NAHL SÛRESİ TEFSİRİ-16.SURE
Süleyman Karagülle
1580 Okunma
NAHL SÛRESİ-10-13.AYETLER

 

***

 

NAHL SÛRESİ - 3. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

أَتَى أَمْرُ اللَّهِ فَلَا تَسْتَعْجِلُوهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (1) يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنْذِرُوا أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاتَّقُونِ (2) خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ تَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (3) خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ (4) وَالْأَنْعَامَ خَلَقَهَا لَكُمْ فِيهَا دِفْءٌ وَمَنَافِعُ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (5) وَلَكُمْ فِيهَا جَمَالٌ حِينَ تُرِيحُونَ وَحِينَ تَسْرَحُونَ (6) وَتَحْمِلُ أَثْقَالَكُمْ إِلَى بَلَدٍ لَمْ تَكُونُوا بَالِغِيهِ إِلَّا بِشِقِّ الْأَنْفُسِ إِنَّ رَبَّكُمْ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ (7) وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمِيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزِينَةً وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ (8) وَعَلَى اللَّهِ قَصْدُ السَّبِيلِ وَمِنْهَا جَائِرٌ وَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ (9)

 

***

 

هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لَكُمْ مِنْهُ شَرَابٌ وَمِنْهُ شَجَرٌ فِيهِ تُسِيمُونَ (10) يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالْأَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (11) وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (12) وَمَا ذَرَأَ لَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُخْتَلِفًا أَلْوَانُهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ (13)

 

هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لَكُمْ مِنْهُ شَرَابٌ وَمِنْهُ شَجَرٌ فِيهِ تُسِيمُونَ (10)

HuVa elLaÜIy EaNZaLa MiNa elSaMAvEi MAvEan LaKuM MiNHu ŞaRAvBun Va MiNHu ŞaCaRun FIyHIy TuSIyMUvNa

“O semadan maı inzal eden kimsedir. Onda sizin için şarab vardır ve ondan isame ettiğiniz şecer vardır.”

Sure “Adil Düzen”in gelmekte olduğunu haber verdikten ve acele edilmesi gerektiğini beyan ettikten sonra, peygamberlerin gönderilmesinden ve kitapların indirilmesinden bahsetmekte, böylece surenin konusunu belirtmektedir.

12 üçlü sureler, hükümlerden çok insanlara Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu kanıtlamaktadır. Göklerin yaratılmasından sonra insanın ve hayvanların yaratılmasını beyan ederek Kâinatın insanlar için yaratılmış olduğunu anlatmaktadır.

Kâinat yıldız yığınlarından oluşmaktadır. Yüz milyarlarca Samanyolu benzeri yıldız yığınları vardır. Her yıldız yığını da yüz milyarca yıldızı içerir. Yıldızlardan biri de Güneş’tir. Bu kadar çok güneşlerin hepsi aynı maddeden var edilmiştir. Hepsi suyun kökü olan hidrojenin birleşmesinden oluşur. 118 element vardır. Bunların dışında bir element yoktur. Milyar milyar güneşlerde mevcut olan maddeler hep aynıdır yani tuğladan örülmüşlerdir. Bu Kâinatı var edenin tek Tanrı olduğunu ispat etmeye yeterlidir.

Yıldızların etrafında gezegenler dolaşır. Böylece her biri ayrı ayrı birer sistemdir. Bunların çoğunda, belki hepsinde yeryüzünde mevcut olan canlılar vardır; insan da vardır. Bunların varlıkları Kur’an’da bildirilmiştir. Nasıl atomlar aynı yapıdan oluşmuşsa, canlılar da aynı yapıdan oluşmuştur. Dört çeşit çekirdek DNA’ları ile 20 çeşit azot asitlerinden oluşur ve hepsi tek hücreden üretilmiştir. Bütün canlıların 24 çeşit tuğla kullandıklarını düşünürseniz, demek ki kâinat tek Allah’ın eseridir, canlılar da tek Allah’ın eseridir.

Nasıl denizlerde yürüyen büyük gemiler bir bütünse, Kâinat da böyle bir bütündür. Güneş ve güneşin çevresindeki gezegenler, atomlar, moleküller, DNA yapıları, insan ve hayvan, tek mühendisin plan ve projeleri içinde birlikte vardırlar. Tüm Kâinat bir tek canlı gibidir. Gözler ve kulaklar, eller ve ayaklar nasıl insanda uyumlu ise, bu uyum olmasa insan varlığını sürdüremezse; Kâinat da böyle bir tek canlı gibidir. Güneş sistemimiz bu canlının bir hücresidir. Bütün Kâinat güneş sistemleri olan yıldızlardan oluşmuştur.

Güneşler yani yıldızlar birer yakıt depolarıdır. Nasıl arabalara yakıt koyarsanız çalışırsa, Kâinatta güneşler konmuş, hidrojen enerjisi ile varlığını sürdürmektedir. Arabanın yakıtı bitince nasıl bir adım ileri gidemezse, Kâinatın da yakıtı bitince bir adım ileri gidemez. Yakıt da tükenmektedir. Evet, garajlardaki petrol tükenmektedir. Boşalan depoları dolduran bir servis de yoktur. Bundan 13,7 milyar yıl önce doldurulmuştur ve onu kullanarak varlığımız devam etmektedir.

İnsanda nasıl kan dolaşımı varsa, yeryüzü de bir canlı imiş gibi su dolaşımına sahiptir. Güneşten gelen ışık denizlerdeki suları ısıtmakta ve bunlar buhar olmaktadır. Isınan buhar yükselmekte ve yukarılarda soğuyarak bulut olmaktadır. Yükselen hava daha önceki havaları kutuplara doğru itmektedir. Himalaya Dağları’na çarpan buharlı hava soğuyarak yağmur hâline dönüşmekte, dağlarda kar olarak depolanmaktadır. Sonra yavaş yavaş eriyerek karaların pınarlarını ve akarsularını doldurmaktadır. Bu sular yerin altından geçerek canlılar için gerekli maddeleri almaktadır. İşte, bitkiler bunları alarak, güneşten aldıkları enerjiyi de birleştirip enerjiyi kimyasal enerjiye çevirmektedirler. Bu arada canlılar kendilerine benzeyen varlıkları üretip çoğalmaktadırlar.

İşte, böylece yeryüzü de bir canlı gibidir, su onun kanı gibidir.

Bakınız, şimdi biz bilgisayarda bunları yazıyoruz, sizler de okuyorsunuz. Bu bilgisayar 118 elementin bir kısmının kullanılmasıyla oluşmuştur. Yerdeki bu maddelerden başka onun içinde hiçbir şey yoktur. İnsanlar bunları uygun şekilde birleştirmişler ve bilgisayar olmuştur. Ama insanların bunu yapabilmeleri için 60 bin yıldır çalışmaları gerekmektedir. Hz. Âdem ve çocukları meyveleri topladıkları zaman orada yerlerdi. Sonra büyük bir buluş yaptılar, ağaçların dallarını birleştirdiler ve kızak benzeri taşıma aracı buldular. Böylece gündüz topladıkları meyveleri sürükleyerek ağaç kovuklarına getirip sakladılar ve ertesi gün de yediler. Bu insanların ilk keşiflerinden biri idi. Daha önce tüyleri dökülen insan ağaç yapraklarından kendisine elbise yapmayı keşfetmişti.

O buluşlar 60 bin yıl içinde birikti ve şimdi bu bilgisayar var.

“Hayır, böyle olmadı” diyen akıl hastası bile yoktur.

Şimdi bir pireyi veya sivrisineği düşünün. Onun DNA dizilişleri, bilgisayarın tuşlarının dizilişinden milyar milyar daha ileridir. Pireye konan bilgisayarı biz yapamıyoruz. Yapmaya kalkışsak, İstanbul kadar büyük yer işgal eder.

Hangi akıl bu Kâinatın kendiliğinden var olduğunu, hangi akıl canlıların durup dururken kendiliğinden ortaya çıktığını söyleyebilir? Ama dolar aşkına birileri bir asır boyunca öyle saçma şeyler saçmalayıp sayıkladılar ki...

Bu ayet yeryüzündeki su döngüsünü anlatmaktadır.

Bunlar niçin olmaktadır?

Canlılar için olmaktadır.

Canlılar kimin için vardır?

İnsanlar için vardır.

Canlılar insanlardan milyar yıl önce yaratıldılar. Sonunda evrimleştirilerek bugünkü duruma geldiler. Ama giderek hayvanlara ve bitkilere öyle özellikler verildi ki, biz bugün onlar sayesinde yaşıyoruz.

