine de bulamayacağım" (B15).
9- Doğa Bilimleri
Kant, saf teorik felsefedeki çalışmalarının yanı sıra kariyeri boyunca doğa bilimlerine aktif bir ilgi gösterdi. Önemli bilimsel katkılarının çoğu fizik bilimlerindeydi (sadece fizik değil, aynı zamanda Jeoloji, kozmoloji de dahil). Critique of the Power of Judgement (1790) adlı eserinde ayrıca biyolojik varlıkların incelenmesinin felsefi temeline dair uzun bir tartışma sundu.
Genel olarak Kant, bir bilgi gövdesinin ancak matematiksel betimleme ve “sezgide a priori sunulabilen” bir a priori ilkeye izin veriyorsa gerçek anlamda bir bilim olarak kabul edilebileceğini düşünüyordu (4:471). Bu nedenle Kant, deneysel psikolojinin gerçek bir bilime dönüşme olasılığı konusunda karamsardı. Kant, “kimyanın sistematik bir sanattan veya deneysel doktrinden başka bir şey olamayacağını, ancak asla gerçek bir bilim olamayacağını” bile düşünüyordu (4:471).
10- Ahlaki Teori
Kant'ın ahlak teorisi, ahlaki davranmak ile akla uygun davranmanın aynı şey olduğu fikri etrafında şekillenir. Rasyonel bir fail olmak (yani, pratik akla, çıkarcı ve hedef odaklı bir akla sahip olmak) sayesinde kişi, pratik aklın emrettiği ahlaki yasaya uymakla yükümlüdür. Aksi takdirde, mantıksız davranmış olur. Kant, ahlaki yasanın farkında olan rasyonel bir fail olmanın getirdiği göreve vurgu yaptığı için, Kant'ın teorisi bir tür deontoloji (deon-Yunanca "görev" veya "yükümlülük" anlamına gelir) olarak kabul edilir.
Kant'ın pratik felsefesi, teorik felsefesi gibi a priori, biçimsel ve evrenseldir: ahlaki yasa, pratik aklın kendi yapısından (biçiminden) deneysel olmayan bir şekilde türetilir ve tüm rasyonel etkenler aynı pratik aklı paylaştığı için ahlaki yasa herkesi eşit şekilde bağlar ve yükümlü kılar. Peki tüm rasyonel etkenleri evrensel ve a priori olarak yükümlü kılan bu ahlaki yasa nedir? Ahlaki yasa, Kant'ın Kategorik Emir olarak adlandırdığı şey tarafından belirlenir; bu, kişinin kendisindeki ve başkalarındaki insanlığa saygı göstermesini, nasıl davranacağını düşünürken kendisi için bir istisna yapmamasını ve genel olarak kişinin yalnızca herkesin uyabileceği ve uyması gereken kurallara uygun şekilde hareket etmesini talep eden genel ilkedir.
Kant, ahlaki yasanın tüm rasyonel etkenler için eşit derecede bağlayıcı olduğunu iddia etse de ahlaki yasanın bağlayıcılığının kendi kendine dayatıldığını da iddia eder: ahlaki yasayı kendimize özerk bir şekilde koyarız. Kant, burada söz konusu olan özerklik türünün yalnızca ahlaki seçimin aşkın olarak özgür bir temel varsayımı altında mümkün olduğunu düşündüğünden, ahlaki yasanın bir etkene koyduğu kısıtlama yalnızca iradenin özgürlüğüyle tutarlı değildir, bunu gerektirir. Dolayısıyla, Kant'ın projesinin en önemli yönlerinden biri, ahlaki açıdan önemli seçimlerimizin aşkın bir özgürlüğe dayandığını varsaymamızın haklı olduğunu göstermektir.
Bu bölüm, Kant'ın ahlak teorisinin yapısını ve içeriğini (5’a-b) ve ayrıca Kant'ın özgürlüğe, Tanrı'ya ve ruhun ölümsüzlüğüne olan inancın pratik aklın zorunlu "postulatları" olduğu iddialarını (5c) açıklamayı amaçlamaktadır.
İyi Niyet ve Asıl Görev: Kant, ahlak teorisinin gerekçelerini Ahlak Metafiziğinin Temelleri (1785), Pratik Aklın Eleştirisi 1788) ve Ahlak Metafiziği (1797) adlı eserlerinde ortaya koyar. Temellerdeki argümanları en iyi bilinen ve etkili argümanlarıdır, bu nedenle aşağıdakiler öncelikle bunlara odaklanacaktır. Kant, bir ahlaki teorinin koşulsuz iyi olanın ne olduğuna dair bir açıklamaya dayanması gerektiği öncülünden argümanına başlar.
Bir şey yalnızca koşullu olarak iyiyse, yani iyiliği başka bir şeye bağlıysa, o diğer şey ya yalnızca koşullu olarak iyi olacaktır ki bu durumda iyiliği başka bir şeye bağlıdır ya da koşulsuz olarak iyi olacaktır. O halde tüm iyilikler, nihayetinde koşulsuz olarak iyi olan bir şeye dayanmalıdır. Genellikle iyi olduğunu düşündüğümüz ancak gerçekte koşulsuz olarak iyi olmayan birçok şey vardır.
Para veya güç gibi faydalı kaynaklar genellikle iyidir, ancak bu şeyler kötü amaçlar için kullanılabileceğinden, iyilikleri hangi amaçla kullanıldıklarına bağlıdır. Karakter gücü genellikle iyi bir şeydir, ancak yine de biri, güçlü bir karakteri kötü planları başarıyla yürütmek için kullanıyorsa, o güçlü karakter iyi değildir.
Kant'a göre mutluluk bile koşulsuz olarak iyi değildir. Her ne kadar tüm insanlar evrensel olarak mutlu olmayı arzulasa da eğer biri mutluysa ama mutluluğunu hak etmiyorsa (örneğin, mutluluğu yaşlılardan çalmaktan kaynaklanıyorsa), o zaman o kişi için mutlu olmak iyi değildir. Mutluluk, ancak hak edildiği takdirde iyidir.
Kant, koşulsuz olarak iyi kabul edilebilecek tek bir şey olduğunu savunur: iyi niyet. Bir kişi, niyetlerini ahlaki yasaya, yani rasyonel bir failin ne yapması gerektiğine dair kurallara, yani kişinin görevine karşı bilinçli bir saygı temelinde oluşturduğu ölçüde iyi niyete sahiptir. İyi niyetin değeri, niyetlerini oluşturduğu ilkelerde yatar; niyetlerin yol açtığı eylemlerin sonuçlarında değil. İyi niyet hiçbir zaman arzu edilen sonuçlara yol açmasa bile bu doğrudur: "Bu irade amacını yerine getirme kapasitesinden tamamen yoksun olsa bile... o zaman, bir mücevher gibi, kendi başına, tüm değerini kendi içinde barındıran bir şey olarak parıldardı" (4:393). Bu, Kant'ın iyi niyetin koşulsuz iyiliğine yaptığı vurguyla uyumludur: Bir irade, sonuçları açısından değerlendirilseydi, iradenin iyiliği bu sonuçlara bağlı olurdu (yani, bu sonuçlara bağlı olurdu). (Bu bakımdan Kant'ın ödev felsefesi, eylemlerin ardındaki niyetlerden ziyade sonuçlarına dayanarak ahlaki değerlendirmeler yapan sonuççu ahlak teorileriyle taban tabana zıttır.)
11- İnsanlık Tarihi ve Aydınlanma Çağı
Kant'ın sosyo-politik felsefesi, onun insanlık tarihi anlayışı, onun teleolojisi (amaçlılık) ve içinde bulunduğu özel zaman ve mekân (Aydınlanma Çağı Avrupası) açısından anlaşılmalıdır.
Kant, "Kozmopolit Amaçlı Evrensel Bir Tarih Fikri" (1784) adlı kısa denemesinde, türlere içkin teleoloji anlayışı etrafında düzenlenmiş, insanlık tarihinin spekülatif bir taslağını çizer. İnsanlığın doğal amacı, aklın gelişimidir. Bu gelişim, tek bir bireyin ömründe gerçekleşebilecek bir şey değil, aksine insanlığın nesiller boyunca devam eden projesidir. Doğa, bu hedefi hem insan fizyolojisi hem de insan psikolojisi aracılığıyla besler. İnsanların kürkü, pençeleri veya keskin dişleri yoktur; bu nedenle, barınacak ve besleneceksek, ihtiyaçlarımızı karşılamak için gerekli araçları yaratmak üzere aklımızı kullanmalıyız. Daha da önemlisi, kültürel düzeyde Kant, insan toplumunun "sosyal olmayan bir sosyallik" ile karakterize edildiğini savunur: Bir yandan insanlar diğer insanlarla yaşamaya ihtiyaç duyar ve izole bir şekilde kendimizi eksik hissederiz; diğer yandan, sık sık birbirimizle aynı fikirde olmayız ve başkaları önemli konularda bizimle aynı fikirde olmadığında hayal kırıklığına uğrarız. Anlaşmazlığın getirdiği hayal kırıklığı, ikna edici bir şekilde tartışabilmemiz ve başkalarını bizimle aynı fikirde olmaya ikna edebilmemiz için akıl yürütme kapasitemizi geliştirmemiz yönünde bir teşvik görevi görür.
Fizyolojik eksikliklerimiz ve asosyalliğimiz sayesinde doğa, nesilden nesle akıl yürütme kapasitemizi geliştirmeye ve tarih öncesinin puslu sisinden günümüze yavaş yavaş çıkmaya zorladı bizi. Bu gelişme henüz tamamlanmadı.
Kant, 18. yüzyılın sonlarında (Prusya) kendi döneminde nerede olduğumuzu, kısa ve popüler denemesi "Aydınlanma Nedir?" (1784) adlı eserinde değerlendirir. Aydınlanmış olmak, kişinin inançlarını ve eylemlerini, aklını özgürce kullanmasına uygun olarak belirlemesi anlamına gelir. Aydınlanma süreci, insanlığın kendi kendine yüklediği olgunlaşmamışlıktan çıkmasıdır. (8:35), yani başkalarının (örneğin ebeveynlerin, hükümdarların veya rahiplerin) otoritesine eleştirel olmayan bir güvenden çıkmasıdır. Bu, yavaş ve devam eden bir süreçtir. Kant, kendi çağının bir aydınlanma çağı olduğunu, ancak henüz tam anlamıyla aydınlanmış bir çağ olmadığını düşünüyordu.
İnsanlığın amacı, tüm kişilerarası etkileşimlerin akla ve dolayısıyla ahlaki yasaya uygun olarak yürütüldüğü bir noktaya ulaşmaktır (bu, yukarıdaki 5b'de açıklanan amaçlar krallığı fikridir). Kant, böylesine aydınlanmış bir çağın ortaya çıkması için iki önemli koşulun mevcut olması gerektiğini düşünür. İlk olarak, insanlar tamamen adil bir anayasa altında tamamen adil bir toplumda yaşamalıdır. İkinci olarak, dünya ulusları "sürekli barış" içinde uluslararası bir federasyon olarak bir arada var olmalıdır. İlk koşulun bazı yönleri 6b'de, ikincisininki ise 6c'de tartışılmaktadır.
