HÛD SÛRESİ - 26. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ (96) إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاتَّبَعُوا أَمْرَ فِرْعَوْنَ وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ (97) يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ (98) وَأُتْبِعُوا فِي هَذِهِ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ بِئْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ (99) ذَلِكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْقُرَى نَقُصُّهُ عَلَيْكَ مِنْهَا قَائِمٌ وَحَصِيدٌ (100) وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِنْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ لَمَّا جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ (101)
***
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ (96)
VaLAQaD EaRSaLNAv MUvSAv Bi EAyYATıNAv Va SuLOANın MUvBIyNın
“Ve Musa’yı âyetlerimizle ve mübin sultanla irsal ettik.”
Bu sûre bize Allah’tan başkasına ibadet etmeyin emri ile başlamış, emre uymayan Hazreti Nuh’un kavmini, Hazreti Hûd’un kavmini, Hazreti Salih’in kavmini, Hazreti Lut’un kavmini, Hazreti Şuayb’ın kavmini anlatmış, onların helaklarından bahsetmişti. Bu arada Hazreti Lut kıssasını anlatırken Hazreti İbrahim’e verilen müjdeyi bildirmişti. Sonunda Hazreti Musa Peygamberin de âyet ve sultanla gönderildiğini bildirmektedir.
Hazreti Nuh’u anlatırken “Lekad”la başlamıştı, Hazreti İbrahim’i anlatırken “Lekad”la başlamıştı, şimdi de Hazreti Musa’yı anlatırken “Lekad”la başlamıştır. Diğerlerini “Veilâ” ile anlatmış, Hazreti Lut’u ise “Velemmâ” ile anlatmıştır. Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim ve Hazreti Musa bin yıllık uygarlıkları kurmuşlardır yani eski düzeni değiştirip yeni düzene girmişlerdir. Oysa Hazreti Hûd, Hazreti Salih ve Hazreti Şuayb mevcut medeniyeti ıslah etmişler, mevcut olan medeniyetleri ıslah yoluyla yaşatmışlardır.
Bu sûrede Hazreti Musa Peygamberi ilk defa anacaktır. Birinci dönem Tevrat gelmeden önceki dönemdir, Nuh uygarlığının devamıdır. Hazreti Nuh uygarlığının özelliği sünnet şeriatı olmasıdır. Hazreti Nuh bir kitap getirmemiş, sadece kendisi amel etmiş, kural haline getirmiş, o kurallar yazılı olarak tüm kavme yayılmıştır. Bunlar metin değildir, sadece Hazreti Nuh’un şifahi anlaşmalarıdır. Bu Hazreti İbrahim’de de Hazreti Şuayb’da de böyledir.
Gerçi Tevrat’ın bir kısmı Hazreti İbrahim’e nazil olmuştur. Levhalar yazılmış ve Sina’da defnedilmiştir. Sonra Sina’da Hazreti Musa bulmuş ve onunla Tevrat tedvin edilmeye başlanmıştır. Ama bu sahifeler sadece ilmi sahifeler olup Hazreti İbrahim’in kavminde yayılmamıştı. Yani kendisinden sonra gelen peygamberler onunla amel etmiyorlardı. Onlara vahiy geliyor, onu şifahi olarak cemaate götürüyorlardı.
Medyen’den sonra Hazreti Musa’dan bahsetmesi, Medyen’in Medine olması şeklindeki istidlalimizi bu âyet de teyit ediyor. Hazreti Şuayb’dan sonra Hazreti Musa geliyor. Hazreti İbrahim ile Hazreti Lut nasıl aynı zamanda resul idiyseler, Hazreti Şuayb ile Hazreti Musa da aynı zamanda resul idiler. Hazreti Musa Medyen’e gittiği zaman Hazreti Şuayb’a gitmiş, ondan Hazreti Nuh’un başlattığı şeriatı öğrenmiştir. Evet, Hazreti Musa Medine’de ve Hazreti Şuayb zamanında eğitilmiştir. Bu kişi peygamberdir.
Bunu nerden biliyoruz?
Hazreti Musa denizi geçtikten sonra uygarlığı kurmaya başlamış, eşinin babası ona gelmiş ve ona halkı sıbtlara ayır talimatını vermişti. Bir peygambere sıradan birisi talimat vermez. Kur’an’ı okudukça tarih aydınlanmaya başlıyor. Elimizde iki kaynak daha vardır. Biri Tevrat’tır; Tevrat okunarak Kur’an’la karşılaştırılmadır. Tevrat’taki bilgiler Kur’an’ı anlamamıza yardımcı olacaktır. Diğeri ise Sümer tabletleridir. Orada da Tevrat ve Kur’an’da anlatılanlar vardır.
Bu kıssalarla insanlığı tanıyoruz, insanlığın nasıl evrimleştiğini öğreniyoruz. Bu sayede bugün ne yapacağımıza karar veriyoruz. Geçmişteki kıssalarla günümüzün sorunlarını çözüyoruz.
Hazreti Musa elçi olarak gönderilmiştir. Önce âyetleri vardır. Bu da sopanın yılan olması, diğerleri de gelen afetlerin duasıyla kalkmasıdır. Bir de ona mübin sultan verilmiştir.
“Sultan” satır demektir, güç demektir.
Hazreti Musa’yı etkileyen doğal afetler olmuştur.
Bugün de ayetler vardır. Bu nedir? Müsbet ilimdir. Bu müsbet ilim yardımı ile mukaddes kitapları, hassaten Kur’an’ı anlayıp ilmen olacakları ve olduklarını görmektir. Ayrıca Firavuna gelen dokuz afet de bugün gelmektedir. Ekonomik krizler, çevre kirliliği, terör, enflasyon bunlardan birkaçıdır. Sultanı mübin bunlardır. İki büyük dünya savaşı, şimdi de büyük kriz dalgaları ve her tarafta anarşinin sürüp gitmesi bu sultanlardan bazılarıdır.
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى
VaLAQaD ERSaLNAv MUvSAv
“Ve Musa’yı irsal ettik”
“Lekad” kelimesi irsalin etkisinin hâlâ devam ettiğini ifade eder. Hazreti Nuh’un etkisi hâlâ devam ediyor. Hazreti İbrahim’in etkisi hâlâ devam ediyor. Hazreti Musa’nın etkisi hâlâ devam ediyor. Hazreti Musa Hazreti Şuayb aleyhisselamın yanında eğitildikten sonra Firavun’a irsal olunmaktadır.
Hazreti Musa Firavun’dan ne istemektedir?
‘İsrail oğullarını serbest bırak alıp götüreyim’ diyor.
Firavun ‘al götür’ dese İsrail oğulları uymayacaktır. Yirmi senelik mücadele Mısırlıları yola getirmese bile İsrail oğullarını oluşturmuştur.
Bugün bizim uyarılarımız sermayeyi yola getirmemiştir ama dünya devletleri sermaye ile savaşa girmişlerdir. Sonunda Adil Düzen Çalışanları denizi geçeceklerdir. Kur’an ve diğer mukaddes kitaplar artık yeniden ele alınmaktadır.
بِآيَاتِنَا
Bi EAyYATıNAv
“Âyetlerimizle”
“Âyetler” yollarda döşenen taşlardır. Bugünkü yollardaki işaret levhalarıdır. İnsanları hedefe götüren bilgileri içermektedirler. Kesin işaretlerdir.
İlâhi kitaplar birer âyettir. Doğa kanunları da birer âyettir. İnsanlar bunların üzerinde çalışınca hedeflerine ulaşırlar, yollarını kaybetmez ve helâk olmazlar.
Hazreti Musa Peygamber mucizelerini göstermiş ve onlara kurtuluş yolunu göstermiştir. Mucizeler ve afetler aynı zamanda zikredilmektedir. Her musibet geldiğinde Hazreti Musa devreye giriyor ve musibet atlatılıyordu. Bu durum Hazreti Musa’nın peygamber olduğuna en açık bir delildir.