Bize süt veren uysal inekler olmasaydı sütü nasıl içecektik, onlara bir kovan yaptık diye bir yıl içinde milyona varan arı çiçek çiçek dolaşıp balı kim toplayacaktı?

Bu ayetteki beyanları kavrayabilmek için sindirim sistemini de bilmek gerekir. Önce karşımızda bir şeyi gördüğümüzde gözümüzle onu tanır, bizim besinimiz olduğunu biliriz. Zehirli olanları ayırırız. Sonra elimize alır koklarız. Allah bize öyle meleke vermiştir ki, bize yarayışlı iseler hoş kokuları olur, bize zararlı iseler kötü kokuları olur. Böylece ikinci eleme yapılır. Nihayet ağzımıza alırız. Burada da tadı ile ayıklama olur. Zararlı olanlar acı gelir, yararlı olanlar tatlı gelir. Önce çiğneriz. Tükürük ile ıslatır hamur hâline getiririz. Sonra yutarız. Eğer burada da bir atlama olmuşsa, zararlı bir şey karışmışsa, kusarız ve dışarı atarız. Bütün bu süzgeçlerden geçtikten sonra mideye gelir. Orada parçalanır. Değişik bezlerden gelen maddeler besinleri sonuna kadar parçalarlar. Burada zararlı bir durum çıkarsa yine kusarız. Mideden sonra ince bağırsaklara ve kalın bağırsaklara geçilir. İnsana yarayan maddeleri kan damarları emer ve vücuda alır. Diğerleri ise devam edip kalın bağırsaklardan da geçtikten sonra dışarıya atılır. Arada zehirli bir şey olursa ishal olur ve dışarıya atarız.

Canlılar besin olarak diğer canlıları alırlar. Ne var ki bütün canlıları eriterek kendilerine yarayacak şekle getirmezler. Ancak bazı canlıları bitki ve hayvanları yiyebilirler. Mide ve bağırsaklar buna göre yapılmıştır. Nasıl bir konfeksiyon fabrikasında çimento üretilmezse, her canlı her besini sindiremez, ancak belli canlıları sindirebilir.

İnsan da böyledir.

İşte, insan yaratılmadan önce, yaratılan canlılar içinde öyleleri var edilmiştir ki, ilerde insan ortaya çıktığı zaman ona besin olsun. İnsan yaratılırken bunları sindirecek tezgâhlar yerleştirilmiştir. Bu ayetler bu yapıyı anlatmaktadır. Kâinattaki uyumdan bahsetmekte ve insan için nelerin yapıldığını açıklamaktadır.

İnsan kanı maddeleri taşır. Kanın yüzde 90’dan fazlası sudur. Demek ki aslında insanın kanı da yerin kanı gibi sudur. Su döngüsünde temizlenen su vücuda alınmakta, böylece hayat mümkün olmaktadır. Hayvanlarda özel pompa yoluyla (kalple) kan dolaşımı gerçekleşir. Bitkilerde ise köklerden alınır. Bitkiler köklerden aldıkları su ve diğer maddeleri güneşten gelen ışıkla birleştirir ve havadan aldıkları karbonla özel yapıyı oluştururlar. Bir taraftan enerjiyi depolayıp sonra gerekli yerlerde kullanırlar, maddeleri birleştirip yeni canlı oluştururlar. Hayvanlar ve bakteriler bu enerjiyi tüketirler.

Emrimize giren hayvanları meralara salarız ve onlar otları toparlarlar. Sonra onlar bize süt, bize bal, bize yumurta, bize et verirler, deri verirler, işlerimizi yaparlar. Uygarlık böyle kurulmuş, insanlık bu seviyeye böylece gelmiştir. Şimdi otomobil yapıyoruz, ata olan ihtiyacımız eskisi kadar yoktur ama onlar sayesinde bu uygarlığı kurduk, onlar sayesinde otomobil yaptık. Hâlâ onların ürettiği petrol ile yol alabiliyoruz.

هُوَ

HuVa

“O”

“Kasdın sebili Allah’adır” dedikten sonra, “Allah isteseydi hepinizi hidayete götürürdü” demektedir. Şimdi de “O” denmektedir. Buradaki “O” Allah’ın bedelidir, “Allah” kelimesi tekrar edilmemiştir. Sadece “ellezî” denmemiştir. Sadece “ellezî” denseydi, inzal eden Allah’ın sıfatı olurdu. Burada sıfat olarak değil de, doğrudan fail olarak, mübteda olarak getirilmiştir. Allah kelimesi izhar edilseydi, farklı hüviyetle anılmış olurdu.

Bunu bir misalle açıklamak isterim.

Lütfi Hocaoğlu kooperatif başkanıdır. Başka bir görev olarak hastane yöneticisidir. Bir üçüncü görev olarak dâhiliye mütehassısıdır. Kooperatifte Ruhu’l-Kur’an’ın sorumlusudur. Böylece Lütfi Hocaoğlu’nun değişik kişilikleri vardır. Konuşurken değişik kişiliğinden söz edeceksen, ismini tekrar edersin, aynı kişiden bahsederken ise zamir gönderilir. Muhasebede değişik kişilikler başına veya sonuna ek harf getirilerek ayrı kişi imiş gibi yazılır. Lütfi Hocaoğlu diye yazarsak, tabip Lütfi Hocaoğlu olur.

Burada “Hüve” getirilmiştir. Semadan su indirmesi sıfat değil mübtedanın haberi yapılmıştır. Sıfatı gereği su indirseydi onun iradesi olmazdı, kendiliğinden olan vasfı olurdu. Oysa şimdi vasfı değil fiili yapılmıştır. Yani bu kendiliğinden inmiyor, Allah böyle takdir ettiği için iniyor.

Yağmurun bu durumu için birçok şartların bir arada olması gereklidir. Misal olarak, denizlerin büyüklüğü karalara nispetle %70’dir, az olsaydı yağmur yağmazdı, çok olsaydı da Güneş görmeyince yağmazdı. Suyun buharlaşması öyle ayarlanmıştır ki gelen Güneş yeteri kadar suyu buharlaştırsın. Yerin ekseni o kadar eğimlidir ki bu yağmurlar yağabilsin. Güneş daha hızlı dönseydi yağan yağmurlar böyle olmazdı. Yer’in Güneş’ten uzaklığı öyle yaratılmıştır ki sıcaklık 20 dereceler civarında olsun, buharlaşan sular ayarlı olsun.

Size hiç aklınıza gelmeyen bir uyumu beyan edeyim. Denizlere kirli sular gelir, denizlerdeki canlılar onları temizlerler. Bu da denizdeki hayatla kara hayatını imkân haline getirir. Denizlerdeki hayat ise gelgitlerin denizleri dalgalandırması ile mümkündür. Yoksa kirli su hayatı felce uğratırdı. Gel-git ise Ay’ın Güneş ile aynı hizaya gelmesi ile sağlanır.

Demek ki çok uzun hesaplar sonunda anlaşılmıştır ki bir hesap olmasından dolayı bu yağmur inmektedir. Bunun için “Ellezî” sıfat değil haber yapılmıştır.

الَّذِي أَنْزَلَ

elLaÜIy EaNZaLa

“İnzal etmiş olan kimse”

Yeryüzünde sular vardır. Gökte de bulutlar vardır. Başlangıçta sular yerde yaratıldı da sonra mı sular gökte bulut oldu, yoksa önce gökte bulutlar yaratıldı da sonra mı denizler oluştu? Burada “semadan yağmur inzal ediyor” demiyor, “inzal etti” diyor. Yani önce göklerde suları yarattı, sonra yeryüzü soğuyunca denizlerde su oldu. Onun için “yünezzilü” demiyor da “enzele” diyor.

Susuz hayat olmaz.

Diğer gezegenlerde su olmadığı halde, yeryüzüne suları kim koydu? Hem de yüzde yetmişi denizler olacak miktarı kim hesapladı? Yer’in çukurlarının hesabını kim yaptı?  

Bununla beraber, Arapçada mazi ile muzari eşit şekilde geniş zaman için kullanılır. Türkçede “geldi, gelmiş, gelmiştir” kelimeleri vardır. Arapçada ise hepsi için bir tek mazi sigası vardır. “Geliyor, gelecek, gelir” sigaları ayrıdır. “Gelecektir” deriz, “geliyordur” deriz ama “gelirdir” demeyiz. Arapçada bunlar için tek kip vardır, o da muzaridir.