12- Siyaset Teorisi
Kant'ın siyasi teorisinin en kapsamlı ifadesi, Ahlak Metafiziği'nin (1797) ilk yarısı olan "Hukuk Doktrini"nde yer alır. Kant, akılcılığa dayalı bir özgürlüğün insanlara onur kazandıran şey olduğuna olan inancı doğrultusunda, adalet teorisini özgürlük kavramı etrafında düzenler: "Herhangi bir eylem, evrensel bir yasaya uygun olarak herkesin özgürlüğüyle bir arada var olabiliyorsa veya ilkesine göre her birinin seçim özgürlüğü, evrensel bir yasaya uygun olarak herkesin özgürlüğüyle bir arada var olabiliyorsa doğrudur " (6:230). Bu tanımın içinde bir eşitlik teorisi örtüktür: herkese aynı derecede özgürlük tanınmalıdır. Bir devlet, yasaların çıkarılması ve uygulanması yoluyla, özgürlüğü zorunlu olarak bir dereceye kadar kısıtlasa da Kant bunun insan özgürlüğünün eşitliğinin korunması için gerekli olduğunu savunur. Bunun nedeni, herkesin özgürlükleri kontrol edilmediğinde (örneğin, aynı zamanda bir anarşi koşulu olan doğa durumunda), güçlü olanın zayıfı alt edecek ve özgürlüklerini ihlal edecek olmasıdır; bu durumda özgürlükler eşit olarak dağıtılmayacaktır, bu da Kant'ın temel hak ilkesine aykırıdır. Dolayısıyla, özgürlüğü kısıtlayan adil ve yasal bir zorlama, herkes için azami ve eşit özgürlük dereceleriyle tutarlıdır ve bunu gerektirir.
Kant, cumhuriyetçiliğin ideal yönetim biçimi olduğunu savunur. Bir cumhuriyette, seçmenler temsilcileri seçer ve bu temsilciler halk adına belirli yasalar hakkında karar verirler. (Kant, kendi döneminin önyargılarından kurtulamadığını gösterir ve çok az argümanla ne kadınların ne de yoksulların oy hakkına sahip tam vatandaşlar olmaması gerektiğini iddia eder.) Temsilciler, toplumdaki herhangi bir bireyin veya grubun çıkarları perspektifinden ziyade, bu yasaları "genel irade" (Kant'ın Rousseau'dan ödünç aldığı bir terim) perspektifinden seçmekle yükümlüdür. Tüm nüfus her bir bireysel yasa için oy kullanmasa bile, bir yasanın adil olduğu, yalnızca rasyonel ajanlardan oluşan tüm bir nüfusun yasaya rıza gösterebilmesi ve rıza göstermesi durumunda söylenir. Bu açıdan, Kant'ın adil yasa teorisi, kategorik zorunluluğun evrensel yasa formülasyonuna benzemektedir: her ikisi de herkesin söz konusu kuralı onaylamasının ilke olarak mümkün olmasını talep eder (yukarıdaki 5b'ye bakın).
Adil bir toplumda (cumhuriyetçi veya başka türlü) saygı duyulması gereken özgürlükler arasında, mutluluğu istediği şekilde arama özgürlüğü (elbette bu arama başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece), din özgürlüğü ve konuşma özgürlüğü yer alır. Bu son ikisi Kant için özellikle önemlidir ve bunları "Aydınlanma Nedir?"de insanlığın devam eden aydınlanmasıyla ilişkilendirmiştir.
Dini doktrini yasalaştırmanın "insan doğasına karşı bir suç" olacağını (8:39) savunur çünkü bunu yapmak, insanlara onları insan yapan aklın özgürce kullanımını reddetmek anlamına gelir. Benzer şekilde, Kant'ın "aklın kamusal kullanımı" olarak adlandırdığı şeye getirilen kısıtlamalar, insan türünün en temel teleolojisine, yani aklın gelişimine aykırıdır. Kant'ın kendisi, Friedrich Wilhelm II'nin (Büyük Frederick'in halefi) hükümeti Kant'ın dinle ilgili konularda daha fazla bir şey yayınlamasını yasakladığında bu hakların ihlal edildiğinin acısını hissetmişti.
13- Sürekli Barış
Kant, “Evrensel Bir Tarih İçin Fikir”de ilk kez önerilen kozmopolit teoriyi, Sürekli Barışa Doğru (1795) adlı eserinde ayrıntılı olarak açıklar. Temel fikir, dünya barışının ancak uluslararası ilişkiler belirli açılardan adil bir toplumdaki bireyler arasındaki ilişkileri yansıttığında elde edilebileceğidir. İnsanlar eşya olarak alınıp satılamayacağı gibi, devletler de yalnızca mülkmüş gibi alınıp satılamaz. Bireyler başkalarının özgür iradelerine saygı göstermek zorunda olduğu gibi, “hiçbir devlet başka bir devletin anayasasına ve yönetimine zorla müdahale edemez” (8:346). Ve genel olarak, tıpkı bireylerin kendilerini adil toplumlar halinde düzenlemeleri gerektiği gibi, bireyler olarak kabul edilen devletler de kendilerini küresel bir federasyon, bir “uluslar birliği” (8:354) halinde düzenlemelidir. Elbette, sürekli bir barış durumuna ulaşılıncaya kadar savaşlar kaçınılmaz olacaktır. Ancak, savaş zamanlarında bile belirli yasalara saygı gösterilmelidir. Örneğin, düşmanlıkların, gelecekte bir barış antlaşmasının imzalanma olasılığını baltalayacak kadar şiddetli olması asla kabul edilemez.
Kant, cumhuriyetçiliğin barışa özellikle elverişli olduğunu ve kalıcı barışın tüm devletlerin cumhuriyet olmasını gerektireceğini savundu. Çünkü halk, ancak savaşın getirdiği ekonomik yükleri üstlenmeye razı olursa savaşa rıza gösterir ve böyle bir bedel ancak gerçekten ciddi bir tehdit olduğunda ödenir. Savaşa girmek için yalnızca hükümdarın iradesi yeterliyse, hükümdar savaşın tüm yükünü üstlenmek zorunda kalmayacağından (bedel tebaa arasında paylaştırılacaktır), savaşa karşı çok daha az caydırıcı bir durum söz konusudur.
Kant'a göre savaş, uluslararası ilişkilerdeki bir dengesizliğin veya dengesizliğin sonucudur. Savaşlar hiçbir zaman arzu edilir olmasa da uluslararası ilişkilerde yeni koşullara yol açar ve bazen bu yeni koşullar öncekilerden daha dengelidir. Daha dengeli olduklarında, yeni bir savaşın çıkma olasılığı daha düşüktür. Genel olarak, süreç karmaşık ve şiddetli olsa da kalıcı barışa doğru yavaş yürüyüş, dünyadaki tüm devletlerin yavaş yavaş bir denge ve eşitlik durumuna doğru ilerlediği bir süreçtir.
14- Sanat ve Güzellik Teorisi
Kant'ın estetik görüşlerinin en kapsamlı sunumu, "Üçüncü Eleştiri" olarak da bilinen Yargı Gücünün Eleştirisi'nde (1790) ortaya çıkar. Adından da anlaşılacağı gibi, Kant'ın estetik teorisi, yargı yetisinin işleyişinin bir analizi yoluyla ortaya çıkar. Yani Kant, bir şeyin güzel olmasının ne anlama geldiğini, bir şeyin güzel olduğu yargısına neyin dahil olduğunu açıklayarak söyler. Bu bölüm, güzel ve yüceye dair estetik yargıların yapısını açıklar (7’a); Kant'ın sanat teorisini ve sanatın ardındaki dehayı özetler (7b) ve son olarak Kant'ın estetik teorisi ile ahlak teorisi arasındaki bağlantıyı açıklar (7c).
Güzel ve Yüce: Kant, üç farklı estetik yargı türü olduğunu savunur: hoşa giden, güzel ve yüce yargılar. İlki özellikle ilgi çekici değildir, çünkü yalnızca bize (kişisel olarak) haz veya acı veren nesnelerle ilgilidir. Bu tür yargılar evrensel değildir. Bir kişi bitkisel cin'i hoş bulurken diğeri bulmazsa, bu bir anlaşmazlık değildir, sadece uyarana farklı tepkiler vardır. Ancak güzel ve yüce yargılar daha ilginçtir ve üzerinde biraz zaman harcamaya değer.
Öncelikle güzellik yargılarını (Kant'ın "zevk yargıları" dediği) ele alalım. Kant, tüm zevk yargılarının dört bileşen veya "an" içerdiğini savunur. Birincisi, zevk yargıları öznel ancak tarafsız bir zevk içerir. Nesneyi arzulamadan takdir ederiz. Bu, nesneleri bizi nasıl etkilediklerinden ziyade oldukları gibi temsil eden bilişlerden ve nesneleri istediğimiz şeyler açısından temsil eden arzulardan gelen zevk yargılarını karşılaştırır.
İkincisi, zevk yargıları evrenselliği içerir. Bir nesneyi güzel olarak yargıladığımızda, yargıda örtük olarak herkesin nesneyi aynı şekilde yargılaması gerektiği inancı vardır. Üçüncüsü, zevk yargıları amaçlılık veya "amaçsız amaçlılık" biçimini içerir. Güzel nesneler, belirli bir şey için olduklarına dair hiçbir şey olmamasına rağmen bir şey "için" gibi görünür. Dördüncüsü, zevk yargıları zorunluluğu içerir. Güzel bir nesne sunulduğunda, onu güzel olarak yargılamam gerektiğini kabul ederim. Birlikte ele alındığında, teori şudur: Bir şeyi güzel olarak yargıladığımda, nesneye ilişkin herhangi bir arzu duymadan nesnenin tadını çıkarırım, herkesin nesneyi güzel olarak yargılaması gerektiğine inanırım, nesnede bir tür amaçlılık temsil ederim, ancak belirli amacını belirleyecek herhangi bir kavram uygulamadan ve ayrıca kendimi onu güzel olarak yargılamakla yükümlü olarak temsil ederim. Bu nedenle güzellik yargıları oldukça tuhaftır. Bir yandan, bir nesnenin güzel olduğunu söylediğimizde, bu, bir şeyin yeşil olduğunu, bir at olduğunu veya bir ekmek kutusuna sığdığını söylediğim zamankiyle aynı türden bir tahmin değildir. Yine de bu tür yargılarda yer alan zorunluluk ve özneler arası evrensellik nedeniyle, bu tamamen öznel, kişisel bir yargı değildir.
