NAHL SÛRESİ TEFSİRİ-16.SURE
Süleyman Karagülle
1349 Okunma
NAHL SÛRESİ-14-18.AYETLER

***

 

NAHL SÛRESİ - 4. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

أَتَى أَمْرُ اللَّهِ فَلَا تَسْتَعْجِلُوهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (1) يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنْذِرُوا أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاتَّقُونِ (2) خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ تَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (3) خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ (4) وَالْأَنْعَامَ خَلَقَهَا لَكُمْ فِيهَا دِفْءٌ وَمَنَافِعُ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (5) وَلَكُمْ فِيهَا جَمَالٌ حِينَ تُرِيحُونَ وَحِينَ تَسْرَحُونَ (6) وَتَحْمِلُ أَثْقَالَكُمْ إِلَى بَلَدٍ لَمْ تَكُونُوا بَالِغِيهِ إِلَّا بِشِقِّ الْأَنْفُسِ إِنَّ رَبَّكُمْ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ (7) وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمِيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزِينَةً وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ (8) وَعَلَى اللَّهِ قَصْدُ السَّبِيلِ وَمِنْهَا جَائِرٌ وَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ (9) هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لَكُمْ مِنْهُ شَرَابٌ وَمِنْهُ شَجَرٌ فِيهِ تُسِيمُونَ (10) يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالْأَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (11) وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (12) وَمَا ذَرَأَ لَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُخْتَلِفًا أَلْوَانُهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ (13)

 

***

 

وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُوا مِنْهُ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (14) وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (15) وَعَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ (16) أَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (17) وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ اللَّهَ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (18)

 

***

 

وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُوا مِنْهُ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (14)

Va HuVa elLaÜIy SapPaRa elBaXRa LiTaEKuLUv MiNHu LaXMan OaRıyYan Va TaSTaPRiCUv MiNHu XıLYaTan TaLBaSUvNaHAv Va TaRay eLFulKa MaVAvPıRa FIyHı Va LiTaBTaĞUv MıN FaWLıHı Va LaGalLaKuM TaŞKuRUvNa

“Ve ondan tarıy lahmı ekledesiniz ve lebs ettiğiniz hilyeyi ondan istihraç edesiniz diye bahrı size teshir eden O’dur. Onun içinde mevahir fulku görürsün. Fadlından ibtiğa etmeniz içindir. Şükredersiniz diye.”

Bundan önce “hüvellezî” ile başlayan ayetlerde semadan suyu inzal ettiğini ve onunla yeryüzünde su döngüsünü gerçekleştirdiğini beyan etmişti. Deniz karalarındaki suların yağmurları bulutların kaynağı olarak anlatılmıştı. Bu döngünün Ay ve Güneş’in hareketleri ile gerçekleştiğini belirtmişti. “Ve” harfi ile atfederek, O’nun denizleri de bize musahhar kılan kimse olduğunu anlatmaktadır. Evet, denizler, karalarda suların döngüsü için bir kalp merkezidir ama aynı zamanda hayatın ta kendisidir.

Denizlerden yararlanma sistemi bugün bile yaygınlaşmamıştır. Gelecekte insanlar karalarda yaşadıkları kadar denizlerde de rahat bir şekilde yaşayacaklardır. Ay ve Güneş’in bize teshir edildiği yani bize verildiğini yani yeryüzü insanından başka, Âdemoğlu insanından başka kimsenin var olmadığını söylüyor, hem de burada denizlerin de bize ait olduğunu bildiriyor. Keşfedilmemiş okyanuslarda insanlar vardır. Ama bugün kesin olarak biliyoruz ki bunlar bir tek anne ve babadan türemişlerdir. Hattâ oralara hangi tarihlerde nereden gittiklerini de DNA analizlerinden biliyoruz. Asırlar sonra Amerika kıtası bulundu. Orada da insanlar vardı ama onlar da bizden ayrılma idiler.

Şimdi deniz hayatını anlatmaktadır. Sonra denizler ile karalar arasındaki uyum bildirilmektedir. Daha sonra insanların Güneş sisteminde hareket etmeleri için yıldızlardan nasıl yararlandıklarını anlatmaktadır.

Karadeniz ormanlarına girdiğiniz zaman, içinde belki binlere varan değişik cins ot ve ağaçlar iç içe yaşamaktadır. Bunları gelişigüzel, düzensiz ve tesadüflerle oluşmuş gibi görürsünüz. Oysa ormanlıklar da kendine göre bir denge ve uyum içindedir. Değişik bitkiler birbirlerine dayanışarak birlikte yaşarlar.

İnsan vücudundaki dokular da böyledir; deri, kan, sinir ve et hücreleri karmakarışık bir şekildeler ama onlarda da bir uyum vardır ve her hücrenin görevi ile birlikte diğer hücrelerle muntazam ilişkileri vardır.

Kur’an da konuları iç içe düzensiz bir şekilde anlatır gibi görünür. Ama her kelimenin, her cümlenin, diğer cümle ve kelimelerle, duvarın kenetlenmiş taşları gibi aralarında kenetlenme vardır. Irmakları ve yolları yan yana zikreder. İlişki vardır. Çünkü ırmakların da yolları vardır. Kan damarları nasıl yollar iseler, sinir sistemleri nasıl yollar iseler, nehirler de suların yollarıdır. Kara, deniz, hava ve demir yolları da yollardır, insanlara has yollardır.

Demek ki tefsir metotlarından biri de konu ve kelimelerin sırasındaki hikmetleri araştırıp bulmaktır. Harficerler, harfi atıflar birer doktora çalışmasını gerektirir. İki kelime alırsınız, Kur’an’da birlikte zikredilen yerlerini tesbit eder, aralarındaki ilişkileri bulursunuz. İşte bu bir yorum olur. 5000 kelime varsa, 25 milyon konu ortaya çıkar. Bunların muzari ve mazi kullanışları da ele alınırsa, milyonlar milyarlara, trilyonlara ulaşır.

Denizden tariy et yediğimizi beyan ediyor. Demek ki balıklar da ettir ve insan yiyeceğidir. Türkçede “terütaze” deriz, “canlı balık, canlı balık” diye pazarlanır. Kur’an’da bir defa geçen bu kelime ile deniz yiyecekleri anlatılır. Kara hayvanlarının bir kısmının etleri yenmez. Etleri yenenler de kesilerek yenir. Deniz hayvanlarından balıklar da insanın doğal besinidir ama başka canlıların da etleri yenebilir, kavmin yiyeceği sınıfına girer. Balina gibi deniz memelilerinin veya diğer denizde yaşayanların etleri de yenmelidir. Balinalar karadan dönüşmüşlerdir deniyor. Karadaki kara balıkları bulunmalıdır ve bu kara balıklarının etlerine kıyaslar yaparak balinalar hakkında karar vermeliyiz.

“Tarıy” kelimesi bozulmamış terütaze anlamında olduğuna göre, demek ki bütün deniz hayvanlarının etleri yenebilir. Biz yine ihtiyaten, -tam bilgimiz olmadığı için- diyoruz ki, at eti gibi kimi kavimlerin yiyeceği ise yenir.

Bununla beraber “Tarıy” kelimesi deniz hayvanları olan balıkların pazarlanması canlı balık şeklinde olmalıdır. Ağ torbalar yapılır. Balıklarla dolu ağ torbalar motordan alınır, karaya çekilir ve taze balık olarak pazarlanır. Yahut balık sürülerine belli günlerde yem verilir, onlar sürü hâlinde size gelirler. Taze olarak alınarak verilmiş olur.

Yarın deniz uygarlığı kurulduğu zaman zaten taze balık yenecektir ve diğer deniz hayvanları için de bunlar söylenebilir.

Ayet “giydiğimiz hilye”den bahsetmektedir. “Tarıy” kelimesinin yanında bu kelime de üzerinde çalışılması gereken bir kelimedir. Takı manasına hilyeyi libas olarak zikretmesi, elbisenin yalnız vücudu korumak için değil de, aynı zamanda tanınması ve bilinmesi için olduğuna işaret eder. Zenginler varlıklarını onunla belirtirler.