Bu anlamda geniş zaman bakımından “enzele” ile “yünzilü” arasında bir anlam farkı yoktur. Fark kesinlik bakımındandır. Mazi sigaları kesinlik için kullanılır.

مِنَ السَّمَاءِ

MiNa elSaMAvEi

“Semadan”

Kur’an’da yağmurun semadan indiği beyan olunur. Marifeli tekil sigasıyla kullanılır. Bilinen semadır. Tek semadan geldiğine göre en yakın semadır. Yani birinci tabaka yağmur tabakasıdır. Kur’an’da dünya seması yıldızların seması olarak kullanılır.

Dünya seması neden yakın semadır?

Kâinat büyümektedir. Yıldız yığınları arasındaki mesafe gittikçe artmaktadır. Ama yıldızlar arası mesafe artmadığı gibi sürtünmeden her gün milyonlarca güneşler kara deliğe düşmektedir. Dünya seması altıncı semadır. Oysa yağmur seması birinci semadır.

مَاءً

MAvEan

“Mâ’”

Arapçada nekrenin iki manası vardır. Biri “belirsizliği” ifade eder, biri de “tekliği, birliği” ifade eder. “Raeytü racülen” dediğinizde ya bilmediğiniz bir kimseyi görmüşsündür yahut çok değil bir adamı görmüşsündür. “Su, hurma, üzüm” gibi kelimeler vardır. Bunlar tür ismidir.

“Hurma yedim” derseniz, bir tek tane hurma yedim anlamı çıkmaz.

Yahut “bakar kurban olur” dediğiniz zaman bir tek inek kurban olur anlamına gelmez.

Bunlardan tekil yapmak istersen, sonuna “t” getirirsin.

Demek ki Arapçada kelime tekildir, sonunda “t” getirerek çoğul yaparsınız, bazı kelimelere zamir müfret gider ama kendisi çoğuldur, “t” getirilerek tekil yapılır.

“Mâ’ gibi bazı kelimeler tekil de yapılamaz.

Buradaki “Mâ’” nekredir. Çünkü bütün sular H2O’dan oluşur. Değişik özellikte sular yoktur. Demek ki H2O2 su değildir.

لَكُمْ

LaKuM

“Sizin için”

Burada “Leküm” “Enzele”nin mefulü olabilir, “sizin için indirdi” denmiş olur.

Yeryüzünü insanlar için yarattı. Yeryüzündeki canlıları insanlar için yarattı. Suları da insanlar için indirdi. Kâinatı insanlar için yarattı; şuurlu varlıklar için yarattı; melekler, cinler, ruhlar ve insanlar için yarattı. Yoksa yeryüzü kimin ne işine yarayacaktı?

Allah’ın ise böyle şeylere ihtiyacı yoktur.

Yahut suyun sıfatı (zarfı müstakarrı) olabilir. Sizin için olan suyu indirdi denmiş olur. “Li” burada mülkiyet içindir. O zaman suyun özel mülkiyeti olamayacağını ifade eder.

Hazreti Peygamber de üç şeyin maliki olmaz diyor; su, ot ve ateş (odun). Bunların vakfı kurulur. Herkesin ve hayvanların da buralarda hakkı vardır. Suların yarısı maliyetin iki misli fiyatla satılır, diğer yarısı nüfusa ve hayvanlara eşit olarak bölüştürülür. Herkes kendi payını istediği kimseye satar.

Bizim ekonomide birçok konuda uyguladığımız bölüşme sistemi buradaki “Leküm” harfi ile teyit edilmiştir.

مِنْهُ شَرَابٌ

MiNHu ŞaRAvBun

“Ondan bir şarap vardır”

Bizim yaşamamız için dört şeye ihtiyacımız vardır.

Önce havaya ihtiyacımız var,  4 saniyede bir solumak zorundayız.

Sonra suya ihtiyacımızı vardır, her gün su içmek zorundayız.

Sonra yiyeceğe ihtiyacımız vardır, en az haftada bir gün yemek zorundayız.

Son olarak da giysiye ihtiyacımız vardır, yılda bir yenileriz.

Kur’an’da taksimat “emma ve emma” ile yapılır. Burada “minhu ve minhu” ile yapılmıştır. “Emma” ile yapılanlarda hasr vardır yani bir üçüncü kısım yoktur, “ve minhu”da ise ondan başka işlerde kullanılır demektir. Yani içme ve sulama dışında da, örnek olarak yıkama için de su kullanılır.

Burada sadece “şerab”dan söz etmiştir, diğerleri kıyasla anlaşılacaktır.

Çocuklar 7 yaşında Kur’an’ın harflerini çözmeye başlar, okumasını öğrenirler. 10 yaşından sonra manasını anlamaya çalışırlar. 15 yaşına geldikleri zaman Kur’an’ı konuşma dili ile çözerler. Bundan sonra herkes Kur’an’ı yorumlamaya başlar ve ömrünün sonuna kadar devam eder. Herkes Kur’an’ı yorumlayarak anlamak ve onu uygulamakla mükelleftir.

Demek ki “ben müminim” demek, imkân bulduğunda vaktini Kur’an’ı anlamak, içtihat yapmak ve ona göre amel etmek için geçirmektir.

İslâmî cemaatler vardır. Örnek olarak Millî Görüşçüler, örnek olarak Risale-i Nur şakirtleri. Bunları yakından tanıdığım için söylüyorum. Onlara göre mümin olmak için kendilerine mensup olmak gerekir. Ama ben size söylüyorum; mümin olmak için Müslüman olmak bile gerekmez. Hong Kong’da bir Budist olabilirsin. Her söze kulak veriyorsa -ki bu sözler içinde Kur’an da vardır- ve en iyisini uyguluyorsa; işte o mümindir. Kur’an’la ilgilenmeyip içtihat yaparak yaşamayan kimse mümin değildir, belki müslimdir. Bizim seminerleri okuyan demiyorum, Kur’an’ın yorumunu yapan diyorum.

وَمِنْهُ شَجَرٌ

Va MiNHu ŞaCaRun

“Ve ondan bir şecer de vardır”

Suları içeriz ama sularda ne harcadığımız enerji vardır, ne de kullandığımız atomlar ve moleküller vardır. Biz onları bitkilerden alırız. Güneş-su döngüsünden suyu veya topraktan gerekli maddeleri köklerinden alırlar, Güneş enerjisi havanın karbondioksitinden yararlanarak canlı oluştururlar, bize de besin sağlarlar. Su bitki oluyor.

Kur’an’da “nebat” kelimesi canlı için kullanılır. İnsan da nebattır. Bitkiler için “şecer” kullanılır. Yüksek ağaçlara ma’ruşat, yüksek bitkiler denmektedir. Bu sebepledir ki diller arasında tercümeler yapılamaz.

“Şecer”i orman olarak tercüme etmek yanlıştır, bitki olarak tercüme etmeliyiz.

Kur’an’ı sadece bir mealden okumak yanlıştır. Değişik meallerden okumalısınız ve bilmelisiniz ki okuduğunuz Kur’an değildir. Bunun içindir ki Kur’an’ı kendiniz yorumlamalısınız. Ben benim dilimle yorumlarım, siz de sizin dilinizle yorumlamalısınız. Bunun için geçmişteki tefsirleri de fazla okumamalısınız, her birini birer defa okuyup geçmelisiniz. Kur’an üzerinde kendiniz düşünmelisiniz.

فِيهِ تُسِيمُونَ (10)

FIyHı TuSIyMUvNa

“Orada isama edersiniz.”

“Fîhi tusiymûn” “şecer”in sıfatı olan cümledir. Nekre olan kelimelere cümleler sıfat olabilirler, çoğul olsun tekil olsun sıfat olurlar. Hâl olacaksa isim cümlesi olur ve başına “ve” harfi gelir. “Ve fîhi tusiymûn” olsaydı hâl olurdu.

Sıfat demek varlığın kendisindeki özelliklerdir.

Hâl ise bulunduğu çevrenin özelliğidir.

“Sememe” demek, hayvanları otlaklara salmak demektir. “Vesm” damgadır. Karışmasınlar diye hayvanlara damga vurulur yahut işaretler asılır. Hayvanların bir kısmı malufa olur yani alaf ile beslenir, bir kısmı meraya salınır.