“Âyât” yani âyetlerimiz kelimesi kurallı çoğul gelmiştir. Bunlar yoldaki işaret levhaları gibi hep birbirini tamamlıyordu.
İnsanlar boğuşacak, boğuşacak ama son kurtuluşu yine “Adil Düzen”de bulacaklardır. Başka çare kalmayınca onun reçetesine başvuracaklardır. Sonunda Mısırlılara olanlar olacaktır. Bugünkü Firavun sömürü sermayesidir.
وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ (96)
Va SuLOANın MuBIyNın
“Ve mübin sultan ile”
“Salata” doğranmış sebze demektir. Halkına zorla söz geçiren hükümdar demektir.
“Sultan” güç demektir. “Mübin/açık sultan” görünen güç demektir. Ayrıca görünmeyen güç vardır. Herkes ondan çekinir, ondan korkar ama onun maddi gücü yoktur.
Hazreti Musa Peygambere, Kur’an’a göre dokuz, Tevrat’a göre on sultan verilmiştir. Kur’an’da Mübin sultandan bahsettikten sonra “ve” denmektedir. Dokuz âyet atfedilmektedir. Demek ki onunla beraber Kur’an’da Hazreti Musa’ya on âyet verilmiştir.
Kur'an'da Hazreti Musa kıssası anlatılırken sıralanan mucizelere bakarak bir toplam yaparsak;
1- Asa mucizesi,
2- Yed-i Beyza (Beyaz el) mucizesi,
3- Tufan mucizesi,
4- Çekirge mucizesi,
5- Haşere mucizesi,
6- Kurbağa mucizesi,
7- Kan mucizesi,
8- Denizin yarılma mucizesi,
9- Taştan su fışkırma mucizesi,
Tevrat'ta ise Hz. Musa'ya verilen mucizeler on olarak sıralanmaktadır. Yahudiler, Tevrat'ta sıralanan bu mucizeleri; mucizeden ziyade Tanrı’nın karışmadığı olağanüstü olaylar ; "Bela"lar olarak kabul etmektedirler.
1. Nehir üzerindeki mucize
2. Kurbağa mucizesi
3. Bit mucizesi
4. At sinekleri mucizesi
5. Hayvanların telefi mucizesi
6. Çıbanlar mucizesi
7. Dolu mucizesi
8. Çekirge mucizesi
9. Karanlık mucizesi
10. İlk doğanların ölmesi mucizesi
إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاتَّبَعُوا أَمْرَ فِرْعَوْنَ وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ (97)
EiLAy FıRGaVNa Va MaLaEiHIy Fa itTaBaGUv EaMRa FıRGaVNa Va MAv EaMRu FıRGaVNa Bi RaŞIyDin
“Firavun ve meleine… Firavun’un emrine tabi oldular. Firavun’un emri reşid değildi.”
Hazreti Musa Firavun’a gönderilmişti. Ondan iki şey istiyordu. Biri yönetimi adil yapmasını ve halka zulmetmemesini, diğeri de İsrail oğullarını serbest bırakmasını istiyordu.
“Firavun ve meleine…”
“Mil'” doldurmak demektir. Yönetici tabaka, yönetici sınıf demektir.
Merkezi yönetimlerde hükümdar vardır. Onun çevresinde de yönetici kadro vardır. Yönetici kadro başkanı büyütür, onu tanrılaştırır, böylece güçlü hâle getirdikten sonra onun adına halkı yönetirler, sömürürler, taşralara hükmederler.
Bu durum Firavunlar zamanında böyle olduğu gibi bugün de böyledir. Hiçbir şey olmayan dolar kıymetli hâle getirilmiş ve onunla devletler halka hükmediyorlar.
Parti başkanları böylece tanrılaştırılır ve o sayede halkın oyu alınır, sonra da birlikte yönetilir veya sömürülür.
Burada Firavun ve mele’ birlikte anılmaktadır. Çünkü Mısır’ı idare eden Firavun değil Firavunun çevresinde oluşan yönetici tabaka idi.
Bu âyette Firavun üç defa geçmektedir. Zamir yerine Firavun olarak tekrar edilmiştir. Demek ki üç ayrı Firavun vardır. Hazreti Musa’nın geldiği melei ile birlikte Firavun’dur. Bu Firavun melein boğulmasından önceki Firavun’dur. Melei boğulduktan sonra kendisi sağ kalmış ve artık eski firavun olmamıştır. Kişi aynı kişi idi ama çevresi artık eskileri değildi, değişmişti, kendisi yeni Firavun olmuştu. Bu değişmeyi ifade etmek için Firavun kelimesi izhar edilmiştir. Üçüncü Firavun ise; o Firavun ölmüş, yerine boğulan Firavun gelmiştir.
Bu durumda Hazreti Musa’yı kovalayan Firavun ile İsrail oğullarını kovmak isteyen ve boğulan Firavun’un ne zaman geldiği konusunda teşabüh vardır. İsrail oğulları Mısır’dan gitmişti. Sonra nasıl kovabilirdi?
Burada şunu söyleyebiliriz. İsrail oğulları denizi geçtikten ve çöllerde dolaştıktan sonra yerleşmişler ve uygarlık kurmuşlardır. Mısırlılarla arası iyi iken boğulmayan Firavun ölmüş, yerine gelen Firavun ise İsrail oğullarıyla arasını açmış ve Mısır’a girmelerini yasaklamış ama onları takip ederken boğulmuştur.
Lütfi Hocaoğlu’nun görüşü ise boğulan Firavunun Musa’dan önce başka bir Firavun olduğudur.
Son Firavun’un işleri reşit değildi. Lenin ölmüş, Stalin geçmiştir. Mustafa Kemal ölmüş, İnönü geçmiştir. Erbakan ölmüş, Oğuzhan geçmiştir. Halk kurucu olanlara bağlanır. Onlar bu bağlanmayı hak ederler. Ama sonra gelenler de aynı saygıyı görür ona tabi olurlar. Ama ikinciler bazen iyi olurlar, bazen de kötü olurlar.
Hazreti Muhammed ölmüş, arkasından dört halife onun gördüğü saygıyı görmüş, onlar da buna layık olmuşlardı. Sonra Muaviye ve Yezid gelmiştir; onlar da aynı saygıyı gördüler ama onların işi reşit olmamıştı.
“Rasad” gözetleyici demektir. “Sad” “Şin”e dönüşmüş, gözetleyerek yol bulmak ve yol göstermek anlamlarını kazanmıştır.
“Rüşte ermek” kendi kendine karar vermek yeteneğine ulaşmak demektir.
İşlerin veya buyrukların reşit olması demek ne olacağı ve ne yapılacağı önceden belli olması ve halkın ne yaparsa ne sonuçları elde edeceğini bilmesi demektir. Sorunlara çözüm üretmesi anlamını da içerir.
İnsanlar devamlı evrim içinde oldukları için her gün yeni sorunlarla karşılaşırlar. O sorunlara çözüm bulan topluluğun işleri reşittir. Hükümdarın işi de budur. Halkı bir sorunla karşılaştığı zaman ona çözüm bulmasıdır. Bu çözümün dört özelliği olacaktır.
1- ÇÖZÜM YERLİ OLMALIDIR. Başkalarından kotarılan, başkalarından kopya edilen çözüm çözüm değildir.
2- ÇÖZÜM SÜREKLİ OLMALIDIR. Benzer olaylara benzer çözüm olmalıdır. Sadece bir defaya mahsus olmak üzere yapılan çözüm reşit çözüm değildir.
3- ÇÖZÜM GENEL OLMALIDIR. Yani benzer olaylarla karşılaştıkları zaman o çözüm onlar için de çözüm olmalıdır. Onlar kendi sorunlarını çözerken sizin çözümünüzden yararlanabilmelidir.
4- ÇÖZÜM İLMÎ OLMALIDIR. Proje yapılmalı, uygulanmalı, hatalar ve eksiklikler tesbit edilip yeni proje yapılmalı, böylece proje uygulana uygulana olmak üzere çift adımlarla ilerlenmelidir.
إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ
EiLAy FıRGaVNa Va MaLaEiHIy
“Firavun ve meleine”
Mele’ ve âl vardır.
“Mele’” yaşarken çevresini oluşturan ekiptir.
Başkan on civarında olan mukarrabunla sohbet eder, istişare eder, onlar arasında dengeyi sağlar. Mukarrabun ashabı yemini oluşturur ve onlarla iş yaparlar. Onlar ashabı yemin olmayanlarla resmi ilişkiler kurmazlar. Ashabı yemin de müellefe-i kulub ile temas eder. Muhalif olanlarla resmi temaslarda bulunmazlar. Onlar da tüm insanlarla ilişki kurarlar. Böylece topluluk olarak tüm insanlarla barış içinde yaşarlar. Bazen da savaşa girişirler.
“Âl” ise; kişinin kurduğu bir ortaklık veya işletmedir, babadan oğluna miras olarak intikal eder ve gelecek nesilleri içine alır.
Firavun’un hanedanı vardır, o âldır. Firavunun o anda yönetici arkadaşları vardır, o da mele’dir. Hazreti Musa sadece Firavun’a değil, Firavun ve mele’ine irsal olunmuştur.
Mısır’da sahirler vardı, halkın yapamayacağı işleri teknik bilgileri ile yaparlardı. Halk onların bunu Tanrı’nın gücü ile yaptığına inanırdı. Onlar krallarını yani Firavunu tanrı yapıyor, onun gücü ile sihir yapıldığına halkı inandırıyorlardı. Böylece tanrılaşan Firavun adına ülkeyi yönetiyor ve sömürüyorlardı. Peygamberler ise insanların tanrı olmadığını, tanrının âlemlerin rabbi Allah olduğunu söylüyor ve kendilerinin de elçi olduklarını bildiriyorlardı. Merkezler halka hâkim değil hadim idiler. Halka hizmet verir ve hizmet karşılığı şeriatın tayin ettiği vergiyi alırlardı. Şeriatı yöneticiler koymaz, serbest sözleşmeler şeriatı oluşturur. Değişik dayanışma ortaklıkları kurularak halk istediği şir’ayı yaşar. Halk değişik semtler ve siteler kurarak istediği şeriata tabi olurdu.
Burada önemli olan husus şudur. Hazreti Musa Firavun’a sen in ben çıkayım demiyordu. Aksine, onların iyi yönetim yapmasını öneriyordu.
Biz de şimdi partilere siz bırakın biz yönetelim demiyoruz. Onlardan adil yönetim istiyoruz. Sermayeye de servetinizi bize verin demiyoruz. Karşılıksız para olmasın, faizli sömürü kalksın, sermaye siyasete, ilme ve dine karışmasın diyoruz. Bu sebepledir ki bizim parti kurmamız sadece tebliğ için olmalıdır. İktidara talip olmamalıyız. Erbakan’la ihtilafımız bu noktada olmuştur. Millî Çözümcülerle anlaşamadığımız nokta da bu husustadır.
Biz düzeni değiştirelim, düzeni “Adil Düzen” yapalım diyoruz. Bunun için cihat yapalım. Ama kişileri değiştirmekle uğraşmayalım. Kişiler yeni düzeni kabul ederlerse orada kalırlar, kabul etmezlerse onları biz değil Allah gönderir, doğal ve sosyal kanunlar onları eler.
Bizim görevimiz görevlileri değiştirme değildir, bizim görevimiz düzeni değiştirmedir. Sermaye ise kişileri ve partileri çatıştırarak düzeni değiştirmeyi unutturmaktadır. Millî Çözüm Dergisi de bunların uygulayıcısı olmaktadır.
Biz hep buna karşı çıktık. Onun için CHP ile koalisyon yaptık. Onun için MHP ile seçim birliği yaptık. Bunlar Akevler’in görüşü idi. Millî Görüş Hareketi buna uyduğu için dünyayı değiştirdi.
فَاتَّبَعُوا أَمْرَ فِرْعَوْنَ
Fa itTaBaGUv EaMRa FıRGaVNa
“Firavunun emrine tabi oldular”
Burada tabi olanlar Firavunun meleidir. Sonra bu melee tabi olanlardır. Sonra halktır. Sonra çıkarcılardır ve sonra tüm insanlardır. Hazreti Musa’nın dediklerini nazarı itibara almayıp Firavun’un işlerini yapmaya devam ettiler. Ondan aldıklarını uyguladılar.
“Emir” iki manaya gelir, işler ve buyruklar. Yani hem Firavun sömürüsünü sürdürme uygulamasına hem de onun buyruklarına uydular.
1960’larda başladığımız siyasi faaliyetlerde Akevler benzer tebliği ulaştırdı. Ne var ki mele' ve halk sermayenin emrine tabi oldu. Erbakan cari sistemle ülkeyi yönetmeye kalkıştı. AK Parti onlarla işbirliği yaptı. Askerler hâkimdi. Şimdikiler o askerler değildir. Olaylar benzer şekilde devam etmektedir.
وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ
Va MAv EaMRu FıRGaVNa
“Ve Firavunun emri değildir”
Burada Firavun değişmiştir.
DP’lilerin yerine Millî Görüşçüler gelmiştir.
Rockefellerler yerine Rothschildler geldiler.
Ancak emir aynıdır; karşılıksız dolar, faizli sistem, sermaye sömürüsü, siyasi direnme ve sömürü hep devam etmektedir.
بِرَشِيدٍ (97)
Bi RaŞIyDin
“Reşit değildir.”
Bugün ne sermaye ne de siyaset günümüzün sorunlarını çözmektedir. Sorunları sorunlar üreterek çözmektedirler. Ama halk hep onlara tabi olmaktadır.
Hazreti Nuh ile başlayan ve Firavunla biten tarihi gelişme anlatılarak varılan son durum tasvir edilmektedir. Bundan sonra Hazreti Musa’nın şeriat dönemi başlamış, Mısırlıların yerini Yunanlılar almış, sonra Hıristiyanlık gelmiş, Yunanlıların yerini Romalılar almıştı. Sonra Kur’an gelmiş ve Romalıların yerini bugünkü Batı almıştır, Avrupa almıştır.
Bugün biz Hazreti Musa’nın devrini yaşıyoruz.
Hazreti Musa’dan sonra ne oldu?
O halde bundan sonra onlara benzer şeyler olacaktır. Günümüz sermayesinin Firavun gibi gark olacağı zamandır. Bugün sermayenin düzeni reşit değildir, sorunları çözmüyor.
يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ (98)
YaQDuMu QaVMaHUv YaVMa elQıYAvMaTi FaEaVRaDaHuM elNAvRa Ve BiESa eLViRDu eL MaVRUvDu
“Kıyamet yevminde kavmine kadm olur. Onları nara irâd eder. Mevrud vird bi’sedir.”
Buradaki fail son Firavundur. İşleri ve buyrukları reşit olmayan Firavunun kıyamet günü yaptığıdır. Bir hükümdar kötüyse, halkı dalalete zorluyorsa, halkın yapacağı iş nedir?
Önce hükümdarı uyaranların yanında yer almalıdır. Hükümdar baskıyı artırıp tahammül edilmez hal alınca halkın hicret etmesi gerekir.
Nereye hicret edecek?
O günkü şartlarda nereye hicret edilmesi uygunsa oraya hicret edilecek.
Mısır’daki İsrail oğullarına verilen emir evlerinize çekilin, kendi evinizi kıble yapın şeklindeydi.
Biz de diyoruz ki; semt kooperatiflerini kurunuz ve dışarıyla alışverişinizi tüccarlar aracılığı ile yapınız.
Halk bunu yapmaz da zalimlerin zulmüne ortak olmaya devam ederse, âhirette onlar da cezalarını çekeceklerdir. Önce Firavun sorguya çekilecek, sonra ona tabi olanlar sorguya çekileceklerdir.