 

لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

لِتَأْكُلُوا مِنْهُ

وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ الْبَحْرَ

لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُونَ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ فِيهِ مَوَاخِرَ لِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

وَمِنْ كُلٍّ تَأْكُلُونَ

وَمَا يَسْتَوِي الْبَحْرَانِ هَذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ سَائِغٌ شَرَابُهُ وَهَذَا مِلْحٌ أُجَاجٌ

 

Birbirine çok benzeyen iki ayeti karşılaştıracak olursak:

1) Burada bahrı size teshir etmiştir. Fatır’da iki denizin müsavi olmadığını, birinin içiminin tatlı akarsu olduğunu, diğerinin ise tuzlu ve acı olduğunu söylemektedir.

2- Burada “ondan” yani denizden denmekte, Fatır’da iki denizden yerine “hepsinden” denmektedir. Burada hazfedilmiş bir “En” vardır, Fatır’da ise “eklediyorsunuz” şeklindedir. “Ekletmeniz” için diyor, diğerinde ise bilgi veriyor.

3- Ondan yani denizden istihraç edersiniz diyor. Fatır’da “minhu” veya “minhuma”yı hazfediyor.

4- Burada “velitebteğu” diyor, Fatır’da “litebteğu” diyor ve buradaki “Li” harfi çok önemli hususlara işaret etmelidir.

Hilyenin libas olarak getirilmesinden dolayı, takıların veya üniformaların nasıl libas olacağı üzerinde durmamız gerekir. Bugün de devlet nişanı verilmektedir, platin veya gümüş kupa verilmektedir. Devlet sadece sözde nişan vermez, gerçekten kıymetli değerlerle taltif eder. Bunun sosyal önemi vardır. Kişiye mali güç sağlamaktadır. Kişiler bunları vârislerine aktarmaktadırlar. Kuyumculuk hâlâ yaygın meslektir.

Gemiler için “mevahire” vasfını kullanmaktadır. “Mahr, bahr, bahl” kelimeleri akrabadır. “Buhar” sudan çıkan gaza dönüşmüş sudur. Türkçede “buğu” olarak adlandırırız. “Bahl” buğulanmak anlamına gelmiş olur. Zıt manasıyla vermeden sıkan demektir. Akevler lügatinde böyle anlatılmaktadır.

“Mevahir” “mahire”nin çoğuludur, buğulaştıran anlamındadır.

Bugün gemiler denize gömülüdür, suyu yararak giderler. Sürat teknelerinin tekniği ise farklıdır. Taban düz yaygın yapılmıştır. Tekne süratlendikçe yukarıya çıkar, su ile sürten alan azalır. Daha az sürtünme ile yani uçma teknolojisi ile yol alır. Bu ayeti tercüme ederken gemileri uçar olarak görürsün. Süratli sürtünmeden dolayı temas eden yüzey ısınır, buhar çıkar. Gemide olanlar bunu göremezler ve hissedemezler, uzaktan bakanlar bunu görürler. Bu sebeple her ikisinde de “Terâ” kelimesini getirmektedir.

Bugün gemi nakliyesi hâlâ önemli rol oynamaktadır.

Buhar teknolojisi henüz yaygınlaşmamıştır.

Bu teknolojinin başka bir özelliği olabilir. Süratle giden gemi ısınır ve gemi artık su üzerinde değil ince buhar tabakasında seyreder. Bu hem sürat kazandırır hem de yakıt tasarrufunu sağlar. Kur’an geleceğin teknolojisini anlatıyor.

Fatır’da gemiler süratle giderler ki yeryüzünde fiyatlar eşit olsun ve mübadeledeki verim artsın. “Fadl” demek emeksiz elde edilen gün/saattir.

Gemilerin süratle gitmesi ile fadlın ibtigasını anlamak için bir örnek vereyim. İki ayrı köyde yaşayan köylüden biri patates, biri de domates ekmekte, her ikisi de yaşamaktadırlar. Ama yaşamaları için yılda 1000’er saat harcamaktadırlar. Bunlar ürettiklerini değiştirdikleri zaman 2000 saatlik emekle iki kişi yaşamak durumundan 1500 saatle iki kişi yaşamaya başlar. İşte burada 500 saat artırılmıştır. Yani değiştirmekle malların gün saatleri artar.

Değiştirenler ne kadar çoğalırsa, bu gün/saat o kadar büyür yani fazl büyük olur.

“Fazlından ibtiğa etmeniz için” denmektedir. İnsanda nasıl kan vardır, dolaşım sağlanır. Aynı şekilde yeryüzünde nakliye sayesinde dünya tek ekonomi piyasasına ulaşır. Nakliye son derece ucuzlamış ve sürat kazanmıştır. Fiyat demek kan basıncı demektir. İnsan vücudunda kan basıncı her tarafta nasıl aynı ise, dünyada nakliye sayesinde fiyatlar aynı olacaktır.

Genel Hizmetlerden biri de nakliyedir, ulaştırmadır. Tüm taşımacılar birbirlerini sübvanse ederek fiyatları yeryüzünde eşitlemiş olur, tüm dünya mübadele içine girer.

Burada “Li” harfi getirilerek fadlı ibtiğayı denizin musahhar olmasına bağlamaktadır. Fatır’da ise fadlı fulkün mevahirine bağlamaktadır. Yani birinde taşımadan dolayı yani ticaretten dolayı fazl vardır. Diğeri ise gelecekte deniz tarımı yapanlar ile kara tarımı yapanlar arasında olacak mübadeleden ekonomik rant yani fazl ortaya çıkacaktır. Ayetler aynı kelimeleri ile söyleniyor ama bir harf ile apayrı şeyleri anlatmaktadırlar. Bu aynı zamanda yeryüzünde her şeyin birbirine benzer olduğunu da haber vermektedir.

Her iki ayetin sonunda “şükredersiniz” denmektedir. Şükretmek demek, devenin aldığı yem ile semirmesi demektir. Yani imkânları değerlendirme şükürdür.

Mübadele sayesinde yeryüzünün imkânları ile daha çok insanın yaşamasına imkân sağlama şükretmedir. Yani insanlığın şükrü demek, yeryüzü nüfusunun artması demektir.

İnsanlar önce toplayıcılıkla geçindiler.

Avcılığa geçince yaşanacak yerler çoğaldı.

Çobanlıkla bu çoğalma daha da arttı.

Çiftçilikte ise daha çok alanlardan yararlanıldı.

Bundan sonra mübadele dönemi başladı; pazar mübadelesi, tüccar mübadelesi, işçilik ve ortaklık dönemleri geldi, bunlarda büyük fazl ortaya çıktı. Daha çok insan yaşamaya başladı. Böylece insanlık büyüdü. İnsanlar şükrettiler yani varlıklarını genişlettiler.

Böylece bu ayet aynı zamanda insanlığın gayesini de bildirmektedir.

وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ

Va HuVa elLaÜIy SapPaRa

“Ve O teshir edendir”

Suyu size inzal etti dediği halde, burada denizi “size” kelimesini kullanmadan “teshir etti” demiştir. İnzalde bize olduğu karinesi yoktu. Burada “lite’külû minhu” ile teshir edilenlerin insan olduğu anlaşıldığı için “leküm” kelimesi getirilmemiştir.

“Sahr” kelimesi birbirlerinden yararlanma anlamındadır. Yeryüzündeki imkânları değişik olarak ortaya koydu. Her yerde mevcut nimetler farklıdır. Böylece her yerde yaşayanlar birbirlerine muhtaçtırlar. Ayrıca kişilerin kabiliyetleri de farklıdır. Böylece tüm insanlar birbirlerine muhtaçtır. Bunun için “sahhara” kelimesini getirmektedir. “Ceale” dememektedir. “Halaka” dememektedir.

Sovyetler fabrikalar kurdular ama bir motorun bir parçasını bir ülkede diğer parçasını diğer ülkede kurdular. Sovyetlerin dağıtılması ile bu fabrikalar stop etti, çünkü kimse ham madde bulup alamadı, kimse ürettiğini satamadı.

