***
NAHL SÛRESİ - 10. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
أَتَى أَمْرُ اللَّهِ فَلَا تَسْتَعْجِلُوهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (1) يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنْذِرُوا أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاتَّقُونِ (2) خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ تَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (3) خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ (4) وَالْأَنْعَامَ خَلَقَهَا لَكُمْ فِيهَا دِفْءٌ وَمَنَافِعُ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (5) وَلَكُمْ فِيهَا جَمَالٌ حِينَ تُرِيحُونَ وَحِينَ تَسْرَحُونَ (6) وَتَحْمِلُ أَثْقَالَكُمْ إِلَى بَلَدٍ لَمْ تَكُونُوا بَالِغِيهِ إِلَّا بِشِقِّ الْأَنْفُسِ إِنَّ رَبَّكُمْ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ (7) وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمِيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزِينَةً وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ (8) وَعَلَى اللَّهِ قَصْدُ السَّبِيلِ وَمِنْهَا جَائِرٌ وَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ (9) هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لَكُمْ مِنْهُ شَرَابٌ وَمِنْهُ شَجَرٌ فِيهِ تُسِيمُونَ (10) يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالْأَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (11) وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (12) وَمَا ذَرَأَ لَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُخْتَلِفًا أَلْوَانُهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ (13) وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُوا مِنْهُ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (14) وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (15) وَعَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ (16) أَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (17) وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ اللَّهَ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (18) وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تُسِرُّونَ وَمَا تُعْلِنُونَ (19) وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَا يَخْلُقُونَ شَيْئًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ (20) أَمْوَاتٌ غَيْرُ أَحْيَاءٍ وَمَا يَشْعُرُونَ أَيَّانَ يُبْعَثُونَ (21) إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ قُلُوبُهُمْ مُنْكِرَةٌ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ (22) لَا جَرَمَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِرِينَ (23) وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ مَاذَا أَنْزَلَ رَبُّكُمْ قَالُوا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ (24) لِيَحْمِلُوا أَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَمِنْ أَوْزَارِ الَّذِينَ يُضِلُّونَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ أَلَا سَاءَ مَا يَزِرُونَ (25) قَدْ مَكَرَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَأَتَى اللَّهُ بُنْيَانَهُمْ مِنَ الْقَوَاعِدِ فَخَرَّ عَلَيْهِمُ السَّقْفُ مِنْ فَوْقِهِمْ وَأَتَاهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَ (26) ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يُخْزِيهِمْ وَيَقُولُ أَيْنَ شُرَكَائِيَ الَّذِينَ كُنْتُمْ تُشَاقُّونَ فِيهِمْ قَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ إِنَّ الْخِزْيَ الْيَوْمَ وَالسُّوءَ عَلَى الْكَافِرِينَ (27) الَّذِينَ تَتَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ فَأَلْقَوُا السَّلَمَ مَا كُنَّا نَعْمَلُ مِنْ سُوءٍ بَلَى إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (28) فَادْخُلُوا أَبْوَابَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا فَلَبِئْسَ مَثْوَى الْمُتَكَبِّرِينَ (29) وَقِيلَ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا مَاذَا أَنْزَلَ رَبُّكُمْ قَالُوا خَيْرًا لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَلَدَارُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتَّقِينَ (30) جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ لَهُمْ فِيهَا مَا يَشَاءُونَ كَذَلِكَ يَجْزِي اللَّهُ الْمُتَّقِينَ (31) الَّذِينَ تَتَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ طَيِّبِينَ يَقُولُونَ سَلَامٌ عَلَيْكُمُ ادْخُلُوا الْجَنَّةَ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (32) هَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا أَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلَائِكَةُ أَوْ يَأْتِيَ أَمْرُ رَبِّكَ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللَّهُ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (33) فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا عَمِلُوا وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (34) وَقَالَ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا عَبَدْنَا مِنْ دُونِهِ مِنْ شَيْءٍ نَحْنُ وَلَا آبَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ دُونِهِ مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ (35) وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللَّهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُ فَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ (36) إِنْ تَحْرِصْ عَلَى هُدَاهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ يُضِلُّ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (37) وَأَقْسَمُوا بِاللَّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَا يَبْعَثُ اللَّهُ مَنْ يَمُوتُ بَلَى وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (38) لِيُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي يَخْتَلِفُونَ فِيهِ وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّهُمْ كَانُوا كَاذِبِينَ (39)
***
إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَنْ نَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (40) وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (41) الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (42) وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (43) بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ (44)
***
إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَنْ نَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (40)
EinNaMAv QaVLuNAv LiŞaYEin EiÜAv EaRaDNAvHu EaN NaQUvLa LaHUv KuN Fa YaKUvNu
“Bir şeyi murat ettiğimizde ona sadece ‘kün’ diye kavl ederiz, o da oluverir.”
Bir proje yaparsınız. Sizin beyninizde o varlıklar var olmuş olur. Ama dışarıda o varlıklar yoktur. Hattâ onları kâğıtlara bilgisayarlara kaydedersiniz. O varlıklar artık ilmen bilgi bakımından vardır ama fiilen yoktur. Sonra da o projeyi üreticilere verirsiniz. Siz de üretici olabilirsiniz. Sonunda projede mevcut olan varlık dışarıda fiilen de mevcut olur.
Bu ayeti anlayabilmemiz için yirminci yüzyılı beklememiz gerekmiştir. Şimdi elektronik kapılar yapılmaktadır. Herkesin özel sesi vardır. O kimse açıl dediği zaman kapı açılmaktadır. Bilgisayarda konuşuyorsunuz, bilgisayar onu yazmaktadır.
İşte, Allah kâinatı beş boyutlu uzay içinde, üç boyutlu uzayın hareketi sonunda, bir dört boyutlu uzay olarak var etmektedir. Beş boyutlu uzayda zaten var olanlara, Allah üç boyutlu olarak dört boyutlu uzay içinde yerini ‘al’ der, o da alır. İnsan ‘açıl’ dediği zaman kapıyı açıl sesi açmaktadır. Daha önce kurulmuş mekanizma ve enerji sayesinde ve ‘açıl’ sözü üzerine kapı açılmaktadır. Allah da kâinatı baştan meşiet etmiştir. Yani kâinatın plan ve projesini yapmış ve beş boyutlu uzaya ortak oluşturmuştur. Allah arşın halikidir. Sonra o arşı arz ve semavat olarak düzenlemiştir. Rab sıfatı ile tezahür etmektedir.
“Eradnâ” demesi ile bu iradeyi yalnız kendi iradesi olarak değil de meleklerin, ruhların, cinlerin ve insanların iradesi olarak söylemektedir. Böylece bunlar yeni bir şey var etmezler. Sadece arşta yani beşinci boyutta mevcut olan şeyleri üçüncü boyut aracılığı ile dördüncü boyuta eklerler.
“Meşiet” plan ve projedir, tasarlanan şeydir. Plan ve proje yapma Allah’a ve insanlara, meleklere, cinlere, ruhlara aittir. Hayvanlar ve bitkiler plan ve proje yapmazlar, dolayısıyla onlar için şeyler yoktur. Zihinde oluşturulan bir kâinat vardır. Bu oluşturma meşiettir. Şey ise zihinde oluşan varlıklardır. Demek ki şeyler daha çok kavramlardır, manası olan sözlerdir, kelimelerdir. Bunlar insanlar arasında konuşma olarak aktarılmaktadır. Böylece ortak meşiet oluşmakta ve şeyler ortaya çıkmaktadır.
Zihinlerde veya Allah’ın ilminde oluşan şeyler arş içinde beş boyutlu uzay içinde vardır. Biz bir şeyi yaparken onu bizim üç boyutlu uzaya getiririz. İşte, bir şeyi beş boyutludan üç boyutlu uzaya çekmeye irade denmektedir.