Kavmini götürür değil de kavminin önünde yürür anlamındadır. Hep birlikte melekler onları ateşe götürürken o önden yürür. Âhirette herkes kendi yaptığının cezasını çeker. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. İster kendi iradesi ile bile bile yanlışlık yapsın, ister başkalarını taklit ederek kendi aklı ile değil de başkasının aklıyla yapsın, herkes işlediği fiillerden kendisi sorumludur.
“Vird” kelimesi hayvanların su içmek için toplandıkları yerdir. “Mevrud” toplanılandır. Mevrud vird kötüdür yani toplananların toplandığı yer kötüdür.
Kur’an âhiretteki kötü yere nâr, iyi yere de cennet demektedir. Tam olarak o hayatı bilmediğimiz için bugün tasvir etmek mümkün değildir. Marife geldiği için sıradan bir ateş olmayıp başka bir ateştir. Zihinde mahuddur.
يَقْدُمُ قَوْمَهُ
YaQDuMu QaVMaHUv
“Kavmine kıdem olur”
Kavminin önüne geçer.
İnsanlar âhirette birbirlerine hesap vereceklerdir. Çünkü herkes Allah’ın halifesi olarak hareket etmiştir. Kişilere değil Allah’a borçlu ve alacaklı olmuşlardır.
Ne var ki nasıl Türkiye Devleti ile bir ilişkiyi kurduğunuz zaman devlet ile değil de bir görevli ile kurarsınız; Allah’la ilişkiyi de diğer insanlarla kurarsınız. Âhirette hesabı görevlilere yani diğer insanlara vereceksiniz. Bu sebeple topluca hareket edilir ve muhakeme edilir. Cehenneme gidecekler cehennem ehli olup grup hâlinde sevk edilirler, cennete gidecekler de grup olup cennete sevk edilirler. Dünyadaki önderleri de orada önde yürür.
يَوْمَ الْقِيَامَةِ
YaVMa elQıYAvMaTi
“Kıyamet yevminde”
“Kıyam etmek” demek kalkmak demektir. Herkes mezarlarından kalkacaktır. Herkes birlikte dört boyut içinde bir arada olacaktır. Cennet ve cehenneme gitmeden önce de uzun bir dönem yaşayacağız. Bu dönemde sorgu sualler bitecektir. Bazı suçların cezaları orada çekilebilir. Yeri belirlenmiş olanlar artık arabalara bindirilir ve cennet veya cehenneme sevk edilir. Burada tasvir edilen cennet ve cehenneme gitmeden önceki kıyamet dönemidir. Orada birlikte sorguya çekilecek, birlikte sorguya alınacaktır.
فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ
FaEaVrADaHuM elNAvRa
“Onları nara irâd eder”
“Verde” gül demektir. Arılar bal almak için oraya gidip konarlar. Suyun bulunduğu yere gitmek de “Verde” fiili ile ifade edilir. “Varıd” sucu demektir. “İyrad etmek” birilerini suya veya bir yere götürmektir.
Onları ateşe götürmüştür.
Bugün yeryüzünde insanlığa zulmedilmektedir. Sermaye kendi sermayesini yaşatsın diye başkalarının çalışmalarına ve yaşamalarına mâni olmaktadır. Bürokratlar kendi makamlarını korusunlar diye halkı ezmekte, onlara işlerde zorluk çıkarmaktadır.
Toplardamarlara “hablu’l-verid” denmekte, damar “habl” olarak ifade edilmektedir.
وَبِئْسَ
Ve BiESa
Ne kötüdür
“Bi’se” kötü anlamındadır. “Besese” dağınık taşlar demektir. Sonra “Besse” dağıtmak anlamında kullanılmıştır. “Beis” ise dağınıklıktan kötü durumda olmak, perişan olmak anlamlarına gelmiştir.
İnsanlarda iki türlü kötülük vardır. Biri bedenin acı duyması ile oluşur. Yaralandığınız zaman acı duyarsınız. Acıktığınız zaman açlık duyarsınız. Bunun dışında biyolojik bir acınız olmaz ama ruhen sıkıntı duyarsınız. Bir yakınınız ölmüşse size bir şey olmamıştır ama sizde üzüntü vardır. Birinin sizi sevdiğini hissederseniz memnun olursunuz. Diğeri size kızmışsa sizde üzüntü veya kızgınlık meydana getirir.
Cehennem bunlardan hangisidir yahut “bi’se” bunlardan hangisini ifade eder?
Kur’an’ı tam kavramak ve âhiret hayatını anlamak için bu kelimelerin fıkhî manalarını bilmek gerekmektedir. Etimolojiye bakacak olursak buradaki “bi’se” biyolojik değil psikolojiktir. Biyolojik kötülüğe Kur’an’da başka kelime bulmamız gerekmektedir.
Kelime 73 defa geçmektedir. Her şey çift olduğuna göre bunun eşi vardır demektir. “Beter” kelimesi 1 defa geçmektedir. Demek onun eşidir. Mana olarak da “bi’se” karşılığı “ni’me” kelimesi geçmektedir.
الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ (98)
eLVirDu eL MaVRUvDu
“Mevrud vird.”
“Vird” isimdir. Halkın su aldığı yerdir yahut bir yerden su alanların topluluk adıdır yahut su alınan sıradır. “Kişinin virdi cumadır” denir.
“Mevrud” varılan demektir. Mevrud olunan yer kötüdür anlamına gelir. Kötü bir yere varılmıştır, su yerine ateş bulunmuştur.
Firavunun işleri reşid değildi, topluluğu bu dünyada helake götürdüğü gibi âhirette de cehenneme götürmekte idi.
Günümüze geldiğimizde; sermaye sahipleri Tevrat’a inanmış kimselerdir. AK Partililer Kur’an’a inanmış kimselerdir. Ama bunlar Allah’ın kitaplarını sırt arkasına atarak bugünkü zulüm dünyasını yaşatmaya çalışmaktadırlar. ‘İnsanlar kötü değildir, düzen kötüdür’ diyoruz. ‘Kişiler bu kötü ve zalim düzende iyi olamazlar, bu düzende kötü işler yapmak zorundadırlar’ diyoruz. Bunun anlamı şu değildir ki bunlar suçsuzdur ve âhirette cehenneme gitmeyeceklerdir. Düzeni değiştirmedikleri için ve düzenin değişmesi için çalışmadıkları için suçludurlar ve cezalarını çekeceklerdir.
Çok açık olarak ifade edilmektedir ki insanlık bu dünyada zulümdedir ve âhirette de kötü yerdedir.
Ne yapılacak?
Düzen değiştirilecek, “Adil Düzen”e geçilecektir.
Burada bu ayetin gelmesi düzenin bozuk olması ile bu bozuk düzene tabi olanların kurtulamayacağını ifade etmiş olmasıdır.
وَأُتْبِعُوا فِي هَذِهِ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ بِئْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ (99)
Va itTaBiGUv FIy HaÜiHIy LaGNaTan Va YaVMa elQıYAvMaTı BiESa erRiFDu eLMaRFVuDu
“Bunda ve kıyamet gününde lanete tabi tutuldular. Merfud olan rifd beistir.”
Bu dünyada lanet olundular. Sermaye bugün melundur. Tüm insanlık onlardan nefret etmektedir. Herkes kin beslemektedir. Korkularından veya durumun zorlaması sebebiyle onların yanındadırlar. Fırsat buldukları zaman fevc fevc onlardan uzaklaşacaklardır.
Benzer olay AK Parti’ye olmaktadır. Çıkarları olduğu ve alternatifleri bulunmadıkları için herkes onların yanında bulunmaktadır. Fırsat buldukları zaman onlardan uzaklaşırlar.
Bunlar aslında insanlığa büyük hizmetler yapıyorlar. Sermaye bugünkü uygarlığı getirmiştir. AK Parti Türkiye’ye demokrasi getirmiştir. Nefret edenlere soruyorum, hiçbir makul sebep gösterememektedirler. Bunların melun olmaları, sermayenin Tevrat’ı, AK Parti’nin de “Adil Düzen”i terk edip Akevler’e sırtını çevirmesinden ileri gelmektedir.