Bugün at ve katır istihdam edilmediği gibi, mera hayvancılığı da terk edilmektedir. Oysa Kur’an bunları yaşatmaktadır. Ot koparıldıktan sonra ölür ve birçok maddeler artık bozulur. Dolayısıyla sadece ölü canlılar ile beslenmek yeterli değildir. Hayvanlar doğrudan merada otlamalı, canlılardan doğrudan besin almalıdırlar. Bu meraların da suni olanları yani sadece fi yiyen veya buğday yiyen olmamalı. Her çeşit bitkileri almalıdır ki değişik bitkilerde bulunan maddelerin hepsini alabilsin. İnsan da bu doğal sütü içmeli ve doğal yumurta almalı. Et de doğal olmalı.

Teknolojiden de yararlanmak için etrafı çevrilmiş ve dolayısıyla hayvanların kaçamayacağı, kurt ve ayıların giremediği havzalar oluşturulmalı ve yollar da yapılarak hayvanlar oralara salınmalıdır. Böylece hem bugünkü teknolojinin ulaştığı verime ulaşılır hem de doğallığı bozulmaz. Meralar için açıklamaları çok iyi yapabiliyoruz. Ama at ve eşeğin kıyamete kadar binek aracı olarak kullanılacağı hususundaki açıklamalarımız bu kadar yeterli değildir. Zamanın beklenmesi gerekir. Teşabüh var.

يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالْأَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (11)

YuNBiTu LaKuM BiHIy elZaRGa Va elZaYTUvNa Va elNaPIyLa Va eLEaGNAvBa Va MiN KulLı elÇaMaRAvTı İnNa FIy ÜAvLıKa La EAvYaTan Lı QaVMin YaTaFakKaRUvNa

“Sizin için zer’i, zeytini, nahili, e’nabı ve semeratın küllisini inbat eder. Bunda tefekkür eden kavim için ayetler vardır.”

Diğer canlılar doğadan yararlanırlar, doğada kendi iradeleri ile katkısı olmayan değişiklikler yaparlar.

İnsanlar ise doğayı değiştirirler ve kendilerine yarayacak şekle çevirirler. Sanayinin gelişmesi ile hem doğadan daha çok yararlanma imkânı ortaya çıkar hem de doğa daha çok insanın emrine girer.

Bundan önce mera hayvancılığından bahsetti, ehlileşmiş hayvanların doğadan yararlanmaları söz konusu idi. Şimdi ise ehlileştirilmiş bitkilerden bahsetmektedir.

Canlılarda besin zinciri vardır. Geviş getiren çift tırnaklı hayvanların işkembeleri vardır, doğrudan otları yerler. Diğer ot yiyen canlıların işkembeleri yoktur ama ot ile beslenirler. Bunlar et ve süt için değil, yük ve insan taşımak için kullanılırlar.

Bundan sonra meyve yiyen canlılar vardır. İnsanlar, maymunlar ve domuzlar bu gruptandırlar. Diğer meyve yiyen canlılar doğadaki meyveleri toplarlar, kendileri meyve bahçelerini yetiştirmezler.

Oysa insanlar meyve bahçeleri yapar, sulayarak meyvelerini yetiştirirler.

İnsanlar hayvanları ehlileştirmediler, insanlar bitkileri ehlileştirmediler. Hayvanlarda ve bitkilerde genetik değişme oldu ve kurtlar köpek oldu, ceylanlar koyun oldu. Bunun gibi yabani bitkiler de ehlileşmiş bitkilere dönüştü. İnsanlar bunlarla yaşadıkları gibi bunlar da insansız yaşayamaz oldular.

Bundan önceki derslerde böylece ehlileşen hayvanlardan söz edildi. Fillerden de yararlanılmaktadır. Ama filler insansız yaşayabilmektedir. Oysa inekler insansız yaşayamamaktadır. Tavuklar insansız yaşayamamaktadır. Yani tavukların genleri farklıdır.

“Sizin için inbat etmektedir” demek suretiyle buna işaret etmektedir.

Demek ki Allah canlıları yaratırken insanların yararına olacak, onlarsız yaşayamayacak türleri de yarattı. Böylece insanlar hayvanlar âlemine ve bitkiler âlemine hâkim oldular. Doğa devam edecektir. Her şey ehlileştirilmeyecek. Çünkü onlar doğadan beslenmektedir. Besin dengesi onlarla oluşur. Yarın sulama sistemlerini geliştireceğiz. Dağların tepesinde derin boru kuyular açacağız, Rüzgâr enerjisi ile oradan suları çekeceğiz. O suları dağların tepesinden veya biraz aşağısından bırakacağız. Böylece bugün sulanmadığı için yeteri kadar canlıyı yaşatamayan dağlar yarın gür otlaklarla veya ormanlarla dolacaktır. Bunun gibi yeryüzündeki çöller de susuz oldukları için boşturlar. Oraları da sulayacağız. Yarın deniz suları ile sulanabilen seralar oluşacaktır.

Şöyle ki, bugün yüz katlı binalar vardır yani üç yüz metre yüksekliğindedir. Şimdi Akevler’de yeni seracılık geliştiriyoruz. Ağaçtan elli metre yüksekliğinde seralar yapacağız. Buraya deniz sularından yaptığımız giriş havuzlarına su buharı girecek. Gündüzleri buhar olacak. Geceleri soğuyunca yağmur olacak. Böylece yeryüzünün canlılığını geliştireceğiz ama aynı zamanda canlılığı bizim isteğimize göre yönlendireceğiz. Bunu bitkilerde yapacağız. Sonra hayvanlarda yapacağız.

Bu sure sondan başlayarak anlatmaktadır. Önce insanı, sonra hayvanları, sonra bitkileri anlatmaktadır.

Ehlileştirme tahıldan başlamıştır. Uygarlık da en büyük tahıl olan buğdayın bulunması ile başlar. İnsandan önce buğday yoktu. İnsanlar genetik muamele ile buğdayı keşfettiler. Amerika’da benzer şekilde mısır bulunmuştur. Bunun en büyük özelliği senelerce ambarlarda depo edilip saklanabilmesidir. İnsanlığın ana yiyeceği hâlâ buğdaydır, pirinçtir, mısırdır. Buradan anlatmaya başlamıştır.

“Zer’” nişastayı içerir. İnsanlar bunları bedenin içinde şekere dönüştürür, yağa dönüştürür ve bunlarda azotlu maddeler de vardır.

Ondan sonra “zeytin” denmektedir. Zeytin de yağları içerir. Bitkilerin hücre zarları selülozdan oluştuğu halde, hayvanların hücre zarları yağdan oluşmaktadır. Onun için yüzümüze krem süreriz. Dışarıda depolamak ve saklamak için zer' yani tahıl elverişli olduğu halde, vücut içinde nişasta depolanmamakta, bunun yerine yağ depolanmaktadır.

Vücudun içine giren maddeler sonunda şekere ve azotlu maddelere dönüşmektedir. Bunlar vücutta yapı taşları oluşturmaktadır. İnsanı asıl besleyen üzüm şekeridir. Böylece dört çeşit besin türü zikredilmektedir. Enerji kaynağı olan üzüm şekeri,  yapı malzemesi olanlar, vücutta depolanan yağlar ve dışarıda depolanan tahıllar. Bunlar bizim için yaratılmıştır. Semeratın tamamından bir kısmı ise bizim için var edilmişlerdir. Çünkü her türlü vitaminler onlarda vardır. Başka ayetlerde sayılan sebzeler ise bu diğer semerat içinde zikredilmektedir.

“Bunda tefekkür eden kavim için bir ayet vardır” diyerek ayeti sona erdirmektedir. “İnne” ile cümle getirilmektedir ve “Le” ile teyit edilmektedir. Çünkü insanlar bu büyük uyumun ayetliğine inanmaktadır. Oysa yirmici yüzyıl birçok keşiflerin yüzyılı olmuştur. Bu da ihtimaliyat hesabı ile olmuştur.

Bir fizik âlimi cismin atomlardan mı yoksa bitişik yapıdan mı oluştuğunu araştırmak için hidrojen atomu ile bombalamıştır. Atomların bir kısmı karşı tarafa geçmiş, bir kısmı geri dönmüş, bir kısmı saparak geçmiş, bir kısmı da yansıyarak geri dönmüştür. Burada ihtimaliyat hesabı ile hem hidrojen atomunun hem de diğer bütün atomların çaplarını ölçmüştür.

Demek ilim demek olasılıkları hesaplamaktır. Yoksa bazı arkadaşların yaptığı gibi sermaye buyurdu; o ilimdir! Sen istediğin kadar kanıtla, ilim değildir.