Ben Kırgızistan’da iken Soros oraya geldi, o zaman onun adını duydum. Fabrikaları ve yerleri ucuz bedellerle kapatmak istedi. Sovyet halkları sabretti, direndi, yavaş yavaş kendi iç piyasaları ile iç piyasası oluştu. Süratle gelişmeye başladı, hâlâ gelişiyor.

Sovyetler resmen dağıldı ama fiilen dağılmıyor.

Avrupa Birliği’nde ise her ülke kendi imkânları ile iş yapar durumdadır. Resmen birlik var ama fiilen yok. Oysa Avrupa Birliği parasını oluşturmuştur. Krediyi bu usulle vermesi gerekir. Yani değişik ülkeler değişik üretimleri yapmalılar. Böylece aralarında işbölümü olacaktır. Resmi birlik bu sayede fiili birliğe dönüşür.

Ülkemizdeki planlama öyle yapılmalıdır. Savaşta her bölge kendi başına ayakta kalabilmeli. Ama öyle üretim yapılmalıdır ki Türkiye bir bütünlük içinde yer almalıdır.

Yarın siz Adil Düzen Çalışanları ya iktidar olacaksınız ya da iktidarlar size danışacaklar. Bunları iyi öğrenirseniz, sizin iktidar olmanıza gerek kalmaz, iktidar olanlar sizin dediklerinizi yapar.

الْبَحْرَ

eLBaXRa

“Denizi”

Türkçede deniz, yalnız tuzlu suları içeren büyük suların bulunduğu yerler demektir. Oysa Arapçada tatlı su gölleri de “bahr” kelimesi ile ifade edilir. Hattâ Fatır’daki ayette Fırat’ın da deniz olduğu belirtilmektedir. O halde akarsular da bahrdan sayılır.

Yeraltı su nehirleri ve gölleri vardır. Toprak arasında yavaş yavaş akarlar. Kuyulardan su çekeriz. Bunların hepsi bahrdır.

Şöyle ifade edebiliriz. Yeryüzünde iki madde vardır, su ve diğerleri. Hava da diğerleri arasındadır. Denge ikisi arasında kurulmuştur. Su yeryüzünün kanıdır. Diğerleri ise yeryüzünün bedenini oluştururlar. Böylece birçok canlının yaşaması sağlanır.

لِتَأْكُلُوا مِنْهُ

LiTaEKuLUv MiNHu

“Ondan ekl edersiniz”

Yeryüzü ikiye ayrılır, sular ve diğerleri demiştik.

Peki, canlılar nerede yer alırlar?

Evet, canlılar sular içinde yer alırlar. Bundan dolayı sudaki balıkları da denizin bir cüzü yapmıştır. Dörtlü sistem ortaya çıkıyor; su ve canlılar, toprak ve hava. Yani biz balık yerken denizin bir tarafını yiyoruz demektir. Su yerine canlı kelimesini kullanırsak, canlılar ve cansızlar diye anlarız.

Buradaki “minhü” kelimesi yeryüzünün başka türlü dörtlü tasnifini vermektedir.

لَحْمًا طَرِيًّا

LaXMan OaRıyYan

“Tarıy lahm”

Karalarda bizim asıl besinimiz meyvelerdir. En’am et olarak ikinci besinimizdir.

Denizlerdeki besinimiz ise ettir. Deniz bitkilerinin meyve ve yaprakları bizim için besin değildir. Yarın deniz uygarlığı doğduğu zaman oradakiler meyve ile değil etle geçinecekler, balık yumurtası ile yaşayacaklar. Onlar karadakilerle mübadeleye geçerek denizde bulunmayan besin maddelerini karalardan temin edecekledir. Deniz bitkilerinin tamamı bize besin olmuyor. Buna karşılık deniz hayvanlarının hemen hepsi bize rızık oluyor.

Buradaki “tarıyyen” kelimesi bunu ifade ediyor.

وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ

Va TaSTaPRiCUv MiNHu

“Ve oradan istihraç edersiniz”

“Bahr” dediğimiz zaman deniz altındaki toprak veya kaya parçalarını anlamıyoruz, su ve canlıları anlıyoruz.

“Kara” dediğimiz zaman akarsuları veya yeraltı sularını anlamıyoruz, toprağı ve havayı anlıyoruz.

Görülüyor ki, Kur’an’ın kendi Arapçası vardır. Kendi kendini bize öğretmektedir. Dolayısıyla Kur’an Arapçasının günlük Arapça ile ilgisi, Türkçe ile ilgisinden biraz fazladır.

İstihraç edilen hilye canlılardan elde edilmektedir. Toprak veya kaya cinsinden değildir. “Hilye lebs edersiniz”deki hilye kelimesi daha geniş manada olabilir. İstihrac etmek istifal babı ile getirilmiştir. Deniz hayvanlarının etinden belki de şekerinden, liflerinden yararlanılacaktır.

Bu ayetlerin manaları deniz uygarlığı başladığı zaman daha iyi anlaşılacaktır.

حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا

XıLYaTan TaLBaSUvNaHAv

“Lebs ettiğiniz hilye”

“Hilye”yi ikiye ayırmamız gerekir.

Biri süs eşyası hilye, diğeri ise giyecek olarak hilye.

Burada giyecek olarak olan hilyeden bahsetmektedir. Öbür hilye ile karışmasın diye bu hilyenin sıfatı olarak getirilerek diğerlerinden ayrılmış bulunmaktadır.

“Hilye” kökü Kur’an’da dokuz defa geçmektedir. İkisi bu ayetlerde “telbesuneha” ile geçmektedir, altın ve gümüş kolyelerdir, elbise karşılığı kullanılmaktadır. Bir yerde kundak anlamında geçmektedir. Kundakta büyütülen bebek mi tanır denmektedir.

Demek ki hilye kıyafet anlamındadır. Hayvanların elbiseleri canlıları sıcaktan soğuktan koruduğu gibi onların tanınmalarına ve gezinmelerine imkân verecek şekilde de var edilmişlerdir. Kâinatın düzeni böyle kurulmuştur. Varlıklar kendilerini sesleri ve renkleri ile tanıtırlar. Bu hilyedir. Estetik dediğimiz şeydir.

Kur’an’da kerem var hüsn var, ziynet var zuhruf var, bir de hilye var.

Kur’an’ı yorumlamak demek, birbirine yakın bu beş kelimenin aralarındaki farkları tesbit etmek demektir. Bunu siz kendiniz içtihadınızla tesbit edeceksiniz. Böylece Kur’an’ın değişik manaları ortaya çıkar.

Bu neye benzer?

Türkiye’yi illere bölmeye benzer. Eskiden 60 kadar il varken, şimdi 80 kadar il var. Kur’an il kavramını getirir ama Anadolu’nun kaç il olacağına o günkü yönetim karar verir. Kur’an illeri tesmiye etmez, Şırnak ildir demez. Size bırakır. Kur’an tanımları verir, siz de o tanımlara göre il yaparsınız. Birincisi, bir yerin il olması için nüfusun 300 binden az, bir milyondan fazla olmaması gerekir. İkincisi, yöneticilerin yeni ilde kalmayı kabul etmeleri gerekir. Oraya hicret edenlerle oradan hicret edenlerin istekleri yerine getirilmelidir. Sonunda toprak ona göre sınırlandırılmalıdır. Şartlar da bozulmamalıdır.

Devletler ve bucaklar da böyle kurulur.

وَتَرَى الْفُلْكَ

Va TaRa eLFuLKa

“Ve fülkü rey edersin”

“Görürsün” diyerek bunların olacağını bildirmiş oluyorsun. Hazreti Muhammed’in görmesi değil, gelecekte bunlar yapıldığında insanların görmesi anlamındadır.

Gemi veya uçaktakiler hızlardaki değişmeleri hissederler ama hızları hissetmezler. Araçların hızı ne kadar büyük olursa olsun, ivmesi değişmedikçe hızlar içerde ölçülmez.

İple asılı bir lambanın hızı asansörün hızına eşitse, lamba sallanmaz. Eğer asansörün hızı değişirse, lamba kendi hızında devam eder. Asansör ise yavaşlar veya süratlenir ve böylece lamba tavana yaklaşır veya uzaklaşır.