Zevk yargılarındaki “amaçlılık biçimi” ile ilgili olarak bir açıklama daha yapmak gerekir. Kant, zevk yargılarında belirli kavramların yer almadığını, ancak yargının “yansıtıcı” gücünün (yani, yargının bir nesneye uyacak uygun bir kavram bulma yeteneği) bu tür yargılar sırasında yine de çok aktif olduğunu vurgulamak ister. Bilmediğim bir nesneyle karşılaştığımda, yansıtıcı yargım harekete geçer ve nesnenin ne tür bir şey olduğunu anlayana kadar bir kavram arar. Güzel bir nesneyle karşılaştığımda, nesnedeki amaçlılık biçimi de yansıtıcı yargımı harekete geçirir, ancak nesne için hiçbir zaman belirli bir kavram bulunmaz. Bunun hayal kırıklığına yol açması beklenebilirken, Kant bunun yerine hayal gücü ile anlayış arasında “serbest bir oyun” (5:217) yarattığını iddia eder. Kant, bu "özgür oyun" hakkında pek bir şey söylemese de asıl fikir, deneyimin nesneye uygulanması gereken belirli bir kavramla sınırlandırılmaması nedeniyle, hayal gücü ve anlayışın, nesneye tepki olarak canlı bir düşünce ve duygu etkileşimine özgürce teslim olabileceğidir. Yeteneklerin bu özgür oyununun deneyimi, estetik deneyimin keyifli olduğunu düşündüğümüz kısmıdır.
Sanat Teorisi: Hem doğal nesneler hem de insan yapımı sanat eserleri güzel olarak değerlendirilebilir. Kant, doğal güzelliklerin en saf olduğunu, ancak sanat eserlerinin özellikle ilginç olduğunu, çünkü insan dehasından kaynaklandığını öne sürer. Aşağıda Kant'ın sanat ve deha teorisi kısaca özetlenmiştir.
Sanatın insan yapımı olması ve doğal olmaması gerekse de Kant, sanatın doğanın güzelliğini taklit ettiği ölçüde güzel olduğunu savunur. Özellikle, güzel bir sanat eseri, doğal dünyada karşılaşılabilen "amaçlılık biçimini" (yukarıda, 7a'da açıklanmıştır) sergilemelidir. Ancak, büyük sanatı gerçekten büyük yapan şey, sanatçının dehasının bir sonucu olmasıdır. Kant'a göre deha, istisnai, yetenekli bireyin sahip olduğu ve o bireyin somut olmayan bir "estetik fikri" somut bir sanat eserine dönüştürmesine olanak tanıyan doğuştan gelen yetenektir. Estetik fikirler, akıl fikirlerinin karşılıklarıdır. Burada akıl fikirleri, hiçbir mantıklı sezginin yeterli olmadığı kavramlardır, estetik fikirler ise hiçbir kavramın yeterli olmadığı hayal gücünün temsilleridir (bu, Kant'ın güzelliğin kesin olarak kavramsallaştırılamaz olduğu iddiasıyla uyumludur). Bir dahi, estetik bir fikri güzel bir sanat eserinde sergilemeyi başardığında, eser yukarıda açıklanan yeteneklerin “serbestçe oynamasını” teşvik edecektir (7’a).
Kant, sanatları üç gruba ayırır: konuşma sanatları (retorik ve şiir), resim sanatları (heykel, mimari ve resim) ve duyumların oyun sanatı (müzik ve “renklerin sanatı”) (5:321ff.).
Bunlar elbette birleştirilebilir. Örneğin opera, müzik ve şiiri şarkıda birleştirir ve bunu tiyatroyla birleştirir (Kant'ın bir resim biçimi olarak gördüğü). Kant, hayal gücünü ve anlayışı harekete geçirme ve düşünme yoluyla zihni genişletme yeteneği nedeniyle şiiri, sanatların en büyüğü olarak görür. Müzik, “zihnin çekiciliği ve hareketi” (5:328) açısından değerlendirildiğinde en başarılı olanıdır, çünkü insan konuşmasının etkisini ve hissini uyandırır, ancak gerçek kelimelerin belirli kavramlarıyla kısıtlanmaz. Ancak soru hangi sanatın kültürü en çok ilerlettiği ise, Kant resmin müzikten daha iyi olduğunu düşünür. Kant'ın sanat kuramının bir sonucu, çağdaş "kavramsal sanat" kavramının terimler açısından bir çelişki olmasıdır: sanatçının aktarmaya çalıştığı belirli bir nokta veya mesaj (belirli bir kavram) varsa, o zaman eser, güzelin deneyimi için gerekli olan belirsiz serbest oyunu kışkırtamaz. En iyi ihtimalle, bu tür eserler ilginç veya kışkırtıcı olabilir, ancak gerçek anlamda güzel ve dolayısıyla gerçek anlamda sanat olmayabilir.
15. Bilgi: Kitab-ı Mukaddes'ten 10 Bin Meselesinden Âdem Kıssası İçinden 40 Kısa Cümlenin Analizi:
Bu nispeten uzun analiz, Kitab-ı Mukaddes'in tarihsel olmadığını, her ayeti her cümlesi birer evrensel yasa ve arketip olduğunu, Avrupa aydınları eğer Yunan döneminden beri var olan önemli bir yöntemi, Hermenötik dili kullansaydı, bunu anlayabileceklerini, bu yöntemi kullanmadıkları için büyük haksızlık yaptıklarını, Avrupa’nın bugünden ancak bin sene sonra bu kutsal kitabın seviyesine ulaşabileceğini gösteriyor ve belgeliyor. Şöyle ki:
Âdem ve Havva Hakikati
Ben 27 sene önce, Tevrat’ın mucizevî bir metin olduğunu, başka kaynakların kopyası olmadığını ispat eden bir kitap yazdım ve yayınladım. Kur’an’ın da mucizevî bir metin olduğunu, saf vahiy olarak elimizde bulunduğunu gerek bu tarihten önce ve gerek sonraki yıllar içinde altı cilt kitabımla göstermiş oldum. Fakat bu bakış açısını görmek için, elimizdeki bu numune makalede de gösterildiği gibi, Kutsal Kitaplardaki bu tür anlatımların asla tarihî bireysel bilgiler olmadığını, tam aksine evrensel, sosyolojik ve ontolojik bilgiler olduğunu bilmek gerekir.
Bu nazarla bu metinler incelendiğinde değil kopya olmak; her kelimesinde bile birçok yasalar ve olağanüstü bilgiler olduğu görülecektir. Aralarındaki bazı küçük detayların farklılığı ise, bu zamanlar üstü kıssaların baktığı dönemlerin ve toplumların az farklılıklar arz etmesinden kaynaklanıyor.
Eğer, ancak yüksek derecede dil, edebiyat, sembolizm ve başta Sosyoloji ve Antropoloji olmak üzere birçok fen dallarına hâkim olunduktan sonra anlaşılan bu gibi konuları neden ısrarla anlatıyorsun; inançtaki mevcut anlayışın statükosunu bozuyorsun, derseniz; cevaben derim ki:
Bugün için dinî hayatın sağlıklı olması, bilimsel verilerin dindarlar içinde oturması, insanları insan eden evrensel kutsal değerlerin anlaşılması, bilimle dinin savaşında harcanan sonsuz enerji israfının önlenmesi, insanlığın mukadder gelişmesi ve dünya barışının sağlanması ve benzeri birçok durum, bu meselelerin doğru anlaşılmasına bağlıdır.
Evet, bu asrın dindarı da dinsizi de cehalet ve karanlık içindedir. Gerçeklerle ve bilimle yüzleşemiyorlar. Çünkü insanlık bu asırda materyalistleşince, soyut olan dilin ve sembolizmin manalarını kaybetti. Adeta ruhsuz, dilsiz bir cenaze durumuna geldi. Hâlbuki bu metinlerin doğru anlaşılmasının ve insanlığa yeniden bir ruh olmasının maliyeti çok ucuzdur. İşte size bir numune bu makale! Göreceksiniz ki; nice gönülleri, nice aile ve okulları, hatta bir kısım bilim dallarını aydınlatacaktır. Mesela:
Âdem, insanlığın ruhî, kültürel, dinî, İlâhî boyutu demektir ki; kadın da bu manada âdemiyete (insanlığa) ortaktır. İman ve hukukta eşittir. Fakat kadın, başka bir tabir ile beden, tabiatı ve maddeyi temsil ediyor. Onun için diyebiliriz ki; insanlığın umumî varlığı içinde madde ve tabiat, eğri ve yağlı bir kemik mesabesindedir. Demek maddesiz olmaz; fakat insanlık, sadece mide ve madde değildir. Böyle maddi düşünenler madde gibi edilgen, kırılgan ve pasif olurlar. Kaburga kemiği gibi kırılmaya, yenilmeye mahkûm olurlar.
Evet, her kadın, ruhu, kişiliği, inancı ve maneviyatıyla Âdem olduğu gibi; her erkek de maddesiyle, bedeniyle, doğurganlığıyla Havva’dır, kırılgan bir kaburgadır. Ey bütün kadın ve erkekler! Katı, sert, semiz bir madde olarak kalmak istemiyorsanız, âdem (insan) olun. Yüce değerlerden ibaret olan Allah’ın isimlerinin (ki her birisi bir bilim dalını simgeliyor,) hakikatlerini yaşayın. İnsanlığın toplam bilgi ve becerileriyle yeryüzünde Allah’ın meşru ve şerefli bir memuru seviyesine çıkın!..
Anlaşılan, manevi ve soyut bir gerçeklik olan insanlığın tek başına ruhî gelişmesi yeterli değildir. Ona eş olacak, yalnızlığını paylaşacak bir yardımcıya ihtiyacı vardır. O da maddedir. Bu hakikat “Allah aldığı kaburganın (eksik bıraktığı boyutun) yerini et (madde) ile doldurdu” (Tekvin, 3/21) ayetiyle ifade edilmiştir.
Demek bu kaburga meselesi, sembolik bir ifadedir. Madde mana mukayesesini yapan ontolojik bir derstir. Bunun asla biyolojik bir manası yoktur. Çünkü Tevrat, Tekvin kitabının 1. babında, insanlığın (kadını ile erkeği ile) biyolojik yaratılışı tamamlandıktan sonra; bu sefer manevi ve sosyolojik yaratılışı anlatmak için 2. bapta bu kaburgadan yaratılma meselesini zikrediyor. Ve insanın bu zengin manevi yönü yanında Havva ile ifade edilen maddi, biyolojik yönü, İlahî sanat ve hikmet sayesinde o kadar harika bir yapı almış ki; adeta mücessem bir âdemiyet, bir ruh ve eril bir kişilik olmuştur, diye Tevrat şöyle diyor:
Havva, Âdem'in (insanlığın) etinden (maddesinden) bir et ve kemiğinden (manevi yönünden) bir kemik olduğundan ona Nisa (insanî özellikler taşıyan varlık) denilecektir.
Burada dikkatimizi çeken nokta şudur: İnsanın maddi ve bedenî yönünü temsil eden Havva, mana ve ruhu temsil eden iskeletin omurgasından olmasa da yine kemikten yaratılmış olmasıdır. Sembol ilminde kemik, mana ve ruhu; et ise maddi yapıyı temsil eder. Demek İnsan manen ve ruhen sıradan bir hayvan olmadığı gibi; maddeten ve sosyal olarak da sıradan hayvanlar gibi yaşayamayacaktır.