Şimdi bitkilerdeki bu uyum, bunların insan için yeter besin teşkil etmesi ve bunların insana hizmeti kabul etmesi ihtimaliyat hesaplarına göre bir ayettir, bir kanıttır. Tek kanıt olarak işaret etmesi bilhassa bu uyum üzerinde durulması içindir. Yeterli ayettir.

يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ

YuNBiTu LaKuM BiHIy

“Onlara sizin için inbat eder”

Eve girdiğiniz zaman anahtarı çevirirsiniz, lamba yanar, anahtar yakmaz. Siz yakarsınız veya barajdaki su yakar, Güneş’teki hidrojen yakar. Onu var eden Allah yakar.

Su bir anahtar görevi görür, o inbat etmez, onunla Allah inbat eder. Onu sadece aracı olarak kullanır. Asıl enerji kaynağı olmadığı için “yünbitu lakumu’l-zar’a” deseydi, suyun enerji kaynağı olduğu da anlaşılırdı. Bunun için hassaten “bihi” kelimesini getirmiştir. Gaye onun inbatı değil de gaye bizim için inbat olduğu için “bihi” kelimesini fiilden uzakta zikretmiştir.

Canlılarda DNA’lar vardır. Bunlar birer dildir. Dört çeşit harf vardır. Üçer harfli hecelerden genler oluşur. Canlılık bunların komutu ile yaşar ve çoğalır. Diğer varlıklardan ayıran özellik kendi kendilerine benzer varlıkları meydana getirmeleridir.

İşte, bölünerek benzer canlıları oluşturma inbattır. Bitkiler ve topraklar da nebt ederler, hayvanlar ise ana rahminde nebt ederler. Oluşma tamamen benzerdir. Tamamen ayrı oluşları olduğu ve ayrı işleri bulunduğu halde hep aynı genlerden oluşurlar. Bitkiler hayvansız, hayvanlar da bitkisiz yaşayamazlar. Bir kumaşın iki yüzü gibidirler.

İlk canlı hem hayvan hem bitki idi, hem de demirli magnezyumlu yapıları taşıyordu. Sonra bölünerek hayvanlar ve bitkiler oluştu. Canlı görünürde evrimleşir, yapıda ise işbölümü içinde hücreler ve canlılar bozulurlar. Yani birinde bir şey kalır, diğerinde başka şey kalır. Demek ki nebatlık canlılık demektir. Türkçede yanlış kullanıyoruz. Canlılar da çok bilinçli hareket eden, bizim hayvan dediğimiz varlıklardır.

الزَّرْعَ

elZaRGa

“Zer’”

“Zer'” ekin demektir.

Burada bizim tahıl dediğimiz buğday, mısır, arpa, pirinç gibi türleri içerir. Tek çenekli kapalı tohumlulardandır. 400 kadar çeşidi vardır. Ekmek olarak pişirilip yendiği gibi taze mısır olarak da yenmektedir. Unlu mamuller olarak da ortaya çıkmaktadır. Patates gibi bitkilerde de nişasta mevcuttur. Depolanmaya elverişlidir. Sonra şekere çevrilir.

وَالزَّيْتُونَ

Va elZaYTUvNa

“Ve zeytin”

Ziraat bitkilerindeki besinler mideye girmeden depolanırlar. Yağlar ise kana karıştıktan sonra depolanır ve gerektiğinde kullanılırlar. İnsanların beden yapıları bunları kullanacak şekilde yaratıldığı gibi bunlar da insan tarafından değerlendirilsin diye üretilmişlerdir.

Arılar bal özü almak için çiçekten çiçeğe koşarken, bu arada çiçek tozlarını taşıyarak çoğalmalarını sağlarlar. Önce arılar, sonra çiçekler veya önce çiçekler sonra arılar yaratılmışlardır. Biri olmadan diğeri olmaz.

İpek böceği yalnız dut yaprağını yer. İpek de yalnız insanlara yarar. O halde bu üçlü çıkar baştan planlamış bulunmaktadır. Zeytin Akdeniz bölgelerinde yetişir. Bununla beraber yağ üreten bitkiler denizlerde bile vardır. Burada bir tanesinden bahsedilmektedir.

وَالنَّخِيلَ

Va elNaPIyLa

“Ve nahleler”

“Nahl” hurma ağacıdır. Tekili “nahle”dir. “Nahil” hurmalardır. Meyvesi Kur’an’da “rutbe” olarak zikredilmektedir.

“Zer’” dediğimiz zaman buğdayın taneleri mi yoksa sapları ile buğday bitkileri mi kastedilir? Genel olarak armut dediğimiz zaman hem ağacını hem de meyvesini ayrı ayrı anlarız. Bu kelimelerde ikisi arasında müştereklik vardır. Eşitlik içinde buna delalet eder.

“Nahl” kelimesini retb iskat ettiğini beyan etmekle nahlden maksat ağaç olduğunu bildirmektedir. Ama aynı zamanda hurma meyvesi anlamına da gelmektedir. “Inab” da böyledir. Sulanan ağaçlardır ama meyve de ağaçtan su alır.

“Nahletmek” ufalamak, ezip hamur haline getirmek anlamındadır. Bu şekilde düşündüğümüz zaman, meyvelerin içecek şeklinde saklanması yerine, kurutularak pasta ve sucuk şeklinde saklanması daha uygun olur anlamı verilebilir.

وَالْأَعْنَابَ

Va eLEaGNAvBa

“Ve e’nab”

“İneb”in çoğuludur. “İneb” üzüm demektir. Üzüm şekerinin adı glikozdur. Vücut onu kullanmadan önce tüm karbonhidratlarını glikoza çevirir ve ondan sonra onu yakarak enerji elde edilir. Bu sebepledir ki Kur’an karbonhidratların temsilcisi olarak inebden söz eder.

“Nahl”in de böyle bir özelliği olmalıdır, bir şeyi temsil etmelidir.

“Zeytin”in de yapı taşlarında özel yeri bulunmalıdır.

Kur’an’ı anlamak için tüm müsbet ilimlerin bilinmesi gerekmektedir. Zamanla gerçekleşen müsbet ilimlerdeki ilerleme Kur’an’ın anlaşılmasını sağlamaktadır. Bundan dolayıdır ki Kur’an’ı bugün biz, bizden öncekilerin anladıklarından daha ileri bir şekilde anlıyoruz. Bununla beraber biz onların inşa ettikleri yapının üzerine bir kat çıkıyoruz. Proje onların, temel onların. Bin yıl önceki yorumların içine gömülüp kalmak ne kadar yanlışsa, onlardan kopup temelsiz inşaata başlamak da yanlıştır, o kadar yıl geriye dönmek demektir. Evet, biz yeni kat çıkacağız ama eskilerin diktiği binanın üzerinde onların projesine uyarak kat çıkacağız.

وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ

Va MiN KulLı elSaMaRAvTı

“Ve her semereden de”

“Küllü semerin” deseniz, her çeşit yemiş denmiş olur. “Min külli semerin” derseniz, her çeşit semerden birer parça demek olur. “Küllü es-semeri” demek, bir meyvenin tamamı demektir. Cins değil, onlardan belli birinin tamamı anlamı çıkar. “Min külli’s-semeri” derseniz, bilinen meyvenin bir parçası demek olur.

“Küllü semeratin” demek, her meyve grubu demektir.

“Min külli semeratin” demek, her türlü meyve grubundan biri demektir.

“Min külli’s-semerati” demek, her türlü semerattan birer grup demek olur. Yani değişik meyve grupları varmış, biz o grupları biliyormuşuz, onlardan bazıları demek olur.

Zehirli mantarlar vardır, zehirsiz mantarlar vardır. Bunun gibi meyve gruplarından bize uygun olanlar vardır, uygun olmayanlar vardır.

Bize besin olmayan meyveler vardır. Hayvanlar gibidir. O bitkileri biz yiyemeyiz. Bunları Allah inbat etmektedir. Ne ile? Semadan inen sularla inbat etmektedir. Yeraltı sularıyla sulamanın olduğu, altında yani künklerde akan sularla anlamı çıkar. Ama semadan inen sular da serada yağdırılacak yağmurlar demektir.

Akevler’de bir araştırma merkezi olacaktır. Kimileri fikirler üretecek ve ortaya koyacak, kimileri patentli projeler yapacaklardır. Başkaları mani olmasın diye patentini alacak ve kooperatife verecektir. Sonunda projelerden yararlanılacaktır. Bunların yetiştirilmesi üzerinde çalışılacaktır.