“Rıfd” dayanışmadır, birliktir.
AK Partililer şimdi dayanışma içindedirler. Sermaye de dayanışma içindedir. Ama birbirlerini yiyorlar. Zoraki dayanışma, zoraki birlik! Bu durumları bu dünyada ve kıyamette devam edecektir; âhirette değil kıyamette devam edecektir. Bu dünyadaki hisler kıyamet günü devam edecek, aynı zoraki dayanışma devam edecek ama nefretle sürüp gidecektir.
Araplarda bir usul varmış. Hac zamanı gelince herkes zenginliğine göre nesi varsa getirip ortaya koyar, birleşirler ve ortak yiyecek oluşturulur. Hacılar gelince Mekkeliler onları misafir eder, hac sonuna kadar ziyafet verirlerdi. Bu rifd idi. Burada toplanma gönül rızası ile yapılırdı. Zamanla zorunlu hal alıp herkes baskı içinde buna katılmak zorunda bırakılır. Bugün de düğünlerde böyle zorunlu hediyeleşme vardır.
“Tabi tutuldular” diyerek böyle yapanların sonucunun böyle olacağı kural olarak konmuştur. Lanet gerçekleşmeyebilir. Şeriatın hükümlerine uyulmadığı zaman sonunda baskılı bir rifd ortaya çıkar. Boşanmayı zorlaştırırsanız tüm evlilikler bi’se olur. Eğer şeriata uyarsanız herkes hakkını bilir ve rifd hakiki rifd olur.
وَأُتْبِعُوا
Va itTaBaGUv
“Ve tabi tutuldular”
Önce kıyametteki halleri anlatıldıktan sonra burada lanete tabi tutulduklarını bildirmektedir. “Lanet olundular” denmiyor, “lanete tabi tutuldular” deniyor. Bilinen fiilleri sürdürürlerse lanet olunacakları bildirilmiştir.
Bugün de insanlık aynı durumdadır, Türkiye aynı durumdadır. İnsanlık sermayeyi ya yola getirmeli ya da yenmelidir; yenmesi de çok basit ve kolaydır. Karşılıksız “dolar” yerine karşılığı olan “altın bonosu”nu çıkaracaktır. Elindeki altın bonosu ile kişi hangi kuyumcuya girerse gram olarak o altını alma imkânına sahip olacaktır. Bunu “kuyumcular kooperatifi” yapacaktır. Devletler gümrükleri ve vizeleri kaldıracaklar, emek ve sermaye hareketleri serbest olacak, mal ve bilgi engellere uğramayacak...
Bunu yaparlarsa Mekke halkı gibi insanlık da kurtulmuş olur. Yoksa lanete tabidirler. Lanet olunurlar.
Türkiye için de durum aynıdır.
AK Parti “Adil Düzen”i kabul edecektir. Serbest millî basını oluşturacak, basını sermayenin tehdit aracı olmaktan çıkaracaktır. Yerinden yönetimi getirecek, hakemler sistemini getirecek, çalışana kredi sistemini getirecek. Bu takdirde lanetten kurtulurlar.
Buradaki “Utbiû” bunu bildirmek için söylenmiştir; lanet olunmadılar, lanete tabi tutuldular.
فِي هَذِهِ لَعْنَةً
FIy HAvÜıHIy LaGNaTan
“Bunda lanete”
Bu dünyada insanların, topluluğun, dünyanın lanet ettiği hale gelirler. Herkesin birbirinden nefret etmesi, herkesin herkesle savaş içinde olması bu lanet sebebiyledir. Tüm savaşlar ve mafyalar hep sermayenin sömürüsünü devam ettirmesi içindir. Bu sebeple herkes herkese düşmandır. Devletlerin işi başka devletlere saldırmak veya savunmak, siyasilerin işi başka partiler aleyhinde bulunmak, işletmelerin işi diğer işletmeleri iflas ettirmektir. Dinler de karşı dinleri kâfir görüp cehenneme göndermektedir. Ne Kur’an’da ne de Tevrat’ta karşı dinlerle cihat edin denmiyor, aksine dinsizlerle ve ahlaksızlarla cihat edin diyor.
Bugün insanlık ve Türkiye lanet içindedir.
Bir taraftan Avrupa Birliği’ne alacağız diye müzakere yapıyor, diğer taraftan PKK’yı finanse edip Türkiye’yi parçalamak istiyor. Avrupa Birliği’ne almak değil, Avrupa Birliği’nde Türkiye’yi yutmak istiyor. Bu lanettir. Parti içinde bulunanlar da çıkarları nedeniyle birlik içindedirler ama diğer taraftan birbirlerini yiyorlar.
Bütün partilerde iki grup vardır, İslâmî olanlar her partide sinmiş durumdadır.
وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ
Va YaVMa elQıYAvMaTi
“Ve kıyamet yevminde”
Cennet cehenneme gitmeden evvel, Hazreti Âdem’den kıyamete kadar bütün insanlar bir araya gelecekler ve bu dünyada yaptıklarının hesabını bu dünyadaki usullerle vereceklerdir. Orada da aynı gruplar ve partiler lanetler içinde hesap vereceklerdir. Bu sebepledir ki “ve fi’l-âhireti” denmiyor “ve yevme’l-kıyameti” deniyor. Hâkimler, belki de insanlardan oluşan hakemler, defterler, ispatlar, belgeler hep ortaya dökülecektir.
بِئْسَ الرِّفْدُ
BiESa erRiFDu
“Ne beistir rifd”
“Rifd” birlik ve dayanışmadır.
İslâm’ın birlik ve beraberlik dayanışması vardır. Hayırda yarışırlar. İki firma yarışır, hangisi daha çok üretirse o firma diğerlerini geçmiş olur. Bunun çok üretmesi diğerinin üretmesini azaltmaz. Onlar da daha çok üretirler ama onu geçmezler. Sonunda ürün insanlar arasında adil bir şekilde bölüşülür. Yeryüzü payından dolayı yarışı kaybeden işletme de çalışanlar da diğer firmadaki üründen yararlanırlar ve pay alırlar.
Oysa bugün bir firmanın kârı diğer firmanın zararına olmaktadır. Dolayısıyla herkes için bi’se olmaktadır. Ni’me’r-rifd yerine bi’se’r-rifd olmaktadır.
الْمَرْفُودُ (99)
eLMaRFVuDu
“Merfud olan.”
Yani dayanışma ve birlik sonunda kendi aleyhlerinde olmaktadır.
Karşı firma iflas eder. Dolayısıyla bu firmanın kârı artar. Ne var ki üretim azaldığı için mallar iki misli pahalı olur, kâr eden firmalar aslında kâr etmemiş olur. Bir firmada bu böyledir. Patron kâr etse işçiler zarar eder, işçiler kâr ederse patronlar zarar eder.
Oysa “ortaklık ekonomisinde” işletme çok ürettiği zaman hem işverenler kâr ederler hem de çalışanlar daha fazla ücret alırlar.
Birinde çıkar çatışması vardır, bi’sedir.
Diğerinde çıkar beraberliği vardır, ni’medir.
Rifd burada çift olarak geçmektedir.
ذَلِكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْقُرَى نَقُصُّهُ عَلَيْكَ مِنْهَا قَائِمٌ وَحَصِيدٌ (100)
ÜAvLiKa MiN EaNBAvEi eLQuRAy NaQuöÖuHVu GaLaYKa MiNHAv QAviMun va XaÖIyDun
“Bunlar karyelerin nebe’leridir. Sana kıssa ediyoruz. Onlardan kaim olanlar da vardır hasid olanlar da.”
