HUD SÛRESİ TEFSİRİ(11.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1410 Okunma
48 VE 49.AYETLER

HÛD SÛRESİ - 14. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

***

 

قِيلَ يَانُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلَى أُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَ وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ (48) تِلْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنْتَ تَعْلَمُهَا أَنْتَ وَلَا قَوْمُكَ مِنْ قَبْلِ هَذَا فَاصْبِرْ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ (49)

 

قِيلَ يَانُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلَى أُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَ وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ (48)

QIyLa YAv NUvXu iHBiO BiSaLAvMın MınNAv VA BaRaKAvTın GaLaYKa Va GaLAv EuMaMin MinMaN MaGaKa Va EuMaMun Sa NuMatTıGuHuM ÇumMa YaMasSuHuM MinNAv GaÜAvBun EaLIyMun

“Kavl edildi ki: Ey Nuh! Bizden  sana ve seninle beraber olan ümeme selam ve berekat olarak hubut et. Ve ümem vardır ki onları temti edeceğiz sonra onlara bizden elim azab mess edecektir.”

Hazreti Nuh Peygamber daha gemide iken oğlu hakkında görüşmüştür. Nuh kavminin içinde senin gemine binmeyenler helâk olmuşlardır. Onlar içinde iyi insanlar da olsa varlıkları yeni uygarlığın oluşması için zararlı olduğundan helâk olmuşlardır. Yanı iyi niyetli de olsalar, eğer Allah’ın kaderine engel olacaklarsa, onlar ya isyan ederler ve kendi iradeleri ile helâk olurlar ya da şehit olurlar. Kesin olarak kaderde mevcut uygarlık mutlaka gerçekleşir.

Mısır’daki Firavun’un hayatta kalması da aksine olmuştur. Kötü de olsalar, eğer uygarlık için gerekli iseler, Allah onları yaşatır ve yeni uygarlığın kurulmasına izin verir. İstiklâl Savaşı’ndan sonra verdiğimiz şehitlerin hikmetini böyle anlamanız gerekmektedir.

Nuh Tufanı olmuş, Musul Barajı’nın altındaki topraklar deniz altında kalmış ve üstünü çamur kaplamıştı. Bugün Tevrat’tan önce Mezopotamya tabletlerinde bunlar anlatılmakta, kazılarda çamur tabakası bulunmaktadır. Üzerinde tam kazılar yapılmamıştır. Sondaj makinesini koyup 15-20 santim çapında toprak alınır da C14 ile tarihlendirme yapılırsa, Nuh Tufanı’nın hangi alanları kapladığı çok açık bir şekilde tespit edilmiş olacaktır. Kilden önceki kalıntılar tufandan önceki uygarlığı gösterecektir.

Tufandan sonra ne olmuştur?

Hazreti Nuh peygamberin çocukları inerler ve indikleri yerde İslâm uygarlığını kurarlar. Çevredeki insanlar gelip bunlara biat ederler. Önce birlikte uygarlık kurarlar. Bunlar yazıyı bilen kimselerdir.

Uygarlık birden gelişir, her tarafa yayılmaya başlar ve Hazreti Nuh’un üç çocuğu yeryüzünü bölüşürler. Bu bölüşme siyasi bölüşme değildir. Bu tamamen kültür bölüşmesidir. Üç ayrı dil konuşmaya başlarlar. Bugün yeryüzünde üç dil grubu vardır. Yerli dillerin etkisiyle üç dil farklılaşır.

Bu üç dil grubundan başka diller var mıdır? 

Bu üç dil grubundan ayrı diller nelerdir?

Önce şunu söyleyebiliriz ki üç dilden başka uygar bir dil yoktur. Tüm dünya dilleri ilmî bir usulle karşılaştırılmış değildir. Dolayısıyla olup olmadığını söyleyemeyiz.

Bin dil üniversitelerini kuracağız. Bunların sayıları ona yakın olacaktır. Her ülkeyi on bölgeye ayıracak olursak, bir ülkeye on dil düşmektedir. Demek ki Türkiye’de konuşulan dillerden 10 kadarı ele alınıp incelenecektir. Ayrıca on üniversitede buradan farklı on dil olacaktır demektir. Dolayısıyla dünyadaki diller incelenmiş olacaktır. O zaman dünyada Hazreti Nuh’un üç oğluna ait ana dilden ayrı bir dilin mevcut olup olmadığı ortaya çıkacaktır.

Başka bir deyişle Hazreti Nuh uygarlığında kökü bulunmayan kelimeler ayıklanabilecek, kurallar tespit edilecektir.

Şimdi sizlere bu üç dil grubunun özelliklerini anlatmaya çalışacağım.

Diller karşılaştırılırken:

a) Benzer kelimelere göre tasnif edilir. Örnek “Ben” Türkçede konuşanı gösteren zamirdir. Türk dil gruplarında bu “men” olarak da söylenir. Yahut “geldim”deki m’den  sonraki n düşmüştür Hint Avrupa dillerinde aynen kullanılmaktadır. Farsça’da “men” Fransızcada “mö” Arapçada ise “y” ve “tü” harfleri “ben” yerine kullanılmakta veya “ene” denmektedir. “B” harfi değişerek sesli harf kalır. Bugün kullandığımız ‘ile’ ‘bile’den dönüşmüştür. Türkçede kullandığımız “olur” kelimesinin aslı da “bolur”dur. Bene’deki b düşmüş “ene” olmuştur. ‘Tü’ deki “T” “ve”den dönüşmüştür. “V” ile “be” ikisi dudaktan çıkar, ikisi de süreksizdir. ‘Ve’den dönüştüğünü ‘Tü’ harfi ile söylenmesinden biliriz.

Tüm harfler harf oldukları için akrabadırlar. Bunun dışında çıkış yerlerine, çıkış şekillerine, sesli sessiz olmalarına, kalın veya ince olmalarına göre de yakınlıkları vardır. Böylece aynı veya yakın manaları taşıyan kelimeler ses bakımından da akrabadır. Mesela “dağ” kelimesi “tepe” kelimesi ile akrabadır. Gürcüler dağa “Ta” derler, başa “Tavi” derler.

b) Dillerin başka bir karşılaştırılması da cümle yapısıyla olmaktadır. Türkler önemli olanı sona saklarlar. Araplar önemli olanı başa alırlar. Kalemin Ahmet’e ait olduğunu göstermek için burada önemli olan kalemdir. Ahmet sadece onun özelliğidir. Türkler “Ahmet’in kalemi” derler. Araplar ise “Kalemu Ahmedu” derler. Türkler sıfatı önce söylerler, Araplar sonra söylerler. Cümle yapısını da öyle kurarlar. Türkler önce fail sonra fiili söylerler, Araplar önce fiili sonra faili söylerler.

Avrupa dillerinde ise bu karma bir durumdadır.

O halde dilleri mukayese ederken önce Türk dil grubundan mı yoksa Arap dil grubundan mıdır, onu tespit etmemiz gerekir. Eğer kurala uymuyorsa o da Avrupa dil grubundan sayılır. Gürcüce dili cümle yapısı bakımından Türk dil grubuna mensuptur.