Burada bahsedilen hareket ancak dışarıdakiler için söz konusudur. Gemidekiler hareket etmemiş olurlar. “Terâ” kelimesi ile izafiyet anlatılmış olmaktadır.

مَوَاخِرَ فِيهِ

MaVAvPıRa FıYHı

“Orada buharlaşmışlar olarak”

Yani suyun yüzüne çıkmış bir şekilde.

Eğer yeteri kadar hız verirseniz gemi uçaklaşabilir, suya yakın yerde ama havada seyreder. Böyle gemiler henüz inşa edilmedi.

Oysa geminin havada kanatları bulunur, hızlandıkça suyun yüzüne çıkar, yarı yüzme yarı uçma ile hareket eder. Hattâ hız o seviyeye yükselebilir ki gemi havada uçmuş olur.

Yahut uçan trenler yapılabilir. Şöyle ki, hızı otomatik ayarlanır, bir metre kalksın inebilsin, bir metre yüksekliğinde yan duvarlar yapılır, tren hızlanarak kalkar ve iner.

Buradaki “mevahire” sıfatı gelecekteki araçlar hakkında ipucu vermektedir.

Mühendis okuyucularımız düşünsünler bakalım;

Uçan trenler ve uçan gemiler nasıl yapılır?

وَلِتَبْتَغُوا

Va LiTaBTaĞUv

“Ve ibtiğa edin diye”

Buradaki atıf “li te’külü”ye gitmektedir. İbtiğa edin diye.

Evet, insanlar ticaretle ürünlerini gün/saatlerini artırsınlar.

Gün/saat ne demektir?

Bir insanın bir saat çalışması ile yaşattığı gün sayısına gün/saat diyoruz. Bu kavram “Adil Düzen”in getirdiği kavramdır. Ticaretle birçok malların gün/saatlerini on defa, yüz defa çoğalttıkları olur. Bu da serbest ticaretle sağlanır. Bu serbest ticaretin olması için bedelsiz ulaşım olmalıdır. Gemilerle yüzmek (seyahat) bedavadır. Havalarda uçmak bedavadır. Kara ve demir yollarını da o hâle getirmeliyiz.

İşte…

Bu ayetlere göre deniz ve karalarda özel mülkiyet, hattâ devlet mülkiyeti de yoktur.

مِنْ فَضْلِهِ

MıN FaWLıHı

“Fadlından”

Buradaki zamir Allah’a gitmektedir. Yani musahhar kılan Allah işbölümü imkân ve kabiliyetleri ile gün/saatini kat kat katlayarak insanlığı tek ümmet yapmıştır. Müslüman ve kâfiri birbirine muhtaç kılarak birlikte uygarlaşmalarını sağladı.

“Fadl” demek, birlikte olma sonucu emeksiz olarak artan saat ile elde edilen gün demektir. İnsan hücrelerinin her biri ayrı ayrı birer canlıdır. Ama milyarlarcası bir araya gelerek ortaklık kurarlar ve gün/saatlerini kat kat artırırlar.

Ben şimdi o sayede varım ve yaşıyorum.

Topluluğun durumu da böyledir.

Demek ki Kur’an burada gemileri anlatırken biyoloji dersini de veriyor.

وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (14)

Va LaGalLaKuM TaŞKuRUvNa

“Ve umulur ki şükredersiniz.”

Şükretmeniz beklenir; bu sayede semirirsiniz, büyürsünüz, çoğalırsınız.

İnsanlığın hedefini anlatmaktadır.

Batılılar ekonominin gayesini kârı maksimize etmekle belirlerler.

Kur’an ise uzun ömürlü insan sayısını maksimize etmek yani en büyüğe çıkarmak olarak belirler. İnsanlar tüm eğitimlerini Kur’an içinde almalıdırlar.

Bu KUR’AN VE İLİM seminerlerimizi okuyanlar dört sınıftır, dört gruptur:  

1) Birinci grup söylenenlerden çoğunu anlamaz ama içinde anladığı cümleler bulunur, bunun için okurlar.

2) İkinci grupta olanlar söylediklerimizin çoğunu anlarlar, genel olarak söylenenleri kavrarlar. Bazı anlamadıkları yerler kalır. Onlar uygulamaya geçebilirler. Ancak bir anlayanla birlikte olmak zorundadırlar.

3) Üçüncü grup söylediklerimizi normal olarak anlamışlardır. Onlar normal olarak uygulama yapabilmektedirler. Bunlar uygulama yapmazlarsa mesul olurlar.

4) Dördüncü grup ise burada söylenenlerden fazlasını anlarlar. Bunlar da bu ekolün kurulmasına, gelişmesine ve verimleşmesine sebep olurlar.

Bir gün gelir bizim bu yazdıklarımız devede kulak bile olmaz ama koskoca bir yeni uygarlık, yeni bir medeniyet bu sayede doğar. Tarihte peygamberler dinlerini/düzenlerini/medeniyetlerini böyle oluşturdular. Kendileri sadece başlattılar. Sokrat ve Aristo da ekollerini böyle kurdular. Süleyman Tunahan’ın ve Bediüzzaman’ın tarikatları böyle oluştu. Onlar sadece başlattılar.

Akevler’in kurucuları da böyledir. Onlardan farkı; bir kurucusu yoktur, kurucuları vardır. Kooperatifin oluşmasında Prof. Dr. Ahmet Tahir Satoğlu’nun çabası Süleyman Karagülle’den az değildir. Merhum Ahmet Bülbül’ün çabası da onlardan ileridedir. Asıl başlatan Merhum İhsan Emci’dir. Şimdi hâlen pek çok kişi Akevler’in çalışmalarına “Adil Düzen Çalışması” olarak katılmış bulunmaktadır, birisinin adıyla anılmayacaktır. Dikkat edilirse Musevilik var, İsevilik var ama Muhammedilik yoktur; İslâm vardır, Kur’an vardır.

وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (15)

Va EaLQAv FIy eLEaRWı RaVASıYa EaN TaMIyDA BiKUM VAa ENHAvRan Va SuBuLan LaGalLaKuM TaHTaDUvNa

“Ve Arz’da sizinle meydan etsin diye rasiyeleri ilka etti; ve ihtida edersiniz diye enharı da ve sübülü de.”

Denizleri anlattıktan sonra karaların düzenlenmesine geçmiştir.

“Meydan” meskûn yerler arasındaki boşluk alandır. Hareketlilik manasını taşır. Yani serbestçe dolaşılan yer demektir. Pazar yeri veya toplanma yeri anlamınadır. İmkân sağlamaya meydan açmak demektir.

“Made” fiili genişleme anlamındadır. “Medd” ile akraba olup uzatma anlamındadır.

“Meddetme” uzunlamasına uzatmadır. “Madde” alan boyunca büyütme demektir.

“Meydan olma” size meydan olsun diye. “Bi” harfi tadiye için gelmiş olur. “Leküm” anlamındadır. Siz sebebiyle Arz’a dağları koyduk, orası meydan oldu. Meydan olan dağlar değil Arz’dır. Halkın serbestçe dolaşması için korunmuş alana meydan diyoruz. Boş yerler meydan değildir. Korunmuşsa meydandır. Yeryüzü de dağlarla korunmaktadır.

Dağlar olmazsa rüzgâr sürekli olarak kutuplardan ekvatora ve doğudan batıya doğru eserdi, biz ve canlılar yaşamaz olurduk. Kutuplardan esen rüzgârları Himalaya-Alp silsilesi keser. Doğudan batıya olan rüzgârları ise Amerika’daki Ant silsilesi keser. Böylece yeryüzü bir meydan olur.

Buna nehirleri eklemektedir. Bu sayede yağmurlar yağmaktadır. Dağların olmadığı yerler çöl olur. Arabistan ve Afrika bunun örneğidir. “Ve enharen” kelimesi de “revasiye”ye atfedilebilir. Yahut bundan sonraki “sübülen”e de atfedilebilir. Kur’an bu kuralı çok yerde kullanır. Ortada söylenen iki tarafla birleştirilebilir ve ikisinde de doğru mana çıkar ama manalar farklı olur.

