HUD SÛRESİ TEFSİRİ(11.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1387 Okunma
4 VE 6.AYETLER

HÛD SÛRESİ-2. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (4) أَلَا إِنَّهُمْ يَثْنُونَ صُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُوا مِنْهُ أَلَا حِينَ يَسْتَغْشُونَ ثِيَابَهُمْ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (5) وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ إِلَّا عَلَى اللَّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (6)

 

إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (4)

(EiLav elLAHı MaRCıGuKuM VaHuVa GaLay KülLi ŞaYEin QaDIyRun)

“Merciiniz Allah’adır. O her şeye kadirdir.”

“Size gelecek büyük günahın azabından korkuyorum” diyerek bu dünya hayatında başlarına gelecek kebir azabı haber verdikten sonra, “Merciiniz Allah’adır” diyerek âhiret hayatını zikretmektedir.

Dünyada olan olaylar ile âhirette olacak olaylar farklıdır. Dünyada olaylar topluluk üzerinde cereyan eder. Ömrü dolan imparatorluk yıkılacaktır. Bunu kimse durduramaz. Ölüme çare yoktur. Doktorlar bile ölüme çare aramıyorlar, sadece ertelemeye çalışıyorlar.

Yani bu dünyada sonuçlar ortaktır. İyiler de kötüler de o sonuçlara katlanmak zorundadırlar. Oysa âhirette herkes kendi yaptıklarının hesabını verecektir.

“Merciiniz Allah’adır” dendiği zaman, sonunda hesabı O’na vereceksiniz demektir.

“O her şeye kadirdir” dendiği zaman “kadir” kelimesinin iki manası vardır. O her şeyi yapabilir anlamındadır yahut O her şeyi plan ve proje içinde ölçülü yapmaktadır. Günü gelince olacak olan olur, onu durdurmanız veya değiştirmeniz mümkün değildir.

“Kadirun” kelimesi burada nekre gelmiştir. Eğer marife gelseydi yalnız ona muktedir olurdu. Ama Allah değişik şeylere muktedirdir. Böyle de yapabilir, başka türlü de yapabilir. Bu sebeple nekre gelmiştir. “Külle şey’in”den değişen bir şeyin hepsi değil de değişik şeylerin hepsi anlamına girer. Nekre olmasının manası budur.

“İlellah” kelimesi takdim edilmiştir. Yani sizin merciiniz başkasına değil Allah’adır. Başka herhangi bir kimseye hesap verecek değilsiniz. O’ndan başkası ne sizi cehenneme götürebilir ne de cennete götürebilir. O’nun hükümlerine kimse karışamaz. Bu durum âhirette de böyledir. Bu dünyada da merciiniz O olmalıdır; merciiniz AB değil, Allah olmalıdır.

إِلَى اللَّهِ

(EiLav elLAHı)

“Allah’a”

Rücu etmek demek eski yere dönmek demektir.

Siz bu dünyaya getirildiniz, bırakıldınız. Peyderpey geldiniz. Birden getirilip bırakıldınız ve bu dünyada Allah’a doğru yol almaktasınız. Askerlikte birlik araba ile veya helikopterle bir orman içine veya bir dağ içine bırakılır ve haydi yürüyün ve birliğe dönün denir. Allah da bizi bu dünyaya bıraktı. Şimdi O’na doğru gidiyoruz. Cehenneme düşeceğiz, oradan yolculuğa devam edeceğiz. Cennete düşeceğiz, oradan O’na yolculuğa devam edeceğiz. Bizim durumumuz budur. Sürekli O’na doğru yol almaktayız.

İnsanlık da böyledir, uygarlaşmakla O’na doğru yol almaktadır. Dünyada gördüğü eğitimle insanlık ebedi hayatta yaşama hakkını kazanacak, O’na yaklaşma sona ermeyecektir.

Matematikte bu durumlar bilinmektedir.

 Formülde x sonsuza giderken, y 1’e doğru gider. Ama ne x sonsuza varabilir ne de y 1 olabilir. Yolculuk tükenmez. Hedefe hep yaklaşılır ama ona varılamaz. “Merciiniz Allah’adır” dendiği zaman hep O’na doğru yol alırız, O’na yaklaşırız ama O’na varamayız.

مَرْجِعُكُمْ

(MaRCıGıKuM)

“Merciiniz”

“Merci’” kelimesi ismi zaman veya ismi mekân olabilir. O takdirde varacağınız zaman veya varacağınız yer anlamında olur. Ayrıca varmanız, yaklaşmanız, ona doğru yollanmanız demek olur ki biz bu manayı vermiş bulunuyoruz.

Kâinat birden uzakta bırakılmıştır. Evrimleşerek O’na yaklaşmaktadır. Ama hiçbir zaman varamayacaktır.

وَهُوَ

Va HuVa

“Ve O”

Siz O’na yaklaşmaktasınız ama o yaklaşma kanunlarını O koymuştur, O takdir etmiştir, o imkânları size O sağlamıştır. Geri dönüşte kullanacağınız araçlar O’nundur. Kullanmayı size öğretmiştir. Biz Allah’a yaklaşırken O’nun koyduğu kanunlarla ve O’nun bize verdiği güç ile yürüyoruz.

Önce Güneş’te hidrojenin içine enerjiyi koydu. Onu şimdi yakıyor, ışık hâline çeviriyor. Yeryüzüne geliyor. Işığı bitkiler kimyasal enerjiye çeviriyorlar. Yaprak oluyor. İnek onu yiyor ve süt yapıyor. Biz de onu sağıyor ve içiyoruz. Bedenimizde kimyasal enerji olarak depolanıyor. Sonra da biz onu kullanarak bu yazıları yazıyoruz, siz de okuyorsunuz.

Demek ki bu yazıları başkaları için yazmıyoruz, başkaları için okumuyoruz. Kendimiz okuyor ve yanlışlarımızı düzeltiyoruz. Bizim bu çalışmalarımıza burada katılamayanlar da uzakta okuyorlar. Onlar kendileri için okurlar. Sitemizde eleştirmeleri için yerler açtık. Daha başlamadılar. Başlarlarsa beraberce merciimiz olur yani birlikte O’na doğru yol alırız.

“Merciiniz”deki çoğul bunun için gelmiştir. Biz zamanı birlikte arşınlıyoruz. Aynı arabada seyahat ediyoruz. Bu seyahatte kimimiz ileride, kimimiz geridedir.

عَلَى كُلِّ شَيْءٍ

GaLay KülLi ŞaYEin

“Her şeye”

“Kadir külle şey’in” olsaydı, hepsini ölçülendiren anlamına gelirdi.

“Kadirun alâ kulli şey’in” deyince, her şeye gücü yeter anlamına gelir.

Bize dönüşte onları kullanma gücü verdiği için kısmi olarak biz de bir güce sahibiz ama bütün güç O’nundur.

Evet, bizim gücümüz de Güneş’in yaydığı ışık gücünden başkası değildir. O ışık ise tamamen O’nundur, başka ortağı yoktur. Bu güç bizim emrimize verilmiş O’nun gücüdür. Bu gücü emrimize verdiği için kullanırken Allah’la beraber biz de kadiriz, ondan dolayı kelime nekre gelmiştir.