Sayı sayma bakımından Fransızcada 20’lik grup vardır. Yani bizim sekiz on (seksen) dediğimize onlar dört yirmi demektedir. Bununla beraber üç dil grubu da onlu sayı sistemini kullanır. Ancak küçük farklar vardır. Gürcüler on bire, on artı bir derler. Araplar da tamlama ile yaparlar. Türkler kurallı olarak 11, 12 derler ama 20’yi iki on diye ifade etmezler. Yirmi derler. Sonra otuz, kırk, elli’ler kural dışıdır.

c) Dilleri birbirinden ayıran başka bir özellik de harfi tariftir. Araplar bilinen kelimeleri harfi tarifle ayırırlar, “L” veya “N” harfini kullanırlar, başa “L” getirerek marife yaparlar. Türkçedeki “o” zamirini Araplar harfi tarif olarak kullanırlar. “N” harfini sona alıp nekre yapmak için kullanırlar. Biz “o adam” deriz ama kullanmayız, “bir adam” deriz, başa alırız, onlar sona alırlar. Türkler ise harfi tarif kullanmazlar, değişik şekilde ifade eder. Hint Avrupa dillerinin bazıları harfi tarifi kullanır. Almanlar, Fransızlar böyledir. Ruslar ve İranlılar ise kullanmazlar. Çince’de de harfi tarif yoktur, Türk dil grubundandır.

d) Dilleri birbirinden ayıran dördüncü özellik cinsiyettir. Türkler, Gürcüler, Çinliler erkek ve dişiyi ayıran bir işaret kullanmazlar. Örnek olarak, bilen erkek “âlim” şeklinde söylenir. Bilen kadın ise “âlime” şeklinde söylenir. Aynı ayrılık Rusça’da da vardır. Türkçede “o” dediğimiz zaman erkek ve kadını ayırmayız. Oysa Arapça’da ve Batı dillerinde “il” ve “el” şeklinde ayırırlar.

Görülüyor ki dünyada ayrı üç dil grubu vardır. Ayrıca üç dil grubu da tek dilden türemiş dillerdir. Bu bugün ilmen sabittir. Hattâ bu sayede dillerin hangi tarihlerde birbirlerinden ayrıldıklarını uzaklıkları ile ölçmekteyiz. Türk dil grubu iyice bellidir. Bizden en çok uzakta olan Yakutça bile kesin olarak Türk dil grubundandır. Moğolca da Yakutça kadar bize yakındır. Ondan sonra Japonca, Korece gelmektedir. Sonra Ural Altay dilleri gelir. Macarca, Fince gelir. Ondan sonra Çin dil grupları gelir.

Hazreti Nuh’un üç oğlu vardır; Sam, Yafes ve Ham.

Sam yerinde kaldı ve bugünkü Arapları oluşturdu, Afrika’da da bu uygarlık yayıldı.

Yafes doğuya gitti ve Türkleri, Moğolları ve Çinlileri oluşturdu.

Ham batıya gitti ve Germenlerle Latinleri oluşturdu.

Bugün yeryüzünde üç uygarlık hâkimdir.

Burada çözülmemiş bir soru kalmaktadır. ABD’ye göç bundan 20 000 yıl önceye tarihlenmektedir. Hazreti Nuh ise bundan 5000 yıl önceye tarihlenmektedir. Onların dillerinin Hazreti Nuh dillerinden olması gerekir. Ne var ki böyle değildir, onların dili Türk diline benzemektedir. Türk dil grubuna demiyorum, Türk diline benzemektedir. Sümerlerin dili de Türk dil grubundandır.

Buradan şu sonuca varıyoruz. Türkçe ve Arapça Hazreti Nuh aleyhisselâmdan önce oluşmuş dillerdendir. Sümerler Türkçe, Akadlar Arapça konuşuyorlardı. Yafes doğuya gittiği için Arapların etkisinde kalmadan dilini geliştirdi. Sam ise yerinde kaldığı için daha çok yerli halkın etkisinde kalmıştır. Ham ise batıya gitmiş, Afrika ile daha çok ilişki kurdukları için melez bir dil ortaya çıkmıştır.

“Nuh’a denildi” deniyor. “Allah dedi” denmiyor. “Ey Nuh” hitabı da tekrar ediliyor. “Li Nuha” ifadesi hazfedilmiş oluyor. Çünkü “Ey Nuh” deyince Hazreti Nuh’a söylendiği anlaşıldığı için bir daha “Nuh’a dendi” şeklindeki ifadeye gerek yoktur. Bundan önce Allah Hazreti Nuh peygambere doğrudan hitap etmekte, tercümanı aracı yapmamaktadır. Şimdi ise artık melekle hitap etmektedir. Resmî konuşmaktadır.

Bir devlet başkanı insanlarla özel sohbet yapabilir, bilgi verebilir, öğüt verebilir. Oysa resmî emirler evraktaki yazı ile ve belli formalite içinde yapılır.

Allah melekleri kullandığı gibi topluluk da aracıları kullanır.

Bugün âlimler arasından seçilmiş meclis vardır. Yasaları o meclis yapar. Devlet başkanı imzalar ve yayınlanır. İşte burada Hazreti Nuh devlet başkanını temsil etmektedir. Meclisin yerini melekler temsil etmektedir. Bugün ise vahiy yoktur, onun yerini içtihat ve icmalar almıştır. Şimdi söyleyen meclis olacaktır.

Bir gün gelecek “Adil Düzen Semt Kooperatifleri” oluşacak. Artık halk ilim adamlarını meclise göndererek meclisi oluşturacak. Mevcut partiler “Adil Düzen”i kabul eden milletvekillerini seçtirmek zorunda kalacaklardır. Çünkü halk mikroda “Adil Düzen”i yaşamaktadır. Artık makroda da düzenleme “Adil Düzen”e göre olmalıdır. Hangi parti “Adil Düzen”i kabul ederse o parti milletvekillerini seçtirebilecektir.

Bunun böyle olacağından şüpheniz mi var?

Erbakan ne dedi?

“Adil Düzen”in kokusu bile bu milletin desteğini aldı. Kendisi geldiğinde bütün dünyanın ilgisini ve desteğini alacaktır. Bunda şüpheniz olmasın. Ama sosyal tufan olmadan mı, yoksa sosyal tufan olduktan sonra mı? Onu da Allah bilir. Ben âhirete inanıyorum; ona inandığım kadar da “Adil Düzen”in geleceğine inanıyorum.

“SELÂM” ve “BEREKÂT” kelimeleri getirilmiştir.

“Selâm” demek barış demek, güven demektir. Hazreti Nuh peygamber ilk defa insanlığa şeriat getiriyor ve şeriat sayesinde savaş değil barış olacaktır. İnsanlar artık sıkıntıya girince hakemlere gidecekler, hakemler aralarındaki sorunları çözeceklerdir. Hakemlerin kararına uymazlarsa kişi yönetime başvuracak ve silahlı güç bu sorunu çözecektir.

“Selâmet” budur.

“Berekât” ise aslında bolluk demektir, kıtlığın karşılığıdır. BRQ ve BRH kelimesiyle akrabalığı vardır. Hazreti Nuh peygamber şeriat düzenini getirmiştir.

Şeriat düzeninin iki yararı vardır.

Biri siyasidir, barış ve güven sağlanır.