Demek binlerce devlet, sosyal kurumlar ve medeniyetin inşası, sanayileşme ve estetik bir hayat seviyesinin gerçekleşmesi, Allah’ın insandan beklediği bir hakikattir.
Bütün İnsanlığın İfadesi Olan Âdem-Havva Gerçeğinin 10 Temel Özelliği:
1) Onun için insan anasını babasını bırakıp eşine sarılacaktır. Ve bir beden olacaklardır. (Tekvin, 2/25) Yani insanı yetiştiren çevresi ve başta iman olmak üzere soyut bilgileri çok önemlidir. Ki biri ana kavramı ile ifade edilmiştir. Diğeri de baba kavramı ile. Fakat bunlardan daha da önemlisi, insanın madde-mana ve kadın-erkek diyalektiğini yaşayıp onları birlikte ve bir beden gibi tevhid ve birlik ilkesi içinde yaşamasıdır.
2) Âdem ile karısı ikisi çıplaktılar; utançları yoktu. (Tekvin 2/26) Yani henüz kötülük ile karşılaşmamışlardı. Dolayısıyla kendi eksikliklerinin farkına varamıyorlardı. Nitekim ilkel insanlarda ve çocuklarda bu gelişmemişlik gerçeğini gözlemleyebiliyoruz. Ayrıca madde de mana da din de devlet de kötülük ve musibet ile denenmeden, test edilmeden çıplaktırlar, eksiktirler.
3) Ve yılan (kötülük-şeytan) önce Havva’ya (maddeye) musallat oldu. Bahçenin ortasında olan ağaçtan yiyin, gözleriniz açılır; o zaman iyi ile kötüyü birbirinden ayırarak Allah gibi olursunuz (Tekvin, 3/1-5). Bakın bu özet pasajda beş temel bilgi var:
a) Yılan ile ifade edilen kötülük problemi. b) Cinsellik ve soyut düşünce ki onun neticesi aile kurmaktır. Hayat cennetinin ortasındaki ağaçtır.
[Ağacın Mahiyeti Hakkında Bir İzah: “Rabb Allah, görünüşü güzel (fizik) ve yenilmesi iyi (kimya) olan her ağacı ve bahçenin (biyosferin) ortasında hayat ağacını (biyolojiyi, cinselliği ve bunun sonucu olan) iyi ile kötüyü bilme ağacını (soyut düşünceyi) yerden bitirdi (Tekvin, 2/9).
Evet, soyut düşünce ve akıl, başta cinsellik olmak üzere insan yeteneklerini bire yüz arttırıyor. Cinselliğin kendisi ise insan aklını ve hayatını sanat seviyesine çıkarıyor. Sıradan bir hayvan olan insanı, soyut algı sahibi olan Allah ve melekler gibi yapıyor. Bütün bunlar ise, aslı günahtır. Fidyesi de sadece İsa yani din ve iman seviyesinde yaşamaktır (Tekvin, 3/22).]
c) Bu sayede insanın gözü açılır; iyi ile kötüyü başka bir tabir ile soyut düşünceyi öğrenir. d) Allah gibi olmak, soyut değerleri anlamak, iyi ile kötüyü bilerek seçebilmek, bunun sonucunda özgür irade ile başta aile ve devlet olmak üzere yeni bir dünya kurmak demektir.
e) Kötülük (yılan) önce Havva’ya (maddi yapıya) musallat olur; o da kanar, onu Âdem'e (manevi yapıya) yedirir. Çünkü madde dişildir, edilgendir, daha çabuk kötülüğün etkisinde kalır.
Kadim kültürlerde yılan; modern çağda mikrop, bütün kötülüklerin sembol ismidir. Mesela; 20. Söz’de, Şeytan Âdeme secde etmedi, ayetinin tefsirinde: Bu mana, mikroptan yılana kadar bütün şerli varlıkların insan türüne hizmet etmemesi ve ona zarar vermesi demektir. Demek bu ayetin manası, evrensel ve gözle görülen bir yasadır. Sadece metafizik, gaybi, münferit bir olay değildir, deniliyor.
[Yılan ve mikrop, bazen faydalı da olsalar, genellikle zararları faydalarından fazladır.]
Bakınız; Tevrat yine nasıl mucizeli bir üslupla bu kötülük problemini ve insanın o kötülüğe karşı kurulan savunma mekanizmasını dile getirmiştir: Ey yılan, seninle kadın (beden) arasına ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına (mesela mikropların DNA’sına) saldıracak ve sen onun topuğuna (temel organlarına) saldıracaksın.
4) Kadın gördü ki; bu ağaç, yemek için iyi bir şeydir; gözlere hoş geliyor, insanı anlayışlı kılıyor. (Tekvin, 3/7)
a) Evet, bilgi ve bilinç ile tanışmak, ergenlikle cinselliği tatmak her ne kadar insanı çocuksu cennetinden çıkarıyor, onu bin bir zorluklarla yüzleştiriyorsa da bunun yukarıda anlatılan birçok güzelliği vardır.
b) O kadar çok güzellikleri var ki; Âdem'e de (manevi yapıya da) yediriliyor.
c) İşte tam da bu safhada, başta çıplaklık olmak üzere insanın birçok eksiği ortaya çıkıyor.
d) Bu safhada insanın ilk işi, incirden (bitkilerden) kendilerine bir elbise yapmasıdır; yeterli olmasa da açıklarını bir derece kapatmasıdır.
e) İkinci aşamada, İlahî (sesleri) bilgileri alacak kadar algıları gelişir. Fakat metinde, Bundan korktular, ağaçlar arasına gizlendiler, deniliyor. Metnin açılımı şöyledir:
Günün serinliğinde (dingin ortamda) bahçede (bir cennet olan hayat alanında) gezinmekte olan Rab (geliştirici) Allah’ın sesini işittiler. Fakat bilinç ormanının arasına gizlendikleri için o mesajı tam kavrayamadılar; çünkü çıplaktılar. Evet, ilkeller birçok yönden eksik olduklarından, İlahî mesaj ve bilgileri tam kavrayamıyorlar.
5) Ey Âdem (manevi insanlık), karının (maddenin) sözünü dinleyip ve asla ondan yemeyeceksin (onun seviyesine inmeyeceksin) diye sana emrettiğim halde bu ağaçtan yediğin için, toprak (yeryüzü) senin yüzünden lanetli oldu. (Tekvin, 3/17)
İşte insanlık tarihinin bugüne dek gelişimini anlatan mucizevî bir ayet! Bu süreç, binlerce savaş, kıtlık ve katliamlarla, bu lanetli olma hükmünü tasdik etmiştir. Özellikle Âdemiyetin son dönemi olan sanayileşmenin yeryüzüne ve çevreye saldığı zehrin tahribatını, bu lanetlenmenin en can alıcı bir numunesi olarak görüyoruz. Âdemiyetin çağlar boyu olan gelişmesinin ana karakterini ise şu gelen ayet, bize gösteriyor:
Ey Âdem, karının sözünü (maddi eğilimleri) dinlediğin ve yasak ağaçtan yediğin için (yani bilgi ve özgürlük ile yeryüzüne hâkim olduğun için) bütün ömründe zahmet çekeceksin; yer sana diken ve çalı bitirecek, ancak alnının teriyle ekmek yiyeceksin. (Tekvin, 3/17)
Bu cümle, insanlığın yerleşik düzene geçtikten sonraki hayatının üç temel özelliğini bize gösteriyor. Şöyle ki:
a) Maddeye ve zenginliğe tutkun bir durum, yeryüzünü bu hale getirdi. Ayrıca nice savaşlara ve zahmetlere sebep oldu ve oluyor.
b) Önceleri yeryüzü geçilmez ormanlarla ve bitkilerle dolu iken; insan Âdem olunca (yerleşik sosyal hayata geçince) artık yeryüzü yeşilliğini yitirdi; genellikle diken ve çalıları ürün veriyor. Ve en sonunda tamamen öyle olacaktır. Çünkü dünya hayatı imtihan için kurulmuştur. İmkânlar çok bol olursa, imtihanın esprisi olan sıkıntı ve meşakkate aykırı olur.
c) Yerleşik düzen, para kazanma, ticaret yapma döneminde, kişi ne kadar zengin olursa olsun alın teri dökmeden ekmek yeme şansı yoktur. Demek Alnının teriyle ekmek yiyeceksin, ifadesi bize ekonominin ruhunu gösteriyor. Ayrıca eğer bu kanuna rağmen bazıları zulüm ile geçinip alın teri dökmüyorlarsa; onlar Âdem (insan) değiller. Kur’an, onları şeytanlarla beraber sayıyor (19/68).
6) Rab Allah, Âdem için ve karısı için deriden kaftan yaptı. Ve onlara giydirdi.
Demek bütün lanetli ve kötü gelişmelere rağmen insan, maddi ve manevi (Âdemiyet ve Havvalık gerçekleriyle) yeryüzüne varis ve halife olacak kadar gelişti. Allah (sonsuz soyut ve manevi yapı) bu sefer ona kaftan (ödül) verdi ve bizzat giydirdi. Evet, Allah’ın bir yansıması olan soyut değerler, başta tekstil olmak üzere insanoğluna sanayi ve teknolojiyi ikram etmiştir.
7) Allah kadına dedi: Madem bu gelişmişlik ve hayat ağacından yedin, zahmetini ve gebeliğini fazlasıyla çoğaltacağım. Ağrı ile evlat doğuracaksın. Arzun kocana olacak; o sana hâkim olacaktır. (Tekvin, 3/16)
Bu ayet, gelişmiş şehir hayatını ve medeniyeti tatmış insanların üç temel özelliğini anlatıyor. Bu özelliklerden hiçbiri çıplak ilkel kabilelerde olmadığından, Avrupalı sosyologlar, Tevrat yanlış söylüyor. Biz gittik gördük, anlatılan bu şeylerin hiçbirisi ilkel insanlarda gözükmüyor, diye dinsiz oldular.
Bu üç özellik şudur:
a) Medeniyet ve şehir hayatında yaşayanların doğumu, çok sancılı geçiyor. Buna mukabil köylü kadınlar, daha az sancı çekiyor; ilkel kabile kadınları doğumda hiç sancı çekmiyor. Demek medeniyet geliştikçe acı ve sancı artıyor.
b) Medeni ve dindar toplumlarda kadının şehveti, ilkellerden daha çoktur. Bunlar, ilkellerden daha çok doğuruyorlar. Ormanda yaşayanların nüfusunun azlığının bir sebebi de budur.