Yollar koydu, böylece varacağınız yerlere ulaşırsınız.

Demek ki yollar yalnız yürümek için yapılmaz, ne tarafa gidilmesi gerektiğini de bize bildirir. Sübül çoktur, tek yol yerine çok yollar. Bu da çoğulcu sistemi ifade eder. Yani çok mezhepler, çok tarikatlar, çok işletmeler, çok siyasi partiler olacaktır.

Bir taraftan sıratı müstakim vardır, müminlerin tek sebili vardır. Diğer taraftan sebiller vardır. İcma ile sabit olanlar sıratı müstakimdir. İçtihatla sabit olanlar sebillerdir. Böylece yeryüzünde kara, deniz, hava ve demir yolları ile istediğimiz yere gideriz. İnsanlar ise ilmî, meslekî, siyasî ve dinî dayanışma ortaklıklarıyla birbirlerine ulaşır.

وَأَلْقَى

Va EaLQAv

“İlka etti”

“Lika” kavuşmak demektir.

“İlka etmek” demek kavuşturmak demektir.

“Arz’da dağları birbirine kavuşturdu” denmektedir.

Kâinat bundan 14 milyar yıl önce yaratıldı. Galaksiler 7 milyar yıl içinde oluştu. Onun 3,5 milyar yıl öncesinde gezegenler oluştu. Güneş’in çevresinden başka yıldız geçerken Güneş’ten binde bir parçasını kopardı, uzunlamasına bir damla şeklinde kopan bu parçayı alıp götürmeden kendisi uzaklaştı. Güneş’in çevresinde dönmeye başlayan bu damlacık soğuyarak yoğunlaştı. Ortası şişkin olduğu gezegenlerin kitle ve hızları ile bilinen bu döngüde Plüton’la beraber on gezegen oluşur. Yer üçüncü sıradadır. Yer’in çevresi katı kabuk bağladı ve soğudu, hacmi küçülen kabuk çatladı. Magma tabakasından lavlar püskürterek dağları oluşturdu. Halen yanardağlar zaman zaman ortaya çıkmaktadır. Dağlar birer kazık gibidirler, magma içinde yüzmektedirler.

Dağlar birbirlerini çekerek yaklaştılar ve sıradağlar oluştu. İşte, ilka, kavuşturma, birleştirme budur. Afrika ve Amerika kıtalarına baktığımızda birbirlerinden ayrıldıklarını hemen görürüz. “Rasiye” sıradağ demektir. Birleşen dağlar sıradağları oluşturdular. Avrasya’da batıdan doğuya uzanırlar, rasiyat olurlar. Amerika’da güneyden kuzeye uzanırlar, rasiyat olurlar.

فِي الْأَرْضِ

FIy eLEaRWı

“Arz’da”

“Arz” Güneş sistemindeki on gezegenden biridir. Gerçi Pluton’u gezegen olmaktan çıkarmışlar ama gezegen tanımına göre bu çıkarmayı yapmışlardır. Kur’an bizim dışımızda yedi gezegen yolu olduğunu söylüyor. Bunlardan biri dağınıktır yani birlikte değiller. Demek ki Kur’an’a göre Plüton’un kendisi gezegen olmasa da yörüngesi vardır.

“Ala’l-Ardi” demiyor, “Fi’l-Ardi” diyor. Hacim için “Fî” kullanıldığı gibi alan için de kullanılır. Bununla beraber hayat 20 kilometre kalınlığındaki bir tabakada olmaktadır.

Everest Tepesi ile en derin çukur arası mesafe 20 kilometredir. Allah standart sayılar kullanır. Kâinatın matematiği onlu ve ikili sistemdir. “Onluklar tatil edildiğinde” diyor. Kâinatın onluk sisteme göre düzenlenmiş olduğunu söylüyor. Gezegenler ondur ve on sayısı 3 ve 7 olarak ayrılır. Dünya Güneş’ten uzaklığına göre üçüncüdür. Hayat da yalnız yerde vardır.

رَوَاسِيَ

RaVASıYa

“Rasiyeler”

“Reyse” bir şeyin hareket etmesini önlemek için üzerine konan taştır.

Gemilerin attığı demire/çapaya “rasiye” denir. Gemiler demir almışlarsa, mecradırlar. Limana demir atmış duruyorlarsa, mursadırlar.

Dünyanın dönmesi ve magma tabakasındaki hareketler dağları suda yüzen birer buz parçacıkları yapar. Bunlar birbirine birleştirilerek sabit hâle getirilirler ve revasi veya rasiye olurlar. Havanın ve suyun akıntılarını düzenlerler.

Ayrıca magma tabakasında dağların tersi rasiyeler vardır. Bunlar da dünyadaki rasiyeler gibidir. Dağ ne kadar yüksekse battığı kısım da o kadardır. Bunlara Kur’an kazıklar/evtad diyor. Bu sayede dünyanın dönüşü dengelenmektedir. 24 saat sabit kalmaktadır. Ay’ın çekimi magmadaki gel-git ile gece gündüz oluşmaktadır.

“Rasiyeleri ilka etti” derken bunları anlatmaktadır.

Kur’an Allah’ın sözü değilse, Hazreti Muhammed veya bir başkası bunları nerden bilecekti. Bunlar ancak yirminci yüzyılda keşfedilmiştir.

أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ

EaN TaMIyDA BiKuM

“Sizinle meydan yapsın diye”

“Meydan” kelimesi şimdi alan olarak kullanılmaktadır. Rüzgarlar esmektedir. Dağlar sayesinde su akıntıları oluşmakta, dağlar sayesinde magma tabakasındaki hareketler dünyanın döngüsünü dengelemektedir. Dönüşü yavaşladığı zaman Ay magma tabakasını kendine çeker, lavlar dağların yavaşlamış yamaçlarına çarpar, Yer’in dönüşünü hızlandırır. Yer daha hızlı dönmeye başladığı zaman Ay geri kalmış olur, öbür taraftan lavları çeker ve Yer yavaşlar. Yer’in 24’er saatlik dönüşü böylece dengelenir.

Ay’ın dönüşü de diğer gezegenlerin dönüşleri ile dengelenir. Hızlandığı zaman diğer gezegenleri de hızlandırmak ister. Böylece geri çekilir. Yavaşladığı zaman diğer gezegenler onu çeker ve hızlandırırlar. Böylece Yer’in 700 katı civarında olan gezegenlerin kitleleri Ay’ın aylık dönüşünü ve Yer’in yıllık dönüşünü dengede tutarlar.

Demek ki her şeyin hayati görevi vardır.

Böylece yeryüzü meydan haline gelmiştir.

“Meyd”in “Mehd” kelimesi ile akrabalığı vardır. Başka yerlerde beşik manasındaki “mehd”i kullanmaktadır.

Şimdi yeryüzündeki hayatın sürmesi için gerekli sayılmayacak kadar şartları kim oluşurdu? Kendiliğinden bu ince dengeler kurulabilir mi? Kurulmuş olsalar bile Kur’an’da bunlar nasıl yer alabilir?

وَأَنْهَارًا

Va ENHAvRan

“Ve nehirler”

Dağlar denizlerden çıkan buharları soğutur. Sular yağmura ve kara dönüşür. Eriyen karlar ve yağan yağmurlar toprağa girer ve yeraltı göllerinde depolanır, pınarlar olarak dışarı çıkarlar. Vadilerde rasiyelerde toplanarak ırmaklar olur ve denizlere ulaşırlar.

Bu arada canlılar o suların içinde varlıklarını sürdürürler.

Daha canlılar yaratılmadan önce bu su döngüsü vardır. Kayalar böylece topraklaşırlar. Kâinat enerji üretip çevreye yayan bir işletmedir. Yerler de bu enerjiyi alıp canlıya çeviren birer işletmedir. İnsanlık da bu sosyal işletmeleri kurmuştur.