İkincisi hukuk düzeni kurulur, insanlar borçlu ve alacaklı olurlar, bu sayede işbölümü ortaya çıkar ve verim en az on misli artar. Elde edilen ürün bölüşülür, yararı en az on misli artar.

“Berekât” nedir?

Gün/saatin büyük olmasıdır. Yani bir saat çalışıyorsun, onunla bir gün yaşıyorsun. Şeriat ile bir saat çalışırsın, on saat çalışmış gibi olursun. Bir günlük yiyecek şeriat sayesinde on gün yeter. Yani şeriatın olmadığı bir dünyadan yüz misli daha kârlı durumda olur.

“Berekât” da işte budur.

Biz selâmet içinde yani şeriat düzeni ile barışı sağlamış oluyoruz. Artık terör olayları yok, artık rüşvet yok, artık bürokratik engeller yok. İnsanlar güven içindedir. Sana birisi dokunursa şeriat orada senin imdadına yetişir. Çalışacaksın, kazanacaksın; bir çalışacaksın yüz elde edeceksin. İşsizlik sorunu yok.

Hazreti Nuh peygamberin zamanında böyle bir berekâtın geldiğini Mezopotamya uygarlığı ile biliyoruz. 

Bugün bu berekâtın nasıl geleceğini çok iyi bilmekteyiz. Refah Partisi dönemindeki (“Adil Kur’an Düzeni”nin) kokusu bile daha sonra (AK Parti döneminde) bu ülkeyi 12 sene içinde refahta yaşattı. Şimdi “Adil Kur’an Düzeni”nin gerçeği gelecektir. İnsanların aç kalacağım diye bir dertleri olmayacak, insanların işsiz kalacağım diye bir dertleri olmayacaktır. İnsanlar akıllarını futbola tutsak etmeyecekler, Kur’an’ı anlamaya tutsak edecekler. Kur’an’ın anlaşılması için Sümerce alfabesini çözmeye çalışacaklar.

Allah’a hamd ederim ki daha “Adil Kur’an Düzeni” gelmeden “Adil Kur’an Düzeni” varmış gibi Kur’an semasında dolaşma imkânını bulduk, ilimler denizine dalabildik.

Bugün az da olsa bu zevki tadanlar vardır. Bu çalışma ne zaman yaygınlaşırsa işte o zaman “Adil Kur’an Düzeni” gelecek ve işte o zaman dünyada cennetin benzerini yaşayacağız. Ben size teorik olarak yaşadığımı söyleyebilirim.

Bu düzende kimsenin kötülük yapmasına mani olunmayacak. Herkes özgür olacak. Polis cinayetleri önlemeyecek. Yani kimse kimsenin kolunu bağlayamayacaktır. Kimse tutuklanmayacak, gözaltına alınmayacak, kelepçelenmeyecektir. Kimse merkezin atadığı hâkimler tarafından mahkûm edilmeyecek; herkes seçtiği hakem ile hakeminin seçtiği hakemin yani başhakemin kararı ile cezalandırılacaktır. Kişi suç işlemekte özgürdür ama suç işledikten sonra cezasına katlanmalıdır. Batılılar buna “hukuk düzeni” diyorlar. Suç işlemeyi önleme sistemi ise “polis rejimi” olarak adlandırılır.

1-Yani bu âyet Hazreti Nuh peygambere şeriat düzeninin ne olduğunu anlatmaktadır.

a) Herkes barış içinde olacak. Barışı ihlal edenler hakemlere gidecekler ve hakem kararlarını devlet infaz edecektir.

b) “Adil Düzen Ekonomisi” kurulacak ve herkesin aşı, işi ve eşi olacaktır. Kimse geleceğinden endişeli olmayacaktır. Evlenmenin ayıp, zinanın serbest olduğu bir dünyada yaşamayacaksınız.

2- Bütün bunlar olurken “polis rejimi” değil “hukuk rejimi” uygulanacaktır. Suç işleyen suç işleme özgürlüğüne sahip olacak, suçlu suç işledikten sonra cezalandırılacak. 

Kur’an’da devlet yokmuş!

Bunu diyenler de bu saçmalıkları söyleme özgürlüğüne sahiptir.

قِيلَ

QIyLa

“Kavl edildi”

 

و وَوَ

يَا مِمَّنْ

 

اهْبِطْ قِيلَ

نُوحُ مَعَكَ   بِسَلَامٍبَرَكَاتٍ

ثُمَّ

مِنَّا مِنَّا

عَلَيْكَ عَلَى

سَنُمَتِّعُهُمْ يَمَسُّهُمْ

أُمَمَأُمَمٌ عَذَابٌ أَلِيمٌ

 

Kelimeleri eşleştirdiğimizde “Qıyle” kelimesine “İhbit” tekabül etmektedir. Kavl ve fiil insanın hayatında sorumlu olduklarıdır. Zikr yani düşünmede herhangi bir sorumluluk yoktur. Burada kavl eden Allah’ın görevli kıldığı meleklerdir.

Yüz lojmanlı işyeri semt apartmanı yapılınca orasını şenlendirecek olan kimseye yani apartman sorumlusuna ciro ile kiralayana ihbit denecektir. Gir denmeyecek, ihbit denecek. Çünkü asıl orası selamet olacak, asıl orası berekât olacaktır.

Kim diyecek?

Bunu apartmanı yapan kooperatifin başkanı diyecek.

Demek ki bizim bir kooperatifimiz olacak. Bu kooperatif yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanını yapacaktır. Bu yapıyı yapanlar burada oturmayacak, o yapıyı işletenlere denecek. Bu sebepledir ki “kıyle” denmiştir. Bu apartmanın işletmesini kabul eden yeni sözleşme yapacaktır. O sözleşme şeriat olacaktır. Hazreti Nuh’un halkı da yüz aile civarındadır. Dolaysıyla Hazreti Nuh’a “ıhbit” dendiği zaman halk bir semt halkı kadardı.

Burada “kıyle” denmiş olması ve “Ey Nuh” kelimesinin iadesi bunları göstermektedir.

İnşaatı yaptıranlar ve onu finanse edenler başkaları, içeride oturup çalışanlar başkaları olacaktır, söyleyen başkaları olacaktır. Yüz lojmanlı işyeri apartmanını finanse edenler söyleyeceklerdir. Hazreti Nuh gemiyi yapandır. Ama Hazreti Nuh gemiyi yaptığı için orasını işletme durumunda değildir. Başka özelliğinden dolayı ona bu görev verilmektedir. O sebeple “Ey Nuh” kelimesi iade edilmiş, “Nuh’a dendi” denmemiştir.

يَا نُوحُ

YAv NUvXu

“Ey Nuh”

Bir kooperatif kuruyorsunuz. Arsayı devleti veya belediyeyi ortak ederek onlardan birinden alıyorsunuz. Beşte birini de altyapıyı getirene veriyorsunuz. Çalışanlara yani işçi ve ustalara beşte bir, malzeme koyanlara beşte bir veriyorsunuz.

Kelimeleri eşleştirdiğimizde “Nuh”a eş “Meake”, “Ya”ya eş “Mimmen” bulunmaktadır. Bina bitiyor. Şimdi onu bir işletmeciye ciro üzerinden kiraya verme zamanıdır. Kiraya kim verecek? Yer sahibi devlet mi, altyapıyı getiren yerel yönetim mi, organize eden kooperatif mi, yoksa emekleri ile paraları ile katılanlar mı?