İlkeller, soyut ve somutu algılamadığından, başka bir tabir ile tam bilinçlenmediklerinden, onlarda cinsellik ve bunun sonuçları, cennette yenilmesi yasak edilen ağaçtan yemek manasına gelmiyor; haliyle onlar cennetten kovulmadıkları için acı ve sıkıntı çekmiyorlar.
c) Medeni ve dindar toplumlarda ataerkillik esastır. Buna mukabil ilkel kabile ve klanlarda anaerkillik esastır. Yani hayat öyle dönüyor.
8) Bütün bu gelişmelere rağmen yani insan adeta Allah kadar soyut, manevi ve ebedî değerleri öğrenmişken neden ebedî olarak yaşamıyor, gibi bir soruya mukabil Tekvin, 3/22-24. ayetler mealen şöyle cevap veriyor:
Ve Rab (her şeyi geliştirme hikmetine bağlayan) Allah dedi: İşte, adam (her yönüyle insan) iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden (soyut algıya sahip varlıklardan) biri gibi oldu ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından (hayatın mahiyetini bilmekten) almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye böylece Rab Allah onu Aden (yerleşme) cennetinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı. Ve adamı, (tekdüzelik ve soyut ortamdan) kovdu (diyalektik ortamın yıpratıcı ortamına attı.).
Ve hayat ağacının (ebediyet) yolunu korumak için, Aden bahçesinin şarkına (doğuş ve imkânlar yönüne) Kerubileri (sıkıntı meleklerini) ve her tarafa dönen kılıcın alevini (her tarafta var olan acıları) koydu (Tekvin, 3/22-24).
Evet, Tevrat’ın bu mucizevî metinlerinden de anlaşıldığı gibi; hayatın ebediliği ve benzeri soyut değerler, gözlemlenecek kadar gerçektirler. Buna rağmen, bakıyoruz; başta insan olmak üzere bütün canlılar ölüme ve yokluğa gidiyorlar. Demek bu dünya hayatındaki asıl amaç, burada ebedî kalmak değildir. Çünkü burası rububiyet demek olan gelişme ve imtihan yurdudur. Bu ise bir miktar kapalılığı, ölüm ve musibetlerin varlığını gerektirir. Ve insanoğlu hiçbir zaman hayatın mahiyetini anlamayacaktır. Anlarsa dünyada ebediyet kapısını da açar. Evet, cinsellik ağacından (ki bir dönem, mesela çocuklukta insana yasaktır) yediği için nesiller olarak bir derece ebedileşiyor.
9) Ve adam karısının adını Havva koydu. Çünkü bütün canlıların anası oldu (Tekvin, 3/20).
Bu cümle, biyolojik bir yapının ifadesidir. Çünkü soyut ve manevi değerler demek olan Âdem'in (insanlığın) eşi, aslında maddeden oluşan kimyevî yapılardır. Fakat bu yapılarda o kadar harika ve güzel bir işleyiş var ki; adeta bu camit cansız madde, bir ruh olmuş; ruhanî ve bilinçli bir yapı kazanmıştır.
Havva, canlılığın zürriyetini (DNA’sını) içinde ihtiva eden varlık demektir. Kelimenin kökü, HYY değil de HWY’dir. Fakat bu özellik bütün canlıların anası olan DNA’yı taşıdığından, Havva kelimesi aynı zamanda, yaşayan manasına da gelir. Burada bu kelimeden maksat, sadece insanın kadın kısmı değil de bütün canlı türlerin dişil biyolojik yapısı olduğundan, metinde Bütün insanların anası denmemiş de Bütün canlıların anası, denilmiştir.
Mütercim bu evrensel manayı bilmediği için, bütün canlıların anası deyimini bütün yaşayanların anası, diye çevirmiştir. Çünkü bütün canlıların anası dese, kafasındaki hayali manayı yakalamayacaktır. Fakat Arap dili böyle bir tasarrufa müsait olmadığından, Arapça tercümede Bütün canlıların anası şeklinde doğru olarak çevrilmiştir. Çok ilginçtir ki; insanın DNA’sının bedene bakan yönü 22 kromozomdur. Yani 46 kromozomun 23’ü anadan, 23’ü de babadan geliyor; bunlar bedenin fizyolojik yapısını karşılıyor. Diğer iki kromozom ise, soyut algıya bakıyor. Demek Havva kısmına bakan 22 kromozomdur ki, Havva kelimesinin ebced değeri de 22’dir.
10) Âdem ile Havva’nın nikâhı, Allah, Cebrail ve meleklerin huzurunda kıyıldı, şeklinde bir rivayet, Arap ve Yahudi kaynaklarında bu ifade ile tekrarla anlatılır.[1]
Evet, mana ve maddeyi birleştirip varlığı daha mükemmel bir seviyeye çıkarmak, ancak sonsuz soyut bir bilinç ve irade ile (Allah ile) sonsuz ve hata yapmaz güvenilir bir iletişim ile (Cebrail ile) ve melekler ile ifade edilen birçok farklı fonksiyon ve özelliklerle gerçekleşebilir.
Bu sonsuz ve etkin birleşim gerçekleşmediği zaman Âdem ve Havva çölde şaşkın şaşkın dolaşırlarmış; sonra Arafat’ta (bilgi ve irfan tepesinde) bir araya gelmişlerdir. Havva, Cidde’de defnedilmiş; Âdem, Mekke’de. Cidde, kelime olarak da şehir olarak da gelişme ve kalkınma sembolüdür. Mekke ise maneviyat ve sosyal bilinç şehridir.[2]
Bir Ara Not: İbranice ve Arapça, kardeş lehçe olduklarından diyebiliriz ki; Havva kelimesi, ince ve kıvrak özellikler taşıyan ve insanın ruhanî boyutunu, zürriyetini içine ihtiva eden, dişil madde demektir.
Âdem ise, toprak renginde olan canlı tür manasına gelir. Havva’nın ebced değeri 22’dir, Âdem’in ise 46’dır.[3] Evet, kadın da erkek de 46 kromozomdan bir araya geliyor.[4] Ve 4+6=10 eder, maneviyata bakıyor. 22 ve 2+2=4 ise düzene, maddeye ve maddenin dört köşeliliğine bakıyor. Arapça ve İbranicede ebced harflerinin sayısal değerleri hem tarihî bir gerçektir hem de sayısal değerleri iki dilde de eşittir.
Kur’an’ın Bu Konudaki Hükmü
Kâinat, maddî yönüyle dişildir, edilgendir. Ruhî ve manevî yönüyle yani bilinç yönüyle ilâhîdir, erildir. Ve kâinattaki her maddî oluşun manevî ve ruhî bir yönü vardır. Onun için meleklerden söz eden ayetlerde, eğer asıl anlatılmak istenen, işin maddi yönü ise, dişil kip ve dişil çoğullar kullanılır. Eğer o meleklerin ibadet, tesbih ve manevî yönleri söz konusu ise, eril kipler ve çoğullar kullanılır. Meselâ, meleklerin maddî ve tabiî olayları idare etmeleri dişil kip ile ifade edilmiştir. Allah’a yaptıkları hamd ve ibadet de eril kip ile ifade edilmiştir. Bazı müfessirler bu farkı göremedikleri için, melâike ile ilgili ayetleri mecrasından çıkarmışlardır.
Kâinatın bu temel birliği ile beraber, ondaki ikililiğin de belli ölçülerde bir değeri vardır. Meselâ gayb âleminde meleklerle şeytanlar savaşırlar; maddî boyutta da yıldız kaymaları sembolik olarak o işte kullanılıyor. Meselâ, insan maddî yönüyle bir çamurdur. Fakat ruhî ve manevî yönüyle çok yüce, binlerce beceri ve sanat sahibi, sorumlu bir memurdur. Ve meselâ; insan mucizeyi görüyor, fakat onu tam tersi bir şekilde anlıyor, onu sihir sanıyor. Allah’ı birleyeceğine O’na eş koşuyor. Meselâ insanlar, somut olan dünyayı seviyorlar, öteki âlemleri unutuyorlar. Bunun gibi binlerce örnek gösterilebilir. (Bakınız Saffât, 1-24).
Demek ibadette, hukukta, kişilik ve manevi değerlerde kadın-erkek arasında hiçbir ayırım ve fark yoktur. Ayrıca tevhid ve birlik inancı açısından bakıldığında, birbirinden farklılıklarından dolayı zıtlar diye bilinen bütün varlıklar, bir görünür. Onların birliği, hakikatin birliğinin gereğidir. Ehl-i irfan olan Niyazi-i Mısri’nin ifade ettiği gibi.
* Medeniyetin tarlası ve beşiği olan kadınlarla ilgili Nisa suresinin 1. ayetinin tefsiri:
Kur’an’ın en çok yanlış anlaşılan ayetlerinden biri de Nisa suresinin bu 1. ayetidir. Surenin ve dolayısıyla ayetin birinci derecedeki anlamı, sosyal ve sınıfsal eşitliği özellikle kadın erkek eşitliğini dile getirmek iken; sadece kuru ve hayalî bir biyolojik izah gibi değerlendirilmiştir. Hâlbuki ayet meal ve mana olarak bize diyor ki:
Ey bütün insanlar (fakiriyle, zenginiyle, kadınıyla, erkeğiyle) sizi nefs-i vahide (tür birliği) içinde yaratan ve o türün eşlerini aynı cinsten (yani erkeği kadından, kadını erkekten) yaratan, yani o iki eşten nice erkekler ve kadınlar yeryüzüne dağıttıran Rabbiniz olan Allah’ın geliştirici prensiplerine ayak uydurmamaktan sakının. Ve ismiyle birbirinizden dilekte bulunduğunuz O Allah’ın yasalarını ve hısım akraba bağlarını çiğnemekten sakının. Çünkü Allah, ezelî ebedî olarak üstünüzde murakıptır. (Nisa suresi, 1)
Ayetin sure içindeki dizaynı, kesinleşmiş bir kısım biyolojik bilgiler, bize bu ayeti bu şekilde tefsir ettiriyor. Ayrıca Belagat ilmi ile bakılırsa; meal-i zahiriden maksut manaya geçilebilirse, bu şekilde tefsir etmekten başka bir alternatif mananın olmadığı görülecektir. Ayette iki sefer geçen Allah’tan sakınmak ve Allah ile beraber, başta akrabalık olmak üzere sosyal bağlardan sakınmak, ifadeleri, Allah’ın yasalarını, sosyal bağların prensip ve gereklerini çiğnemekten sakının, manasındadır. Kadim gramer ifadesi ile bu cümlelerde muzaf (tamlanan) mukadderdir, denilir.
Bu ayetin yanlış anlaşılmasının en birinci sebebi, din adamlarının, Tevrat’ın ayetini de ve bu konuda rivayet edilen hadisi de biyolojik bir veri olarak anlamalarıdır. Hâlbuki bu yazıda tekraren gördüğünüz gibi, buradaki mana asla biyolojik ve bireysel bir olay değildir. Evrensel, antropolojik, sosyolojik bir yasadır. Bazıları bu meseleyi biyolojik tarihî bir olay olarak algıladıklarından;[5] haliyle bu mana saçma olarak göründüğünden, hadisi dışlıyorlar. Tevrat’ın metni için de pis Yahudilerin uydurmasıdır, diyorlar.