قَدِيرٌ (4)

QaDIyRun

“Kadirdir.”

Kadirdir; onu istediği yöne doğru yöneltebilir.

Kadirdir; bu öyle gelişigüzel değil, ölçülüdür.

Allah her şeyi matematik üzerine halk etmiştir. O sayede biz şimdi birçok şeyleri biliyoruz, o sayede biz şimdi makineler yapabiliyoruz.

أَلَا إِنَّهُمْيَثْنُونَصُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُوا مِنْهُ

EaLAv EinNaHuM YaÇNuVNa ÖuDUvRaHuM LiYaSTaPFUv MıNHUv

“Elâ, ondan istihfa etsinler diye sadırlarını seny ediyorlar.”

“Elâ”nın Türkçe karşılığı “değil mi” şeklindedir. “Elâ”ya mütenebbih olunuz, dikkat ediniz, uyanınız, gaflet içinde olmayınız manasını veriyorlar.

Bu “Elâ”nın muhatabı bugün Adil Düzen Çalışanlarıdır yani biziz.

 “Adil Düzen”e karşı olanların davranışlarını bize anlatmakta, bizim ona göre hareket etmemizi istemektedir.

Adil Düzen Çalışanları olarak bugün tüm dünyanın dalalette olmasına bakarak, bu kadar büyümüş ve dalalet içinde olmuş insanlığı yola getirmemizin mümkün olmadığını görerek, kendimiz kendi kooperatifimizi kurmakta ve kendi sığınağımıza girmekteyiz. Kışın fırtınalı günde eve çekilip kendi evinizde yaşarsınız. Bugünkü fesat ve fitnenin her tarafı kapladığı dünyada ancak kendi sitemize, kendi kooperatifimize çekilerek yaşayabiliriz.

Ne var ki biz kendi kooperatifimizde yaşadığımız zaman da onlarla ilişkimiz olacaktır. Ürettiklerimizi onlara satacağız, ihtiyaçlarımızı da onlardan alacağız. Biz onların işlerine karışmayacak, onları düzeltmeye çalışmayacağız. Onlar da bizi kooperatifimiz içinde rahat bırakacaklardır. Bırakmadıkları zaman olabilir, işte o zaman onlarla cihat yapacağız.

Biz Akevler’de bu cihadı verdik, Allah da bize yardım etti.

Buradaki “Hu” zamiri azabı kebire racidir. Azabı kebiri duymamak ve işitmemek için beyinlerini örtmektedirler, beyinlerini kapatmaktadırlar şeklinde yorumlayabiliriz.

“Adil Düzen”e karşı olanlar zannediyorlar ki biz “Adil Düzen”i duymaz, görmez, işitmez, ilgilenmezsek o gelmez. Yine onlar zannediyorlar ki “Adil Düzen” duyulmazsa, işitilmezse, yokluğa mahkûm edilirse kebir yevmin azabı gelmez.

Buradaki zamiri Allah’a gönderirsek, o zaman Allah’a inanan insanlar “Adil Düzen”i öğrenmemekle, ona kulaklarını tıkamakla Allah’ın onlara sormayacağını zannederler demektir. Gerçekten de bugün iki türlü insan vardır. Bunların ortak özelliği ikisinin de “Adil Düzen”e karşı olmalarıdır. Birileri Allah’a inanmamakta, kendi sömürülerini devam ettirmek için “Adil Düzen”e karşı olmaktadırlar. Bir kısmı da vardır ki; Allah’a inandıkları halde sömürü sermayesi ile işbirliği içinde oldukları için “Adil Düzen”e kulaklarını tıkamakta ve onu duymayarak kendilerine göre yine onlarla işbirliği içinde Allah’la da barışık olarak devam edeceklerini sanmaktadırlar. İşte bu âyet bunlardan bahsetmektedir.

“Seny etmek” demek elbiseyi iliklemek demektir. Burada kafalarını kilitlemektedirler yani düşüncelerini kilitlemektedirler. Bilgisayarlara virüs bulaşır. Siz bir şey yazarsınız ama ya çalışmaz ya da başka şey yapar. Bilgisayarlar bazen kilitlenir, çalışmaz olur. Yahut çalışır ama ekrana aksetmez. Onların beyinleri de böyledir.

Erbakan’ın hayatını anlatıyorlar, çocukken oynadığı arkadaşlarından bahsediyorlar! Oysa Erbakan’ın hayatındaki en büyük değişme bağımsız adaylığını koyması ile başlar. O tarihten sonra Erbakan bir ilim adamı olarak değil bir siyaset adamı olarak çalışır.

Bu değişmenin başlangıcı Akevler ile başlar. Önce bağımsız adaylığımızı koymamızı 1968’de teklif ettik. Benimsedi ama ondan sonra Adalet Partisi’ne adaylık için müracaat etti. Biz AP’den aday olmasına şiddetle muhalefet ettik. Adaylığını koydu ve veto edildi. Biz 15 arkadaş onun Konya’da seçimi kazanması için değişik illerde adaylığımızı koyduk. Erbakan Konya’da üç misli rey aldı ve milletvekili oldu. İşte bundan sonradır ki Erbakan için ilim yerine siyaset kaim oldu. Burada bir numaralı etki edenler 15 bağımsız adaylardır.

Ahmet Akgül dâhil hiç kimse bu listeyi neşretmez! Çünkü orada Akevler’in yöneticileri yer alır. Ömer Faruk Yeğin İzmir’den gidip İstanbul adayı oldu, Ömer Lütfi Bozcalı İzmir adayı oldu, Süleyman Karagülle Aydın ili adayı oldu. Bu isimler neşredilse Akevler ortaya çıkacak, bundan dolayı neşretmiyorlar. İşte sadırları seny etmek bu demektir. Gizlemek, kapatmak, zikretmemekle zannediyorlar ki “Adil Düzen” unutulup gidecektir.

Erbakan 1991’e kadar bizimle çalıştı. Seçimleri üst üste kazanarak Başbakan oldu. Ondan sonra “Adil Düzen” çalışmasını bıraktı.

Biz Akevler olarak çalışmaya devam ettik. Bugün o günlerden ve o dönemden çok daha ileri bir duruma geldik. İlmî çalışmalarımız çok ileri duruma gelmiştir. Çalışmalarımız Medhal Yayınevi tarafından yayımlanmaktadır. İnternet sitemiz faaliyettedir.

1- Ruhu’l-Kur’an insanların Kur’an’ı öğrenmeleri için en büyük destek olmuştur.

2- Adil Düzen’e Göre İnsanlık Anayasası hazırlanmış, Kur’an’dan delillendirilmiştir.

3- Muhasebe çalışmalarımız tamamlanmış ve uygulamaya başlanmıştır.

4- Hizmet ve Dayanışma Kooperatifleri’nin statüsü üzerinde bakanlıkla mutabakatta kalınmıştır.

Evet, onlar başlarını kilitledikleri halde biz çalışmamıza devam ettik.