Bu hususun sözleşmede yazılı olması gerekmektedir. Kim size bunu ihale etmişse ona verirsiniz. O da bir sorumlu bulur ve ona kiralar. O siz olabilirsiniz. Yeni sözleşme yapar, yaptığınız yüz lojmanlı apartman ile onlara tahsis edilmiş onar dönümlük arazilere üretimden bir pay verilmek üzere yine siz kiralayabilirsiniz. Sizden başka onu işletecek kimse yoksa siz işletmeyi taahhüt edersiniz.

İşte, Allah yeni edindikleri yurtların yönetimini yine Hazreti Nuh peygambere vermiştir. Artık Hazreti Nuh yeni şeriat tesis edecek ve bu şeriat günümüze kadar gelecektir.

Mezopotamya levhalarında Mezopotamya hukuku yer alır. Büyük çoğunlukla Tevrat ve Kur’an hükümlerini içerir. Örnek olarak onlarda faiz yasaktır, hapis cezası yoktur.

Demek ki insanlığın ulaştığı hukuk düzeninin temelleri Hazreti Nuh aleyhisselâm zamanında atılmış; Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Kur’an bu düzeni tamamlamışlardır.

Şimdi bizim “Adil Kur’an Düzeni” dediğimiz düzeni de Hazreti Nuh aleyhisselâm gemiden çıktığı zaman yüz aile civarındaki halkı ile yeniden oluşturmaya başlamış ve bu sayede bugünkü duruma gelmiş bulunuyoruz. Böyle oluşun birincisini Hazreti Âdem yaptı, ikincisini Hazreti Nuh yaptı, şimdi üçüncüsünü de Akevler yapmaktadır. Yüz haneli sitede ilk denemesini yaptı. Şimdi ikinci denemesini yüz lojmanlı apartmanlarla yapacaktır.

اهْبِطْ

iHBiO

“Hubut et”

Kur’an’da “hubut etme” sekiz yerde geçmektedir.

Dördü Âdem ile Havva’nın ve onunla beraber olanların hubut etmesidir.

Diğer dörtten biri Hazreti Nuh’un gemiden karaya hubut etmesidir.

Biri İsrail oğullarının çölden Mısır’a hubut etmesidir.

Biri şeytanın cennetten dünyaya hubut etmesidir.

Biri de kayanın kopup düşmesidir.

Bu âyetlerden anlıyoruz ki “hubut etmek” bir yerden başka yere göç etmektir. Hicret kötü yerden ayrılmadır. Hubut yeni yere gitmedir. “Mısır’a giriniz” derken yeni bir hayata girmeleridir. Hazreti Nuh peygambere söylenen de gemiden çıkmadan daha çok yeni ülkelerine yerleşme emridir.

Yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanı bitmiş, şimdi o apartmanı şeriata göre işletecek kiracılar aranıyor. Onlara hubut ediniz denmektedir.

Demek ki üçüncü binyılın başlaması için dört  grup mümine ihtiyaç vardır.

a) Kooperatifleri kurup yüz lojmanlı işyeri Nur apartmanlarını yaparlar. “Nur Apartmanı” diye ben adlandırmadım, Nur sûresinde Allah adlandırmıştır. Bu bir tane olmayacak. Akevler’de ilk çalışmalar yapılmaktadır. Ondan sonra her il ve her kasaba bu apartmanları inşa etmeye başlayacak, tüm insanlık “Nur Apartmanları” yapmaya başlayacaktır. Duamız buna Nur şakirtlerinin de sahip çıkmasıdır.

b) Kooperatifte gelip çalışmamakla beraber bu kooperatife ortak olan kimselerdir. Bunlara elbette kâr verilecektir. Ama bunlar kâr amacıyla katılmıyorlar. AR-GE çalışmalarına ortak oluyorlar. “Adil Düzen”e göre kurulacak işletmelerde araştırma yapma şirketine ortak oluyorlar. Yarım asırdır Akevler ortakları bize katıldılar. Zarar ettirmedik. Ortaklara kazandırdık ama kırk sene sonra kazandırdık. “Adil Düzen” de onların gerçek kârlarıdır.

c) Böylece “Adil Düzen’e göre bir işletme” kurulmuş olacaktır. Ondan sonra dördüncü dönem başlar. Buraya “Adil Düzen”i yaşayanlar göç edeceklerdir.

d) Onlar üçüncü binyıl şeriatını kuracaklardır. İşte buradaki “ihbit” sakin ol anlamındadır. Batılılar da “habite” diyorlar, “abite” okuyorlar ama “habite” yazıyorlar. Buradaki emir Hazreti Nuh’a olmakla beraber tüm gemidekilere emirdir. Hazreti Nuh’a hitap etmesi; apartmana gelip yerleşecekler ve apartmanın şeriatına göre hareket edeceklerdir. Apartmanın şeriatına uymayanlar oradan ayrılıp gideceklerdir. Bugün patronlar işyerlerine istediklerini alır istediklerini çıkarırlar. Apartman sorumlusu da istediğini ortak eder, istediğini kanuni haklarını vererek çıkarır.

Şimdi Cengiz Demirci diyebilir mi ki; apartman sorumlusunun çalışmayan işçiyi veya şeriata uymayan işçiyi çıkarma yetkisi yoktur.

O zaman anlaşabilenleri bir araya getirme hükmü nasıl uygulanacaktır?

Evet, apartman sorumlusunun apartmandan çıkarma yetkisi vardır. Ancak çıkarılana haksızlık yapılmaz. İstediği apartmana gider oraya hubut eder. Hiçbir yer almazsa bunlar için geçici apartman yapılır ve orada iskân edilirler.

Hazreti Âdem ile Havva’ya da ikiniz çıkınız deniyor, sonra birbirinizin düşmanı olacaksınız deniyor. Âdem Havva’ya düşman olmayacak, onunla beraber çıkanlar olacaklardır. Yönetim onlardan olduğu için ikiniz çıkınız deniyor. O âyette yönetimde eşlerin de rolünün olduğu ifade ediliyor ki bugün bu husus revaçtadır.

بِسَلَامٍ مِنَّا

BiSaLAvMın MınNAv

“Bizden selâmla”

Hazreti Peygamber aleyhisselâma İslâm nedir diye soruyorlar.

Müslümanların malları ile canları ile emin olduğu kimseler müslimdir diyor.

İki insan bir araya gelir, ya kılıçlarını çeker dövüşürler ve galip gelen yaşar, mağlup olan ölür yahut köle olur. Buna “kuvvet düzeni” diyoruz.

Yahut birbirlerine selam verirler ve barış içinde yaşamaya başlarlar. Aralarında çıkan ihtilafları hakemler yoluyla çözerler. Buna “barış düzeni” diyoruz.

İşte, buradaki “Minnâ” demek bizden size gelen şeriat demektir.

“Selam” barış demektir. Bunu sağlayan da şeriattır.

“Bizden şeriat” anlamındadır.

وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ

VA BaRaKAvTın GaLaYKa

“Ve sana berekât olmak üzere”

Bir yapacak beş alacaktır. Şeriat düzeni öyledir ki üretirken bire on ürünü artırırsın, tüketirken de yararını bire on artırırsın. Ne var ki çalışacaksın ki bu bereket artsın.