Bir “Proje Üretme Ortaklığı” kurulacaktır. Sözleşmesi hazırlanmıştır. Medhal’de karara bağlanacaktır. Yakın zamanda beklediğimiz şudur. Kur’an düzeni için herkes çalışacak ve ortaklığa konacaktır. İsteyen herkes bu buluşlardan yararlanacaktır. Ama bütün işletmeler bir araştırma genel hizmet payı vereceklerdir. Bu paylar hizmet verenlere paylaştırılacaktır.

إِنَّ فِي ذَلِكَ

İnNA FIy ÜAvLıKa

“Bunda”

Bunda…

Nerde?

Ehlileşmiş bitkilerde, bu bitkilerden yararlanılmasında denmiş olmaktadır.

Buradaki “Zâlike” insanların yararlanması için meyvelerin kodlanmış olmasıdır. İnsanlar ehlileştirdikleri bitkilere alanlar açarak diğer bitkiler aleyhinde bunlara yeryüzünde daha fazla imkânlar sağlamışlardır. Fındık bahçeleri, armut bahçeleri, pamuk tarlaları hep bu özelleştirmeye örnektir. Karadeniz yamaçları gibi doğal ormanları varsa, bu ormanların gelişmesini sağlayacağız. Çiftlik hayvanlarına korunmuş vadiler oluşturacağız. Hayvanların kolayca dolaşmaları için yollar açacağız. Özel sulamalar yapacağız. Bunların yapılarına dokunmayacağız. Oradaki bitkilerden yararlanmaya çalışacağız. Ama bugün orman veya mera olmayan alanları da özel tarımla kaplayacağız ve onlar da bizim katkımızla oluşmuş alanlar olacaktır. Dünyadaki karaların yarısı buna müsaittir.

لَآيَةً

La EAvYaTan

“Ayet…”

Bunda ayet vardır. Ayet mensuptur.

Demek ki muaahhar nekre haber değil mübtedadır.

“Raculün fi’d-dari” fasih değildir ama “fi’d-dari raculün” fasihtir. “Evde biri vardır” denir. “Biri evdedir” derseniz, o biri marife olur. Nekre mübteda olmaz. Ama tehir edilirse olur. Nahivciler öyle diyorlar. “Fi’d-dari raculün” cümlesinde “raculün” mübteda, “fi’d-dari” de haber kabul edilir. Bu ayrıntı nahivcilerin görüşlerini teyit eder.

Benim görüşlerimi teyit etmemektedir. Benim yazılarımı ona göre okumalısınız. Bunlar sadece bana gelen görüşlerdir. Siz onlardan yararlanacaksınız ama onları ne baştan kabul edeceksiniz, ne de baştan reddedeceksiniz. Ben görüşümü henüz değiştirmiş değilim. Ama aksine yeni delil ortaya çıkmış olduğunda üzerinde yeniden düşünmem ve araştırmam gerek.

Soru şudur. “Fi’d-dari raculün” dendiğinde “racül” haber midir mübteda mıdır? Nahivcilere göre mübtedadır. Buradaki ayetin kıraati onların görüşlerini teyit eder. Manası, “bir adam evdedir” çıkar; bense, hayır, “evde olan bir adamdır “anlamı çıkar diyordum. Benim görüşümü tekzip eden bir ayet olmalıdır. Bilgim nas mertebesinden zahir mertebesine düşmüştür. Yeniden araştırmam gerekir.

لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (11)

Li QaVMin YaTaFakKaRUvNa

“Tefekkür eden kavim için”

“Fikir, fıkh, akl, zikr” insandaki kavrama melekeleridir.

Ayrıca “basar, sem’ ve nazar” da müsbet ilmin mesnetleridir.

Bu kelimeler arasındaki farkları şöyle ayırırız.

a) Kelimenin etimolojisine gidelim.

Akevler Lügati’nde “Feker “Vekr” kuş yuvasının giriş kapısıdır. Fiil olarak kuşun yuvaya girmesi demektir. “Vav”ın “Fe”ye dönüşmesi ile “Tefkir” hislerle elde edilen bilgilerin tasnif edilerek beyinde ilgili yerlere yerleştirilmesi anlamına gelir. “Akıl” bu kavramlar arasındaki bağlarla ortaya çıkarmaktır. “Fıkıh” ise bu akli bağlarla ileride olacaklar hakkında hüküm çıkarmak, ictihad etmek demektir.” şeklinde yazılıdır.

b) Yenibosna’da haftada bir gün harflerin manası üzerinde çalışılmaktadır. “F” harfi ayırıcı pencere, fark, fasl, ayrı manaları taşır. Kare, yuvarlak, küre, teker manalarını taşır.

Buna göre “fikretmek” demek, bilgileri ayırıp tasnif etmek demektir. Nitekim insanların emrine verilen evcil hayvan ve bitkilerin tasnifi yapılmaktadır.

Akevler’in geliştirdiği ve Necmettin Erbakan tarafından da kabul edilen sekiz yüzlü tasnifi Kur’an’a dayanmaktadır. Gelecekte bütün ilimler 25 grupta toplanacak,  bunlar teorik ilimler olacak, nazari ilimler olacak, pratik ilimler olacak ve filozofik ilimler olacaktır.

Demek ki Kur’an’ın tefekkürüne başlanmıştır. En’am sekiz çifttir. At, eşek ve katır üçtür ama deve de onlara katılır, o zaman onlar da dörttür. Daha doğrusu biri ortaktır. Tevbe Suresi gibidir. Burada “kavm” getirilmiştir. Tefekkür eden her kavim için söz konusudur.

Bitkilerin ve hayvanların tasnifi söz konusudur.

Batı’da bu tasnif yapılmıştır; yapılmaya devam edilecektir…

Kur’an’da;

-İman eden kavim için 14 defa, ikân eden kavim için 4 defa, toplam 18 defa;

-Akleden kavim için ve tefekkür eden kavim için 7’şer defa;

-Bilen kavim için 8 defa, tezekkür eden (anlayan) 2 defa olmak üzere toplam 10 defa;

-Fıkheden kavim için 8, sem’ eden kavim için 4 defa olmak üzere 12 defa;

-Şükreden kavim için 4, ittika eden kavim için birer defa geçmektedir...

Bunlar muzari sigası ile geçmektedir.

İbadet eden kavim için bir defa geçmektedir ve eşi bulunmamaktadır. Bunun eşi “abidatin” olarak geçmektedir. Başka gruptur.

Bu surede ise tefekkür eden 2, tezekkür eden 1, ya’kilûn 2, yesmeûn 1, ve yuminun 2 olmak üzere 8 defa geçmektedir. Kişiler değil kavim sem’ etmektedir, kavim fıkhetmektedir.

Topluluk bunları birlikte nasıl tefakkuh edecektir, ortak olarak nasıl bilecektir?

Birlikte bilme demek, toplulukta herkesin kimin neyi bildiğini bilmesidir. Kişi olasılık hesabını bilmeyebilir, ama o toplulukta olasılık hesabını kimin bildiğini bilirse onu o da bilmiş olur. Topluluk işbölümü yapar ve her biri ayrı ayrı şeyleri öğrenir. Kişilere bir bilgi gerekirse, onu bilene başvururlar.

“ADİL DÜZEN ANAYASASI”nda bu mekanizma oluşturulmuştur. Herkesin ilmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî danışmanı vardır, kişiler onlara danışırlar. Onlar da Akıl ve fikir ahlâkî, ilim ile zikir ilmî, fıkıh ve sem’ siyasî, şükür ve ittika meslekî dayanışma ortaklıklarının konulardır. Bu dayanışmalar birlikte tefekkür etmeyi sağlarlar.

Kur’an’ı yeniden anlamak demek, bu müesseseleri kurmak demektir.

وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (12)

Va SapPaRa LaKuMu elLaYLa Ve elNaHAvRa Va elŞamSa Va elQaMaRa Va el NuCUvMu MuSapPaRAvTın Bi EaMRiHIy EinNa FIy ÜAvLiKa LaEAvYAvTin Lı QaVMın YaGQıLUvNa

“Leyl ve neharı ve şemsi ve kameri size teshir etti. Necmler onun emriyle musahhardırlar. Burada akleden kavim için ayetler vardır.”