أَلَا

EaLAv

“Elâ”

“E” harfi istifham harfi, “Lâ” da nefy harfi olabilir. O zaman “değil mi” şeklinde tercüme edilebilir. Ne var ki Araplar bu anlamda kullanmaktadırlar. Başka “E” harfi ya a olarak “E Yusufe - Ey Yusuf” demektir. “Lâ” da “Le”nin tekididir. “Ya eyyuha le zake keza - sen bil ki bu böyledir” şeklinde manalandırırız. “Liennehum yekulûne” denmiş olur. Siz biliniz ki onlar böyle yaparlar. Bugünkü sömürü sermayesinin uyguladığı sistem şudur.

a) Yeni bir oluşum başladığı zaman ondan bahsetmemek, onun sesini kısmak suretiyle yokluğa mahkûm eder.

b) Başardığı zaman, yani yeni oluşum yaygınlaşmaya başladığı zaman saldırıya geçer, aleyhte neşriyat yapar, böylece oluşumu köreltmeye çalışır.

c) Bunu da başaramayınca, bu sefer onunla beraber olur, onu destekler ve içlerine kendi ajanlarını sokar. Onlar orada faaliyet gösterirler. İmkânları ile onları desteklediği için başarılı kimseler olur ve yönetime onlar geçer, böylece o oluşumu kendisine bağlamış olur.

d) Bazen yönetim tabana hâkim olamaz, oluşum kendi mecrasında yürür. O zaman o oluşumu ajanları ile ikiye böler ve onları çatıştırarak yok etmek ister.

Bu şekilde gelişmeler sonuna kadar gider, oluşum kendi görevini bitirmiş olur ve devre kapanır, yeni devre başlar.

İşte, bu âyette anlatılan birinci dönemdir. Bu durumu bilin ve ona göre hazırlıklı olun denmektedir. Daha saldırı zamanına gelmediniz. Geldiğiniz zaman büyük savaş vereceksiniz. Ama o zamana kadar hazırlıklı olun denmektedir.

AK Parti on sene iktidarda kalacak. Biz kooperatifler hâlinde organize olacağız. Onlar AK Parti’yi devirecek, 28 Şubat benzeri darbe olacak ve kooperatiflere saldıracaklar. Ne var ki biz o zamana kadar siyaseten hazırlanmış olacağız; Saadet Partisi ve/ya Adil Düzen Partisi ile saldıranları püskürtecek ve “Adil Düzen” olarak iktidar olacağız.

إِنَّهُمْ

(EinNaHuM)

“Onlar”

Buradaki “onlar” kimlerdir?

Bizden bahsetmemek suretiyle bizi yok edeceğini sanan sermaye ve onun basınıdır, medyasıdır. İşaret edilenler İslâmiyet’in karşısında yer alanlardır, dinsizliği yapan ve yayanlardır; ABD’deki sömürü sermayesidir, Rockefeller ve Rotschild’lardır, onların Türkiye’deki temsilcileri yani işbirlikçilerdir, Türk sömürü sermayesi ve basınıdır.

İkinci işaret edilen ise bunlara karşı olmakla beraber, onlar gibi olup onları yeneceklerini sananlardır; AK Partililer yani gömlek çıkaranlar, cemaatçiler, bazı tarikatlar ve holdinglerdir. Yani Müslüman oldukları ve namaz kıldıkları halde “Adil Düzen”e karşı olanlardır. “Adil Düzen”i yokluğa mahkûm edenler işbirliği içinde tek cemaat olmuşlardır. Dolayısıyla Kur’an hepsine birden hitap etmektedir.

Bizim yazdığımız kitapları okuyup okutacaklarına, müsteşriklerin yazdıkları kitapları okutan ilâhiyatçılardır, üniversite hocalarıdır...

يَثْنُونَ

(YaÇNuVNa)

“Seny edenler”

İliklerler demektir. İçini göstermemek veya için dışı görmemesi anlamındadır. Beyinlerini perdelerler. Dışarıdan gelenleri görmez olurlar.

Türk ordusu yıllarca onlarla bir olmuş, İslâmî yayınları ordunun içine sokmamış, “Adil Düzen”i öğrenmemekle onu yeneceğini sanmıştır. Oysa “Adil Düzen” dostsa onu öğrenmeleri gerekir; “Adil Düzen” düşmansa yine öğrenmeleri gerekir. Askerler bunu biliyorlar ama onlarla beraber oldukları için gözlerini kapatıyor ve kulaklarını tıkıyorlar. Oysa ilim uygulamak için öğrenilmez, öğrenilenlerin şerrinden de korunmak için öğrenilir. Demek ki işbirlikçi sermaye ve onun basını “Adil Düzen”e seny etmiş olabilir ama Türk ordusu “Adil Düzen”i öğrenmeli, ondan sonra ona karşı cephe almalı veya onun yanında olmalıdır.

Orgeneral İlker Başbuğ bunu Harp Akademileri’ne hitap ederken söylemiştir. Bunun için hapishanelere girdi ama ordumuzu uyandırdı. Ümit ediyorum ki ordu Akevler www.akevler.org sitesini okuyor ve öğreniyor. Kim olursa olsun, “Adil Düzen”e karşı olanlar mağlup olacaklardır. Biz ordumuzun mağlup olmasını istemediğimiz için bunları yazıyoruz.

صُدُورَهُمْ

(ÖuDUvRaHuM)

“Sadırlarını”

“Sadr” kafa demektir. Kafada insanı yöneten beyin vardır. Bu bir bilgisayardan başkası değildir, aynen bilgisayar gibi çalışır, benzer devreler vardır; daha fazlası vardır.

Bizim beynimizde hafıza devreleri vardır, bilgileri orada depolarız. Beynimizde böyle bilgilerin depolandığı hücreler vardır. Gerektiği zaman üretilir ve bilgiler oraya doldurulur. Bunlara gangliyon hücreleri denmektedir. Bizim bilgisayarımızda böyle bir imkân yoktur.

Biz nasıl bilgisayarımızı kilitlediğimiz zaman o çalışmazsa, insan beynindeki bilgisayarlar da böyledir. İnsan devreyi bir defa kapattığı zaman çevreyi idrak edemez. Sanır ki onu görmediği zaman o yok olur. Oysa o daha artarak gelir.

لِيَسْتَخْفُوا

(LiYaSTaPFUv)

“İstihfa etsinler diye”

“Hafiy” kuşlardaki kanatlarda bulunan tüylerdir. Kuşlar kendilerini göstermek istedikleri zaman kanatlarını açar ve kendilerini gösterirler, yavrularına ve eşlerine mesajlar gönderirler. Düşmandan korunmak istedikleri zaman da vücutlarını örter ve çevreye uyum sağlarlar, yaprakların ve dalların renklerini alarak gizlenirler.

Bu sebepledir ki “hafyetmek” bir taraftan saklanmak ve gizlenmek anlamına gelir, diğer taraftan “hafyetmek” açılmak ve görünmek anlamındadır.

İstihfa etmek için, görünmemek için, yani olanların gerçek hüviyetlerini bilmememiz için kendilerini gizlerler.

Burada da işaret edilen Masonluğun gizlilik ilkesidir. Onlara göre her işi gizli yaparsanız kuvvetli olursunuz. Mason deşifre olmamalıdır, bunu insanlara kabul ettirmelidir. Mason toplantıları kapalı yapılmaktadır. Oysa İslâmiyet’te camiler herkese açıktır. Dersler camilerde yapılır. Kim isterse camiye girer ve istediği hocanın dersini dinleyebilir.