“Berekâtin Leke” olması gerekirken “Berekâtin Aleyke” denmiştir. Bunun anlamı şudur. Mülkiyet insan yararlansın diye konmamıştır. İnsan onu korusun, bakımını yapsın, karşılığında yararlansın diye oluşmuştur. Nasıl çok evlilik erkek hakkı olarak değil kadın hakkı olarak konmuşsa, kocasız kadın kalmasın diye konmuşsa; mülkiyet de sahipsiz mal kalmasın, onu koruyan kişi bulunsun, onun bakımını yapan kişi bulunsun diye konmuştur. O sebeple âyette “mülkün maliki sensin istediğine verirsin” deniyor. Temlik edersin deniyor. Bu sebeple burada “Berekâtin Leke” denmemiş de “Berekâtin Aleyke” denmiştir.

Kimlere berekettir?

Topluluğa, küçüklere, yaşlılara…

Külfet kimin üzerinedir? Olgun erkeklere.

Kadınlar insana bakmakla yükümlü, erkekler eşyaya bakmakla yükümlüdür. Onlardan yararlanma ise her iki cins için eşittir. Demek ki görevde erkekler kadınlardan daha fazla sorumludurlar. Kadınlar ise mallarda değil insanlarda erkeklerden daha fazla sorumludurlar.

Selâm için “minnâ” denmiş, berekât için “aleyke” denmiş. Yani güveni sağlamak ve yargılamak topluluğa aittir. Yargı kararlarını o infaz eder. Ekonomik faaliyetler ise kişilere aittir. Bu sebepledir ki “aleyke” ile “minnâ” karşı karşıya getirilmiştir. Burada Hz. Nuh uygulayıcı olarak ortaya çıkmaktadır. Yargı ise bağımsız bir kuruluştur. Topluluk tarafından finanse edilir ve düzenlenir. Yani yürütme ile yargılama ayrı ayrı kuvvetlerdir.

Selâmet berekâttan farklıdır.

Berekâtın kurallı dişi çoğul olması ekonominin işbölümü ve uygun bölüşmeye dayanması ve berekâtın birlikten doğması sebebiyledir. Beraberce olursak bereket olur, bolluk olur.

وَ أُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَ

Va üMaMin MinMaN MaGaKa

“Ve seninle beraber ümmetler”

Senin üzerine bereket olacak ve seninle beraber olan ümmetlerde bereket olacaktır. Bu da uluslararası ilişkileri ifade etmektedir. Kişinin hak ve görevleri olduğu gibi toplulukların da hak ve görevleri vardır.

Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık birer ümmettir, çünkü imamları vardır.

Demek ki ümmetler ikiye ayrılacaklardır: Hakemliği kabul eden müslim ülkeler, hakemliği kabul etmeyen müşrik ülkeler; iller, bucaklar, aşiretler.

Hakemliği kabul eden topluluklarda bereket vardır.

İşte, bizim stratejik ortaklarımız hakemliği kabul eden devletlerdir. Onlar şeriatta bizimle beraberdirler.

Herkesin ayrı şir’asının olması çok hukuklu sistemdir. Aynı kazada bir olma ise tek kazalı sistem demektir. Yargı ve infaz kurumunda vahdet-i kuvva ilkesi vardır. Şeriat ise şir’alardan oluşur, herkesin kendi sözleşmesi vardır. Onunla ilzam ve iltizam olunur.

وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ

Va EuMaMun Sa NuMatTıGuHuM

“Ve diğer ümmetleri ise temti edeceğiz”

İster hakemliği baştan kabul etsin, ister kabul etmesin. Kişi suç işlemezse ona ceza verilemez. Suç işlemiş olan kimsenin eli kolu bağlanmaz. Her aşiretin bir ocağı, her kabilenin bir bucağı, her şa’bIn bir ili, her kavmin bir ülkesi vardır. Oraya yabancının girmesi için izin verilir. İzin verilmez de girerse çık denir, çıkmazsa öldürülür. Bunun dışında her topluluğa giren kimse veya topluluk istediğini yapmakta serbesttir.

İşte onlar temti’ edilir.

Seninle beraber ümmetler denmektedir. Beraber olma demek çağdaş olma demektir. Demek ki bütün kavimler helak olmamıştır.

ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا

ÇumMa YaMasSuHuM MinNAv

“Sonra onlara bizden messeder”

Buradaki “bizden” sözü ile hakemler ve silahlı güç ifade edilmektedir.

Kişi suç işledikten sonra yargılanır ve cezası verilir. Hakemlerin verdiği kararlara kişi kendisi uyar. Uymazsa silahlı güçler ona gereğini yaparlar. “Sümme” bunu ifade eder.

عَذَابٌ أَلِيمٌ (48)

GaÜAvBun EaLIyMun

“Elim azabı.”

“Azab” burada nekre gelmiştir. Demek ki hakemlerin vereceği kararlara uyan olursa belli cezasını çeker ve orada suçu da ortadan kalkar.

Buradaki azab hakem kararlarına uymayanlara karşı uygulanacak azabdır. Bunlara uygulanacak ceza kanuni değildir. Bunları yola getirmek için yöneticiler ne gerekiyorsa onu yaparlar. Hakemlerin verdikleri cezaları uygularlar ama onun dışında hakem kararları uygulanmadığı için yeni yaptırım uygulayabilirler. Bu husus belirsiz olduğu için azab nekre gelmiştir. Sıfatı da nekre olma durumundadır.

Âyete böyle mana verdiğimiz gibi “Se” ile bu dünyayı anlarız, “Sümme”yi de âhiret olarak anlarız. O mana da tamamen doğrudur. Ben şeriata göre yorumladığım için öyle mana verdim. Yoksa buna yine şeriatta yasakları işletenlere dünya cezası verilir. Haramları işleyenlere karışılmaz, onların hesabını âhirette Allah görür.

Demek ki bu âyette şeriatın iki ana hükmünü öğreniyoruz.

a) Kişinin suç işlemesine mani olunmaz, suçu işledikten sonra ceza verilir.

b) Yasaklara şeriatta belirtilen cezalar verilir. Haramların cezası âlemlerin rabbi Allah’a aittir.

تِلْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنْتَ تَعْلَمُهَا أَنْتَ وَلَا قَوْمُكَ مِنْ قَبْلِ هَذَا فَاصْبِرْ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ (49)

TiLKa MiN EaNBAvEi eLĞaYBı NUvXIyHAv EiLaYKa MAv LüNTa TaGLaMuHAv EaNTa Va LAv QaVMuKa MiN QaBLi HaÜAv FaÖBiR EinNa elGaQıBaTa Li eLMutTaQIyNa

“Bunlar gayb enbaındandır. Sana vahyediyoruz. Min kabl ne sen ne de kavmin ilmetmişti. Sabret. Akıbet muttakilerindir.”

Hz. Nuh kıssasını bitirdikten sonra bunlar diyor, nebeler gayb nebelerindendir.

Burada işaret edilen bilgiler nelerdir?