Burada “enbau’l-kavmi” denmiyor, “enbau’l-kura” deniyor. Hâlbuki peygamberler halka hitap ederken “ey kavmim” diyorlardı. Demek ki bir kavmin oluşması için temel şartlardan biri bir toprağa sahip olmaktır. Kavim ise o topraklar üzerinde bir araya gelip aynı dili konuşan kimselerdir. Aynı soydan gelmiş olmaları şart değildir. Ne var ki o kuruluş o kavmin çocuklarına kalacaktır. Onların izin verdiği kimseler o kavme dâhil olacaklardır.
İstiklâl Savaşı sonunda Türkiye’nin toprakları Lozan ve ondan sonraki anlaşmalarla kesin olarak tesbit edilmiştir. Kavim de İstiklâl Savaşı’nı yapanların çocuklarıdır. Ondan sonra da göçmen olarak kabul edilenlerdir. Bunların ortak dili vardır. İstiklâl Savaşı’nı ve Lozan anlaşmalarını o dil ile yaptılar. Ondan sonra muhacir kabul ettiler. Türkçenin ortak dil olması yerel dillerin olmaması demek değildir. Her il, hattâ her bucak kendi özel dillerini konuşur ve yaşarlar. Ülkeler dış savunmayı yapar, iller iç güvenliği sağlarlar. Bucaklar kendi hukuk düzenini kurar, çalışır ve yaşarlar.
“Sana kıssa ediyoruz.”
Her okuyucu bunlardan ibret alarak kendi içtihatlarını yapacaktır. Peygamberlerin kıssalarını ve Kur’an’ı getiren Son Peygamberin Sünnetini ne kadar iyi bilirsek, bizim hayatımızı ona göre düzenleriz.
Onlardan kimi kaimdir, kimi de hasid olmalıdır.
“Hasıd” demek hasad edilmiş demektir. Hasad ekini kaldırmak demektir.
“Kaim olması” kendilerini yenileyip İslâm’a göre yeni uygarlıkları kuranlardır.
Hasıd olanlar bu uygarlığı kuramayanlardır.
Firavuna kadar anlatılanlar burada zikredilmektedir. İncil ehli, Kur’an ehli yoktur. Hattâ Tevrat ehli bile yoktur. Çünkü Tevrat henüz nazil olmamıştır. Tevrat Firavuna hitap etmez. Onlardan şimdi Hıristiyanlar ve Müslümanlar vardır. Bunlar sonra oluşmuş uygarlıklardır. Firavuna kadar gelenlerden hasıd olanlar Hıristiyanların ve Müslümanların atalarıdır, kaim olanlar ise Hindu ve Budistlerdir.
Kentler olarak Mısır ve Medyen hâlâ durmaktadır. Bazı kentler ise yok olmuşlardır. Kur’an; seyr/seyahat edin ve karyelerin akıbetlerinin nasıl olduğunu görün diyor. O halde arkeoloji ilmini tahsil etmek bizlere farzdır. Bugünkü uygarlığın nasıl doğduğunu bilmemiz gerekmektedir. Bugün tüm dünya kazılar yapmakta ve eserler çıkarmaktadır. O eserleri okumamız gerekmektedir. Bunun için bir yazılı metinde hiçbir şey bilmesek bile bugünkü bilgisayarları kullanarak okuyabiliriz. Rüzgârın sesini tesbit ettiğimizde “R” sesini keşfederiz; Farsça rüzgâr, Arapça rih, Türkçe yel (“R” “L”ye dönüşmüş) sesini çözebilirsiniz. Kur’an’da “zelzele, vesvese, demdeme” gibi kalıplar vardır. Demek ki ülkemizde bilgisayar üzerinde çalışmalar yaparak eski yazıları okumamız gerekmektedir.
ذَلِكَ
ZaLiKa
“Bu”
“Enbâ’” çoğul, “Kurâ” çoğul, “Bu” ise tekil ve müzekker; “Enbâ’”nın sadece bir parçası anlatılmıştır. Burada işaret edilen şudur; bütün bunlar yani Hazreti Nuh’tan Hazreti Musa’ya kadar anlatılan bir tek kıssadır. Hepsi bir planın uygulamasıdır. Medyen’e Hazreti Şuayb’ın gelmesi, Hazreti Yusuf’un Mısır’a gitmesi, bu iki uygarlığın oluşması hep Tevrat uygarlığının hazırlanması içindir. Onun için “Zâlike” gelmiş, “Tilke” gelmemiştir.
Hazreti Nuh’tan Hazreti Musa’ya kadar şifahi şeriat vardır. Allah peygamberlere vahyediyor, bunlar da kendi dilleri ile çevresine anlatıyordu. Şeriat kuralları doğmuştu. Ama bunlar peygamberlerin talimatları idi. İslâmiyet’teki Sünnete benzemektedir. Allah’tan sözler değil manalar nazil olurdu, sözler peygamberlerin idi. Gerçi Hazreti İbrahim’e Tevrat’ın bazı sahifeleri nazil olmuştu ama bunlar halka yaygınlaştırılmamış, sadece Hazreti Musa için dağda gömülmüştü. Oysa denizi geçtikten sonra Hazreti İbrahim’in levhaları bulunmuş, Tevrat nazil olmuştu. Tevrat peygamberin değil Allah’ın sözleri idi. İncil ve Kur’an da böyledir. O halde denizi geçtikten sonra enbâ’dan başka ne başlayacak?
مِنْ أَنْبَاءِ الْقُرَى
MiN EaNBAEi eLKuRAy
“Karyelerin enbâındandır”
“Min” nekre üzerine gelirse türün cinsini gösterir. “Koyundan birini yedim” derseniz koyun cinsinden birini yemiş olursunuz, “koyundan bir parça yedim” derseniz belli bir koyunun bir parçasını yemiş olursunuz.
“Karyelerin nebe’leri” marife gelmiştir.
Yukarıda sayılan kurallar dâhil olmak üzere Ortadoğu’nun kuralları anlatılmaktadır. O kuralardan bir nebe’ anlatılmıştır. Tümü bir kıssadır.
Kur’an’da böyle ilk bakışta gramer kurallarına uymayan cümleler görürsünüz. Oysa o derin manaları ifade eden ve o manaları verdiğiniz zaman gramer kurallarına tam uyan bir metindir. Bu manaların hepsini biz her zaman anlamayabiliriz. Dolayısıyla bize öyle görünür. Müteşabih olanlar bunlardır. Bizim için müteşabih olanlar başkaları için belki daha sonra muhkem olacaklardır.
نَقُصُّهُ عَلَيْكَ
NaQuöÖUvHUv GaLaYKa
“Sana onu kıssa ediyoruz”
Sana, ey okuyucu, sana kıssa ediyoruz.
Kur’an’ı ilk okuyan Hazreti Muhammed olduğu için ona kıssa etmiş olur. Şimdi ise Kur’an’ı kim okuyorsa ona kıssa edilmektedir. “Sana kıssa ediyoruz” derken “Leke” yerine “Aleyke” kullanılmıştır. Bunun anlamı şudur ki biz bunu okuyacağız, anlayacağız ve uygulayacağız. “Leke” olsaydı yararlanırsınız olurdu. “Aleyke” olunca göreviniz demektir.
Kur’an’ın kendisine ulaştığı herkes Kur’an’ı anlamak ve uygulamakla yükümlüdür. Sonra insanlara anlatmaya ve davete başlayacaktır. Kur’an’dan sonra peygamber olmadığına göre bu “Ke” harfi hepimizi muhatap almaktadır, hepimiz muhatabız ve görevliyiz.
مِنْهَا قَائِمٌ
MiNHAv QAvEiMun
“Onlardan kaim olan”
Buradaki zamir kuraya yani karyelere gitmektedir. O tek hikâyenin oluşturulduğu kentlerden bazıları yıkıldı, bazıları ise hâlâ yaşamaktadır, binaları kaimdir demektir. Kentler kentliklerini korumaktadırlar. Yapılar yıkılır, oradaki halk helak olur, hicret eder, orada sadece kalıntılar kalır. Bazı yerler vardır ki yerleri gereği varlıklarını sürdürürler.