İkinci İlave İzah: Başta Din Adamları Olmak Üzere Bilim Ehli, Tevrat’ın Özellikle Âdem ve Yaratılış Konusunda Hakkını Yiyorlar. Şöyle ki:
Birinci Safha: Biyolojik Yaradılış: (Tekvin, 1. Baptan)
26Ve Allah dedi; suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde sürünen her şeye hâkim olsun. 27Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah’ın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı. 28Ve Allah onları mübarek kıldı ve Allah onlara dedi: Semereli olun ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun ve onu tabi kılın ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve yer üzerinde hareket eden her canlı şeye hâkim olun. 29Ve Allah dedi: İşte, bütün yeryüzü üzerinde olup tohum veren her sebzeyi ve kendisinde ağaç meyvesi olup tohum veren her ağacı size verdim; size yiyecek oldu. 30ve yerin her hayvanına ve göklerin her kuşuna ve kendisinde hayat nefesi olup yeryüzünde sürünen her şeye, bütün yeşil otu yiyecek olarak verdim ve böyle oldu...
Bu beş ayetlik pasajda beş anahtar kavramı açarsak, meselenin ilk adımı anlaşılmış olur:
1) İnsan yapalım... Bu kavram, toplumsal yaşama elverişli bir tür yaratalım, demektir. İnsan kelimesi, birbirini tanıyan, grup olarak yaşayan varlık demektir. Tevrat’ın burada insan kelimesi yerine adam veya Âdem kelimelerini kullanmaması, onun bir mucizeliğidir.
2) Suretimize, benzeyişimize göre... Bu iki kelime der ki: Evet, toplumsal hayat yaşayan başka birçok tür varsa da onlarda üst korteks yani soyut algı yani Allah gibi; eşyaya egemen olup idare etme özelliği olmadığından; insan türü, müstesna bir tür olarak yaratılış zincirinin tepesinde durur. Suretimizde kelimesi, soyut algıyı sağlayan bir beyne sahip olmak demektir. Benzeyişimize göre, kelimesi ise bu beynini çalıştırmasına göre; yani ne kadar çok çalıştırırsa o kadar çok soyut algısı gelişir. Bu durum, Allah’ın bir özelliği olan sonsuz algıya kadar gider.
27. ayette geçen, Allah, insanı kendi suretinde yarattı, deyimi, biyolojik yaradılışın ifadesidir. Onu Allah suretinde yarattı, cümlesi ise, bu soyut algısının sonsuza dek gelişebileceğine işarettir. Çünkü daha sonra da göreceğimiz gibi Allah kelimesi, sonsuz soyut varlığın ismidir.
3) “Onları erkek ve dişi olarak yarattı.”
Evrim sürecine göre yaradılışı anlatan bu 1. babın, diğer türlerin yaradılışı bahsinde değil de insan bahsinde eşeyliği vurgulaması, çok önemli biyolojik bir bilginin ifadesidir. Der ki; ilk türlerde eşeylik çok net değildir. Hayat yukarıya doğru yükseldikçe bu eşeylik netleşir; insana gelince tam ve mükemmel şeklini bulur. Onun için din, erkeğin kadınlaşmasını veya kadının erkekleşmesini hoş karşılamaz. Çünkü bu bir gerilemedir.
4) “Ve Allah onlara dedi: Semereli olun ve çoğalın yeryüzünü doldurun ve onu tabi kılın.”
Bu cümle de insanın yeryüzündeki mucizevî popülâsyonunu ve gittiği her yerde bütün ilkelliklerine rağmen en egemen tür olmasını ifade ediyor. Demek Tevrat, Allah’ın bilgisidir. Çünkü binlerce antropolojik ve genetik araştırmalardan sonra, insanlığın karanlık çağlardaki bu durumu ancak anlaşılabilmiştir.
5) Tarihte insanlık iki şekilde beslenmiştir. Birincisi avcı-toplayıcılık ile; diğeri düzenli tarım ve hayvancılık ile. İşte 26. ve 28. ayetler, birinci dönemi anlatıyor. 29 ve 30. ayetler de ikinci dönemin ifadesidirler.
Bu gibi incelikleri bilmeyenler; laf olsun, Yahudiler gururlansın, diye Tevrat sürekli tekrar yapıyor; diye sanabilir. Fakat işin gerçeği anlaşılınca her bir cümlenin ve her bir kelimenin ayrı mucizevî bir manasının olduğu görülüyor.
İnsanlığın 2. Aşaması İlk Medeniyet Filizleri (2. Baptan)
5Ve henüz yerde bir kır fidanı yoktu ve bir kır otu henüz bitmemişti; çünkü Rab Allah yerin üzerine yağmur yağdırmamıştı ve toprağı işlemek için adam yoktu; 6ve yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı. 7Ve Rab Allah yerin toprağından adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu. 8Ve Rab Allah şarka doğru Aden’de bir bahçe dikti ve yaptığı adamı oraya koydu.
Birinci Bap, insanın biyolojik ve sosyolojik yaradılışını anlatırken; İkinci Bap, insanın psikolojik yapılanmasını anlatıyor. Hemen hatırlatalım ki; bu dönemler, kronolojik ve peş peşe değiller. Aşamalar şeklinde iseler de aynı zamanda iç içedirler. Bu 2. aşamanın da bazı kavramlarını bir miktar açarsak mesele inşallah netleşir; şöyle ki:
“Henüz yerde bir kır fidanı yoktu ve bir kır otu yoktu. Çünkü Rab Allah yerin üzerine yağmur yağdırmamıştı. Ve toprağı işlemek için adam yoktu.” Burada henüz kır fidanı, kır otu yoktu, deyimi der ki: İlk başta insanlık (Homosapiens) yaratılmış; fakat henüz onda hiçbir psikolojik filizlenme ve soyut değerleri algılama olmamış idi. Bu gibi duyguların gerçekleşmesinin sonucunda insan türü, daha sonra kafasını çalıştırıp yeryüzünü işletecek duruma gelecek idi...
Bu dönemde henüz bilgi ve din yağmuru yok; fakat ihtiyaçların buğusu sonucu yeryüzü ıslanıyor, manen kurak olmaktan kurtuluyor. İnsan bu ihtiyaçlar sayesinde hayvan olmaktan çıkıp adam oluyor. Adam (insan) artık soyut manaları az da olsa bilen bir varlıktır.
Bu babın 7’den ta 25. ayetine kadarki ifadeleri, adamın şu yedi özelliğini bize izah ediyor:
1) Yerin toprağından olmak. (Toprağa bağlı yaşamak.)
2) Burnuna hayat üflenmek. (Dışarıdan bilgi alabilme yeteneğine sahip olmak.)
3) Adam yaşayan can oldu; (sosyal kollektif bir hayata sahip oldu.) (Ayet, 7)
4) Aden bahçesine yerleşti… Hiçbir derdin olmadığı, iyilik ile kötülüğün bilinmediği çocuksu bir hayat dönemi yaşadı. Fakat ergenlik çağına gelindiğinde iyilik ile kötülük bilinince, insan bu gibi kavramları öğrenince, bir nevi cennet olan çocukluk hayatı ölür. (Ayet, 8)
5) İnsan o kadar çocuktur ki henüz iyilik ile kötülük kavramını bilmiyor. Fakat yine de sıradan bir hayvan değil; artık adamdır: (fiziki olarak yetişkin bir insandır.) (Ayet, 17)
6) Adam da karısı da (insanın erkeği de kadını da) çıplak idi; utançları yoktu. İyilik ile kötülüğü bilmedikleri gibi çıplaklığın da ne demek olduğunu bilmiyorlardı, dolayısıyla utanma duyguları yoktu. (Ayet, 25)
7) Âdem her varlığa ve canlıya ad koydu. Yani insan artık çıplaklık da kötülük de dâhil her kavramı biliyor. Onun için ismi artık adam değil de soyut değerleri bilen insan demek olan Âdem oluyor. (Ayet, 20)
Bu ayet, insanlığın ilk çocukluk döneminde dilleri yeni yeni öğrenmesinin ifadesidir. Bu ifade, 19. ve 20. ayette iki sefer tekrar ediliyor. Birincisi, imtihan, gelişme ve ilk baştaki öğrenmenin hakikatini anlatıyor. İkincisi ise dillerin son oturmuş halini anlatır. Bu düzen der ki; medeniyetin ve Âdemiyetin ilk temeli ve mucizesi olan diller ilk başta oluşmuş; fakat o medeniyet ve Âdemiyetin gerçekleşmesi için henüz bir altyapı (Havva) yoktu. Bu da olursa artık insanlık Âdemiyete (soyut bilgilere dayalı olan medeniyete) doğru terakki edecekti.
Hulasa; 2. Bap, insanlığın hayvanlıktan ayrıldığı fakat henüz yeryüzünü işletecek seviyeye gelmediği, yani henüz Aden cennetinden (çocukluk döneminden) çıkamadığını anlatıyor. Ve o kadar mucizevî olarak anlatıyor ki; antropoloji ilmi bu izahın yanında zayıf kalıyor: Allah, içinden çıktığı toprağı işlemek için Adamı Aden bahçesinden (cennet gibi olan çocukluk aşamasından ve doğal ortamdan) kovdu. (2/23)
Aden kelimesi oturmaya ve yaşamaya çok elverişli yer demektir. Bu gibi bahislerde hiçbir özel isim olmadığı gibi bu kelime de özel bir isim değildir. Zaten metinde bu doğal hayat bölgesinin dünyevi dört nehir ile sulanması, bu mananın yani bu cennetin uhrevi cennet olmadığının en açık bir delilidir. Evet, maden kelimesi bu kökten gelir. Cevherlerin rahatça yerleştiği yer demektir.
Önemli Bir Hatırlatma: Dinde, hukukta ve edebiyatta adam kavramı, erkeğe şamil olduğu gibi; çocuklara da kadınlara da hatta ana karnındaki cenine de şamildir. Bu kavramı erkeğe tahsis etmek ve onun yerine insan kelimesini koymak, bilim insanları demek, kültürel bir yozlaşmadır; çocukluktur, dinin ve kültürün alfabesini bile bilmemektir.
Bu babın 18-22. ayetlerinde anlatılan ve son derece yanlış anlaşılan; kadının adamın kaburgasından yaratılmasının geniş izahını bu yazıdan hemen sonra gelen Âdem ve Havva Kavramı yazısında okuyabilirsiniz. Özeti şudur: Adam insanlığın psikolojik ve sosyolojik yapısı demektir. Fakat bu soyut ve manevi yapının gelişmesi için henüz maddi bir alt yapı yoktu. İşte o alt yapının ismi Havva’dır. Ayrıca bu meselenin ruh ve mana (Âdem); beden ve madde (Havva) olarak da geniş bir izahı vardır.