 “Evhaynâ” denmiyor, “Nûhîhâ” diyor. İşaret edilene bundan sonra kıssalar da dâhildir. Daha evvel bahsettiğimiz Nuh kıssası, bundan sonra anlatacağımız Hud, Salih, Şuayb kıssaları da dâhildir. Bu sûrede geçen kıssalardır. Kur’an’da geçen kıssalardır.

Önce bu sûre Mekke sûresidir. Mekke’de Yahudiler olmadığı gibi Arapça herhangi bir kitap mevcut değildi. Kur’an bunları kıssa ederken ne Hazreti Muhammed ne Araplar bu kıssaları biliyorlardı, çocuklarına anlatmıyorlardı. Kur’an bunları anlattı. Araplar için gayb olanı anlattı. Sonra görüldü ki Tevrat’taki kıssaların yüzde doksanı bunlara uymaktadır. Hattâ daha başka bir olay oldu. Tevrat’ta Sümerlerden ve Akatlardan bahsedilmektedir. Kur’an’daki Semud ile Ad kelimelerinin bunlara tekabül ettiği bile bilinmemekte idi. Ancak 20. asırdaki arkeolojik kazılar sayesinde büyük medeniyet ortaya çıktı. Mezopotamya’da ortaya çıkan bu medeniyet hem insanlığın ilk medeniyetidir hem de tek medeniyettir. Diğer bütün medeniyetler o medeniyetten türemişlerdir. Toprak tabletler üzerinde yazılan çivi yazısı ile anlatılanlar Tevrat ve Kur’an’da anlatılanlara uyuyordu. Böylece esatir kabul edilen Tevrat ve Kur’an’da anlatılanlar tarihçe onaylanmıştır.

Bu âyette bu duruma işaret ederek insanlığı Kur’an’a davet etmektedir. Ayrı ayrı zamanlarda ve birbirinden uzak ülkelerde, telefonun olmadığı, matbaanın olmadığı, hattâ kâğıdın bile olmadığı dönemler anlatılmaktadır. Bunlar arasında bir uyum görülmektedir.

Bunun ifadesi nedir?

Bu kitaplar ilâhi kitaplardır. Bu yalnız Kur’an için değil, Tevrat ve İncil için, Budizm ve Hinduizm için de mucizedir.

Hazreti Musa Mısır’da yetişti, Medyen’de büyüdü. Bu kadar geniş tarihi bilgiyi nasıl edindi? Mısır papirüslerinde olmayan bu bilgileri nasıl elde etti?

Aynı soru Kur’an Arapları için söz konusudur. Batılılar bu sorunun cevabını verememektedir. 600 satır şiirden başka hiçbir yazılı eserin olmadığı bir ulustan Kur’an gibi bir kitabın nasıl telif edildiği hususu Batılılarca açıklanamamaktadır.

Şimdi…

Bugün de “Adil Kur’an Düzeni”ni ne biz ne de kavmimiz biliyorduk. İslâmiyet’i bin sene önceki içtihatlardan ibaret sanıyorduk. Tarih bile parça parça idi. Kur’an sayesinde geçmişi ile geleceği ile insanlığın durumu aydınlığa ulaşmıştır. Kur’an diyor ki; Tevrat ve Kur’an’dan daha fazla hidayet eden bir sistemi, bir kitabı getirin ben ona uyayım.

Bir de İslâmiyet’i gericilik ve tutuculuk olarak vasıflandırıyorlar. Biz sosyalistlere veya kapitalistlere ille de bize uyun demiyoruz. Bizi kendi hâlimize bırakın, kooperatifimizi kuralım ve yaşayalım diyoruz. Bizi ezmeyin diyoruz. Ticaretinizi yapın, kâr edin ama bizden faiz almayın diyoruz, size faiz vermeyeceğiz diyoruz. “Adil Kur’an Düzeni” demek, sömürü sermayesine faiz vermek zorunda olmayan düzen demektir.

“Akıbet muttakilerindir.” Akıbet şeriat düzeni içine girip kendilerini koruyanlarındır. Muttaki demek, şeriat kurallarına uyarak yaşayan insan demektir. Muhtedi demek, şeriat kurallarını öğrenen kimse demektir. Muttaki demek, şeriat kuralları dışına çıkmayan kimse demektir. Mübteği demek, şeriat kuralları içinde çalışıp kazanan ve onunla yaşayan kişi demektir. Müttebi demek, şeriat kurallarını uygularken birlikte hareket edebilmek için bir başkana, bir imama tabi olan kimse demektir.

Şeriat ve şeriat kuralları içinde kalan semtler istiyoruz. Bu semtler arasında birlik ve dayanışma istiyoruz. Biz iktidarlardan yani iktidardakilerden iktidarı alma peşinde değiliz. İktidar sizin olsun, yeter ki “âdil” olun.

Hazreti Musa’nın gemisi ne idi? Bayram kutlamasını yapacağız diye herkes hazırlandı. Bu hazırlık Hazreti Musa’nın talimatı ile yapıldı. Nerde kullanacağı da söylenmedi. Herkes nesi varsa nesi yoksa arabalara yükledi. İşte bu hazırlık gemi idi.  Bu gemi sayesinde denizi geçtiler. Arabalar denizde yüzmedi ama deniz yarıldı ve karalar açıldı.

Muhacirler için gemi Medine idi. Orada şeriat gemisi sipariş verilmişti ve Muhacirler oraya göç ettiler.

Günümüzün gemisi yüz lojmanlı apartmanlar olacaktır. Oraya göç edenler çağımızdaki sosyal tufan denizini geçeceklerdir. Oraya göç edenler yalnız kendilerini değil, gelecek nesilleri ve insanlığı da kurtaracaklardır.

Sana gayb enbaını (haberlerini) anlatıyoruz ki senin başından da benzer olaylar geçecektir. Sen sabret, dayan, pes etme, teslim olma. Adil Düzen Çalışanlarından her birine ayrı ayrı sabret diyor; sabrediniz demiyor. Çünkü sabredecek bir cemaat oluşmadı. Bununla beraber sen sabret, seninle beraber olanlar da sabretsin manası da çıkar. Çünkü daha önce “mimma meake” denmişti.

تِلْكَ

TiLKa

“Bunlar”

Kur’an geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatarak hükümler koymaktadır. Hangi olaylarda nasıl davranmışlar, onlar bizim için sünnet olmaktadır. Ayrıca Kur’an’da Kur’an nâzil olduğu zamanlardaki olaylara da işaret edilerek, Hazreti Muhammed’e yani bize anlatılmaktadır. Biz de onun halifesi olarak Kur’an’ı okumakta ve anlamaktayız. Kendimizi son nebinin yerine koyuyor ve halifesi olarak Kur’an’ı anlamaya, uygulamaya, anlatmaya, saldırılara karşı koymaya ve onun yaptığı gibi yapmaya çalışıyoruz.

Bu kıssaların tamamı bunun için anlatılmaktadır.

Kur’an mücerret kuralları değil de müşahhas olayları anlatmakta ve onların hükümlerini koymaktadır. Biz de konuları anlarken kendi hayatımızı anlamaya çalışmalıyız. Kıssadan olsun doğrudan olsun her cümleyi her kelimeyi bugün bize nâzil olmuştur kabul ederek anlamalıyız.