Allah’ın zati iradesi üç boyutlu uzaya götürmektedir. Ama bu üç boyutlu uzayı beş boyutludan alacağı şeylerle donatmak insan, melek, cin ve ruhlara aittir. Bu olay irade olayıdır. Bu da bizce otomatik kapılara ‘açıl’ demekten ibarettir. Beynimizdeki elektronik devrelerden birine ruhumuz veya Allah veya melekler veya şeytanlar tuşa basarlar. Bu tuşa basma da kavl şeklinde olur. Bir ses dalgası gibidir. Ondan sonra artık sünnetullaha göre ayaklarımıza, parmaklarımıza, ağzımıza gelen kavl bize o işi yapmayı sağlamaktadır.
Usulde sebepler vardır. Bir şeyin olabilmesi için onların daha önce olması gerekir. Bunların bir kısmı şarttır, bir kısmı sebeptir. Ne var ki onların hiçbirisi olayı oluşturmaz. Usulde bunlara sebepler denmektedir. Son sebep vardır. Olay ondan sonra başlar. Ona da illet denir. Demek ki sebepler meşiettir. İrade ise son sebeptir. Onunla olay başlar. Son sebebi işleyen artık onu geri çevirmez. “Kün” dendiği zaman o olmuş olur.
Demek ki bu ayet usulü fıkhın sebep sonuçla ilgili hükümlerini içermektedir. “Kün” deyince, illet ortaya çıkınca, sonuç artık olmuş olur. Buradaki “Fa” harfi bunu ifade eder.
Burada eşyaya “kün” denmektedir, eşyayı muhatap almaktadır. Beş boyutlu uzayda bulunan bir şeyin üç boyutlu uzaydan geçerek dördüncü boyutu oluşturması olayı fiili bir olay değildir. Yani biz bir şeyi yaparken olanları değiştirmiyoruz. Buradan Ankara’ya gitmek isteyenin elinde değişik imkânlar vardır. O imkânlar ülkemizde mevcuttur. Biz bunlardan birini seçeriz ve biz araca gideriz; trene gideriz, uçağa gideriz, otobüse gideriz. Onlar bize gelmez, biz onlara gideriz. Özel arabamız da böyledir. Araba garajdan kalkıp da bize gelmez, biz evden kalkıp garaja gideriz. Bunun gibi, beş boyutlu uzaydaki varlıkları biz kendimiz getirmeyiz, aksine biz kendimiz onların yanına gideriz. O halde bizim gitmemizde şuurumuzdur, bilincimizdir. Biz bedenleri değiştirmiş oluruz.
Üçüncü binyıl uygarlığında görev alırken bizim katkımızın ne olduğunu ifade etmektedir. Bize şu yollardan gidin denmektedir, şu yollarda tehlike var denmektedir.
إِنَّمَا قَوْلُنَا
EinNaMAv QaVLuNAv
“Sadece kavlimiz”
Sure, “Allah’ın emri gelmiştir, acele etmeyiniz” diyerek başlamış, KUR’AN DÜZENİNE geçme zamanının geldiğini bildirmiştir. Sure bu geliş üzerinde durmaya devam etmektedir. Bu arada atıf harfi getirilmeden, “bir şey murad ettiğimizde, sözümüzle ona ‘ol’ deriz, o da olur” şeklinde bir ifade getirilmektedir. Yani “etâ emrullahi”yi açıklamaktadır.
Türkiye’de askeri müdahaleler olmuştu. Bunların hepsinin sebebi vardı. Türkiye “Üçüncü Binyıl Uygarlığı”nı kurmakla görevli idi. Batı ile Doğu’yu sentez edecekti.
Türkiye’de çatışma vardı; Doğu’da kalmak isteyen “tutucular” ile Batı’ya geçmek isteyen “batıcılar” arasında çatışma vardı.
Bunlar çatışıp tartışırken, başka bir grup ortaya çıkıyordu. Bunlar da “sentezciler”dir. Doğu’nun iyi tarafı alınacak kötü tarafı atılacaktır, Batı’nın kötü tarafı atılacak iyi tarafı alınacaktı. Ne artık ömrünü doldurmuş birinci Kur’an uygarlığının yaşatılması çabası, ne de Batı’nın Tanrı’sız uygarlığı. Sentezcilerin ana hedefi, müsbet ilme dayanarak tafsil edilen KUR’AN’LA “ÜÇÜNCÜ BİNYIL UYGARLIĞINI” KURMAKTIR.
Bu anlayışı Türkiye’de Bediüzzaman, Süleyman Tunahan, Mehmet Akif’ler temsil ediyordu. Dünyada da M. İkbal, Mevdudi, İhvanı Müslimin temsil ediyordu.
Akevler bir inkılâp yaptı; konuşma ve tartışma yerine, iş yapma ve herkesle iyi geçinme ilkesini benimsedi. Başlangıçta Erbakan ve Gülen buna katıldılar. Sonra Sermaye onları büyüttü ve böldü. Bir dönem askeri müdahalelerle geçti.
“Adil Düzen”in çabaları ile askerlerle siviller arasında uzlaşma meydana geldi. Askerler Sermaye’nin ve sömürünün yanında olmayı bırakarak, halkın yanında yer aldılar. Bu büyük nimetti. Israrımıza rağmen ne Turgut Özal (ANAP) ne de AK Parti bizi dinledi; Cumhurbaşkanı asker olmalıdır iddiamıza kulak vermediler. Askerleri yendiklerini, dolayısıyla artık müdahale olmayacağını ileri sürdüler. Bir gecenin ardından (15 Temmuz) Türkiye çetin günler yaşadı. Bu işin askersiz olamayacağı ortaya çıktı.
İşte, Allah ‘OL’ der ve o da olur.
Bir gecede Türkiye değişti.
Dünya da değişti.
Allah ÜÇÜNCÜ BİNYIL KUR’AN UYGARLIĞINI getirecektir. Adım adım ona doğru gidilmektedir. Gerekli uyarılar yapılmaktadır. 17/25 Aralık 2013, 7 Haziran 2015, 1 Kasım 2015, 15 Temmuz 2016, hep Kur’an’ın haber verdiği olaylardır.
O ‘OL’ dedi mi olması gereken olur.
لِشَيْءٍ
LiŞaYEin
“Bir şey için”
Kaderde her şey hazırlanmıştır. Plan ve projesi hazırdır. Projenin uygulanması hazırdır. Orada insanlara görev verilmiştir, meleklere görev verilmiştir.
Darbe yapanlara karşı, darbe yapmayan askerler cesur oldular, halk cesur oldu; darbe yapanlar ise korktular ve teslim oldular.
Çok ucuz bir şekilde Sermaye’nin ülkeyi kana boyayacak planı değişmiş, Türkiye bir anda yeni döneme girmiştir. Sermaye yaptığı planla kendisi kaybetmiştir.
إِذَا أَرَدْنَاهُ
EiÜAv EaRaDNAvHu
“Onu irade ettiğimizde”
Bir şeyin olmasını murad ettiğimizde…
Evet, Allah nelerin olmasını murad etmiştir?
-Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını murad etmiştir; kurulmuştur.
-Türkiye’de demokrasinin gelmesi murad edilmiş; 27 Mayıs’la gelmiştir.
-İslâmcıların iktidar olmasını istemiş; 12 Eylül 1980 ve 3 Kasım 2002 ile gelmiştir.
-Şimdi de 15 Temmuz 2016’dan itibaren yeni bir dönem gelmiştir.
أَنْ نَقُولَ لَهُ
EaN NaQUvLa LaHu
“Biz ona kavl ederiz”
Evet, Allah sadece kavl eder, o da olur.
Ne olur?
O’nun dediği olur.
Bizim Millî Görüşçülerle ve Nurcularla olan görüş ayrılığımız bu olmuştur.