Böylece gizli iş yapmak onlar için mukaddes bir davranıştır. Masonların görünürde hiçbir kötülükleri yoktur. Sözleşmelerini ve davranışlarını incelediğinizde bizimle aykırı bir şey bulamazsınız. Ne var ki onlar gizliliği esas alırlar, biz aleniliği esas alırız. Dolayısıyla onlardan temelden ayrıyız. Onlara birçok iftira yapıyorlar ama onlar kendilerini savunamadıkları için insanlar onlardan nefret etmektedir.

Demek ki bu âyet onların bu gizlilik sistemlerini ortaya koymaktadır.

مِنْهُ

(MıNHUv)

“Ondan”

Buradaki “Hu” zamiri onlardır; azabı kebirden ve “Adil Düzen”den gizlenip görünmemek için beyinlerini buna göre kodlamaktadırlar. Bunları duymamakla işitmemekle varlıklarını şimdilik sürdürmektedirler. Tarihin bir akışı vardır, Allah’ın takdiri ile yürür ve sonunda kaderin dediğine varılır. İnsanlar kaderi durdurmak isterler ama durduramazlar.

İnsanlığın tarım döneminden sanayi dönemine geçebilmesi için sermaye terakümüne ihtiyacı vardı, bu teraküm yani birikim de faiz ile sağlanmıştır.

Bugün ise sanayi dönemine geçilmiş, “faizli dönem” sona ermiştir veya sona ermek üzeredir, artık “faizsiz kredileşme dönemi” gelmiştir. Bundan dolayı yani tarihin akışı gereği hiç kimse faizli sistemi devam ettiremeyecektir. Ama onlar beyinlerini kapatarak “Adil Kur’an Düzeni”ni ve “Adil Ekonomik Düzeni” durduracaklarını sanmaktadırlar.

Geçmiş müfessirler buradaki zamir üzerinde çok tartışmışlar, zamirin Allah’a veya Peygamber’e gittiğini ileri sürmüşler, kendi yorumlarından kendileri tatmin olamamışlardır. Oysa buradaki zamir ekber azaba ve onun sonucu gelecek olan “Adil Kur’an Düzeni”ne işaret etmektedir. Biz bu azabın tarihini bilmiyoruz ama fethin on sene sonra olacağını kıyasla tahmin ediyoruz. Çünkü biz artık Medine dönemine girmekteyiz. Kooperatifleri kurarak semt semt, kasaba kasaba fetihler yapacağız. Merkezi yani iktidarı ise on sene sonra fethedeceğiz. İşte o zaman Adil Düzen Partisi veya bu düzeni benimseyen parti/ler iktidar olacaktır.

Bu Adil Düzen Partisi mevcut olan partiler olabilir. Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesi gibi HDP, MHP, CHP veya AK Parti olabilir veya bunlar birleşebilir. Yahut bunlar azabı kebir ile cezalanır ve onların yerine kurulacak olan yeni Adil Düzen Partisi gelebilir. Bu parti 7 Haziran seçiminden sonra kurulmalıdır ama hedefi iktidar olmak değil, diğer partilere “Adil Düzen”i ulaştırmak ve on sene sonra “Adil Düzen”in iktidarda olmasını sağlamak olmalıdır. Partinin iktidar olması gerekmez, “Adil Düzen” iktidar olur.

أَلَا حِينَ يَسْتَغْشُونَ ثِيَابَهُمْ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ

(EaLAv XIyNa YaSTaĞŞUvNa ÇiYAvBaHuM  YaGLaMu MAv YuSırRUvNa Va MAv YuGLıNUvNa)

“Elâ, sevblerini istiğşa ettikleri zaman onların ısrar ettiklerini de i’lan ettiklerini de bilir.”

“Ve Elâ” denmemiş de sadece “Elâ” denmiştir. Çünkü bu “Elâ” birinci “Elâ”nın açıklamasıdır. Sadırları seny etmeleri ile Allah’ın bilmesi birlikte yapılmıştır. Birincisi ilikleme ile ikincisi ise elbise giymekle açıklanmıştır. İkincisinde giyinik olduklarını ifade etmektedir.

“Ğışave” kabuk demektir. Bitkilerin kabuğu ne ise insanların elbiseleri de odur. “Ğışya etmek” demek örtmek, kapatmak anlamındadır. “İstiğşa etmek” demek elbisenin kendilerini örtmesini istemek demek yani giyinmek demektir.

Kur’an’da giyim iki kelime ile ifade edilir. Biri “sevb” kelimesidir, çoğulu “siyab”dır; diğeri “libas”tır.  

وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ  âyeti ile وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ   âyetinde, ikisi de elbise anlamında getirilmiştir, ikisi de ipek olarak belirlenmiştir. “Siyab”daki ipek Hint kumaşı olarak adlandırılmıştır, yeşildir ve parlaktır. Bu iki kelime arasındaki farkı bulmak için aynı kelimeden türemiş başka kelimeler ararsınız.

“Libas” içe bakar. Örtmek, kapatmak veya karıştırmak anlamındadır. Yani içini başka türlü göstermek veya göstertmek demektir.

“Harir” ipek demektir. İpeğin özelliği yumuşak olması, bedenin onunla uyumlu olması demektir. İç elbiselik olarak kullanılan ipeklerdir. Renkli olması gerekmez. Görkemli olması da gerekmez.

Oysa “Siyab” libasa karşılık anlamında olup dış elbise anlamındadır yani ceket ve pantolon gibi görünen elbisedir. Bunun renkli ve gösterişli olması gerekmektedir.

Giyimin iki işi vardır. Biri bedende derinin gördüğü görevi tamamlamaktır. Bu elbisedir. Diğeri insanın topluluktaki yerini ve durumunu gösterir, bu da “sevb”dir. Biri vücudun içine dönüktür, diğeri vücudun dışına dönüktür.

Sevbi çıkarmak vaz etmek demektir. Çıkarmak denmemektedir. Oysa kelime olarak değerlendirirsek vadaa koydu demek olur. Giyinmek anlamında olduğu halde çıkarmak anlamı verilmiştir. Elbiseyi asmak anlamındadır. Dış elbiseleri buruşmamaları için çıkardığımızda onu dolapta askı yerine asarız, böylece onların görünüşünün bozulmamasını sağlarız. Oysa iç elbiseler için böyle bir duruma gerek yoktur.

İnsanın iki kişiliği vardır. Biri kendisi ve ailesi içindeki kişiliğidir. Burada kendi özgürlüğünü yaşar. Diğeri insanlarla ikili ilişki kurar, olduğu gibi görünür. Oysa insanın topluluk içinde de kişiliği vardır. O zaman dış elbise giyer, onların arasına öyle çıkar ve kendi davranışlarını da ona göre yapar.

Bunun anlamı şudur ki; insan kendisini elbise giydiği zaman gizler, iç yapısını göstermez. Bu insanlara has bir olaydır. Bunun en açık tarafı insanın utanmasıdır. Her işi herkesin yanında yapmaz, onlardan saklayarak yapar. Kur’an buna “sevetlerini yapraklarla örttüler” diyerek açıklamaktadır. Tevrat’a göre ise insanda utanma yok idi, yasak ağaçtan yedikten sonra tüyleri döküldü ve insanda utanma olayı ortaya çıktı.