Kimileri benim günlük siyaset yazmamı ve yapmamı yanlış buluyorlar. Benim size hitap edebilmem için ortak bir konumuz olmalıdır. Bunun için AK Parti’yi örnek olarak ele alıyorum. Şunu iyi bilmemiz gerekir ki topluluk değişmeden kişiler değişmez. Ama topluluğu da ancak topluluk değiştirir. Dolayısıyla önce topluluğu değiştirecek küçük de olsa bir topluluk gereklidir.

Peki, bu topluluk ilmî mi, ahlâkî mi, siyasî mi, ekonomik mi olmalıdır?

Bunların hepsini içine alan küçük bir topluluk olacaktır.

Evet, yüz hanelik bir kooperatif olacaktır. Ne var ki çevre bunlarla ilgilenecek, kimi yanında yer alacak, kimi uzakta duracak, kimi saldıracak. Bütün bunlar sitemizin dünya içinde etkin olmasını sağlayacaktır.

Hâsılı, buradaki “Tilke/bunlar” tüm insanlıktır, tüm tarihtir.

Kazılar dâhil tüm tarihi öğrenmeye çalışmalıyız. “Adil Düzen”e göre bir tarih kitabı yazmalıyız. Tarih 25 ilimden biridir. 300 saat eder. Bir kitapta anlatacağımızı anlatmalıyız. Saatte iki sahife okunabilir. Demek ki her ilim 600 sahife olur. Kur’an 600 sahifedir.

مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ

MiM EaNBAvEi eLĞaYBı

“Gaybın haberlerindendir”

“Gayb” “şehadet” karşılığı kullanılmaktadır. Şimdi bizim gözümüzün önünde olan olaylar şehadettir. Bizden uzak göremediklerimiz gayb haberlerdir. Bir de bugün olmayıp geçmişte olmuş ve gelecekte olan olaylar da gayb olaylardır. Hayvanlar günü yaşarlar. Oysa insanda bellek vardır, muhakeme vardır, gayb haberlerini de bilebilir.

Bir de gaybi olaylar vardır, hesabi olaylar vardır. Yarın saat dokuza on kala Güneş batacaktır bilgisi hesabi olaydır ama yarın metrekare başına üç santim yağmur yağacak olayı gaybi olaydır. Allah alim-i gaybdir, O’nun için her şey hesabidir. Bizim için ise hesabi olaylar vardır, gaybi olaylar vardır.

Hazreti Nuh peygamberin olayı da hesabi değil gaybidir. İnsanlık tarihi böyle gaybi olaylar üzerine binerek tarih yazılmaktadır. Benzeri tekerrür etmektedir. Başka yıldızlarda, başka gezegenlerde benzer olayların nasıl cereyan ettiğini bilemiyoruz, gaybi bilgilerdendir.

Tarihi olayların hepsi gaybidir. Benzeri yaşanmaz ve yaşamayanlar onu bilirler ama müşahede edemezler. Mesela, Van Gölü şu kadar metrekarelik bir göldür desek, bugün istersek gidip görebilir ve onu müşahede edebiliriz. Ama İstanbul’un fethini görmemiz mümkün değildir. O bir defa oldu ve geçti. Bir daha fethedilse bile benzer bile olamayacaktır.

Buradaki harfi tarif istiğrak için olabilir, cins için olabilir. “Gayb” müfret “Enba” ise çoğul olduğuna göre buradaki gayb belli gaybin enbaıdır, tarihi gaybın enbaıdır. Bizim için gaybdır, başkaları için gayb değildir.

نُوحِيهَا إِلَيْكَ

NUvXIyHAv EiLaYKa

“Sana onu vahyediyoruz”

“Nuallimüke” denmiyor da “Nûhîhâ İleyke” deniyor.

Talim etmek ile vahyetmek arasında ne fark vardır?

Burada iki kelime birlikte getirilmiştir. Biz sana vahyediyoruz, daha önce bilmiyordun, şimdi öğrendin demektir. O halde vahiy talimlerden biridir. Siz bir şey söylersiniz, bırakır gidersiniz, onun anladığına bakmazsınız. Tek taraflı bildirmedir. Öğretmenin sınıfta anlatması vahiydir.

“Sana vahyediyoruz” diyerek, Kur’an’ın ilk vahyini alanın Hazreti Muhammed aleyhisselâm olduğunu belirtmiş olduğu gibi her okuyucuya yani sana da vahyediyoruz, doğrudan sen anlamaya çalış demektir. Başkalarının bilgilerinden yararlan ama başkalarının bilgileri senin bilgine dönüşüyorsa onu dinle demektir. Size değil doğrudan sana vahyolunmaktadır demektir.

مَا كُنْتَ تَعْلَمُهَا

MAv KüNTa TaGLaMuHAv

“Sen onları bilmiyordun”

Gayb haberlerini bilmek zaten mümkün değildir. Tarihi kaynaklardan öğrenilir. Bir kimse matematiği kendisi de öğrenebilir. Ama tarih aklî olarak bilinmez, ancak naklî olarak bilinir. Bazı şeyler vardır ki aklî değil naklîdir. Mesela iki kişi arasındaki anlaşma aklî değildir, naklîdir. Bazı şeyler vardır ki onların da naklî olarak kabul edilmesi caiz değildir. Kur’an’ın kendisi naklîdir ama onun yorumu aklîdir.

Kur’an’ın lafızları ve lafızların delalet ettiği lugavi manaları, dil kuralları naklîdir. Ancak o dil erbabının size nakletmesi ile onları öğrenmek mümkündür. Ama o kuralları ve lügati kullanmak yani Kur’an’ın yorumu naklî değil aklîdir.

Kimileri dili de aklî yapıyorlar, kimileri yorumu da naklî yapıyorlar. Hataları bunlardır. Dil lügati ile kuralları ile naklîdir ama onun yorumu aklîdir. Araplar yer ve gök diye bulundukları yeri ikiye ayırırlar, arz ve sema; bu naklîdir. Bu kelimeler hakiki ve mecazi, sarih ve kinaye olarak kullanılır. Bu da nakli kuraldır. Semavatı yedi tabaka olarak tesviye ettiklerini söylediği zaman yedi tekrar yedi kalmak üzere siz onların sınırını nakille değil akılla çizersiniz.

Demek ki ilim akla dayansa da sonunda kendisi aklîdir. Vahiy ise doğrudan nakilden ibarettir. Vahyedilen ile vahyeden arasında zorunlu bir şey yoktur.

أَنْتَ وَلَا قَوْمُكَ

EaNTa Va LAv QaVMuKa

“Ne sen ve ne kavmin”

Aynı dili konuşan ve konuşma ilişkilerini sürdüren topluluklara “kavm” denmektedir. Bir şey o dilde biliniyorsa sen bilmesen de topluluk onu bilir.

On kişilik topluluk düşünün. Bunlar mühendis, doktor, avukat, ziraatçı, hâsılı değişik meslektekiler bir araya geldiler ve birlikte yaşıyorlar. Bunların mesleklerinden birbirlerinin haberi yoktur. Bunların bilgileri topluluğun bilgisi değildir. Kişilerin bilgisidir. Diyelim ki topluluğun başkanı biliyor. Bu topluluğun bilgisidir. İçlerinden birinin bilmesi anlamındadır. Onun için o topluluktur. Asıl topluluğun her ferdi diğerlerinin ne bildiklerini biliyorsa o topluluğun bilgisidir.