Hayvanların ve bitkilerin bizim olduğunu anlattıktan sonra tekrar Güneş sistemine dönmektedir. Yer’in kendi etrafında dönmesi ile gece-gündüz oluşmaktadır ve bu olay dünyamıza aittir. Bir de Güneş etrafında dünya ile beraber dönmektedir. Bunlar da bize aittir. Yani Güneş sistemi biz insanlar için yaratılmıştır. Burada yalnız yeryüzündeki canlılar vardır. Başka gezegenlerde ve Ay’da hayat yoktur.

Bu ayetle ve “Küm” (Siz) kelimesi ile bunu açıkça ifade etmiş olmaktadır.

İnsanlar ilk yaratıldıkları zaman yalnız Afrika’nın bir köyünde hayat başlamıştı, canlı bir hücre olarak işe koyulmuştu. Bugün yeryüzünü doldurmuş bulunuyoruz. Güneş sistemindeki gezegenlerde de şimdi hayat yoktur, oralarda insan yoktur ama gelecekte oralar da hayatla dolacaktır. Güneş sistemi insanlar için yaratılmıştır.

Bunlar başka ayetlerde açıkça ifade edilmiştir.

Diğer seminerlerde bunlar açıklanmıştır.

Yıldızlara gelince; onlar da Güneş sistemi gibi çevrelerindeki gezegenleri aydınlatıyorlar. Oralarda da hayvanlar vardır (Kur’an, 42/29). Göklerde de bitkiler vardır (Kur’an, 27/25). Tüm kâinatta insanlar vardır (Kur’an, 33/72).  İnsanlar Güneş sisteminde yayılacaklardır. Bunun için “hatfe, hın, rızk” kelimelerine başvurabilirsiniz.

Bundan önce “fikreden kavim için” denmiş…

Burada “akleden kavim için” denmektedir.

Fikir deneysel bilgidir. Düşünürsünüz, proje yaparsınız ve deneyerek düşündüğünüzü bulursunuz. Bitki ve hayvanlar üzerinde çalışılırsa genetik bilgiler elde edilir ve bu bilgiler uygulamada denenir.

Akletmede ise matematikte olduğu gibi mantıkta olduğu gibi sadece aklınızla düşünebilirsiniz, sizin müdahale imkânınız yoktur.

Gökleri anlatırken “akıl” kelimesini kullanmıştır.

Hayvanları ve bitkileri anlatırken “fikir” kelimesini kullanmıştır.

وَسَخَّرَ لَكُمُ

Va SapPaRa LaKuM

“Ve size musahhar kıldı”

“Teshir etmek” demek ondan yararlanmak demektir. Gece ve gündüz bizim için var olmuştur. Dünya kendi ekseni etrafında döner, gece ve gündüz olur.

Canlıların dinlenmeye ihtiyaçları vardır. Nasıl makinelerin bakımı varsa, canlıların da bakımı geceleri yapılır, uykuda yapılır. Bütün canlıların uyudukları tespit edilmiştir. Bitkiler de uyurlar. Uyuyan bitkileri gözünüzle görürsünüz, yapraklar ona göre tavır alır.

İnsanlar uyurken vücutlarının bakımı yapılır. Rüya, bakım sonunda yapılan denemedir. Bu bakımı melekler yaparlar; “insana secde edin”in manası budur.

اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ

elLaYLa VeelNaHAvRa

“Leyli ve neharı”

Canlılar insanlar için yaratıldığına göre, “leyl ve nehar” da insanlar için olmaktadır.

Demek ki dünya kendi ekseni etrafında insanlar için döner. Dönme zamanı öyle ayarlanmıştır ki diğer canlılarla beraber insanlar en çok yararlansın.

“Leyl” aynı zamanda maddedir.

“Nehar” da enerjidir.

İnsanlar madde ve enerjiden yararlanarak yaşarlar.

Ekonomi, yeryüzündeki leyl ve nehardan, madde ve enerjiden en çok yararlanarak daha çok insanın uzun ömürler içinde yaşamasını sağlamaktır.

وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ

Va elŞaMSa va elQaMaRa

“Ve Şemsi ve Kameri de”

“Şems” Güneş’tir, çevreye ışık salar.

“Kamer” yani Ay da dünyanın çevresinde dolaşır, yeryüzündeki dönüşü ve gel-gitleri yapar.

Uydusu olmayan gezegenler eksenleri etrafında dönmezler yahut yılda bir defa dönerler. Ay Yer’in kendi etrafında 24 saatte bir dönmesini sağlamaktadır. Kendisi enerji vermemektedir ama Güneş enerjisinin yeryüzünde kullanılmasını sağlamaktadır.

وَالنُّجُومُ

Va el NuCUvMu

“Ve nucum da”

“Necm” gökte aydınlık yapan her cisme denir, gezegenleri içerdiği gibi yıldızları da içerir.

“Kevkeb” ise hidrojenin kaynadığı kazandır. “Kavb” büyük kazandır. Kur’an’da “ekvâb” olarak geçer. Gürcücede “kavbi” büyük kazan olarak kullanılmaktadır.

Demek ki etrafa ışık saçan yıldızlara “kevkeb” denmekte, diğer bütün gök cisimlerine “necm” denmektedir. Uzayda milyar milyar güneş vardır. Onların çevresinde gezegenler vardır. Onlarda da hayvan ve bitkiden oluşan canlı vardır, insan da vardır ama onlar Hz. Âdem’in oğlu değil, başka Âdem’in oğullarıdır.

مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ

MuSapPaRAvTun Bi EaMRiHIy

“Emri ile musahhardır”

“Emr” enerji olarak alındığında, hidrojen enerjisi ile musahhardırlar.

Zâriyât Suresi’nde “emri taksim ederler” ifadesindeki enerji burada zikredilmektedir.

Allah Kâinatı yarattığı zaman maddeye hız verdi ve çekme kuvvetleri verdi. Enerjiyi depoladı. 13.7 milyar yıldır Kâinat o enerjiyi tüketerek yaşamaktadır. Dört hidrojen atomu birleşerek bir helyum atomunu üretmekte, bu arada da dışarıya ışık enerjisini salmaktadır. Böylece Kâinat yıldızların ışıkları ile aydınlanmaktadır. Gezegenlere çarpan Güneş ışınları üç boyutlu Kâinatın duvarlarına çarpmakta, onu ışık hızı ile Kâinat ışık hızına yakın hızla genişlemektedir yani yeni mekân kazanılmaktadır.

إِنَّ فِي ذَلِكَ

EinNa FIy ÜAvLiKa

“Burada…”

Ay’ın ve Güneş’in insanlara musahhar olmasında ve yıldızlar sisteminin oluşmasında ayetler vardır. Canlı DNA’ların oluşmasındaki diziliş sırası ihtimaliyat bakımından imkânsız olanları verir ve kesin olarak Allah’ın kanıtıdır. Bununla beraber bu dizileri insanlar yapmasa da melekler yapabilirler ve yapmışlardır da.

Oysa Kâinatın yaratılmasında yoktan var etmiştir, hem de ileride olacakların hepsini içine alan özelliği vererek var etmiştir.

Benim şimdi yazdığım bilgisayarım ve parmağıma emreden beynim o zamandan planlanmış olup ona göre madde yaratılmıştır, ona göre atomlar var edilmiştir. Burada işaret edilen bu canlı var edilmeden önceki durumdur. Oysa bundan önce işaret edilen canlı var edildikten sonraki durumdur.

لَآيَاتٍ

LaEAvYAvTin

“Ayetler vardır”

Canlıları anlatırken “ayet vardır” denmişti, burada ise “ayetler vardır” denmektedir.

Kâinatın yapısında birçok alınacak dersler vardır.

Eskiden Kâinatı yaratan Tanrı yoktur diyebiliyorlardı.

Nasıl yok?

Cevap olarak da Allah nasıl kendiliğinden varsa, Kâinat da kendiliğinden vardır deniyordu. Marks’ın materyalizmi buna dayanıyordu. Kâinatın 13,7 milyar yıl önce yaratıldığı ortaya çıkınca bu iddia tamamen çürümüştür. Kâinatı yaratan Allah vardır ve her gün bizi yönetmektedir. Üçüncü binyıl inkılâbını da O yapacaktır.

لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (12)

Lı QaVMın YaGQıLUvNa

“Akleden kavim için.”

Mantıkta iki bölüm vardır; tasavvurat ve tasdikat. Kelimeler tasavvurattır, Cümleler tasdikattır. Tasavvurat, kavramları oluşturup tasnif etmektir. Tasdikat ise kavramlar arasında ilişkiler kurmaktır. Tasavvurat tefekkürdür, tasdikat akletmedir.