Onlar siyasetle üçüncü binyıl uygarlığının geleceğine inandılar. Cemaat Demirel’in peşinden giderek, devleti ele geçirmekle bu işin çözüleceğini sandı. Her ikisinin çalışması bizim lehimize olmuştur. Millî Görüş ve Ak Parti’nin çalışması ile askerlerle siyasiler uzlaştı. Artık her ikisi birlikte düşmanla savaşmaktadır. Gülencilerin devleti işgal etme çabası da şunu gösterdi; bürokratik düzenle sorunlar çözülmüyor. Bürokratları düzelterek düzen düzelmez.
كُنْ
KuN
“Ol”
Olmamış şeye “ol” denmez. Önce o şey olmalıdır. Evet, o şey kitabı mübinde, beş boyutlu uzayda vardır. Ona “ol” demek gel demektir. Üçboyutlu uzaydan geç ve dört boyutlu uzayda yerini al demektir.
Bu “ol” sözünü söyleyen Allah’ın bizzat kendisi olmaktadır.
Ama bir kısmını da insanlara, meleklere, cinlere ve ruhlara bırakmaktadır. Nasıl elektrik anahtarını çevirdiğinizde ışık odaya dolarsa, “ol” parolası ile de olaylar olmaktadır.
فَيَكُونُ (40)
Fa YaKUvNu
“Hemen olur.”
Allah’ın bu ayette bize bildirdiği olayların kendi başına cereyan etmediği, ilahi kaderin oluşu içinde sürüp gittiğini belirtmektedir.
1960 müdahalesi olduğu zaman çok üzülmüştük.
-Oysa ondan sonra Türkiye’ye çok partili demokrasi geldi.
1971 müdahalesi olunca üzüldük.
-Oysa o sayede biz CHP ile koalisyon yaptık ve iktidara ortak olduk.
-12 Eylül 1980’den sonra biz iktidar olduk, koalisyon kurduk.
-28 Şubat 1997’den sonra Ak Parti iktidar oldu, Anayasa ekseriyeti ile hâkim olduk.
Şimdi yeni dönem başlayacaktır.
Allah hep ‘ol’ diyor, o da oluyor, O’nun dediği oluyor.
وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (41)
Va elLaÜIyNa HAvCaRUv Fiy elLAvHı MıN BaGDı MAv JuLiMUv LaNuBavVıEanNAHuM Fıy elDuNYAv XaSANaTan VaLaEaCRu eLEAPıRaTı EaKBaRu LaV KAvNUv YaGLaMUvNa
“Ve zulüm edildiklerinin ba’dinde, Allah’ta hicret edenlere, onlara dünyada haseneyi tebvi’ edeceğiz. Bilseler ahiretin ecri daha büyüktür.”
Bu surenin Mekke suresi olduğunu düşünerek hicretin Medine’ye gitmeden önce olduğu da ifade edilmiş olmaktadır. Habeşistan’a hicrete de işaret etmiş olabilir. Ama burada asıl anlatılan devlet kurmadan önceki hicrettir.
Akevler’de toplanmak hicrettir. Topluluk içinde hicrettir. Akevler’de kalmak hicrettir.
İzmir Akevler’de toplananlar sonraları oraları terk ettiler, Hazreti İsa’nın Havarileri gibi dağıldılar ve gittikleri yerlerde Kur’an düzenini anlattılar veya yaşadılar.
Bugün biz diyoruz ki;
Topluluk içinde hicret edeceğiz.
Yüz lojmanlı apartman kurup oraya hicret edeceğiz.
Ülkeye henüz “Adil Düzen” gelmeden önceki hicret budur. Orada Kur’an uygarlığını öğreneceğiz. Orada Kur’an uygarlığının fıkhını oluşturacağız. İlde, ülkede, insanlıkta “Adil Düzen” ondan sonra gelecektir.
Kentlerin kenarında ahşap evlerden dinlenme siteleri kuracağız. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar orada yaşayacaklar. Çalışanlar her gün veya haftanın son günlerinde orada yaşayacaklar. Bunların hepsi topluluk içinde hicrettir. Bir yerden hicret değil, bir yere hicret değil, topluluk içinde hicret. Kooperatifler kurup oraya taşınmak topluluk içinde hicrettir. Birbirine hicrettir. Topluluktan ayrılmıyorsun, ürettiğini onlara satıyorsun, ihtiyaçlarını onlardan alıyorsun ama üretime ve tüketime onları karıştırmıyorsun. Vergini veriyorsun, Askere gidiyorsun. Bu, topluluk içinde hicrettir.
Neden hicret ediyoruz?
Zulümden kurtulmak için.
Ne gibi zulümlere uğruyoruz?
1) Topluluk içinde İslâm ahlâkını yaşayamıyoruz. Çocuklarımız ve aile fertleri birbirlerinden kopmuş. Sermaye dolarları ile çocuklarımız iş yapmaktadır; bu durum evlenmelerine ve iş kurmalarına mani olmaktadır.
2) Çocuklarımızı güya okutmaktadırlar. Onların sadece zamanlarını kaybettirip cahil bırakma okulları ve dershaneleri vardır. Cemaatin okullarına düşmanlık da buradan geliyor. Neden? Gerçekten ilim vermeye çalışıyorlar diye paralelleri devlete saldırtıyorlar, devlet de onların okullarını kapatıyor. Saldıranlara daha çok saldırma imkânları sağlanıyor.
3) Ekonomide sömürülüyoruz. Emeğimizin dörtte biri bile elimize geçmemektedir. Kalan da bize saldırma aracı olarak kullanılıyor.
4) Ekseriyet kararları ile azınlık çoğunluğu ezmektedir.
İşte bütün bunlar zulme uğramamızdır.
Bürokratik engeller, hileler, rüşvetler ve diğerleri de bunlara ek zulümlerdir.
İşte bütün bunlardan kurtulmak için kooperatifleşiyoruz. Kendi semtimize çekiliyoruz. Kötülüklere, zulümlere, sömürüye birlikte mukavemet ediyoruz. Kooperatifin içine zulmü sokmuyoruz. Nasıl fırtınalı kışta evimiz bizi fırtınadan koruyorsa, kooperatifimiz de bizi zulüm dünyasından koruyacaktır.
Evet, semt ve bucak kooperatifleri, buraya hicret edenleri zulümden koruyacak, hasene düzenini getirecektir. Ama asıl buraya hicret edenlerin hasenesi ahirette daha büyük olacaktır.
Surede baştan itibaren bir şey vurgulanmaktadır. Allah insanlara iyi olmalarını emrediyor. Bu dünyalarını mamur edecek, ayrıca ahirette de daha çok derecelere çıkaracaktır.
وَالَّذِينَ هَاجَرُوا
Va elLaÜIyNa HAvCaRUv
“Ve birbirlerine hicret eden kimseler”
Buradaki “Ve” muttakilerin vasfı olan Allah’ın tayyibîn olarak vefat ettirdiği kimselere bağlanmaktadır. Yani muttakileri ikiye ayırmaktadır. İttika içinde yaşayıp onlar ömürlerini dolduran topluluklardır. Ölümleri tayyibîn şeklinde olduğu gibi uygarlaşmaları da tayyibîn şeklinde olur.
Yeni ihtiyaçların, yeni sorunların çözümü “hukuk düzeninde” olur. Onların bir düzenden diğer düzene geçmesi hukuk kuralları içinde olur. Öyle durumlar olur ki mevcut hukuk düzeni insanları hak içinde yaşatamaz. Bugün yeryüzü böyledir.
Günümüz dünyası öyle bir hâle gelmiştir ki, kurallara tam uyduğunuz zaman yaşayamaz hâle gelirsiniz. Yalan söylemezseniz, hile yapmazsanız, rüşvet vermezseniz, vergi kaçırmazsanız yaşamanız mümkün olmaz.
İşte o zamanlarda yapılacak iş semt ve bucak kooperatifleri kurup oraya hicret etmektir, dışarıyla olan ilişkileri belli kalıplar içinde belli kurallar içinde gerçekleştirmektir.