Bu âyette “hafi” ile “israr” kelimesi geçmekte, ayrıca “i’lan” kelimesi “ısrar”ın karşısında getirilmektedir. “Hafi” varlığı da gizlenmiş olanlar için kullanılır. Ketene benzer. “Sır” ise kendisinden haberdarsınız ama ne olduğunu ve nasıl olduğunu bilmiyorsunuz. Bu sırdır. Bu âyette ilan ve ısrar da ortaya konmaktadır.

“Adil Düzen”e karşı olanlar kimi bilgilerini ısrar etmektedirler, kimi bilgilerini istihfa etmektedirler. Bu durumda Allah bunların bu yaptıklarını bildirmektedir. Bize karşı geldikleri şeyler vardır, bize karşı ısrar ettikleri şeyler vardır.

Elbise insanın uzuvlarını ısrar eder, ihfa etmez. Burada ısrar ve ihfa ettiklerini Allah’ın bildiğini beyan etmektedir. Yani Allah kebir azaba doğru insanları götürürken onların bütün bunları bilerek götürmekte olduklarını bildirmektedir.

Mademki Allah bunları bilmektedir, tecessüse gerek yoktur. Bizim onların bize nasıl saldırdıklarını değil, bizim nasıl savunacağımızı bilmemiz gerekmektedir. Biz kendi işimize bakmalıyız. Ve onlar ihfa ve ısrar ettikleri ile bize saldırdıkları zaman ilan etmiş olacaklarından savunmamızı yapmamız gerekmektedir. Onların kapalı kapıları arkasına böcekler yani dinleme cihazları koymamız gereksizdir.

Gerçek şu ki, kendilerini Gülen Cemaati’nden gösterenler AK Parti iktidarını yıkmak istemişlerdir; yıkamamışlardır. Ama aslında onlar da hedeflerine ulaşmışlardır. Şöyle ki, asıl paralel olanlar şimdi hâlen yerlerindedirler. Asıl görevlerinden alınanlar, asıl hapse atılanlar, paralel olanlar değildir, paralellerin de istemedikleri gerçek Risale-i Nur şakirtleridir.

AK Parti’de baskı yapan yalnız hareket eden AK Partililer değildir, onların da oralarda istemedikleri samimi AK Partililerdir. Bu seçimde bu işi başardılar, bahanelerle onları AK Parti’den temizlediler. Cemaat de Hüseyin Gülerce gibi samimileri temizlemiş oldu.

Şimdi iki taraf da onların yönetimine geçmek üzeredir.

Onlar zannediyorlar ki biz böylece yönetimleri elimize geçirdikten sonra rahat rahat bu Müslümanları koyun gibi güderiz.

Oysa bundan sonra ne olacaktır?

Bu sahte gasplara karşı gerçek Nurcular ile gerçek Millî Görüşçüler bir olup “Adil Kur’an Düzeni”ni getireceklerdir. Bunların hepsi “Adil Kur’an Düzeni”nin gelmesi için Allah’ın ayarladığı mekrdir, O makirlerin hayırlısıdır.

أَلَا

EaLAv

“Elâ”

Birisi uyuduğu zaman dürter ve ‘hey, uyuma’ dersin, ‘dikkatli ol’ dersin.

Allah da uyaracağı zaman böyle ‘hey’ demektedir. Bu ifade Türkçede biraz argo kelimedir. Daha başka kelime bulamıyoruz. Türkçemize “Elâ” kelimesi girmemiştir.

Birincinin tekrarıdır, ekidir. Beyinlerdeki düşünceleri gizlemek, vücudu elbiselerle gizlemek; Allah bunların hepsini bilmektedir. Allah burada bize haber verdiklerinin gerçekliğini anlatmak için bu uyarıları yapmaktadır.

حِينَ

XIyNa

“Hiyne”

“An” kelimesi ile “Hîyne” kelimesi akrabadır. Oluş zamanını ifade eder.

“İlâ Hiyn” dediğimiz zaman bu “Hîyne” bu zamanın bittiğini değil, gelecek zamanın başladığını ifade ediyor. Dolayısıyla buradaki “Hîyne” giyindiği zamanı ifade eder, giyinmeye başladığı zamanı değil.

Bu zaman ne zamandır?

İnsanların dış elbiselerini giyip dışarıya çıktıkları zamanı ifade eder yani insanın topluluğun ferdi olarak hareket ettiği zamanda gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir.

“Hîyne” zarftır. Kendisinden sonra gelen fiilde ismi mevsul gibidir. Ya’lemu bunun mefulüdür. O zaman Allah sakladıklarınızı da açıkta bulundurduklarınızı da bilmektedir.

يَسْتَغْشُونَ

YaSTaĞŞUvNa

“İstiğşa ettikleri”

“İstiğşa” demek giyindikleri zaman demektir. İnsanlar topluluğun karşısına elbiseleri ile çıkarlar ve bazı şeylerini onlardan saklarlar. Bu insanın topluluk içinde özgür yaratılmış olmasının sonucudur. Allah insanın özel hayatını, topluluğa ait hayatını da bilmektedir.

Biz kendi aramızda başka türlü yaşayacağız, topluluk içinde başka türlü yaşayacağız.

Kuracağımız kooperatiflerdeki yüz lojmanlı işyeri apartmanlarının iki tarafı vardır. Biri; kendi apartmanımızda yaşarken Allah’ın emirlerini yerine getireceğiz ama dışarı ile ilişkiyi kurarken, ürettiklerimizi satarken, ihtiyaçlarımızı alırken, vergimizi öderken, sigortalı olurken, askerliğimizi yaparken onların düzenine tâbi olacağız.

Burada anlatmak istediğimiz siyab ile istiğşa etme olayıdır. Onların bu davranışlarını normal olay olarak zikretmektedir. Yani insanın beyninde olan olayları tamamen dışarıya vurması gerekmez. Ama istihfa etmeleri meşru sayılmamıştır.

ثِيَابَهُمْ

ÇiYAvBaHuM

“Sevblerini”

Müfessirler “gece yattıklarında elbiselere büründüğü zaman” manasını vermişlerdir. Bu ayette libasehum olsaydı verdikleri manalara iştirak ederdik. Sonra i’lan ve ısrar atfedilmiştir. Yatakta neyi ilân edeceklerdir? Buradaki manası topluluğun karşısına çıkıp kendi özel hayatınızı sakladığınızda topluluğa açıkladığınızda Allah onu bilmektedir.

İnsan özel hayatında yaptıklarını toplulukta yapmaz. Sakladıkları vardır, gizledikleri vardır. Tuvalete giderken açıkça orada yaptıklarınızı dışarıda yapmazsınız. Ayrıca beyinde düşündüklerinizi söz hâline getirip hemen söylemezsiniz.

Bir insan beyninde tanrı yoktur şeklinde bir düşünceye düşse yahut tanrı amma da zalimmiş dese bir sorumluluğu yoktur. Çünkü bu düşünceler kendisinin iradesi ile gelmemektedir ama ‘rabbim sen ne zalimmişsin’ diye ağzı ile söylese bundan sorumludur.