3. Safha Ademiyet Safhası (3. Baptan)
21Ve Rab Allah Âdem için ve karısı için deriden kaftan yaptı ve onlara giydirdi. 22ve Rab Allah dedi: İşte, adam iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden biri gibi oldu ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye – 23böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden kendisinin içinde alındığı toprağı işlemek için çıkardı. 24Ve adamı kovdu ve hayat ağacının yolunu korumak için, Aden bahçesinin şarkına Kerubileri, her tarafa dönen kılıcın alevini koydu.
Birinci Bapta gördüğümüz gibi; genel insanlığın iki temel özelliği ve safhası vardı. Ve İkinci Bapta gördüğümüz gibi; adam olma döneminin de altı temel niteliği vardı. Bu Üçüncü Bapta anlatılan Âdem olma döneminin ise, şu beş temel özelliği var; şöyle ki:
1) Allah’tan (soyut algı sayesinde) giysi ve kaftan (değerli elbise) yapmayı öğrenmişler. Bu giysi sanatı o kadar mucizevî bir şeydir ki; adeta Allah bizzat kendisi giydirmiştir. (Ayet, 21)
2) Artık insanlık iyi ile kötüyü ayırt edebilir hale yani sorumluluk taşıyacak yaşa gelmiştir. (Ayet, 5)
3) Geçim derdi, doğum derdi ve benzeri bin bir sorumluluğun getirdiği stres ile bireysel ölümü hak ediyor. Ve ölüm kavramını öğreniyor. (Ayet, 17-19)
4) Artık sıradan bir canlı olan adam, Aden bahçesinden (hiçbir derdin olmadığı ortamdan) kovulmuştur. 5) Ki, bundan böyle toprağı (yeryüzünü) işletsin. (Ayet, 23)
[Bu kavramların biyolojik, sosyolojik ve ontolojik izahı için sizleri yine Âdem ve Havva Kavramı isimli yazıya yönlendirmek zorundayım.]
İnsan Âdem de olsa, yani dilleri bilen, giyinen, Allah’tan bilgi alan seviyeye gelmiş de olsa, eğer henüz yeryüzünü işletemiyorsa, yeryüzünü işletmenin bin bir sıkıntısını çekmemiş ise o daha tam Âdem olmuş sayılmaz. O henüz çocuktur yani adamdır.
İşte Tevrat, 3. Bap, Âdemiyeti anlatırken birden son ayette, Allah, adamı, içinden çıktığı toprağı işletsin diye onu Aden cennetinden kovdu, (ayet, 23) demesi, bu önemli farkı vurgulamak içindir. Ve o gün için bir mucizedir. Bu 23. ayetten sonra 24. ayet, insanlığın çektiği sıkıntıları anlatır. Bu sıkıntılar her ne kadar onu ölümlü bir varlık yapıyorsa da onun Âdem olması için vazgeçilmezdir. Yoksa ebedî olarak çocuk kalacaktır.
İnsanlığın 4. Safhası: Bap 4
Âdem (bütün bu soyut yapılar) karısı (yardımcısı) Havva’yı (bütün maddi imkânları) bildi: (kullandı.) Ve bir diyalektik süreç içeren medeniyet doğdu: Habil ve Kabil ve onların devamı. Bu safhanın izahı için ise, daha önce yazdığım kısa bir yazıyı buraya alıyorum.
Geleneğin Oluşması ve Kırılması
Varlık, somutlaşmak ve soyut manalar üretmek için birkaç milyar yıl çırpındı, silkelendi, sonunda canlılığı ve soyut duyguları üretmek üzere biyolojik hayatı doğurdu. Bu biyolojik hayat süreci dahi birkaç yüz milyon sene gelgitler yaşayarak insanoğlunu meyve verdi.
Son yüz bin senedir, fizyolojik olarak insanoğlu çok değişmedi. Fakat 15 ila 30 bin seneden beri insanlık Âdemiyet sürecine girmiştir. Özellikle son buzul çağından sonra. Yani son 10 bin seneden sonra. Hadiste var ki: Âdem buz dağından indi. (Taberi Tarihi) Bu 10 bin yıllık âdemiyet, büyük semavi dinlere mazhar olmadan önce dört büyük oğula sahip oldu.
- Hâbil (kırsal göçebe nesiller)
- Kabil (şehirli yerleşik nesiller)
- Şit (maneviyat ve velayet sahibi nesiller. Şit, etimolojik olarak, olağanüstülükler gösteren nesil demektir.)
- İdris (bilim ve fen ehli nesiller. İdris, çok ders veren bilge demektir. Batı dillerinde buna Hermes derler.)
Bu hakikatin yani İdris gerçeğinin Kitab-ı Mukaddes'teki ismi, Ehnuh (Enoş)tur. Yani Nuh’un kardeşi. Evet, bilim, peygamberliğin kardeşidir. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 5. babın başında bu dört hakikati izah eden 4. babı özetleyerek Âdem'in zürriyetinin kitabı budur, demekle, evrensel bir mucizeyi göstermiş oluyor. Hanuk ismiyle şehirliliği, Tubal-Kâin ismiyle Tunç ve Demir çağlarını, Yabal ismiyle göçebeliği, Şit ile inancı ve maneviyatı, Eh-nuh ile bilim çağını anlatıyor. Siz de dikkatlice okursanız bunları görürsünüz. Evet, insanlığın bu dört kardeş kavramı; değişik isimler, değişik putlar, değişik figürler olarak bugüne kadar gelmişlerdir. Çok ilginçtir ki, İdris (Ehnuh) Şit'in oğlu yani Âdem'in torunu olması, bilimin insanlıktan ve soyut inançtan sonra gelişen bir hakikat olduğunu bize gösteriyor. Bunlardan sonra, insanlığın sonsuzluğu ve soyut değerleri anlayabileceği bir dönemde semavi dinler geldi. İnsanlık tam Âdem oldu. Fakat bu dört karakter yine de dünyada egemenliklerine devam ediyorlar.
Mesela: Musevilik daha çok, İdris ve Kabil karakterlidir. Onun için Maide suresi, ayet 31–32, Kabil kıssası ile Beni İsrail’in katil cezasını peş peşe anlatıyor. Evet, Kitab-ı Mukaddes'in üç bap içinde 5 kere Âdem'i, 3 kere Kabil'i, 2 kere göçebeliği, 2 kere Şit ve Ehnuh'u (tercümelerde Enoş'u,) Hanuk'u, Yarad'ı, Lamek'i tekrarla anlatması ve sonra Beni İsrail neslini Şit peygambere dayandırması, bunların arketip kavramlar olduğunu gösteriyor.
Evet, Beni İsrail (dindar, medeni millet) ancak Şit (maneviyat) ile Beni İsrail olabilirler. Fakat karakterleri İdris ve Kabil’dir. Osmanlı ve Abbasilerde de bu yasa böyle tecelli etmiştir. Hıristiyanlık ise tamamıyla Şit (ruhanilik) ve Habil karakterini simgeliyor. Kuzu ile temsil ediliyorlar. Ki Hıristiyanlık daha önce mazlumların dini idi. (Yahudileşmeden önce…) Diğer Asya medeniyetleri de insanlığın bu dört karakterinden birini esas almışlardır. Mesela: Hint Şit'i; Çin ve Yunan İdris’i, Mısır Kabil’i, Arabistan Habil’i…
Buraya kadarki yazılanlar önbilgi idi. Şimdi sadede geçiyoruz. İşte: Yunan’ın kadim döneminde bilgiyi, maddeyi ve dişiliği temsil eden bir putları vardı. Evet, Doğu ile Batı’yı evlendiren ve iki güç sahibi (Zülkarneyn) manasına gelen Büyük İskender dönemi hariç, Yunan’da bilgelik, maddi gelişme ve dişilik (edilgenlik–doğurganlık) karakterleri hep devam etmiştir. Sonra Roma dönemi, sadece maddeyi esas aldı, bilgelik ve doğurganlık kayboldu.
Ve yine maalesef tamamıyla ruhani olan Hıristiyanlık Roma’yı ve Bizans’ı elde edince, skolâstik eğitim sebebiyle bilgelik tamamıyla kayboldu. Avrupa tamamıyla karanlığa girdi. Ve bu karanlıktan kurtulmak için haçlı seferleri yapıldı. Kaderin ilginç bir tecellisidir ki; bu seferlerin son döneminde bilge, güçlü bir grup (Tapınak Şövalyeleri) gelip Kudüs’e yerleştiler. Daha önce Filistin’de yaşanılan Yahudi birikimini ve Müslümanların dini ve maddi yükselişlerini öğrendiler. Bunlar, Hıristiyan oldukları halde Kilisenin yaptıklarının tam tersini yaptılar:
Kilise bilimi kabul etmiyor, cinselliği yadırgıyor, zenginliği beğenmiyordu. Çile çekmeyi esas alıyordu. Bunlar ise tam tersini yaptılar ve sapıklık derecesinde aşırı gittiler; lezzet ve zenginlik uğruna o günkü Avrupa kültüründen koptular. Bunların şifresi “Bacomet” idi. Bu da Yahudi alfabesine göre Sofya (bilim) ile eşdeğerdir. Bunlar Kilisenin aksine İsa’ya değil de Meryem’e tapıyorlardı; bazen de şeytana…
Ben bu bilgiyi elde ettikten sonra Carl Jung’un, Hıristiyanlığın bir ayağı eksiktir. Allah (mükemmel hayır), İsa (din) ve Ruhul-kudüs (ruhanilik) üçlemesi yerine dörtleme olmalı, maddeyi, dişiliği, başka bir ifade ile kötülüğü ve şeytanı temsil eden Meryem (insan) de olmalı, sözünü anladım. Matta İncili’nin 16. babının işaret ettiği gibi İsa’nın maddi Avrupa ile olan evrensel ilişkisini; başka bir tabir ile Mecdelli Meryem ile bağını anladım. (Jung’un Din Psikolojisi ve Şeytan Arketipi çalışmalarına bakabilirsiniz.) Evet, ancak bu evrensel açıklama ile bir kısım apokrif İncillerin İsa Mecdelli Meryem ile evlendi, rivayetinin anlamı anlaşılabilir; bilimsel bir gerçeklik ifade eder. Evet, Avrupa Meryem’dir, maddedir, şeytandır ve Mecdellidir. (Serbest piyasa ve rekabet alanıdır. Mecdel, mücadele ve rekabet alanı demektir.) Gerçekten İsa, 2000 senedir Avrupa ile evlidir. Ondaki materyalizm şeytanını dışarı çıkarmaya çalışıyor.
Yine bu evrensel İlahi yasalar sayesinde, Maide suresinin, İnsanların bir kısmı İsa’yı (dinin şeklini) put ediniyorlar, bir kısmı da Meryem’i (maddeyi, bilimi ve kötülük kavramını) put ediniyorlar, mealindeki ayetin evrenselliği çağlar üstü bir mucize olarak ortaya çıkıyor. (Maide, 116,120) Yoksa çok açık bir çelişki olur. Çünkü Hıristiyanlar tarihte Meryem’e tapmamışlardır.