Buradaki “ellezîne” ahd içindir ve yüz lojmanlı apartmanlara hicret edecekleri ifade etmektedir. Evet, semt kooperatifleri kurulacak, halkın buraya ortak olması istenecek. Onlar buranın kirasından yararlanacaklar. Burada çalışıp yaşayacak olanlar ise buraya hicret edeceklerdir. Böylece ÜÇÜNCÜ BİNYIL UYGARLIĞI doğacaktır.
Burada “Heceru” kullanılmıyor. “Hâcerû” kullanılıyor. “Tehacerû” da denmiyor.
İki grup Adil Düzen çalışanları birleşecek ve yeni yaşama tarzını geliştireceklerdir.
Bunlardan biri evleri yapanlardır, kooperatiflere ortak olanlardır.
Diğerleri de bu lojmanlı apartmanlara hicret edip iş yapanlardır.
فِي اللَّهِ
Fiy elLAvHı
“Allah’ın içine”
“Allah” kelimesi âlemlerin rabbi olan Allah değil de, O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluk manasındadır. Onun içinde hicret edilecektir. Ülke terk edilmeyecek. Kendi ülkesinde, kendi sitesinde hicret edilecektir. Medine de Arap kenti idi.
Allah’ın sebilinde hicret etmek, Allah’ın arzında hicret etmek, Allah’a hicret etmek Kur’an’da geçmektedir. Burada ise Allah içinde hicret etmek şeklinde geçmektedir.
Yani bulunduğunuz topluluk içinde kooperatifler kurun ve kendi kooperatiflerinize hicret edin ama topluluktan kopmayın, onlara paralel de olmayın. Ayrı ayrı kooperatifler olacaktır. “Fî” nekre zarfı ifade eder.
مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا
MıN BaGDı MAv JuLiMUv
“Zulme uğradıktan sonra”
Yahudiler İkinci Cihan Savaşı’nı Hitler’e çıkarttılar.
Gayeleri neydi?
Yahudilere zulmetsinler de Yahudiler Filistin’de toplansın ve devlet kurulsun.
Allah da mevcut zalimlere zulmettiriyor ki bu zulümden kurtulmak için kooperatifler kursunlar, siteler yapsınlar, oraya hicret etsinler, böylece insanlık üçüncü binyıl uygarlığına geçmiş olsun, ekonomik ve sosyal hicret oluşsun.
Evet…
Hicret demek, ÜÇÜNCÜ BİNYIL UYGARLIĞINI kurmuş olacaklardır demektir.
Hicret etmeyenler ise zulmün dalgaları içinde boğulup gideceklerdir.
لَنُبَوِّئَنَّهُمْ
La NuBavVıEanNaHuM
“Onları tebvi’ edeceğiz”
“BVE” “BYE”den dönüşmüştür. “Bev” bilekten sonraki el, el atmak, hazırlamak anlamındadır. Bir de vurmak, çarpmak anlamında kullanılmaktadır. Dağdaki arı kovanıdır.
“Hazırlayacağız…”
Yüz lojmanlı apartmanların, yüz villalı dinlenme evlerinin rağbet göreceği, orada yaşayan insanların haseneye uğrayacağını haber vermektedir. Nitekim hicret ettikten sonra Medine’de yerleşenler o kadar çok refaha ulaştılar ki, zekât dağıtacak kimse bulamadılar.
Benzer durumla 1967’de Akevler’i kurarken karşılaştık. Biz Aydın’da bağımsız adaylığımızı koyduğumuzda Yaşar Tunagür Aydın’a kadar gelmiş, bizi destekleyen esnafa; ‘Ne yapıyorsunuz, Maliye’den birini gönderirler, mahvolursunuz’ demişti! Biz devam ettik.
Allah Müslümanlara yalnız iktidar vermedi, zenginlik de verdi. Anadolu holdingleri, İstanbul iş adamları, hep Akevler’e hicret edenlerin başlattıkları Millî Görüş başarısıdır.
Şimdi de Kur’an bize vaat ediyor; kooperatifler kurun ve oralara hicret edin, çok daha büyük zenginliklere ve servetlere ulaşacaksınız.
فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً
Fıy elDuNYAv XaSANaTan
“Dünyada hasene”
Semt kooperatifleri hasenedir.
-Orada işsizlik yoktur.
Belki ürünler ucuz satılmaktadır ama herkesin mutlaka işi vardır.
-Orada aşsızlık yoktur.
Çalışsın çalışmasın, herkesin yaşama hakkı vardır. Ben yiyecek bulamadım, açlıktan öleceğim diye bir şey yoktur.
-Orada eşsizlik yoktur.
Evlilik çağına gelen herkesin evi ve işi hazırdır. Anne babasına yük olmadan evlenir ve yeni yuva kurar.
-Orada boş kalıp sıkıntıya girme yoktur.
İnsanlar sürekli yarış içindedirler, başarılarının zevklerini almaktadırlar.
وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ
VaLaEaCRu eLEAPıRaTı
“Ve ahiret ecri”
Ahirette de böyledir.
Dünya yakın demek, ahiret ise sonraki demektir.
“Fî” harfi getirilmeseydi kastedilen bu dünyadaki ileri hayat olurdu. Ama “Fî” harfi getirildiği için kastedilen öldükten sonraki hayattır.
Dünya için “hasene” denmekte, ahiret için “ücret” denmektedir. Çünkü dünyada genellikle haseneyi sıkıntı çekenler değil de sonraki nesil yaşar. Oysa ahirette ücret olacaktır. Bu dünyada iyilik yapan herkes doğrudan karşılığını alacaktır.
أَكْبَرُ
EaKBaRUv
“Ekberdir”
Asıl ücret orada vardır.
Bu dünyada ise hasene vardır.
Şehit olanların kanları üzerinde kurulan hasene vardır.
“Kebir” kelimesi yaşlı demektir, olgun demektir. Yani bu dünya hayatının hasenesinden daha gelişmiş, ileri gitmiş, olgunlaşmış bir ücret vardır.
İnsan DNA’lardan yaratılmıştır. Bu insan bitkilerde depo edilen ışık enerjisinden yararlanarak yaşar. Ahirette de böyle olacaktır. Fark, daha büyük olması ve ölümsüz olmasıdır. İnsan yine ruh ve bedenden oluşacaktır. Tek başına beden insan olmadığı gibi tek başına ruh da insan değildir.
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (41)
LaV KAvNUv YaGLaMUvNa
“İlmetseler.”
Buradaki “çoğul vavı” semt kooperatifleri kurup hicret edenlerden bahsetmektedir.
Bugün biz daha çok bu dünyamızı ahsen yapmak için uğraşıyoruz.
“Adil Düzen”i anlatırken ahiretten bahsetmiyoruz, bu dünya hayatındaki cennetten bahsediyoruz. Kooperatiflere hicreti de dünya saadetleri için gerekli görüyoruz.
Oysa bizim bu çabamız asıl ahiretimizdeki büyük kazanç içindir. Yani biz bir taşla iki kuş vuracağız. Dünyada haseneye, ahirette ise daha büyük ecre ulaşacağız.
الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (42)
elLaÜIyNa ÖaBaRUv Va GaLAy RabBıHıM YaTaVakKaLUvNa
“Sabretmiş ve rablerine tevekkül eden kimseler.”
Kur’an çok açık ifade ile üçüncü binyıl uygarlığını kuranların yüz lojmanlı apartmanlara hicret edenler olacağını söylemektedir.
Sabredecekler, çünkü sıkıntılı günler yaşayacaklardır.
Ataları ve çocukları, kardeşleri ve işleri, aşiretleri ve biriktirdikleri malları, kazançları ve rahat ettikleri evleri onları hicretten alıkoymayacak.
Şimdi bizim işimiz;
Önce kooperatifleri kurup yüz lojmanlı apartmanları yapmaktır.
Sonra da oraya hicret ederek orada Adil Düzen işletmesini kurmaktır.
Allah bunu herkese nasip etmez; ancak peygamberlerin görevini yüklenen âlimlere ve müminlere nasip eder. Böyle bir lojmanlı işyerinin yapılmasını da müslimlere nasip eder.