وَسُبُلًا

Va SuBuLan

“Ve yollar”

Kuşlar kuzey kutbundan güney kutbuna belli güzergâhları takip ederek uçarlar. Balıklar denizlerde belli güzergâhları takip ederek Amerika’ya gidip gelirler. Arılar Güneş’ten yararlanarak uçar, kilometrelerce yerleri dolaşır, akşamleyin kovanlarına dönerler. Hepsinin bildikleri yolları vardır. Köpekler belli mesafeleri kat ettikten sonra işer ve orada sidik kokularını bırakır, sonra o koku ile tekrar geldikleri yerlere dönerler.

İnsanlar için de böyle yollar vardır.

Yeryüzünde ovalarda, çöllerde, dağlarda patikalar oluşur.

Bugün ise hava, deniz, kara ve demir yolları vardır. Su kanalları, petrol boruları, elektrik telleri, telefon telleri (kabloları), pis su kanalları vardır.

Bunların hepsi sebildir.

لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (15)

LaGalLaKuM TaHTaDUvNa

“Hidayet edesiniz diye”

Ovalarda göçebe olarak dolaşan kabileler eğer birine misafir olacaklarsa, önce onlara bir haberci gönderirler ve nerede olduklarını öğrenirler. Savaş değil de barış amacı ile geldiklerini belirlemek için de bir değerli şey yollarlar. Buna “hediye” denir.

Sonraları yol gösterenlere “hadi” dendiği gibi yola götürene de “hadi” denir.

“İhtida etmek” demek, bir kılavuz kullanmadan kendi kendine yolu bulmak demektir. 

Biz yaşıyoruz. Nasıl yaşayacağımızı ve ne yaparsak sağlıklı olacağını biliyoruz. Renkle, kokusuyla, cıvıklığıyla ve tadıyla biliyoruz. Maddelere öyle özellikler verilmiştir ki, biz onların bize zararlı mı yararlı mı olduğunu biliriz. Allah bizim beynimizi öyle var etmiş ki, onların gönderdikleri işaretleri tahlil eder ve ne yapacağımızı biliriz.

İşte bu “ihtida”dır.

Sadece bu durum bile Allah’ın varlığını ispata yeterlidir. Bir parçası bile yeter; insanla çevre arasındaki uyum... Canlıların birbirlerine ve çevrelerine uyumu…

وَعَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ (16)

VaGaLAvMAvTın VaBieLNaCMi HuM YaHTaDUvNa

“Ve alametleri ve necm ile ihtida ederler.”

“Alametleri de” diyor. Rasiyat benzeri şeyleri de ilka etti demiyor. Mahzuf olan fiilin mefulüdür. Aslında o fiil de yoktur. Alametler ilka edilmiştir. Alametler arasında dağlardaki buluşma gibi buluşma vardır. Buradaki alametler trafik işaretleridir, deniz fenerleridir, merkezlerin yaydığı radyo ve televizyon dalgalarıdır. Arabalarda kullandığımız yol gösterenlerdir. Nekre ve kurallı dişil çoğul ile birlikte onlar necm ile ihtida ederler. Siz yollarla hedefinize varırsınız, onlar ise yıldızlarla varırlar. Burada bir ayırım yapıyor; siz ve onlar.

Bu ayırım nedir? Onlar kimdir?

Onlar necm ile ihtida ediyorlar. Alametler ise ortaktır, biz de onlar da kullanıyor.

Göklerde seyahate başladığımızda, nerede olduğumuzu tesbit etmek için üç yıldıza ihtiyacımız vardır. Kur’an bunu üç gölge ile ifade etmektedir. Ay, Güneş ve gezegenler birer necmdir. Buradaki onlar uzayda yaşayacak olanlardır.

Göklere çıkılacağına Kur’an’da değişik yerlerde işaret edilmektedir. Ay’ı konaklama yeri yaptık deniyor. Gökte sizin için rızık vardır deniyor. Belli hîne/vakte kadar yeryüzünde kalacaksınız diyor. İvmelenmeyle yeryüzünün dışına çıkarlar diyor. Buradaki onlar işte o zamanın insanlarıdır. Bu sure üçüncü binyıl uygarlığını kuracak olanlara hitap ettiği için ve üçüncü binyıl uygarlığında bunların olmayacağına işaret etmek için onlar diyor.

Dağları, nehirleri, alametleri bize musahhar kılmış, bizim için yaratmıştır. Ama Kâinatı yeryüzü insanları için yaratmadı, oralarda yaşayan insanlar için yarattı. Dolayısıyla onlar oralardan yararlanırlar. Yeryüzünü Allah biz Âdemoğulları için yarattı. Ama bizim için yaratmamış olsa da, bizim yararlandığımız varlıklar vardır.

Bu ayette başkaları için yaratılıp bizim yararlandığımız varlıklardan bahsetmektedir.

Ekonomide de başkalarının mülkünden diğer insanların yararlanma imkânları vardır. Maliklere zarar vermemek şartı ile başkalarına ait evlerde de kirasız oturma hakkınız vardır. Buradaki “Hum” bu hususlara işaret etmektedir. Düzenin büyük kısmını anlatmaktadır.

Önce usulcüler bir kelimenin taşıdığı manaları dörde ayırdılar; sarih hakiki mana, sarih mecazi mana, kinaye hakiki mana ve kinaye mecazi mana. Sarih hakiki mana lügat manasıdır, diğerleri de lügati kullananların yüklediği manadır. Kâinatta halk edilenlerin bir kısmı sarih hakiki olarak, kimilerine tahsis edilmiştir. Ama başkaları da onlardan yararlanır.

Ekonomik işletmeler ile kâinat işletmeleri ne kadar birbirine benziyor.

Demek ki insanı yaratan kâinatı yaratan kimsedir, bunları anlatan da onu bilendir, Kur’an da O’nun eseridir.

وَعَلَامَاتٍ

V aGaLAvMAvTın

“Ve alametler”

Bir de alametleri teshir etti.

Varlıklar kendilerini göstermek için çevrelere dalga yayarlar. Bunlar ışık dalgalarıdır. Onları renkleri ve şekilleri ile görürüz. Ayrıca onlar ses gönderirler. Ses dalgaları ile de onlardan haberdar oluruz. Sonra gaz parçacıkları salarlar, o sayede onların varlıklarından haberdar oluruz. Bir de onlara dokunarak onları idrak ederiz.

Yalnız biz değil, diğer canlılar da böyledir. Keneler dallarda beklerler, alttan geçen hayvanın sıcaklığını hissettiklerinde kendilerini salar, sırtına yapışırlar. Afrika ormanlarında sinek kapan bitkiler vızıltılarını duyar, kapanarak kaparlar ve azot ihtiyaçlarını giderirler. Zehirli mantarlar ile zehirsiz mantarları bazen ayıramayız, zehirlenme olur. Karbonmonoksit zehirdir ama bize duyusal olarak kötü tesir yapmaz, aksine tatlı uyku getirir ve kömür zehirlenmesine sık sık rastlarız. Ya cisimlerin alametleri olmasaydı yahut o alametleri ayıracak organlarımız ve melekelerimiz olmasaydı, bizim yaşamamız mümkün olur mu idi?

Sermaye iki asır insanları uyuttu ve sanki Tanrı yokmuş gibi bir dünya oluşturdular. Laikliği inanç özgürlüğü değil de inançsızlık olarak anlattılar.

Bu düşünceye karşı ilk bayrağı Akevler kurucuları, dünyada tanınmış makine mühendisi ve ilim adamı Prof. Dr. Necmettin Erbakan da “İLİM VE İSLÂM KONFERANSI” ile bayrak açtı. Bugün o tür iddiaları yapan kalmadı. Yarım asır geçer veya geçmez, Sermaye’nin birkaç asır insanları nasıl böyle zehirleyebildiğine şaşılacaktır. Dolar aşkının insanın yapısını nasıl allak bullak ettiğini görürsünüz.

وَبِالنَّجْمِ

VaBieLNaCMi

“Ve necm ile”

“Necm” gökte bulunan parlak cisimlerdir.