Bakın geldik 20. asra… Kilise ve Asya dindarları, dinin şekline tapıyor. Buna mukabil, başta Masonluk olmak üzere seküler dünya da maddeye ve bilime tapıyor. Ve insanlık, hiçbir asırda görülmedik bir buhran yaşıyor. Aile anarşizme; hayat ve çevre, toksinizme teslim oluyor. Demek çıkış yine kadim kavramlara geri dönmektedir. Şöyle ki:
Âdem (insanlık) ve Şit (din, inanç ve vahiy bütün değerleri ile) dirilmelidirler. [Âdem 130 yaşında Şit'i doğurdu. Evet, vahyi temsil eden Qul kelimesinin sayısal değeri 130’dur. Demek insanlık, ancak vahiy ile mükemmel Âdem olabilir. Fakat bu vahyin de bozulmaması için, İdris ile ifade edilen bilim, merceklerini insanlıktan ayırmamalı. Ve bu iki temel değerin düzgünce yaşanabilmesi için, kırsal ve şehir ekonomileri de olmalı, rekabet ve ilerleme gözetilmeli.]
Maalesef Kilise, İncil'in en çok kınadığı Ferisilik mezhebinden daha çok ferisi olmuştur. Ve peygamberlikle, soyut değerlerle asla alakası olmayan materyalizm deccalı, İsa’nın yerini almıştır. İşte insanlık tarihinde en büyük kırılma budur. Meleğin şeytan olması, karanlığa aydınlık denmesi…
İngiltere’deki St. Edmund's Church Kilisesinin Masonlar işaretlerine dayanarak diyebiliriz ki: Masonlar, Çağdaş Mabed Şövalyeleridir. Onlar ve seküler fakat dinlere saygılı çevreler, ABD’yi ve teknoloji devletini kurmakla bunu düzeltebileceklerini sandılar; Süleyman’ın yolunda olduklarını söylediler. Fakat işin tedavisi pansumandan öteye geçemedi. İsa’nın ruhaniliği ve İdris’in bilimi bir araya getirilemedi; melekût (sonsuzluk, ebedilik ve ahiret) elde edilemedi.
Başını Seyyid Hüseyin Nasr’ın çektiği 20. asrın gelenekçileri dahi, bilimden kaçtıkları için, gelenekçi olmadıkları gibi, Orta Çağın skolâstik felsefesi içinde batmışlardır. Yoksa eğer gerçek gelenekçi olsalardı, insanlık bu kadar materyalizm sıtmasını çekmeyecekti. İşte maalesef, bu materyalizmin deliliği ile Avrupa Kabil'i kalktı, Asya Habil’ini öldürdü. Yani maneviyatın eksikliği ile aile ve maneviyat yıkıldığı gibi; bilimin ruhanilikten ayrışmasıyla da çevrenin canlılığı öldü. Kitab-ı Mukaddes'e göre, tunç ve demiri ve bütün keskin silahları yapan, bu ikinci Kabil’dir. İlk Kabil bire yedi intikam alırken, bu sonraki Kabil bire yetmiş yedi kere intikam alıyor. (Tekvin, 3)
“Rab, Kabil'e dedi: Kardeşin Habil nerede? O dedi: Bilmiyorum, onun bekçisi miyim? Rab dedi: Sen ne yaptın! Kardeşinin kanı topraktan sesleniyor: ‘Sen ey Kabil toprağın bereketinden mahrum kalacaksın.’ Toprak seni yutmak için ağzını açmış; sen toprağı işlediğin zaman artık o sana kuvvet (rızık) vermeyecektir.” (Bakınız: Tekvin, 4, 3–12)
“Onlar şeytanların Süleyman’ın iktidarına benzetmeye çalıştıkları bir iktidara uydular. Süleyman bu saltanatla kâfir olmamıştır. Fakat bu şeytanlar kâfir oldular. Harut (karakedi) büyüsüyle aileyi ve Marut (karayılan) büyüsüyle de çevreyi bozuyorlar. (İnsanlara zarar veriyorlar.) Fakat ancak Allah (sistemin sonsuzluğu) izin verirse, onlar zarar verebilirler. Satın aldıkları bu büyülü saltanat (medeniyet) ne kötü şeydir! İlim ehli olsaydılar, bunu bileceklerdi.” (Bakara, 102)
Demek bize 5’li bir sistem gerektir. Bunlar elin beş parmağı gibi birbirinden ayrılmamalı! İşte: İsa+Dört Kardeşi: (Matta, 12. bap)
[Kilise tevatürüne göre tarihi İsa’nın kardeşleri yoktur. Demek İncil'in İsa’nın kardeşleri diye bu isimleri sayması, evrensel manalarıyladır. Zaten İncil'in geneli de evrensel İsa’yı anlatıyor. Ve bu mananın kaybıyla gelenek ağır bir darbe almıştır. Evet, İsa (vahiy, kelam, din, melekût), Petrus (Avrupa medeniyeti), Yahuda (Yahudi medeniyeti), Yusuf (İslam medeniyeti), Yakub (çilekeş genel medeniyet.)]
İnsanlığın 5. Safhası, Manevi ve Mistik Hayata Sahip Olduğu Dönemdir.
Bu manevi dönemi, 5. babın şu sekiz ayetinin şerhi içinde gözlemleyebiliriz; şöyle ki: “Âdem zürriyetinin kitabı (kategorik anlatımı) budur.” (Bu 4. Bapta geçen izahtır.) Yani insanlık soyut değerleri öğrenmiş; şehirli ve kırsal iki sınıfa ayrılmış, şehirliler (Kain) kırsal sınıfı (Habil'i) ortadan silince, Allah, Âdem'e (insanlığa) bu sefer Şit'i (maneviyatı ve mistik yönü olan bir nesil) verdi. Ondan da Enoş (İdris, bilimci bir nesil) doğmuştur. İnsanlık maneviyat ve bilimi elde edince Allah’a iman başlamıştır. Tevrat, bu üçlü aşamayı, Âdem, (insan) Şit (maneviyat) ve Enoş (İdris) kelimeleri ile ifade etmiştir:
Allah, Âdem'e yeni bir oğul verdi. Adını Şit koydu. Onun da bir oğlu oldu; adını Enoş koydu. Rabbin ismini o zaman çağırmaya başladılar. (4/25-26)
[Demek insanlık (ademiyet), soyut ve manevi değerler (Şitlik) ve ilimler (İdrislik) bilindikten sonra ancak, Allah ve Allah’ın yetiştirmek ve geliştirmek üzere yaptığı yaratma işi anlaşılır. Ve ancak o zaman sağlıklı bir iman ortaya çıkar.]
4. Bapta anlatılan kategorik nesil, henüz tamamen dindar ve medeni (Âdem) olmadıkları ve bir derece ilkel yani çocukluk döneminde oldukları için, Tevrat, Âdem bahsi içinde, adam kavramını bir daha izah ediyor.
Bu değişiklik der ki; bu dönem, psikolojik ve sosyal olarak her ne kadar çocuksu bir dönem de olsa, insan türü, biyolojik ve beyin olarak soyut değerleri öğrenebilecek ve neslini devam ettirebilecek yetenektedir. Onları erkek ve dişi olarak yarattı, ifadesi çoğul kipi ile bize der ki; ilk insanlar bir sürüdür, sadece bir erkek ve kadından ibaret değiller.
“Allah adamı yarattığı günde onu Allah benzeyişinde (soyut değerleri öğrenebilecek pozisyonda) yaptı. Onları erkek ve dişi yarattı. (Nesillerini devam ettirebilecek yapıda yarattı.) Ve onları mübarek (sosyalleşmeye elverişli) kıldı. Ve onları yarattığı günde onların (kadını ile erkeği ile çocuğu ile) adını Adam (insan türü) koydu.” Ve Âdem (soyut değerleri öğrenen insan) 130 yaşında (dilleri öğrendiğinde)[6] kendi benzeyişinde (onun gibi soyut değerleri bilen) bir oğul babası oldu. Adını Şit (olağanüstü maneviyat sahibi kişi) koydu. Şit’in babası olduktan sonra Âdem'in günleri 800 yıl oldu.”
Geniş İzahat İçin, bizim kitaplarda ve İnternette yayınlanan Dini Bilgilerin Başına Gelenler isimli yazımıza bakın.
Bu yazının başından buraya kadarki izahlardan anlaşılan, başta müsteşrikler olmak üzere bilim ehli ve manevi soyut değerleri takdir etmeyen siyasal İslamcılar, Tevrat’ a, İncil’e ve Kur’an’a bakarken, sarhoş ve uyku hali ile bakıyorlar. Evet, bütün bilimsel ve teknik gelişmelere rağmen günümüz insanı, varlık ve hayatta hakikati ve güzelliği eğer görmüyorsa, çok derin bir sarhoşluktan dolayıdır. Yoksa her şey ve her konu çok net ve berraktır.
26.07.2025
Bahaeddin Sağlam
Kaynakça:
1- İnternet Felsefe Ansiklopedisi, Kant ve Hume Maddeleri
2- Sokrates Journal Interdisciplinary Social Studies
3- Revan Cabaka, Video: Kant Hayatı, Eserleri ve Felsefesi
4- Tevrat da Mucizedir, Bahaeddin Sağlam
5- İşaratül-İ’caz, Bediüzzaman Said Nursi
[1] M.E.B İslam Ansiklopedisi
[2] Demek senedi çok zayıf rivayetlerin dahi çok mucizevî manaları vardır.
[3] İnsanın maddî-manevî, bedenî-ruhî yönüne dikkat çektiren Kur’an’ın 22. suresinin 46. ayeti başlı başına bir mucizedir. Evet, insan maddî yönden fanidir; fakat Âdemî (insanî, dinî) yönden ebedîdir. Ayet, mealen şöyle diyor: Onlar bu çürüme ve yok olma riskini yenecek idrak, akıl ve kalb sahibi olabilmek için neden dünyada göç ve seyahat etmediler? Çünkü maddî gözlerin körlüğü, gerçek körlük değildir. Gerçek körlük gönüllerdeki idrak merkezlerinin körlüğüdür.
[4] Âdem (insan) 46 kromozomludur, yani maddenin pozitif-negatif iki yönünü, yani iki adet 22’yi içinde taşımakla beraber ilaveten iki kromozoma daha sahiptir ki; bu iki kromozom remzen insandaki soyut algılama duygusunu karşılıyor. Evet, canlı türler içinde soyut değerleri bilen, geçmiş ve geleceği yaşayabilen, farklı maddî âlemleri birleştirip, soyut ve başka bir boyuta çıkabilen tek tür, insan türüdür. Erkeği ve kadını ile…
[5] Buhari, Nikâh 79; Müslim, Reda 65; Tirmizi, Talak 12; Darimi, Nikâh 45; Ahmed İbn Hanbel, II, 428, 449, 530; V, 164
[6] Arapçada konuş manasına gelen ve dillendirmekten kinaye olarak kullanılan “Qul” kelimesinin ebcedî (sayısal) değeri 130’dur.