Bu ayetler bu seminerleri okuyan müminlere hitap etmektedir. Bulunduğunuz yerde on kişi olunuz ve HİZMET VE DAYANIŞMA KOOPERATİFİ kurunuz. Size ortak olacak müslimleri bulacaksınız. Dolayısıyla YÜZ LOJMANLI İŞYERİ APARTMANLARI yapmış olacaksınız. Sonra da burada çalışacak ve burada yaşayacak insanları davet ediniz.
Bunu başarmak için ADİL DÜZEN FIKHINA ihtiyaç vardır. Bunun için her akşam buluşup günde ikişer saat ADİL DÜZEN FIKHINI öğrenmeye başlayınız. Bunun için AKEVLER MÜKTESEBATINDAN yararlanınız. Bu işleri yaparken de tek dayanağınız RABBİNİZ olacaktır. Devlet dâhil kimseden YARDIM almayınız, sadece ORTAK kabul ediniz. Büyük paralarla kimseyi ortak etmeyiniz, küçük küçük katkılarla işletmeleri kurunuz.
Büyük işletmeye GENEL HİZMET verebilirsiniz ama asla ona borçlanmayacaksınız. O işletmesini her zaman ayırıp gidebilmelidir. İnsan bir imkansızlık anında şeytanın tuzağına düşmektir. Sermaye’nin desteğini kabul etmeyeceksiniz. Bankalardan KREDİ almayacaksınız. ORTAKLIK dışında kamu kurumlarından bir yardım istemeyeceksiniz.
Rabbinize inanacaksınız. Size yüz lojmanlı apartmanları O kurun emrini vermişse, elbette size görevleri de verecektir. Siz çalışacaksınız. Ama sonucu Allah’a bırakacaksınız, zamanı gelince gerekeni O yapacaktır, “Kün” diyecek ve o da olacaktır.
الَّذِينَ صَبَرُوا
elLaÜIyNa ÖaBaRUv
“Sabreden kimseler”
Muttakiler ikiye ayrılmışlardır. Hicrete gerek olmadığı, dağınık olarak da İslâmî hayatın mümkün olduğu yer ve zamanlarda ittika içinde yaşayanları melekler tayyibîn olarak vefat ettirirler. Zulmün hâkim olduğu bir yer ve zamanda ise mevcut çevre içinde ittika içinde yaşama imkânı olmaz. Bunun için kooperatifler kurup oralara hicret etmek gerekmektedir.
Bu hicret kolay değildir. Büyük sabır gerektirir. Birçok engeller ortaya çıkar.
Bugün Ak Parti iktidardadır. Bu Allah’ın nimetidir. Bundan yararlanıp Adil Düzen kooperatiflerini kurmamız gerekir.
15 Temmuz’da kıl payı kurtulduk. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları esir alınmış, tüm ordu kademesi ele geçirilmişti. Devletin yıkılmasına kıl payı kalmıştı. Darbeciler muvaffak olsaydı, onlar mı kalacaktı sanırsınız. Tam tersine, onlara karşı başka bir grup çıkacak, kurtarıcı edası ile yönetimi onların elinden alacak, onları da katledeceklerdi. Ondan sonra Suriye’den ve Irak’tan eşkıyalar ülkemize saldıracak ve ülkemiz paylaşılac ak yani devletimiz yıkılacaktı, İstiklâl Savaşı’nı bile yapamaz hâle gelecektik.
Allah yardım etti. Beklenmedik olaylar oldu. Devletimiz büyük badireler atlattı. Ama hâlâ uyanan yok. Hâlâ yaz tatilleri ile heva ve heves peşinde, insanlar. Hâlâ ‘ben yaşlandım, artık sorumluluk yüklenmem’ diyorlar.
Sabretmek demek, tatile gitmemek demektir.
Sabretmek demek, uykusuz ve aç kalmak demektir.
Sabretmek demek, yırtık ayakkabı ile bile gezmek demektir.
Sabretmek demek, gerektiğinde en yakınları bile dinlememek demektir.
وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (42)
Va GaLAy RabBıHıM YaTaVakKaLUvNa
“Ve ancak Rablerine tevekkül ederler.”
Evet, ben nasıl yapacağım, benim ne gücüm var demezler.
Rabbimiz bize bu görevi verdi.
Verdiyse, elbette gerekeni de O verecektir derler.
O halde başaracağız derler. Ümitsizlik içinde olmazlar.
Ey bu seminerleri okuyan kardeşler ve tüm Kur’an ehli; iyi bilin ki onlar şişirilmiş birer balondan başka bir şey değildirler.
Dünyayı kasıp kavuran Sermaye yarım asırdır Millî Görüş ile savaşmakta ve hep mağlup olmaktadır. Her seferinde daha çok Kur’an nizamına doğru biraz daha yol almaktayız.
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (43)
Va MAv EaRSaLNAv MıN QaBLiKa EilLAv RıCAvLan NUvXIy EiLaYHiM FaSEaLUv EaHLa elÜiKRı EiN KuNTuM LAv TaGLaMUvNa
“Ve senden önce kendilerine vahyettiğimiz ricalden başkasını irsal etmedik. İlmedemeyecekseniz ehli zikirden sual ediniz.”
Buradaki “Vav” nereye atıf olmaktadır?
“Bir şeyi murad ettiğimizde sözümüz ‘Kün’ olur, o da olur” ifadesine atfedilmektedir.
Yani Biz bazı işleri doğrudan elçisiz yaparız, ‘Kün’ deriz, o da olur.
Bazılarını için de resuller göndeririz, onlarla işleri yaparız.
Bununla beraber tebvi’ ederiz, hazırlarız cümlesine de atıf olabilir.
Tarihte peygamberler geldi ve büyük uygarlıklar kurdular. Bize şimdi peygamberler gelmedi/gelmiyor/gelmeyecek. Onlar gibi büyük kimseler yoktur. O halde KUR’AN DÜZENİNİ biz nasıl kuracağız demeyeceksiniz. Önceden de gönderdiklerimiz birer ricaldi.
Burada risaletin erkeklere ait olduğuna işaret etmektedir.
Allah insanı kadın ve erkek olarak yarattı.
Kadının işi çocuk doğurup büyütmedir, asker yetiştirmedir.
Erkeğin işin cihat edip savunma ve üreterek uygarlaşmayı sağlamadır.
Herkesin görevi insan üretmektir.
Ağaçların görevi nasıl meyve vermekse, insanların görevi de insan yetiştirmektir. Ağacın kökleri var, gövdeleri var, yaprakları var. Bunlar erkekleri temsil ederler. Ağacın bir de çiçekleri var, meyveleri var; çiçekler kadınlardır, meyveler de çocuklardır.
Asıl şerefli görev kadınlara verilmiştir. Anne olmak demek en büyük makama ulaşmak demektir. Erkekleri onlara kayyum yapmıştır, onların işlerini görürler.
Kadınlar görevlerini yaparken aşiret dayanışması yeterlidir. Ülke çapında, insanlık çapında örgütlenmelerine gerek yoktur.
Erkekler ise gerek üretme gerekse savunma işlerini ayrı ayrı yapamadıkları için büyük birlikler oluşturmaktadırlar. İşte bu sebepledir ki resullük erkeklere aittir.
Bütün bunlar kadınlar için yapıldığında onlar asker olabilirler ama askerlik görevleri yoktur, onlar da üretim yaparlar ama üretme görevleri yoktur. Erkekler gibi bütün görevlere ehildirler, hak sahibidirler, sadece erkeklere ait toplulukları yönetemezler.
Yöneticiler erkeklerdir.
“Ricalen” nekre olarak kullanılmaktadır. Ayrı ayrı zamanlarda rical olacağı gibi birden de rical olabilir. “Onlara vahyettik” demektedir. Bugün de rical olacak. Onlara vahiy Kur’an’dan anladıkları olacaktır. Artık melek (Cebrail) gelmiyor. Şimdi bir topluluk olacak, istişare edecekler ve Kur’an’ı birlikte anlayacaklar, kendilerine vahyedilenler onlar olacaklardır.