Helikopterler, uçaklar, füzeler, meteorlar, gezegenler, güneş, ay, yıldızlar hep birer alamettir. Gökte burçlar vardır, yıldızların görünüm durumlarını ifade ederler. Bir de gezegenler vardır. Ay ve Güneş vardır. Bunların hareketleri ile biz yılın günlerini belirleriz. Ayrıca günün saatlerini belirleriz. Onlar sayesinde uzayda hareket eder, görünen cisimlerin hareketlerini derecelerine, saliselerine kadar ölçme imkânımız vardır.

Bu sayede gezegenlerin uzaklıkları ölçülmüş ve Müslümanların hazırladıkları almanaklara dayanılarak Keppler Kanunu’nu Batılılar bulmuşlardır.

Demek ki “onlar” zamiri bugün Avrupalıları ifade ediyor. Uzay yolculuğunu Avrupalıların yapacağını da bu ayet bildirmiştir. Bize saldıran Sermaye, bizim onlara öğrettiğimiz astronomi sayesinde birçok şeylerden yararlanmıştır.

Uyduya konan elektronik yansıtıcılar da birer necmdir.

هُمْ يَهْتَدُونَ (16)

HuM YaHTaDUvNa

“Onlar ihtida ediyorlar.”

Bugünkü sanayilerine geçirilmiş ve karşılıksız para ile insanlığı sömürenler uydularla ihtida etmektedirler. O uydular da necmlere dayanarak yörüngelerinde hareket edebiliyor.

Kur’an onlara trigonometriyi öğretmeseydi, onlar Amerika’ya bile gidemezlerdi.

Şaşkın insan, nankör insan, gerçekleri gizleyen kâfir insan...

أَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (17)

Ea Fa MaN YaPLuQu KaMaN LAy YaHLuQu Ea Fa LAv TaÜakKaRUvNa

“Halk eden halk etmeyen gibi midir? Tezekkür etmiyor musunuz?”

İnsanlar birçok buluşlar yapmışlardır. En büyük buluşları bilgisayardır. İnsan beyni nasıl en kıymetli canlı parçasıdır, aynı şekilde bilgisayar da uygarlığın en değerli ürünüdür.

Bakınız, Allah insan beynini var etti, biz de insan beyninden daha süratle kök alabilen bilgisayarı yaptık. Oysa bilgisayarı yapan insan değil Allah’tır. Önce bilgisayarı insan beyni var etmiştir. İnsanın kendi beyni var edilirken, kendisinin hiç katkısı yoktur. İnsan beynini DNA’lar oluştururlar. İnsanlar DNA’ları öğrenmektedirler ama DNA’ları icat edememektedirler. Nasıl tarla eken buğdayı yetiştirirse, onlar da DNA’ların hareketlerine yardımcı olmaktadırlar. Yoksa, bitkilerin bir hücresini bile insanlar yapamamaktadırlar.

Maddelere insanlar yararlansınlar diye öyle özellik vermiş ki, o sayede biz bilgisayar yapıyoruz. Hayvanların dişlerinde kerpeteni tutacak boğum yoktur, insanların dişerinde vardır. O sayede diş hekimliği mesleği gelişmiştir. Yani Allah insanı yaratırken insanların dişlerini sökeceklerini de hesaba katmış, kerpetenin tutunması için ona kertik vermiştir. Ben böyle düşünüyorum. Araştırın bakalım doğru mu? Aile müessesesini yalnız insanlar için koymuştur. Bekâret zarı yalnız insanlarda vardır.

Fizikçilerin keşfettikleri kanunlar vardır. Kâinatta yeni madde var olmaz ve var olan madde de yok olmaz. Kâinatta mevcut enerji artmaz ve eksilmez. Enerji ve madde sakımı kanunu vardır. Ne insanlar ne melekler bir elektronu bile var edemezler, bir Watt enerjiyi bile üretemezler. Mevcut maddeleri birleştirirler, ayrıştırırlar. Bir de entropiyi büyüterek enerjiyi kendi lehlerine değerlendirirler. Şarj olmuş akülerin elektriğini kullanırlar. Kendileri şarj etmez, Allah şarj eder. Gökten güneş gönderir, yağmurlar ve ırmaklar meydana getirir. Türbinleri çevirir. Hatlardan evimize gelir. Bizim akümüz priz aracılığı ile şarj olur.

Sermaye ile dünyaya hükmeden çağımızın Firavunu; söyle bakalım, bir tek hidrojen atomunu var edebiliyor musun?

Peki, sen ne hakla O’nun Kâinatında karşılıksız para çıkarıyorsun, Tanrı’ya ortak olmaya çalışıyorsun?

Boğulacaksın, boğulacaksın, hem de sığ sularda boğulacaksın.

أَفَمَنْ يَخْلُقُ

Ea Fa MaN YaPLUQu

“Halk eden kimse mi”

Kâinatı, yeryüzünü, insanı, uygarlığı anlattıktan sonra bize hitap ediyor, “halk eden” diyor. Çünkü Allah’tan başka halk eden yoktur. Melekler yoktu, cinler yoktu, ruhlar yoktu, insanlar yoktu. Allah kimseyi görevlendirmeden, doğrudan kendisi elektron ve pozitron parçalarını var etti. Onlara enerji yükledi. Yüklediği enerji bugünkü Kâinatı oluşturacak kadardı. Dengeli bir enerji var etti. Kâinat büyümeye başlayınca bazıları ışık olarak, bazıları madde olarak oluşmaya başladı.

Yeryüzünde hiçbir işe yaramaz helyum maddesi vardır. Ama o olmazsa denge olamıyor. Fazlası da zararlı, eksiği de zararlı. Kâinatta her şeyin dengesini istediği şekilde var etti. Biz sadece anahtar çevirip yararlanıyoruz. Gerek bizim yapımız, gerekse çevremizin yapısı onlardan yararlanacağımız şekildedir. Kâinat kilidine uygun insanın beyin anahtarıdır. Kilit de O’nun, anahtar da O’nun; bize vermiş, biz sadece çeviriyoruz.

Şaşkın insan, anahtarla açıp içeri girdiği cenneti ben var ettim diyor.

Zavallı kâfir insan...

كَمَنْ لَا يَخْلُقُ  

Ka MaN LAy YaHLuQu

“Halk etmeyen gibi”

İki çeşit “Men” vardır. Biri Halik olan “Men” ki Tanrı’dır. Diğeri de mahlûk olan “Men”dir ki o da O’nun halk ettikleridir yani şuurludur, muhataptır.

“Kema lâ yahluku” denmiyor, “kemen lâ yahluku” deniyor. Onu Tanrı’nın karşısında muhatap alıyor. Ona kişilik veriyor. Yani Nüfus idaresinden ismiyle yazıyor. Halik olan kimse Allah’tır. İnsan mahlûk değil faildir, mahlûkatı kullanır. Evi yapan var, evde oturan var.

Allah Kâinatın sahibidir. Biz de orada kiracıyız. Allah yalnız sahibi değildir, aynı zamanda onun müteahhididir. Malzemesini de kimseden almamıştır. Kendisi halk etmiştir. İşçileri çalıştırmamıştır, kendisi yapmıştır. Bize kiralamıştır. Bizden istediği kira da o evin temizliğini yapmak ve bizden sonra kiracıların yetişmesinde yine bakımını yapmaktır.

أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (17)

EaFaLAv TaÜakKaRUvNa

“Tezekkür etmez misiniz?”

İki kıraati vardır; biri “tezekkerûn” şeklinde okunur, diğeri ise “tetezekkerun” şeklinde okunur. İkisi de tefe’ul babının okunuşudur.

“Zikretmek” demek başkasına anlatmak demektir.

“Tezekkür” ise kendi kendisine anlatmak demektir.

Kişiler bir araya gelmeli ve birbirlerine anlatmalıdırlar.

Peki, nasıl bir araya gelecekler de anlatacaklar?

İşte, “Yüz Lojmanlı İşyeri Yapıları” önerisi buradan gelmektedir. “Yüz Villalık Dinlenme Evleri” buradan gelmektedir. Buralarda günde beş defa bir araya gelip namazları kılarak tezekkür edeceğiz.

Kur’an’ın bir adı da “Zikr”dir. Yılda dinlenme günlerinde bir araya geleceğiz ve orada değişik yerlerden gelen tüm insanlar birbirlerine anlatacaklardır.