“Hukl” halka demektir.

“Akletmek” demek, kavramları halka yapıp zincir hâline getirmek demektir.

Kur’an’ı tercüme edeceğiz ama nasıl edeceğiz?

Kur’an Kâinatın yaratılmasından öncedir. Önce Kur’an yazıldı. Ona göre Arapça dili oluşturuldu, ona göre de Kâinat yaratıldı. Kur’an Kâinatın projesidir, planıdır. Bu sebepledir ki Kur’an’da önce Kur’an’ı öğretti, sonra insanı yarattı diyor.

وَمَا ذَرَأَ لَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُخْتَلِفًا أَلْوَانُهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ (13)

Va MAv ÜaRaEa LaKuM FIy eLEaRWı MuPTaLiFun EaLVAvNuHuv EinNa FIy ÜAvLiKa LaEAvYaTan LıQaVMın YaüÜakKaRUvna

“Ve sizin için yerde renkleri muhtelif zer’ ettiklerinde; tezekkür eden bir kavim için bunda bir ayet vardır.”

Gece ile gündüz ve Ay ile Güneş’in sırf insanlar için var olduğunu beyan ettikten sonra, tüm bitkilerin de insanlar için var edildiğini ifade etmektedir.

“Zere’” (zal, hemze) : “Zerre”(zal) toz demektir. “Zera’” ise küçük tohum demektir. Mastar olarak saçmak, dağıtmak anlamlarına gelir.

Kur’an canlıların bölünerek çoğalmalarını ifade eder. Hayvanlar, bitkiler ve insanlar için kullanılmaktadır. “Değişik renklerde zer’ etti” diyor.

Matematikte kurallara tabi olmayan rastlantılar için bir formül bulmak zordur. İstenir ki hiçbir kimse hiçbir başka insana benzemesin.

Allah bunu yapmıştır. Herkesin siması farklıdır. Ahirette bütün insanlar bir araya gelecekler ama hiçbirinin siması aynı olmayacaktır. Parmak izleri de böyledir. Canlılar farklı renklerle birbirlerini seçerler. Renklerin farklılığı sayesinde hayat sürmektedir. Kıyafetlerimiz de bundan dolayı farklıdır.

Sermaye ve siyaset ister ki bütün insanlar eşit olsunlar, bir tek kaba hepsini koyalım ve merkezden yönetelim. Oysa Allah herkesi farklı yaratmıştır. Sadece bu durum bile Allah’ın varlığını ispata yeterlidir. Şöyle uzaktan bir ağaca bakın, Allah’ı görürsünüz. Karınca yuvalarında gidip gelen karıncalara bakın, Allah’ı görürsünüz. Yıldızlara bakın, orada da Allah görünür. Onlar Tanrı mıdır diyeceksiniz.

Biri Ali Erişen’e (arkadaşımıza) baktığı zaman onu görmez, onun görüntüsünü görür. Asıl Ali Erişen gözle görülmesi mümkün olmayan ruhtur. Siz onunla konuşursunuz. Sesler sadece aracıdır. Allah’ın elbette kendisini göremeyiz ama O’nun yaptıkları ile O’nu görürüz. Allah var mı yok mu diye düşünmek, ben var mıyım yok muyum, kardeşim var mı yok mu diye düşünmekten daha kolay çözülen husustur.

Renklerin, seslerin, kokuların, tatların farklı olmasından dolayı yaşayabiliyoruz. Topluluklarda kabile (bucak) ve şa’blar (iller) olarak yaratıldık ki birbirimizi tanıyalım. Çağımızın felsefesi bunlara dayanacaktır. Doğada olan olaylar farklı yerlerde, farklı kimseler ve farklı varlıklar arasında yapıldığı halde doğa birlik içindedir. Bu durum çağımızın felsefesinin temelidir. Bir de sistematik bir şekilde varlıkların farklı olması, böylece birbirlerini tanıması imkân haline gelmiştir. Nasıl anahtar kilide uyuyorsa, varlıkların her biri bir kilitler yığınıdır, anahtarı olanlar onlardan yararlanırlar.

Burada “tezekkür” kelimesi geçmiştir; “tefekkür ve “taakkulden” sonra “tezekkür”. Tasdik ve tasavvurattan sonra artık kavrama safhası gelir. Bir makinenin parçalarını yaparsınız. Bu tasavvurattır, tefekkürdür. Sonra onu monte edersiniz. Bu da tasdikattır, taakkuldur. Sonra da onu çalıştırırsınız. O da tezekkürdür. Burada bu üçüne işaret edilmiştir.

Kâinat bizim için yaratılmıştır ama farklı renklerden yaratılmıştır ki biz onlardan yararlanalım. Görürüz, tutarız, koklarız, tadarız, ondan sonra çiğner yutarız.  

وَمَا ذَرَأَ لَكُمْ فِي الْأَرْضِ

Va MAv ÜaRaEa LaKuM FIy eLEaRWı

“Ve sizin için yerde zer’ ettiklerinde”

Bunlar bitkilerdir, hayvanlardır ve insanlardır. Bizim için yararlanalım diye çoğaltılmışlardır. Yahut sizin için çoğaltılmış olanlar vardır. Siz onları renkleri ile bilirsiniz. Size yararlı veya zararlı olduğunu bilir de ona göre davranırsınız.

Mantarlardan zehirli olanlar vardır, herkes kolayca bilmez, onun için köylerde sık sık mantar zehirlenmeleri olmaktadır.

Ya her şey mantar gibi olsaydı; rengi ve kokusuyla, tadı ve kıvamıyla zehirli besinleri ayıramasaydık, halimiz ne olurdu?

مُخْتَلِفًا أَلْوَانُهُ

MuHTaLiFan EaLVAvNuHUv

“Renkleri muhtelif”

Biz insanları gerek renkleriyle, gerek görüntüleriyle tanırız, telefonda bile seslerinden tanırız. Eve veya odaya girdiğimiz zaman havası bozuksa hemen kötü kokuyu alırız ve üşüsek de havalandırmak için pencereleri açarız. Acıktığımızı ve susadığımızı hep biliriz.

Bütün bunlar muhtelif renklere kıyas edilir.

إِنَّ فِي ذَلِكَ

EinNa FIy ÜAvLiKa

“Bunda…”

Bunda yani ayırma kabiliyetimizde veya onlarda ayrılık alametlerinin bulunmasında da hikmetler vardır; ayet vardır.

لَآيَةً

La EAvYaTan

“Bir ayet vardır”

Bunda müfret nekre getirilmiştir. Yukarıdaki ayetten farklılık söz konusudur.

Canlıların yaratılması, Ay ve Güneş’le yeryüzü hayat şartlarının hazırlanması inşadır.

Onlardan yararlanma ise işletmedir.

Elbet her şey vardır ama kim ne yapacak ve neyi kullanacak?

Bu da değişik renklerde olmaları ile bilinir.

Karayolları yapar da trafik levhaları koymazsanız o yollar bir işe yaramazlar. Allah nasıl onlara farklı renk, koku, tat ve kıvam vermiş de biz o sayede yararlı olanı ve zararlı olanı ayırıyorsak, Allah bize de onları ayırt edecek melekeler vermiş, beynimizi de onları okuyacak ve anlayacak şekilde var etmiştir. Hepsi bizim içindir, bizim yararımızadır.

لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ (13)

LıQaVMın YaüÜakKaRUvNa

“Tezekkür eden bir kavim için.”

Tefekkürden sonra taakkul, taakkuldan sonra da tezekkür gelmiştir.

“Tezekkür” bildiklerini hatırlamak demektir. Yani bilgiden yararlanmayı bilmek demektir. Susadın, bilirsin ki suyu içersem susuzluğum gider. Bu da büyük bir mucizedir. İnsanın aklına gerektiğinde gereken gelir. Bizimle çevre tam uyum içinde çalışmaktadır. Doğa çevresinden başka diğer insanlarla bilgi paylaşımı yapılmaktadır.

Demek ki topluluk içinde taakkul eden bir kurum kurmalıyız, tefekkür eden bir kurum kurmalıyız, bir de tezekkür eden bir kurum kurmalıyız.

Kur’an düzeninin daha çok başlangıcında olduğumuzu bilmeliyiz. Surenin başındaki acele etmeyin emrinin ne kadar doğru olduğunu bu ayetler anlatmaktadır.

 

SÜLEYMAN KARAGÜLLE

Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL

www.akevler.org      (0532) 246 68 92

 

 

 

 



© 2024 - Akevler