Bir aşiret oluşturulacak ve her akşam en az iki saat birlikte Kur’an üzerinde duracakladır. Bir şeye şahit oldum; artık insanlar Kur’an’ı anlıyorlar, Kur’an’ı yorumlamayı öğrenmişlerdir. Bunun için sistemli ilimlerin gelişmesi gerekir. Gelişecektir.
“Bilmiyorsanız ehli zikre sorunuz” denmektedir. İçtihat yapılacak ve içtihada göre amel edilecektir. Eğer bilemeyecek durumda isek, o zaman ehli zikirden sorulacaktır.
Ehli zikir kimdir?
İlimde altı mertebe vardır.
Üçü amelî içtihatla ilgilidir, üçü de ilmî içtihatla ilgilidir.
-Ümmiler ancak birinin nezaretinde işe başlayabilir ve devam ettirirler.
-Sailler birinin nezaretinde işe başlar ve kendi başlarına devam ettirirler.
-Âmiller kendi başlarına işe başlayabilir ve devam edebilirler.
-Ehli zikir olanlar projeleri okuyup anlayabilir ve âmillere uygulama izni verirler.
-Fakihler proje yaparlar.
-Rasihler ise proje yapma kurallarını koyarlar.
Asıl sorulacak olan ehli zikir yani okuduğunu anlayan, projeyi okuyan kimselerdir. Fakihler onların danışmanıdır. Rasihler de fakihlerin danışmanıdırlar.
Burada çok önemli bir husus vardır.
“İn küntüm lâ ta’lemûn” denmiştir. Şart cümlesi sona alınmıştır. Şart cümlesi ile başlanmışsa vücubuna şart olur. Abdest almadan namaz kılınmaz. Şart cümlesi sona alınırsa ruhsata şart olur. Yani ehli zikir iseniz sormazsınız, kendiniz içtihat yapıp amel edeceksiniz. Ehli zikir değilseniz sorabilirsiniz. Bu sebepledir ki bir müçtehidin kavli diğer müçtehide delil olmaz. Onun dediği ile amel ederse ameli fasit olur.
Kur’an ehline içtihat farzı ayndır. Ancak zaruret halinde sormaya izin verilmiştir. Sorulacak kimseyi de siz seçersiniz, o yaptığınız seçim de içtihattır. Bununla beraber eğer ehli zikirde icma varsa artık orada onlara uymak zorunludur.
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ
Va MAv EaRSaLNAv MıN QaBLiKa
“Ve senin kablinde irsal etmedik”
Buradaki “Ke” harfi Hazreti Peygambere işaret etmiş olabilir. Kur’an’dan önce gelenler anlamına gelir. Yahut bugün Semt Kooperatifleri kuracak olan kimselerdir. Onlara söylenmektedir. Yahut “Adil Düzen” kurmuş veya yönetmekte olan kimselerdir. Her Adil Düzen çalışanı da muhatap olabilir.
Evet, bugün peygamber yoktur, Allah kitap inzal etmemektedir ama onların yerine tüm müminler risalet görevini yüklenmiş bulunmaktadırlar. Eskiden resulleri Allah gönderirdi, Allah istediğine görev verirdi. Şimdi ise isteyen ben resulüm diyerek kendi kendisini resulün halifesi yapar, vahyin yerine içtihat eder. İçtihat etmek demek vahiy almak demektir, resul olmak demektir. Kendi kendinin resulü olursun.
Sonra bunu yapanların ikisi bir araya geldi mi birini imam yaparlar, artık ortaklığın resulü imamdır. On kişi oldular mı devamlı bir resul/imam/başkan olur. Herkes kendisinin işlerinde kendisinin resulüdür, ortak işlerde biat edilen imam resuldür. Aşiretlerden sonra merkez aşiret oluşur, bunlar taşra aşirettekilerin temsilcileridir. Onlar merkez aşiretin reisini seçerler. O aynı zamanda bucak halkının cuma imamıdır. Yüze yakın bucak bir merkez il oluşturur. Buranın sakinlerinden bir kısmı taşradan gelen temsilcilerdir. İl merkez bucağı taşra bucaklarının anasıdır. Ülke merkez bucakları ve insanlık merkez bucağı böyle oluşur.
إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ
EilLAv RıCAvLan NUvXIy EiLaYHiM
“Onlara vahyettiğimiz adamlar dışında”
İlimde, dinde, ekonomide kadın erkek eşittir ve eşit görevleri vardır. Siyasette ise görev yalnız erkeklere verilmiştir. Kadınlar askere gitmedikleri gibi diyete de iştirak etmezler, bedel de vermezler, siyasi görevlerden affedilmişlerdir. Onların daha büyük kutsi görevleri vardır; analık görevi gibi. Siyasi ehliyete sahiptirler. Silah taşıyabilir, gerektiğinde müdahalede bulunabilirler ama müdahale etmek zorunda değildirler. Oysa erkekler bulundukları yerlerde güvenliği sağlamakla görevlidirler. Sağlayamazlarsa, onlara ödetilir.
“Onlara vahyettik” denmektedir, “onlara inzal ettik” denmemektedir.
Kastedilen nedir?
Cebrail’in vahiy olarak getirdiği kitaplar kastedilmiş olsaydı “nünzil ileyhim” olurdu. Burada kastedilen şifahi vahiydir.
Kur’an’dan önce Allah meleklerle vahyederdi. Kur’an’dan sonra artık vahiy sona erdi, yerine Kur’an bildirmektedir. Kur’an’ı içtihatla ve ilimle anlamaktayız.
Bugün eğer bir anayasa yapıp yaşama sistemini aklımızla düzenlemeye kalkışsak, bundan daha üstün herhangi bir hüküm bulabilir miyiz?
فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ
FaSEaLUv EaHLa elÜiKRi
“Ehli zikre sual ediniz”
Her bucağın ehli zikri vardır. İçtihat yapamayanlar onlardan birini seçerler ve ona sorarlar, o da teminatlı fetva verir ve ona göre amel edilir. Doğan sorumluluk olursa o da ehli zikrin dayanışması tarafından tazmin edilir.
“Fa” harfinin getirilmesi hükmün umumi olduğunu, bilinmemesi hâlinde ehli zikre sorulabileceği ifade edilmektedir.
إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (43)
EiN KuNTuM LAv TaGLaMUvNa
“İlmeder olmadınız ise”
Eğer bilebilecek durumda iseniz sormayacaksınız.
Bir bakkala gittiniz, 54 kilo patates aldınız; 22 kuruştan. Kaç lira ödeyeceğinizi bilmiyorsunuz ama çarpmayı biliyorsunuz. Bunu sormazsınız. Siz çarpacaksınız. Ama çarpmayı bilmiyorsanız, çarpmayı bilene sorarsınız.
Bu sebepledir ki “in lem ta’lemû” denmemiştir, “mâ alimtüm” denmemiştir.
İslâmiyet’te resmi fetva müessesesi yoktur. Sadece içtihat müessesesi ve istifta müessesesi vardır. İsterseniz dayanışma sorumlusuna sorarsınız, böylece amelinizi sigorta etmiş olursunuz. Sormadan yapmışsanız siz sorumlu olursunuz.
بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ (44)
Bi eLBayYıNAvTı Va elZuBuRı Va EaNZaLNAv EiLaYKa elÜiKRa Li TuBayYıNa LinNAvSı MaV NuzZıLa EiLaYHiM Va LaGalLaKuM YaTaFakKaRUvNa
“Beyyinat ve zubur ile. Ve sana nâsa kendilerine inzal ettiğimizi açıklasın ve onlar da tefekkür etsinler diye zikri inzal ettik.”
Buradaki “bi’l-beyyinati ve’z-zübüri” “vahy”in mefulü olabilir. Yani vahiy iki yoldan bir beyyineye dayanır. Delillere dayanır. İlme dayanır. Bir de yazılı metinlere dayanır.