Aynı dili konuşanlar bilgili olmasa bile bil-kuvve o dilde yazılmış bilgileri herkes biliyor kabul edebiliriz. O halde topluluğun ilmini böyle tarif edebiliriz. Eğer bir şeyi bildiğimi topluluğun diğer fertleri de biliyorsa, o bilgim topluluğun bilgisidir. Yani bildiklerimi onlar bilmiyor ama benim bildiğimi biliyorlar.

Öyle bir araştırma hizmeti oluşturmalıyız ki benim bir sorunum olduğu zaman onu bileni bilip ona ulaşmalıyım. Bu 25 genel hizmetten biridir. Araştırma hizmetidir. Bir sorunum olduğu zaman ben semtimdeki araştırma hizmetlisine sorarım. O ilçedeki araştırma sorumluma sorarım, o bana iletir. Bilmiyorsa, bölgedeki ihtisas sorumlusuna sorar. O da bilmiyorsa, kıta merkezlerindeki otoritelere sorar. Onlar da bilmiyorsa, diğer araştırma otoritelerine sorar. Bilmiyorlarsa, araştırmaya alınarak ilmin araştırma konusu olur.

Burada üzerinde durduğumuz husus kişinin bilmesi ile topluluğun bilmesini açıklamadır. Topluluğun bildikleri fertlerin bildikleridir. Bir şartla, öyle bir bilginin kimileri tarafından bilinmiş olması şartı ile.

Önce bilgileri tasnif etmeliyiz. Her bilgiye bir kod vermeliyiz. O bilgiyi tanımlamalı ve muhtevasını belirtmeliyiz. Bu şimdi bir değer olmuştur. Kimde bu varsa borçludur. Muhasebede öyle görünür. Topluluk ona sonra çok kolay yol açacaktır. Bu sorunu bilenlerin listesi çıkacak, sorunu olan onlardan birine çözdürecektir.

Bugün devlet ve büyük firmalar kendilerinin hesaplarını tutup halkı ezme gücünü elde ediyorlar. Biz de kooperatifte bu tür bilgileri bilgisayara geçireceğiz. İsteyen istediği bilgiye kolaylıkla ulaşmalıdır. Kavmin bilgisini böylece tanımlamış oluyoruz.

مِنْ قَبْلِ هَذَا

MiN QaBLu HaÜAv

“Bundan önce”

Burada önemli olan husus bundan sonra kavmi de kendisi de öğrenecek, artık bilgi topluluğun olacaktır. Bilgiler tasnif edilip nerede neyin olduğu bilindiğinde o topluluğun ve o kişinin bilgisi hâline gelir.

Burada başka bir şeye de işaret etmemiz gerekir. O da ilimler Kur’an’daki kelimelerle ve Kur’an’daki köklerden ve Kur’an’daki kurallarla türetilmelidir. Ona göre tasnif edilmelidir. Bizim sekizyüzlümüz ve 25’li bilgi tasnifleri kullanılmalıdır.

Ben bir şeyi öğrendiğim zaman eğer o daha önce biliniyorsa, o kavmin bildikleri arasındadır demektir. Ama ben öğrendiğim halde kavmim bilmiyorsa onu muhasebeye girmeliyim, ondan sonra o artık kavmin bilgisi olur.

فَاصْبِرْ

FaÖBiR

“Sabret”

“Fa” harfi getirerek sabret deniyor.

Bilgi edindikten sonra sabret.

Ne demek sabret?

Siz bir bakkal açarsınız. Halkın ihtiyacı olan malları getirirsiniz. Satılığa koyarsınız.

Sonra size düşen nedir?

Sabretmek!

Müşteri gelirse satarsınız, gelmezse oturursunuz.

Biz kooperatifi kuracağız. Taşınmazları alacağız. Projeleri yapacağız. Gelen olursa işleteceğiz. Gelmeyen olursa sabredeceğiz.

İstanbul Akevler yirmi senedir sabrediyor. Biz “Adil Kur’an Düzeni” çalışmalarına devam edeceğiz. Gerek ilmî gerekse fiilî çalışmalarımıza ara vermeyeceğiz. Ama kimler katılır, kimler katılmaz, iş olur veya olmaz; olmazsa, orası bize ait değil O’na aittir.

Yarın yüz daireli apartmanlar yapıldığı halde insanlar oraya taşınmayabilir. Hazreti Nuh’un oğlu gibi ma’zellerden olabilirler. O sorun bizim sorunumuz olmayacaktır.

إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ (49)

EinNa elGaQıBaTMu Li eLMutTaQIyNa

“Akıbet muttakilerindir.”

“Vıka” kulübedir. Dağda canavarlardan ve fırtınadan korunmak için taştan ördükleri duvarlardır.

“İttika etmek” demek o kulübeye girmek demektir. Sonra şeriat kulübesine girip orada korunmaya ittika etme denmektedir.

Bizim için ittika yüz lojmanlı apartmanlara girme anlamındadır. Yani bize temsil yollu gösteriyor, kim yüz lojmanlı apartmana taşınırsa o ittika emiş olur ve o kurtulur.

Medine’ye hicret eden kurtuldu.

Siz de yüz lojmanlı nur evine hicret edeceksiniz.

Sizin akıbetiniz de orada iyi olacaktır.

 

 


HUD SÛRESİ TEFSİRİ(11.SÛRE)
1-1 VE 3.AYETLER
1476 Okunma
2-4 VE 6.AYETLER
1386 Okunma
3-7 VE 9.AYETLER
1447 Okunma
4-9 VE 12.AYETLER
1779 Okunma
5-13 VE 16.AYETLER
1296 Okunma
6-17 VE 22.AYETLER
1346 Okunma
7-23 VE 24.AYETLER
1357 Okunma
8-25 VE 27.AYETLER
1379 Okunma
9-28 VE 31.AYETLER
1490 Okunma
10-32 VE 36.AYETLER
1401 Okunma
11-37 VE 40.AYETLER
1387 Okunma
12-41 VE 44.AYETLER
1487 Okunma
13-45 VE 47.AYETLER
2146 Okunma
14-48 VE 49.AYETLER
1410 Okunma
15-50 VE 52.AYETLER
1436 Okunma
16-53 VE 57.AYETLER
1356 Okunma
17-58 VE 60.AYETLER
1405 Okunma
18-61 VE 63.AYETLER
1377 Okunma
19-64 VE 68.AYETLER
1717 Okunma
20-69 VE 73.AYETLER
1832 Okunma
21-74 VE 78.AYETLER
1519 Okunma
22-79 VE 83.AYETLER
1612 Okunma
23-84 VE 86.AYETLER
1385 Okunma
24-87 VE 89.AYETLER
1468 Okunma
25-90 VE 95.AYETLER
1291 Okunma
26-96 VE 101.AYETLER
1511 Okunma
27-102 VE 108.AYETLER
1536 Okunma
28-109 VE 113.AYETLER
1606 Okunma
29-114 VE 116.AYETLER
1501 Okunma
30-117 VE 119.AYETLER
1319 Okunma
31-120 VE 123.AYETLER
1377 Okunma

© 2024 - Akevler