Bu âyetler bize bunları anlatmaktadır ve bize demektedir ki; siz kooperatif kuracaksınız, kendi sitenizi yapacaksınız. Onların yaptıklarını ve düşündüklerini Allah bilmektedir, siz onlardan sorumlu değilsiniz.

يَعْلَمُ

YaGLaMu

“Bilir”

“Bilir” burada fiil olarak getirilmiştir. Oysa yukarıda “yakdiru” değil “kadir” getirilmiştir. Burada da “alimun” değil “ya’lemu” denmiştir. Çünkü onlar ısrar ettikleri zaman bilecektir, ilan edecekleri zaman bilecektir.

‘Baştan bilmez mi’ sorusunun cevabı şöyledir. Allah zaman ve mekân dışındadır; mazisi, hâli ve geleceği yoktur. Dolayısıyla O’nun için bildi ile bilir aynı şeydir. Ama O’nun kâinattaki tezahürü ise zaman içindedir. Demek ki Kâinat içine girdiği zaman bilmez olur. Bu nasıl olacak derseniz; biz zaman dışındaki olayları, mekân dışındaki olayları idrak edemediğimiz için o hususları da kavramamız mümkün değildir.

Nitekim biz zaman dışı, mekân dışı bir şey düşünemiyoruz. Bu sebeple zamanı ve mekânı ebedi kabul ediyoruz. Oysa bugün Kâinatın ömrü hesaplanmıştır, 13,7 milyar yıldır. Kâinatın çapı hesaplanmış, o da o kadar ışık yılıdır. Binaenaleyh bizim idrakimiz içinde Allah onların ısrar ettiği zamanı ve ilan ettiği zamanı bilmektedir.

مَا يُسِرُّونَ

MAv YuSırRUvNa

“Israr ettiklerini”

Yani elbiselerini örtüp dışarıya göstermediklerini bilir, dışarıya neyi gösterdiklerini de bilir. O halde onların kendi planları, hileleri, aldatmaları kendilerine kalsın. Biz kendimizi onlara beğendirmekle ilgilenmeyeceğiz. Biz kendi kendimize döneceğiz. Biz kendi sitemizde kendi işlerimizi yapacağız, onlarla da ilan ettiğimiz işlerle ilişki kuracağız.

وَمَا يُعْلِنُونَ

Va MAv YuGLıNUvNa

“Ve ilân ettiklerini”

Onlar bize satacaklar, onlar bizden alacaklar. Onlarla gerektiğinde çıkar paralelliği içinde savaşacağız. Ama onlar onlardır, biz biziz.

Peki, kimler biziz, kimler onlardır?

Kooperatifleşip kendi sitelerini kuran ve barışı esas kabul eden, hakemlik sistemini benimseyen bizdendir.

Siteleşip kendi semtlerinde yaşamakla yetinmeyip başka siteleri sömürmek isteyen, onlara hükmetmek isteyen, karşılıksız parayı kendi içinde kullanan, hakemlere değil de mahkemelere yani hâkimlere giden kimseler bizden değildir.

Bu sebepledir ki biz her mukavelenin altına ‘aramızda çıkan ihtilaflar hakemler yoluyla çözülecektir’ diyoruz ve bunu kabul etmeyenlerle zorunluluk olmadıkça anlaşma yapmıyoruz.

إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (5)

EinNaHUv GaLIyMun Bi ÜATı eöÖuDUvRi

“O sadrların zatını ilm etmektedir.”

Buradaki “Bi” Fî manasınadır. Beyindeki devrelerde olanların âlimidir.

Biz bilgisayarı çalıştırdığımız zaman ekrana gelenleri biliriz, bilgisayarda programı bilmeyiz. Yine biz beynimizin bizim ruhumuza gönderdiklerini biliriz. Ruh bilgisayardaki devreleri, durumları, hafızada yüklü olanları bilmez. Başka bir deyişle, bizim bilgimiz bir parçadır, küllünü bilmeyiz. Allah ise küllünü bilmektedir. Her atomun nerede nasıl durduğunu teker teker bilmektedir.

Allah’ı insan gibi düşündükleri için Allah’ın ancak külli olanı bileceğini, cüzi olanı bilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Oysa bugünkü ilimler göstermiştir ki olasılık doğada yoktur, bizim onu bilmeyişimizden ileri gelmektedir. Bizden farklı olarak Allah için olasılık yoktur. Her şeyin tamamını bilmektedir. Matematikte random diye bir şey vardır, ihtimaliyatı belirler. Aslında o sadece bizim için ihtimal sayılır, yoksa matematik tarafından bilinmektedir.

إِنَّهُ

EinNaHUv

“O”

Buradaki Allah zatına raci olan Allah’tır. Âlemlerin var edicisi Allah bize bu Kur’an’da hitap etmektedir. Kendisinden “Ben”, “Biz” ve “O” olarak bahsetmektedir.

Burada “Allah” kelimesine işaret ederek “O” demektedir. Her şeyi bilen Allah elbette kendi iradesinin kadiridir. Biz değil O “Adil Kur’an Düzeni”ni getirecektir.

Biz 1960’larda kendi kooperatifimizi kurduğumuz zaman o günkü “zalim yönetim” bize saldırdı. Savaşa girdik ve onu yendik. Ne var ki “Adil Düzen”i henüz getiremediğimiz için “zalim düzen” devam ediyor. Bugün yöneticiler zalim değil ama yönetim zulüm içindedir. Dün biz yöneticileri zalim zannettik, onları gönderdiğimiz zaman zulüm ortadan kalkacak zannetmiştik. Oysa bugün zulüm aynen devam ediyor.

O gün ben şahsen her ikisine (Milli Görüşe ve Cemaat’e) makroda bu işin hallolamayacağını Kur’an’a dayanarak söyledim. Onlar başaracaklarını söylediler. Birileri iktidar olurlarsa sorunun çözüleceğini sandılar. Bir diğeri devlet bürokrasini ele geçirdiğinde sorunların çözüleceğini sandı. Olmadı. Ama yaptıkları işler hayırlı oldu; biri siyasette, biri de dinde büyük hamleler yaptılar. “Adil Düzen”e zemin hazırladılar. Ortamı oluşturdular.

عَلِيمٌ

GaLIyMun

“Bilendir”

Burada “ya’lemu” denmiyor, burada “alîmun” deniyor. O’nun ilmi olmuşu ve olacağı yani her şeyi kaplamaktadır. Beyindeki devrelerin hepsini ve onların nasıl hareket ettiklerini bilmektedir. Biz elektronları topluca bilmekteyiz, O ise her elektronu ayrı ayrı bilmektedir. Bununla beraber “alîmun” kelimesini nekre olarak getirmiş bulunmaktadır. Çünkü O yalnız beyinde olanları değil, diğer şeyleri de bilmektedir. “Kadir”de “külli şey”; “alîm”de “zati’s-sudur” getirmiştir. Çünkü “kadîr”de eşya ile ilgilidir. “Alim”de ise onun şuurdaki izdüşümü ile ilgilidir. “Kadir” dendiği zaman eşyanın kendisidir; evvel, ahir, zahir ve batın O’dur. Bilinç dışı ne varsa O’nun bilincidir. Hint felsefesi buna dayanır. Kur’an bunları söylemektedir.