“Beyyine” ispat demektir.
“Beyyinat” icma ile sabit olan hususlardır.
Zübür beyyinata atfedilmiştir.
Kur’an’da yazma “hat” kelimesi ile ifade edilir. Yazmak anlamındadır. Harfler de “rakam” kelimesi ile ifade edilir. Bunlar yazı şekilleri ile ilgilidir. Bunun dışında “esfar” da kitaplar demektir, “suhuf” sahifeler anlamındadır. “Kitap” ve “zübür” harfi atıf ile geçmektedir. “Beyyinat, zübür ve kitap”, bir de “siccil” kelimesi geçmektedir. Kur’an’da geçen bu kelimeler karşılaştırılarak aralarındaki farklar bulunmalıdır.
Ben bunları çözmeye çalışıyorum.
Üzerinde çok düşünülmesi ve araştırılması gerekmektedir.
Beyyinat kelimesine atfedilmektedir.
“Beyyinat” akli delillerdir, ilmi delillerdir.
“Zübür” ise bir makinenin parçalarıdır, bir duvarın taşlarıdır. Demirin zuberi, demir filizidir. Kitap ile zübür arasındaki fark, kitap bir bütündür. Hükümler içtihatla çıkarılır. Hüküm kitap değildir.
İlim bir kuralın değişik yerlerdeki uygulamasıdır. Oysa içtihat değişik kuralların bir yerdeki uygulamasıdır. Kuralları içeren yazılara kitap denir. Değişik yerlerdeki kurallardan her biri bir ayettir. Bir yerde bir ayet değil de değişik ayetlerin ortak hükümleri uygulanır. Fıkıh kitapları birer zeburdur. Her bir hüküm bir yer için oluşturulmuştur.
Diğer iki ayette beyyinat, zübür ve münir kitap olarak zikredildiği halde, burada “sana zikr olarak” söz edilmektedir. Yani Hazreti Muhammed’e indirilen beyyinat değildir. Çünkü “onun beyanı sonra bize aittir” denmektedir. Beyan içtihat ve icmalarla olacaktır. Oysa daha önceki resullere beyyinat da vahiy ile bildirilmiştir. Zübür ise füru kitaplarıdır, fıkıh kitaplarıdır. Kur’an fıkıh kitabı değildir, Kur’an zikir kitabıdır. Yani içtihat ve icmalarla ondan fıkıh istidlal olunacaktır. Her topluluğun ve her devrin ayrı fıkhı olacak yani zübürü olacaktır. Beyyinat fıkıh usulü bir olacağı için onu ayrı zikretti. Zübürü ayrı zikretti. Fıkıh değişecek, usul ise gelişecektir.
Sünnilerin ve Şiilerin kabul ettiği usul Sahabelerin ilk uygulaması ile başlamıştır. Şimdi Kur’an’ı okuyoruz ve görüyoruz ki, İslâm âleminin uyguladıkları Kur’an’da teşri edilmiş, Kur’an’ın dedikleri gerçekleşmiş.
Ayette “li’n-nâs” denmektedir. Kur’an’dan önce gelen kitaplar ve peygamberler yalnız kendi zamanlarını ve kendi topluluklarını muhatap alıyordu. Kur’an ise tüm yaşayan insanları ve gelecek nesilleri de içine almaktadır, İslâmiyet beşeri din olmaktadır.
Burada nâstan kasıt insanlıktır ve kıyamete kadar resulün halifeleri Kur’an’ı beyan edeceklerdir. Resulün halifeleri ulemadır.
Ayette “onlara inzal olunanı” diyerek Kur’an’ın herkese inzal olunduğunu bildirmekte, ayrıca Kur’an Hıristiyanlara, Hindulara ve Budistlere inzal olunan kitapları da zikretmekte, onlardaki hükümleri de içermektedir. Araplarda ve Yahudilerde şeriat geleneği vardı, tarikat geleneği yoktu. Bu sebepledir ki Türkler Müslüman olmadan önce İslâmiyet’te yalnız Tevrat gibi şeriat hükümleri mevcuttur. Tarikatlar, Türklerin Müslüman olmasıyla Hindu ve Budizm dinlerinden İslâm âlemine geçti. Ama Kur’an’da tarikatın hükümleri de şeriatın hükümleri kadar mevcuttur.
Kur’an bütün ilahi kitapların zikridir. Çünkü onlarda olanların hepsi Kur’an’da vardır. Sünnette tarikat yoktur ama Kur’an’da vardır.
Beyyinat, zübir ve zikir olarak kuran ve tefekkür. Tezekkür var, teakkul var, tafakkuh var, bir de tefekkür vardır.
Zikretmek demek, değişik yer ve zamanlarda söylenenleri bir araya getirip birlikte hatırlamak demektir. Meseleleri ayrı ayrı çözmek demektir.
Taakkul ise çözümler arasında ilişkileri kurup sistemleştirmek, adeta onu duvar hâline getirmektir. Parçaları monte etmek demektir.
Tafakkuh, monte edilen makinenin yağını, suyunu, yakıtını, ikmalini yapmak demektir.
Tefekkür ise onu kullanarak iş yapmak demektir, uygulamak demektir yahut aksidir.
Bu kelimeler üzerinde durarak manalar çıkaracaksınız.
بِالْبَيِّنَاتِ
Bi eL BayYıNAvTı
“Beyyinat ile”
“Beyn” toprakta meydana gelen yarıktır.
“Hevn” düzlüktür.
“Kevn” veya “Teyn” tümsektir, tepedir.
“Beyan etmek” demek, bitişik olan şeyleri ayırmak demektir, manaları anlaşılmayan cümlelerin manalarını anlar hâle getirmek demektir.
“Beyyine” de şahitlerin şehadeti ile mahkemelerde sabit olan hükümler demektir. Yani “beyan” akıl yoluyla açıklamalar yapmak demektir. Gerek cümlelerin manalarını ortaya koymak, gerekse toplulukta veya kâinatta olan kanunları ortaya çıkarmak demektir. İnsana verilen özelliktir. Çözümler başlamıştır, hâlen de devam etmektedir.
وَالزُّبُرِ
Va elZuBuRı
“Ve parçalar”
Bir makinenin nasıl parçaları varsa ve cisimlerin elementleri varsa, sistemin de parçaları vardır. Parçaların bir araya gelmesi onların monte edilmiş olması demek değildir. Bu yazılı fıkıhtır. Hazreti Nuh aleyhisselâm zamanında başlamıştır. Allah peygamberler vasıtasıyla şeriatı öğretmiştir. İnsanlar şeriat kitaplarında yazılı olanlarla amel ederlerdi.
Kur’an gelinceye kadar topluluk içinde hicret edenler bu zübürlerle yaşamışlardır. Bugün de biz semt kooperatifleri kurduğumuz zaman bizim kooperatif sözleşmesi olacak, kooperatiflerimiz onunla yönetilecektir. İnsanlık Kur’an’ın öğrettiği serbest sözleşme hükümleri ile bugün kooperatifçiliği tedvin etmiştir. Bir partinin sözleşmesi zeburdur.
Kelime çoğul olarak getirilmiştir. Çünkü her topluluğa her çağda ayrı resul gelmiş ve ayrı ayrı zeburlarla yönetilmişlerdir. Bizim de “yerinden yönetim ilkesi” buna dayanmaktadır, “serbest sözleşme ilkesi” buna dayanmaktadır. Kamu; sözleşmeleri dayatmaz, halkın yaptığı sözleşmelerin bekçiliğini yapar.
Türk Ordusu bir görüşün, bir inanışın, bir ırkın bekçiliğini yapmaz. Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşların katkıları ile oluşan Türk Ordusu, tüm vatandaşların barış içinde kendi din ve ırkları içinde birlikte yaşamayı koruma kurumudur.
İşte, 15 Temmuz hareketi bunun için yanlıştı, bunun için başarısız oldu.