Biz Kur’an’ı roman gibi okumuyoruz. Buradaki soru elifi vücubiyeti ifade eder. Yapmalısınız demektir. Nasıl yaparız deriz ve “Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası”nda ona çözüm ararız. Bulamazsak, araştırır, Kur’an’dan öğrenir, ekleriz. Sonra da kendimize döneriz ve Akevler’de bunu nasıl uygularız deriz.

M. Lütfi Hocaoğlu ve çalışma arkadaşları “Adil Düzen” hakkında sorular sormakta ve yayınlamaktadırlar. Takıldığınız yerler varsa ona sorun, o konuları işleyelim.

وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ اللَّهَ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (18)

VaEiN TaGudDvu NıGMaTa elLAvHı LavTuXÖUvHAv EinNa elLAvHa ĞaFUvRun RaXIyMun

“Ve Allah’ın nimetlerini addederseniz ıhsa etmezsiniz. Allah gafurdur rahimdir.”

“Adet” ile “ıhsa” kelimeleri birlikte kullanılmaktadır.

“Hesab” nedir?

“Hesab” paketleme demektir. Yığın hâlinde olan bir çokluğu zihinde de olsa paketlemeye “hesab” diyoruz. Onluk paketler yapıyoruz. Bilgisayarda ikili paketler kullanılıyor. Onluğa çevriliyor. İki ayrı paketi bir paket haline getirmek “toplama”, bir paketi iki ayrı paket hâline getirmek “çıkarma”, aynı sayıları içeren paketleri birleştirmek “çarpma”, bir paketi daha küçük eşit paketlere ayırmak “bölme”dir. Paketteki sayı kadar paketleri birleştirmek “üs alma”dır, aksini yapmak “kök alma”dır.

Demek, “hesab” demek, dağınık şeyleri birlikte kavramak demektir.

Bilinenler ile bilinmeyenler arasında dört çift işlemi yaparak sonuçta bilinenlerden bilinmeyenleri bulmak da “cebir”dir.

Batılılar bunları Müslümanlardan öğrendiler. Batılılar sonsuz küçüğü ve sonsuz büyüğü tanımladılar, türev ve entegrali buldular. Negatif sayıları Müslümanlar bulmuşlardır. Sanal sayıları Batılılar buldular.

Müslümanların başlattıkları algoritma ile bir birimli sayı yerine çok birimli sayılar üzerinde işlem yapıldı. Buna “ıksa” diyoruz. Paketleme “ihsa”dır. Çünkü yüzlü paketler ile binli paketler ayrı ayrıdır. Sanal sayıları kullanmışlardır. Trigonometri ıksadır. Çünkü açılar uzunluklardan farklıdır.

Kur’an ibare ile bir şeyi anlatırken, işaret ile başka bir şeyin dersini verir.

Allah’ın nimetlerini saymış, sonra da ıksa ile addetmeyi karşılaştırarak Matematik dersini vermiştir.

Bu dünyada ıhsa edemediklerimizi ahirette ıhsa edeceğiz. İlmimiz devamlı artacaktır. Bugün nasıl bilgisayarda yedek disketler kullanıyorsak, ahirette beynimizin almadığı şeyleri yedek beyinlerle takviye edeceğiz, ıhsaya çalışacağız.

Sonsuzluk kavramı budur. Yaklaşırsınız ama hiçbir zaman varamazsınız. Ahiret hayatı da Allah’a devamlı yaklaşma hayatı olacak ama hiçbir zaman varamadığımız olacaktır.

Yüksek Matematiği bilmeden bunları kavramak çok zordur.

Çocuklarımıza oyunla Matematiği öğretmeliyiz.

Biriniz bunun üzerinde doktora yapmalı, biz ona yardımcı olmalıyız.

Bu seminerleri takip eden binden fazla kardeşimiz vardır. Onların hepsine tavsiye ederiz; bir konuyu alsınlar ve Kur’an düzeni için çalışmaya başlasınlar. Örnek olarak, oyunlarla Matematik öğretme üzerinde doktora çalışmasını yapmak. Şimdi lise talebesi olabilirsiniz ama şimdiden hazırlanmaya başlarsınız. Yaşınız elverince doktoranızı hazır bulursunuz. Sermaye’nin doları peşinde koşacağınıza Allah’ın Kur’an’ı peşinde koşunuz; göreceksiniz, Allah sizi ona muhtaç etmeyecektir. Allah gafurdur rahimdir.

وَإِنْ تَعُدُّوا

VaEiN TaGudDUv

“Ve addedecek olursanız”

“Adv” yaka demektir. Ona akraba olan “Aded” kelimesi yığın hâlinde bulunan çoklukları alıp paketler cephesine geçirmektir. Böylece varlıklar bir yakadan öbür yakaya geçmiş olurlar. Önce onlu paketler yaparsınız. Sonra onları onlu paketler yaparsınız. Böylece sayınız biter. Artanlarla beraber yazarsınız; en sağda birleri, sonra onları, sonra yüzleri...

İşte bu ihsadır.

نِعْمَةَ اللَّهِ

NıGMaTa elLAvHı

“Allah’ın nimetleri”

Allah Kâinatı bizim için yarattı. Yoksa bilinçsiz madde ve enerji O’nun ne işine yarayacaktır. Kimsenin bilmediği ve kullanmadığı varlıklar var bile sayılmazdı, sadece Allah’ın ilminde olurdu.

Bugün ilimler çok gelişmiştir. Ama ne kadar?

Ancak hiçbir şeyi bilmediğimizi öğrendik.

Sokrat şöyle demiş; “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şeyi bilmediğimdir.”

İlim ufka benzer, dağın tepesinde görünür. Oraya varırsınız, başka tepe çıkar. Matematikte çözülen bir problem birkaç yeni problem getirir.

لَا تُحْصُوهَا

Lav TuXÖUvHAv

“Onu ihsa edemezsiniz”

İnsan ömrü biter ama Allah’ın nimetleri saymakla bitmez. Yaşadıkça nimetler de artar.

Nimetlerin artışı ilmin artışından fazladır. Bilgimiz yokken nimetlerle yaşıyorduk. Bilgimiz arttı, nimetler daha çok arttı.

Atalarımızdan daha âlim olamadık, bilmediklerimiz daha da çoğaldı.

إِنَّ اللَّهَ

EinNa elLAvHa

“Allah”

Bu ayeti okuduğum zaman, biraz da üzüntü içinde düşünürüm;

Bu nimetlere şükredebiliyor muyuz?

İstanbul’daki dostların ahşap evler ve dinlenme evleri nimetini tatmada yardımcı olmamaları beni mahzun etmişti. Bu ayetler daha da mahzun etti. Ama Allah imdada yetişti. Allah’ın gafur ve rahim olduğunu söyledi. Allah insanlarla böyle konuşur.

لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (18)

LaĞaFUvRuRun RaXIyMun

“Allah gafurdur rahimdir.”

Evet, Allah gafurdur.

Adil Düzen çalışanlarının eski eksikliklerini mağfiret ettiğini bildiriyor.

Ayrıca rahmet müjdesini veriyor.

Hasan Hacıbektaşoğlu, Ahmet Kırtekin, tüm Adil Düzen Çalışanları, hepimize müjde var. Eski günahlarımızı mağfiret etmiştir. Yeniden rahmet edecek ve yüz daireli apartmanı inşa edeceğiz, yüz lojmanlı dinlenme evlerini yapacağız ve her dinlenme evinin bahçesine yüz metrekarelik ileri seralar koyacağız. Gürsoy Erol’a ve Bünyamin Demir’e müjdeler olsun.  Allah’ın verdiği görevleri yapmaya devam etsinler.

Tüm Adil Düzen Çalışanlarına müjdeler olsun; harekete geçme zamanıdır. Adil Düzen iktidarı yakındır. Ama siz de Millî Görüşçülerin, Ak Partililerin ve Gülen Cemaati’nin düştüğü duruma düşebilirsiniz, hazırlıksız yakalanırsınız.

Burada gafur ve rahim kelimelerinin gelmesi bunları ifade eder.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

 

 



© 2024 - Akevler