Bugün yeryüzünde birçok kent vardır. Gelişigüzel oluşmuşlardır. Bunların bir kısmı yıkılıp gidecektir. Bir kısmı ise ayaktadır. Bugün mevcut olan yapılaşma ilkel yapılaşmadır.
Yeni yapılaşma villalı semtler ile yüz lojmanlı işyeri apartmanları şeklinde olacak, buna göre mülkiyet hukuku doğacaktır. Mevcut olanlar yıkılacak veya mevcut olanlar yeni mülkiyet anlayışına gireceklerdir.
وَحَصِيدٌ (100)
Va XaÖIyDun
“Ve hasiddir.”
“Biçilen ekin yaptık” denmektedir.
“Hasid” kelimesi binaların biçildiği anlamına gelir ki biçilmiş ve kaldırılmış demektir.
İnsanlık uygarlaşmaya devam edecektir. Yaşlanan kentler hasad edilecektir.
Bugün “Adil Düzen”in projelerini yapmaktayız. Gelecek üçüncü binyıl uygarlığı bizim içtihatlarımızla oluşacaktır. Kara uygarlığı tamamlanmış olacaktır. Çünkü sekizinci uygarlıktır. Deniz uygarlığı başlayacaktır. O uygarlık bizim içtihatlarımıza uymaz. Kur’an yeniden ele alınacaktır. O uygarlık ne kadar sürecek ve kaç dönem yaşayacak; şimdiden bilmemiz mümkün değildir. Yani kaim ve hasid olma kuralı hep var olacaktır.
وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِنْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ لَمَّا جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ (101)
Va MAv JaLaMNAvHuM Va LAKıN JaLaMUv EaNFuSaHuM FaMAv EaĞNaT GaNHuM EAvLıHaTaHUMu elLaTIy YaDGUvNa MiN DUvNı elLAvHı MiN ŞaYEin LamMAv CAvEa EaMRu RabBıKa Va MAv ZAvDUvHuM ĞaYRa TaTBIyBin
“Ve biz onlara zulmetmedik, velakin nefislerine zulmettiler. Rabbinin emri ciet edince Allah’tan başka dua ettikleri ilâhları bir şeyi iğna etmemiştir, tetbibden gayrisini de ziyade etmemiştir.”
Hazreti Nuh’tan başlayıp Firavuna kadar helak olanlar helak oluyor. Şehit olanlar şehit oluyor. Bunlar zulüm kabul edilmiyor. İnsanlar nasılsa ömürlerini doldurduğunda helak olacaklardır. Dünyada gördükleri eziyet karşılığı âhirette diyetlerini bulacaklardır. Görülen eziyetler birer görev gereğidir. Günah işlemeye devam etmişlerse oradaki cezalar da kendi yaptıkları sonucudur. Konu kişilerin değil de toplulukların varlıklarını sürdürmesidir. Hasid olanlar kendi nefislerine zulmetmişlerdir.
Burada sorulacak sual şudur:
- Marmara zelzelesinde Marmara’dakilerin günahı var mı idi?
Körfez’de asker-sivil toplandı. Süleyman Demirel bile katıldı. Orada ihtilal hazırlandı. Demirel erken ayrıldı. Sonra orası battı.
Demek ki, ne olursa olsun, olay olduğu zaman mutlaka bir hikmeti vardır. Halkı zalim olmayabilir ama topluluk zalim olur. Topluluk zalim olmayabilir ama ömrünü doldurmuş olabilir. Ama yine de bir hastalıktan dolayı insan ölür. Yaşlı olur ama bir hastalıkla ölür. Yaşlanan topluluk da ölür ama yine de bir zulümle ölür.
Bugün insanlar zulüm etmektedirler. Zulüm dünyasını yaşıyoruz. Paralel devleti ele alalım. Ordumuza zulmettiler, perişan ettiler. Bunu paralelciler yaptılar. Ama iktidarın görevi bunları tesbit edip mâni olmak değil midir? Aksine, o onları destekledi!
Bu durumda AK Parti zalim değil miydi?
Görünürde mazlumdur ama gerçekte zalimdir. “Adil Düzen”i bırakıp kendi aklı ile paralelcileri büyüttü. Hâlâ istiğfar etmiş değildir, hâlâ “Adil Düzen”den uzak durmaktadır.
Akevler Adil Düzen Çalışanları Allah’a teslim olmuş, O’nun gösterdiği yolda yürümektedirler. Onların batması “Adil Düzen”in önünü açar. Ama biz böyle fırsatlarla yolumuza devam etmek istemiyoruz. AK Parti’den yardım almak değil, AK Parti’ye yardım etmek istedik. O bizim yardımımız değildi; Allah’ın bizim elimizle yardımı olacaktı ama kabul etmedi! Şimdi onun başına bir şey gelirse, o kendi kendisine zulüm etmiş olmaz mı?
Burada “Allah”tan bahsederken üç ayrı isim kullanmaktadır. Önce “Biz onlara zulmetmedik” diyor. Sonra “Allah’tan başka” diyor yani biz Allah’ız diyor. Sonra da “Senin Rabbin” diyor. Allah’ın kim olduğunu açıklıyor.
Bu sûrede hep “Rabbinin emri geldiğinde” ifadesi vardır; günü gelince, vakti dolunca anlamındadır. Bu emri iş anlamında alırsak, yani olaylar olgunlaşınca demektir.
Hazreti Nuh’tan Hazreti Musa’ya kadar emirler peş peşe gelmişti. Ama aslında bu emir kentlerin emri için kullanılmaktadır. Bugün de emir gelecektir. İnsanlık ancak gerekli tedbirleri alırsa bu emrin gelmesinden kurtulacaktır.
İnsanlık 60 bin yıldır uygarlaşmaktadır. İnsanlar çok kötü dönemler görmüştür. Ama uygarlıklar gelişe gelişe devam etti. Tarihte bugün insanlık başıboş bırakılacak ve böyle devam edecektir. Sermaye de kendisine dünyayı tasarlamaktadır. Ne var ki dünya değil de sadece İsrail oğulları üzerinde durmaktadır. Dünya önemli değildir. Oysa buraya kadar anlatılan İsrail oğullarının henüz ulus bile olmadığını zamanla anlatmaktadır.
O halde İsrail oğullarsız dünya var olmuştur. Bugün de Hıristiyanların nüfusu üç milyara varmaz. Oysa dünya sekiz milyar civarındadır. İslâm uygarlığı bir tarafa, Çin ve Hint uygarlıkları da yeniden canlanmaktadır.
وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ
Va MAv JaLaMNAvHuM
“Ve biz onlara zulmetmedik”
Biz onlara zulmetmedik.
Kur’an Allah’ın sözüdür. Yalnız “Ben” veya “Biz” dese Hazreti Muhammed kendisini tanrı ilan etmiş olur. Yalnız “Allah” dese veya “Rabbim” dese o zaman da Kur’an’ın Hazreti Muhammed’in eseri olduğunu söylemiş olur.
Bundan dolayıdır ki ben Süleyman Karagülle size söylüyorum; dediğimiz gibi Allah Kur’an’ın bütün âyetlerinde “Biz” ve “Ben”, “Allah” ve “Rab” kelimelerini bir arada getirir.
“Biz” dediği zamana araçlarla yaptıklarında söyler.
“Ben” dediği zaman araçsız yaptıklarını söyler.
Allah Kâinatı kendisinden başka hiçbir varlık yokken doğrudan kendisi var etti; mekânı, zamanı, maddeyi, enerjiyi ve gökleri böyle var etti. Sonra melekleri ve ruhları, daha sonra da cinleri ve insanları var etti, canlıları var etti. Şimdi Kâinatı onlar aracığıyla yaşatmaktadır. Hazreti Nuh’tan başlayarak Hazreti Musa’ya kadar gelen olayları doğrudan kendisi değil, görevlendirdiği melek ve insanlarla yapmıştır.
Onun için burada “biz zulmetmedik” deniyor.
وَلَكِنْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ
Va LAKıN JaLaMUv EaNFuSaHuM
“Velâkin nefislerine zulmettiler”
“Nefislerine zulmettiler” demeleri de, biz yine doğrudan zulmetmedik, bizzat mazlumlara kendi elleri ile zulmettik. Onlar öyle hareket ettiler ki zulme uğradılar. Yani onların mazlum olmasında kendi nefisleri sebep olmuştur.
İnsanlık bir ara o kadar azdı ki Tanrı’nın varlığını inkâr etti. Allah’ın gönderdiği peygamberleri ve kitapları inkâr etti. Âhireti inkâr etti. Hâlâ da buna devam ediyor.
Şimdi bundan vazgeçmezse, Allah mı onlara zulmetmiş olur, yoksa kendi nefislerine kendileri mi zulmetmiş olur? Madem Allah yok diyorsunuz; o halde Allah’sız çözün bakalım problemleri diyor Allah.
فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ
FaMAv EaĞNaT GaNHuM EAvLıHaTuHUMu
“İlâhları onlardan iğna etmedi”
Bugünkü insanların birçok ilâhları vardır.
Birinci ilâhları karşılıksız paradır, gece gündüz onun peşinde koşuyor ve ona ibadet ediyorlar. Ama Rabbinin emri gelince karşılıksız para sıfır olacak ve onları hiçbir şeyden kurtaramayacak.
Bugünkü insanlığın ikinci tanrısı sermayenin sunduğu şehvettir, zinadır. Tüm imkânlar şehvet ve açık saçıklığın yani kadının pazarlamasında kullanılmaktadır.
Bugünkü insanların başka bir tanrıları daha vardır; o da güçtür, siyasettir, iktidardır, silahtır.
Bundan başka ilahlar da vardır. Onlardan biri de putlaştırılan din adamlarıdır. Bunlar Allah’a ibadet ettiriyoruz derken kendilerine ibadet ettiriyorlar.
İşte o gün geldiği zaman bunların hiçbirisi onlara yardımcı olmayacaktır.
Tek kurtuluş sadece Kur’an’da, Tevrat’ta, İncil’de ve Furkan’da vardır; bunların gerçek âlimlerinde vardır, Allah onlar aracılığıyla insanları uyaracaktır.
Bugün bir arkadaşımızın bin dil üniversitesi vakfı kurduğunu duydum. Demek ki Allah süratle insanlığa kurtuluş imkânları sunacaktır. Bin dil üniversitesi Arapçaya bin dili tercüme edecek, ondan da merkezi dilde oluşanı tüm dillere çevirecek. Bunu sadece tedris şeklinde yapmayacak. Birlikte üreteceklerdir. Kur’an terminolojisini bulacaklardır.
Allah bizi görevlendirmiş, hepimiz birer taş koyuyoruz. Duvarın projesi O’nundur, biz onu yapmış olacağız. O’nun kime ne görev vereceğini biz bilemeyiz.
الَّتِي يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ
elLaTIy YaDGUvNa MiN DUvNı elLAvHı
“Allah’ın dununda dua ettikleri”
Burada “Min Dûninâ” demeyip “Min Dûnillah” demek biz Allah’ız demektir. Na ile Allah farklı manaları taşımaktadır. Na ile yapılan araçlarla yapılanlardır. Allah’ın yaptıkları ise araçlı araçsız yaptıklarıdır.
Burada duadan bahsetmektedirler. Çözüm arama demektir.
Bugün sadece Türkiye’de yüze yakın iktisat fakültesi vardır. Bunların hepsi sermayeye dünyayı nasıl sömürsün diye çareler arıyor. Buna göre yüzbinlerce, belki daha fazla öğrenci yetiştiriyor ama çözüm yok!
Faizli sistemde sermayenin çıkardığı karşılıksız para bundan önce işe yarıyordu. Şimdi ise yeni emek olmadığı için kimse yeni kredi almıyor. Üretici işletmeler zengin oldular. Yarın çalışanlar da zengin olacaklar. Sermayenin tanrılığı bitecektir.
Buna çare savaş çıkarmadır. Buna çare doları batırmadır. Ama savaşı çıkaramıyor, çünkü devletler akıllandı. Doları batıramıyor, çünkü yerel paralar var, kredileşme sistemi içinde faaliyetlerine devam edeceklerdir.
Prof. Dr. Arif Ersoy’un bu hususta belki 30 sene evvel yazdığı makalesi vardır. Devletler ülke paralarını birbirlerine borç vereceklerdir. Kasa stoklarına göre kur tesbit edilecek. Dolara veya altına gerek kalmayacak. Şimdi uygulayabilirler.
مِنْ شَيْءٍ
MiN ŞaYEin
“Bir şeyden”
Bir şeyden yani gelecek olan emir karşısında onların tanrıları işe yarayamayacaktır.
Melekler gelecek, birden herkesin kalbine korku düşürecek ve karşılıksız para işe yaramayacak, sermaye batıramayacak, devletler hâkim olamayacak.
لَمَّا جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ
LamMAv CAvEa EaMRu RabBıKa
“Rabbinin emri ciet edince”
Rabbinin emri gelince...
Burada “Rabbinin” kelimesini neden kullandı, “Senin Rabbin” niye dedi?
Kur’an’ı bugün okuyan, Adil Düzen’e göre semt kooperatifleri kurmaya çalışan, dinlenme sitelerini devremülk olarak kuran her Adil Düzen Çalışanının inancını tesbit etmek ve bu çalışmalara devam etmelerini sağlamak içindir.
Evet, sırf senin yaptığını tamamlamak için diyor, herkese ayrı ayrı diyor.
Lütfi Hocaoğlu’na Ruhu’l-Kur’an’ı, Tayibet Erzen’e muhasebeyi, Bünyamin Demir’e projeyi, Veysel İpekçi’ye kredileşmeyi, Süleyman Karagülle’ye seminerleri devam ettirin, Rabbiniz bunları değerlendirecektir diyor. Adil Düzen Çalışmaları ile ilgilenen tüm arkadaşlara bu vesileyle hatırlatmak isterim; “Adil Düzen”den bir şeyi seçin ve onun üzerine çalışmaya başlayın. Bu sadece ilim olmasın, bu bir iş olsun. Ali Bülent Dilek, Mete Firidin, Emine Hocaoğlu, Leyla Okta ve İzmir’dekiler ve Ankara’dakiler ve Bursa’da ve Mardin’de ve hatta Hong Kong’da olanlar; kendinize bir konuyu seçin ve onun projesini hazırlayın ve uygulayın.
وَمَا زَادُوهُمْ
Va MAv ZAvDUvHuM
“Ve onları artırmadılar”
Buradaki zamir ilâhlara gitmektedir.
Demek ki bunlar daha çok tanrılaştırılan insanlardır.
Siyasiler, zenginler, din adamları, ezberci güya ilim adamları...
Sermayeye hizmet ettikleri için meşhur edilen kitap hamalları...
Onlar bir fayda veremeyeceklerdir.
غَيْرَ تَتْبِيبٍ (101)
ĞaYRa TaTBIyBin
“Tetbibden gayrisini.”
“Tetbibin” “kebab” kelimesinden dönüşmedir. İkisi de süreksiz yumuşak harftir. Arapçada bu özelliği taşıyan yalnız iki harf vardır. Üçüncü harf boğaz harflerindendir. O da H’dır ve K ye dönüşür.
“Kebab” kızartılmış et demektir. “Kef” harfi “T”ye dönüşmüş ve ıslak bir şeyi kurutmak veya yaş bir şeyin kuruması anlamındadır. El için çolaklaşmak, iş yapamaz hâle gelmek demektir.
“Kebab” pişirilmiş et parçaları demektir. “Te” ve “Ke” mahreçleri birbirine yakın süreksiz yumuşak harflerdir. Arapçada aralarında başka harf yoktur. “Sen” anlamına gelen “Te” ve “Ke” Arapçada kullanılmaktadır. “Tebbe” kelimesi elin çolaklaşması, işe yaramaz hâle gelmesi anlamına gelir.