Türkiye’yi de Afganistan’a benzetmek istediler ama başaramadılar.
وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ
Va EaNZaLNAv EiLaYKa
“Ve sana inzal ettik”
İşte, Kur’an büyük inkılâbın kitabıdır. Zübür ve beyyinatı içermez. Zikri içerir.
Zikr ne demektir?
Bilinenleri hatırlatmadır.
Kur’an iki bakımdan zikirdir.
Biri, Kur’an bütün eski kitapları hatırlatır. Unutulmuş veya bozulmuş olanları düzeltir. Hazreti İsa oğul değil resuldür der.
Diğer bakımdan da Kur’an zikirdir. Müsbet ilimlerin ortaya koyup ispatlayacağı şeyleri hatırlatır. Yani Kur’an’da insan ilmine aykırı hiçbir şey yoktur. Söyledikleri bu bakımdan bir tekrardır.
Kur’an bize birden nazil olmadığı için de “nezele” denmemiş, “nüzzile” denmiştir.
الذِّكْرَ
elÜiKRa
“Zikri”
Biri bir şey söyler, ona kendisi tam inanmış veya tereddütte olabilir. Bunu duyanlar onu kabul ederler veya şüpheli yaklaşırlar. Bu zikir değildir. Ama öyle cümleler vardır ki duyanlar onun doğruluğunu hemen görürler. Matematik problemleri böyledir. Biri çözdükten sonra artık herkes çözmüş olur. Çünkü akıllar doğruluğunda ittifak ederler, o zikir olur.
İşte Kur’an böyle bir kitaptır.
Söylediği anlaşıldıktan sonra kimse onu inkâr etmez, yanlıştır diyemez.
Kur’an’dan önce zübür gelmiş ama Kur’an zikir olmuştur. Çünkü Kur’an’dan sonra fıkıh kitapları içtihat ve icmalarla oluşacak ve her topluluğunki her zaman farklı olacaktır. Kur’an bunlara içtihadın nasıl yapılacağını öğretmektedir.
لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ
Li TuBayYıNa LinNAvSı
“Nâsa beyan etmen için”
Burada beyan edecek olan kimdir?
Nâsa beyan edecek olanlar resullerdir. Kavmin resulleridir. Bunlar başkanlardır. Meclisler Allah’ın halifesidirler. Resuller ise peygamberlerin halifesidirler. Ocak başkanları, bucak başkanları bu beyan görevini yüklenmişlerdir.
Cemaat oluşur. Kur’an üzerinde çalışır ve içtihat yaparlar. Başkanları da bu içtihatların icmalaşmış şeklini yine o cemaat mensuplarının ağzıyla tüm insanlığa tebliğde bulunurlar.
Kooperatifler şeklinde oluşacak bucaklar kendi içinde, kendi içtihat ve icmaları ile yaşayacaklardır. Ama bu insanlıktan kopmuş olacak anlamında değildir. Tüm diğer bucakların söylediklerine kulak verecek ve her bucak edindiği müktesebatı tüm insanlarla paylaşacaktır. Bucaklar illerde, iller ülkelerde ve ülkeler insanlıkta birleşeceklerdir. Bu birlik ilimde ve fıkıhta olduğu gibi, her bucak ürettiği malları tüm dünyaya satacak, tüm ürettiği malları satın alacak, böylece ekonomide de insanlık tek topluluk olacaktır.
Burada “tübeyyine nâse” denmiyor, “litübeyyine li’n-nâsi” deniyor. Yani biz tüm insanların yararlanacağı şekilde beyan ederiz. Patent hakkı diye bir şeyi söz konusu etmeden bildiklerimizi ortaya koyarız. Tüm insanlar onlardan yararlanır. Ama kimseye dayatmayız, bunu öğrenir demeyiz. Hele öğrendikten sonra uygulayıp uygulamamakta tamamen serbesttirler. Bu sebeple “Li” harfi ile getirilmiştir.
مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ
MaV NuzZiLa iLaYHiM
“Onlara tenzil olunanları”
Evet, Kur’an daha önce inzal edilmiş olan kitapları zübürleri tebyin etmen için. Kur’an Tevrat’ın ve Vedaların da hükümlerini içerir. Onlar da Kur’an’ın birer uygulamasıdır. O günler için o kitaplar getirildi, şimdi ise aradan çağlar geçmiş, insanlık uygarlaşmıştır. O kitapların yeniden beyan edilmesi gerekir.
İşte o kitapların çağımızın sorunlarını çözecek şekilde beyan edilmesi için başvurulacak iki kaynak vardır.
Biri müspet ilimdir. Müsbet ilme aykırı ifadeler müspet ilmin doğrultusunda tevil edilmelidir. Böylece o kitapları günümüzün sorunlarını çözmüş hâle getirir.
Diğeri ise Kur’an’la denetlenmelidir, Kur’an’a göre yorumlanmalıdır. Böylece günümüzün sorunlarını çözecek duruma gelmiş olurlar.
Burada da “inzal” kelimesi değil de “tenzil” kelimesi getirilmiştir. Çünkü her topluluğa ve çağa ayrı inzal olmuştur. Bugün de insanlık kavimlere, kavimler şa’blara, şa’blar kabilelere ve kabileler aşiretlere ayrılacaklardır. Her birinin kendisine göre şir’ası oluşacaktır. Böylece birlik içinde özgür olarak yaşayacaklardır. Bir taraftan icmalara karşılık tebyinlerle birlik sağlanacak, mübadele sayesinde tüm insanlık bir tek işletme hâline gelecek. Diğer taraftan semt kooperatifleri sayesinde halk üretecek ve tüketecek, üretimde ve tüketimde özgür olacaktır. Gümrükler, kotalar, vizeler olmayacak. Birlik oluşacak. Özel mülkiyet olacak, yerinden yönetim olacak, özgürlük sağlanacaktır.
وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ (44)
Va LaGalLaKuM YaTaFakKaRUvNa
“Ve tefekkür etsinler diye.”
“Feker” “Vekr” kuş yuvasının giriş kapısıdır. Fiil olarak kuşun yuvaya girmesi demektir. “Vav”ın “Fe”ye dönüşmesi ile “Tefkir” hislerle elde edilen bilgilerin tasnif edilerek beyinde ilgili yerlere yerleştirilmesi anlamına gelir. “Akıl” bu kavramlar arasındaki bağları ortaya çıkarmaktır. “Fıkıh” ise bu akli bağlarla ileride olacaklar hakkında hüküm çıkarmak, içtihat etmek demektir.
“Fikir” Akevler lügatinde böyle yazılmış, burada zikirden bahsedilmemiştir.
“F” harfi “fasl, fecr, fark, feth” gibi kelimelerde olduğu gibi ayırıcı mana taşır. “Kaf” ise “Ke” de “Key” de, “Kem” de ve “Kevn” de, ise ilişkileri, bağları ifade eder. “R” harfi görmek anlamındaki rey’dir, “recee” geri dönüşü ifade eder. Batı dillerinde tamamen rücu harfidir.
Buna göre “fikretme” demek, tasnif etme, sonra aralarında ilişkiler bulma ve yeniden terkip etme demektir. Yani analiz ve sentez yapma demektir.
Kur’an’daki harflerin manalarını ortaya koyup üç harften oluşmuş Arapça kelimeleri manalandırma, kimyadaki elementlerin sentezine benzer şekilde, dilde çalışma ile Kur’an yepyeni manaları ortaya koyacaktır. Lütfi Hocaoğlu ve Tayibet Erzen bunun üzerinde çalışmalıdırlar. Kur’an’la meşgul olan herkes bir konuyu ele alıp derinlemesine çalışmalıdır.
Yani insanlar tefekkür etsinler diye düşünsünler demektir.
Kur’an insanlığa düşünmek için malzemeler vermekte, insanlar o malzemeleri uygun şekilde kullanarak şir’alarını oluşturmakta, kendi hukuklarını meydana getirmektedirler.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92