Hâlbuki şuurda olanlar elektronlar ve sinir hücreleri değildir. Onların taşıdığı anlamdır,  kavramlardır, insanın kendi kavrayışlarıdır; o da Allah’ın ilmidir.

Yani…

Sadırdakileri bilir demek, sadırda olanların manasını bilir demektir.

Dr. Mete Bey ile anlaşamadığımız husus budur.  Ekranda görünen 39 yazısı bilgisayar tarafından üretilmiştir ama 39 yazısından anladığımız sayı bilgisayar tarafından bilinmemektedir, sadece üretilmiştir. Onları bizim beynimiz değil, bizim ruhumuz üretmiştir.

İşte, ruhlarımızın ürettiklerini Allah bilmektedir.

بِذَاتِ

Bi ÜATı

“Zat”

“Sudur” kelimesi çoğuldur, onların da sahip olduğu çoğul olduğu için “Zat” kelimesi müfred müennes olmuştur.

“Zat” kelimesi “zi zu za” manasında olan sahip kelimesinin müennesidir. İsmi failde kişinin kendi vasfı söylenir. “Za beyt” dendiği zaman “beytin sahibi” demektir. “mübeyyet” de “evde vaktini geçiren” demektir. O halde sadrını değil sadrın sahip olduğunu bilir yani sadırda olan ve okuduğu manaları bilir, şekli değil şeklin manasını bilir. 39 dendiği zaman iki özel işareti değil, 39 sayısını sayı olarak bilir.

İki dünya vardır. Biri zihindeki dünyadır. Bir romanı açıp okuyunuz. Buradaki harfleri herkes görür, aynı sesleri çıkarır ama o dili bilmeyene bir şey anlatmaz. O dili bilen ise yeni bir dünyayı tasavvur eder. Bu dünya dışarıda yoktur. Harflerde de yoktur. Beyindeki devrelerde de yoktur. Sadece insan ruhunda vardır.

Allah bu insan ruhunun o devrelerden ne anladığını da bilir.

الصُّدُورِ (5)

eöÖuDUvRi

“Sadırlar”

“Sadr” baş demektir. Okun baş tarafının adıdır. İnsanın başı dâhil ön tarafıdır. “Re’s” ise boğazın üstündeki ve yüzün dışındaki yerlerdir. Saçların bulunduğu yerdir.

Sadırlarda olanların manasını bilmektedir.

Beyin kafatası dediğimiz kemikten bir kap içine alınmıştır, etten oluşmamaktadır, sinirlerden oluşmaktadır. Bildiğimiz bilgisayarın gelişmiş şeklidir. Tamamen elektrik devrelerinden oluşur ve 01’lerden oluşan devreleri vardır.

Nasıl biz bilgisayarımızı okuyor ve kullanıyorsak, ruh da kendisine ait bilgisayarı okur ve kullanır. Bizim bilgisayarımıza şifre yoksa nasıl girilemezse, insanın beynindeki bilgisayarın şifresi yalnız bir ruha verildiği için yalnız o girebilmektedir. Her ruhun yalnız bir bilgisayarı vardır. Bu sebepledir ki bilgisayar her gün format edilir. Ruh uykuda ayrılıp gider, kişi uyandığı zaman gelir. Ruh rüya esnasında da gelmektedir, bilgi alabilmektedir ama girdi yapamamaktadır. Başkalarının girdilerini kendi girdisi zannetmektedir.

Allah bunların hepsini bilmektedir yani ne rüya gördüğünü de bilmektedir.

Şimdi hemen sorulabilir:

- Beyin bilgisayarını kim düzenlemekte ve bakımını yapmaktadır? 

Bilgisayarda bir kural vardır; kapat-aç, o kendi kendisini düzeltir.

İşte, uykuda bilgisayarın kapatılması vardır, açılınca düzelmektedir. Beynimiz gündüz görmediğimiz ve bilmediğimiz şeyleri görmekte ve bilmektedir.

Bu nasıl olmaktadır?

Meleklerin müdahalesi söz konusu olmalıdır. Demek ki insan ile beraber olan melek veya melekler vardır. Bu melekler gece bize film seyrettirmektedirler. 

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ إِلَّا عَلَى اللَّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ(6)

Va MAv MiN DabBaTin Fiy elEarWı EilLAy GaLa elLAHi RıZQuHAv Va YaGLaMu MusTaQarRaHAv Va MusTavDaGaHAv KulLün FIy KıTaVBin MuBIyNın

“Yeryüzünde dâbbeden ne varsa hepsinin rızkı Allah’ın üzerindedir. Müstakarrını da müstevda’ını da bilir. Hepsi mübin kitabın içindedir.”

“O sadırlarda olanları bilendir” dedikten sonra “Ve” harfi ile bu cümleyi atfetmiştir. İki cümle de isim cümlesidir.

Burada önemli iki husus vardır.

Biri; “Allah” kelimesi iade edilmiştir.

Diğeri de; semadan değil de yalnız arzdan bahsetmektedir.

O semada bir ilâhtır, arzda bir ilâhtır âyetine göre burada arzdaki ilâh olarak zikretmektedir. Birinci Allah âlemlerin rabbi olan Allah’tır. İkinci Allah ise yeryüzünde O’nun halifesi olan Allah’tır. Ancak bu manayı verirken yeryüzündeki bütün dâbbenin rızkı insana yani insanlığa mı yüklenmiştir? Bunu nasıl açıklayacağız?

Önce yeryüzü Allah tarafından yaratılmış ve kendi düzeni kurulmuş, sonra adım adım insana devredilmektedir. Yeryüzüne insanlar zamanla daha çok hâkim olacaklardır. Öyle bir zamana varılacaktır ki artık insanların kontrolünde olmayan bir hayvan yeryüzünde olamayacaktır. İnsanların müsaade ettiği nispette diğer canlılar varlıklarını sürdürebileceklerdir. Şimdi insanların ulaştığı yerlerde insanlar, insanların ulaşamadığı yerlerde ise melekler Allah adına iş görmektedirler.

Demek ki buradaki “Allah” kelimesi yalnız insanları değil, melekleri ve belki de diğer canlıları ve hayvanları da içermektedir Bununla beraber biz insanlar bize düşen kısmını bu âyet hükümlerine göre açıklayacağız.

Kamu insanların ve ehlileştirdiği hayvanların rızkını temin etmekle yükümlüdür.

“Müstakar” meskenlerdir.

“Müstavda'” işyerleridir.

Kamu herkesin müstakarrını ve müstavda’ını temin etmekle yükümlüdür.

İşte…

Kooperatifler kurulacak ve bu kooperatiflerde herkesin ve her canlının rızkı temin edilecektir.

“Yüz Lojmanlı İşyeri Apartmanları” bu işleri yapacaktır. Üç kattan oluşan bodrum katların en üst katında çalışarak rızık temin edilecektir. Burası müstavda’dır. Bodrumların üstündeki on katta inşa edilen lojmanlar da müstakardır. On beş yaşına gelen her kıza bir lojman tahsis edilecektir. Ona göre yeni kooperatifler kurulup yeni yüz lojmanlı işyeri apartmanları yapılacaktır. Bunu yapmak bize farz kılınmış bulunmaktadır.

وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ

Va MAv MiN DabBaTin Fiy elEarWı

“Yeryüzünde bir dâbbeden ne varsa…”

“Dâbbe” yürüyen demektir. Sinirleri olan ve sinirlerin komutası ile hareket eden varlıklardır. Bunlardan yeryüzünde ne varsa hepsinin rızkı vardır. Birileri rızkı hazırlarlar, dâbbeler de bunları yiyerek yaşarlar. Dâbbeler birbirlerine rızık olurlar. İnsan da dâbbedir. Onun rızkı da Allah’a aittir. Allah onu yani rızkı topluluğa yüklemiştir.

Demek ki kooperatifimiz ortaklarının günlük geçimlerini temin edecek işler oluşturacaklardır. Üretim yapılır, ambara konur, tüccar onu satar, o üreticiler için gerekenleri alır ve getirip bakkala koyar, üretici kişiler de bakkaldan alıp yaşarlar.

Bu mekanizmada işsiz kimse yoktur, dolayısıyla aşsız ve eşsiz kimse de yoktur.

Çalışamayanlara da zekâttan pay verilir.

إِلَّا عَلَى اللَّهِ

EilLAy GaLa elLAHi

Onun rızkı Allah’ın üzerinedir...”

“Allah” burada yeryüzünü idare eden insan ve meleklerdir yani Allah’ın görevlileridir, halifeleridir. Hilafet görevi meleklerden tedrici bir şekilde alınıp insanlara verilmektedir.

Meralar tarlalar hâline gelmekte, bahçeler evler hâline gelmektedir.

“Alâ” vücubiyeti ifade eder. “Aleyye Elfun” dersen, bin lira borcum var demektir.

 Kooperatifimiz kendi sınırları içinde, kendi arzında tüm dabbelerin rızkını sağlayacak bir düzen kuracaktır yahut öldürecektir ama açlıktan kimse ölmeyecektir.

رِزْقُهَا

RıZQuHAv

“Onun rızkı…”

“Rızık” yaşamak için gerekli olan madde ve enerjiyi almaktır.

Bu enerji bitkiler tarafından temin edilmektedir. Bitkiler üretirler, hayvanlar ile insanlar onları yerler ve kendilerine verilen görevleri yaparlar.

Herkesin işi olacak, çalışacak, üretecek, bu ürettikleriyle kendisini ve çalışmayanları veya çalışamayanları yaşatacaktır; yeryüzünün kirası ile çalışmayanları yaşatacaktır. Açlıktan hiç kimse, hiçbir canlı ölmeyecek. Bunu sağlamak için “tarım semtleri” kuruluyor, “sanayi semtleri” ile ortak ediliyor ve böylece birbirlerine dayanışarak yaşıyorlar.

وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا

Va YaGLaMu MusTaQarRaHAv

“Ve müstakarrını bilmektedir...”

“Müstakar” durulacak yer demektir.

İnsanların evleri müstakardır. Hayvanların yuvaları müstakardır.

“Bunu bilir” demek, onlar için bunları hazırlamış demektir. Kişiler bunlardan birini seçer ve yerleşirler. Muhasebe tutulur ve kimin nerede yerleştiğini bilir anlamındadır.

وَمُسْتَوْدَعَهَا

Va MuSTaVDaGaHAv

Ve müstavda’larını bilir…”

“Vedia” birine sonra almak üzere verdiğin şeye denir.

İnsan önce çalışır, üretir ve onu topluluğa verir; sonra onun karşılığında istediğini alır.

Yani…

Buradaki “müstavda’” ambarlardır, üretilenlerin konduğu depolardır.

Canlılar da ürettiklerini gerekli yerlere verirler. Karşılığını da oradan alırlar.

İnsanlar ürettiklerini ambarlara verirler, sonra belgeyle bakkaldan karşılığını alırlar.

Kur’an bunu “vedia” olarak tavsif etti. Çünkü “vedia hükümleri” geçerlidir. Malı teslim ediyorsun, sonra senin devrettiğin kimse onu ambardan senin adına alıyor.

Bu âyetlerde tamamen “ekonomi düzeni” anlatılmaktadır.

كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (6 (

KulLün FIy KıTaVBin MuBIyNın

“Hepsi birden mübin kitaptadır.”

Bu da kooperatifin tuttuğu muhasebedir.

“Mübîn” olması demek muhasebenin açık olması demektir. Herkesin nesi varsa orada kayıtlıdır, bilinmektedir. Gizlenmiş mülkiyet yoktur.

İnsanlar “ADİL DÜZEN SEMTİNE” kolay gelmeyeceklerdir. Ancak hiçbir şeyi olamayan çalışanlar yani emek sahipleri gelecek ve onlar orada zengin olacaklardır. Bunun için önce bilmek, sonra da inanmış insanların buralara taşınmış olması gerekmektedir.

ENSAR “Yüz Lojmanlı İşyeri Apartmanlarını” yapacaklar...

MUHACİRLER de buralarda yerleşip “Adil Düzen”i yaşamaya başlayacaklar...

Bunları Yapanlar “mübîn” yani herkese açık muhasebe defterlerine razı olacaklardır.

 

 


HUD SÛRESİ TEFSİRİ(11.SÛRE)
1-1 VE 3.AYETLER
1476 Okunma
2-4 VE 6.AYETLER
1387 Okunma
3-7 VE 9.AYETLER
1447 Okunma
4-9 VE 12.AYETLER
1779 Okunma
5-13 VE 16.AYETLER
1296 Okunma
6-17 VE 22.AYETLER
1346 Okunma
7-23 VE 24.AYETLER
1357 Okunma
8-25 VE 27.AYETLER
1380 Okunma
9-28 VE 31.AYETLER
1490 Okunma
10-32 VE 36.AYETLER
1401 Okunma
11-37 VE 40.AYETLER
1387 Okunma
12-41 VE 44.AYETLER
1487 Okunma
13-45 VE 47.AYETLER
2147 Okunma
14-48 VE 49.AYETLER
1410 Okunma
15-50 VE 52.AYETLER
1436 Okunma
16-53 VE 57.AYETLER
1357 Okunma
17-58 VE 60.AYETLER
1405 Okunma
18-61 VE 63.AYETLER
1377 Okunma
19-64 VE 68.AYETLER
1717 Okunma
20-69 VE 73.AYETLER
1833 Okunma
21-74 VE 78.AYETLER
1519 Okunma
22-79 VE 83.AYETLER
1612 Okunma
23-84 VE 86.AYETLER
1386 Okunma
24-87 VE 89.AYETLER
1468 Okunma
25-90 VE 95.AYETLER
1291 Okunma
26-96 VE 101.AYETLER
1511 Okunma
27-102 VE 108.AYETLER
1536 Okunma
28-109 VE 113.AYETLER
1606 Okunma
29-114 VE 116.AYETLER
1501 Okunma
30-117 VE 119.AYETLER
1319 Okunma
31-120 VE 123.AYETLER
1378 Okunma

© 2024 - Akevler