HÛD SÛRESİ - 7. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
***
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَخْبَتُوا إِلَى رَبِّهِمْ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (23) مَثَلُ الْفَرِيقَيْنِ كَالْأَعْمَى وَالْأَصَمِّ وَالْبَصِيرِ وَالسَّمِيعِ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (24)
***
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَخْبَتُوا إِلَى رَبِّهِمْ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (23)
EinNa elLaÜIyNa EAvMaNUv Va GaMiLUv elÖAvLıXAvTı va iPBaTUv EiLAv RabBıHıM EuLAİKa EaÖXavBu eLCanNaTı HuM FIyHAv PAvLıDUvNa
“İman etmiş ve salih amel etmiş ve rablerine ihbât etmiş kimseler ise; onlar cennet ashabıdır, onlar orada haliddirler.”
Bu sûreler üçlü sûrelerdir. Bu sûrenin kendisi de üç bölümden oluşur.
a) Sûrenin ilk kısmında insan ve kâinat anlatılmaktadır. Kâinatın insan için var edildiğine işaret edip insanın yeryüzündeki görevleri ve o görevleri öğreten Kur’an takdim edilmekte, Hazreti Musa’nın kitabı şahit olarak gösterilmektedir.
b) Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. İbrahim ve Hz. Lut, Hz. Şuayb ve Hz. Musa’nın kıssaları anlatılmaktadır. Bunlar şeriatçı peygamberlerdir. Burada Hazreti İsa’dan bahsedilmemektedir, çünkü bu sûreler şeriat düzenini tesis etme amacındadır.
c) Üçüncü bölümde ise bu kıssalar değerlendirilmektedir, şeriatımız anlatılmaktadır. Bu bölümde de yine Hz. Musa’nın kitabından söz edilmektedir. Hz. Musa sûrenin üç bölümünde de yer almaktadır. Çünkü Kur’an şeriat kitabıdır. Kur’an tarikatı da içermektedir ama Kur’an’ın muhatapları tarikat ehli değildir, şeriat ehlidir. Yönetim insanların ahlâk ve ibadetlerine karışmaz. Onların hesapları âhirettedir.
Birinci bölüm de dört alt bölümden oluşmaktadır.
1) Müminlere Kur’an’ı İnsanlığa Ulaştırma Görevi Veriliyor
Allah insanı yaratmayı murat etmiştir. Allah insanı topluluk içinde hür yaşayacak şekilde yaratmıştır. Topluluk vardır ama kişilerin de kişiliği korunmuştur. Kişi topluluğa karşı görevleri yapmak için özgür yapılmıştır. Diğer canlıların görevleri ve hakları genlerinde yazılıdır, doğuştan ne yapacaklarını bilmektedirler. Bu sebepledir ki onların bir türünde evrim yoktur. Oysa insan kendi düzenini kendisi oluşturmaktadır. Dolayısıyla uygarlaşma mümkün olmaktadır. İnsanlara kitap gönderilerek insan eğitilmiş, sonunda bütün kitapların esaslarını içeren Kur’an gönderilmiş, böylece vahiy döneminden içtihat dönemine geçilmiştir.
2) İnsanın Yapısı Anlatılıyor
İnsanların içinde görevli kılınanlar vardır. Bunlar Kur’an’dan önce Cebrail’den vahiy alırlardı. Vahiy alan peygamberler halka hak ve görevlerini tebliğ ederlerdi. Kur’an’a kadar bu böyle devam etti. Böylece uygarlaşan ve 15 yaşına ulaşan insanlık artık vahiy ile değil de içtihatlar ve icmalarla yaşayacaktır. İşte, Mekke sûreleri bize vahiy döneminden içtihat dönemine geçme dönemini anlatmaktadır. Kur’an’dan önceki peygamberlerin görevleri artık ilim adamlarına verilmiştir. Onlar içtihat yapacak ve onların içtihatları ile amel edilecektir. İnsanlıkta uygarlaşmalar artık ilim adamlarının cihadı ile gerçekleşecektir. Bu ilim adamlarının yapacakları tebliğlerde nelerin anlatılacağı bu bölümde anlatılmaktadır.
3) Müminlerin Durumları Anlatılıyor
İnsanın yapısı anlatıldıktan sonra, tebliğ yapan müminlerin durumları, onların karşılaştırmaları, olaylar anlatılarak müminler bilinçli hâle getirilmektedir. Bugün biz elde ettiğimiz ilimlerle içtihat yapmakta, insanlığı buna davet etmekteyiz. Acaba bunu nasıl kabul ettireceğiz, nasıl anlatacağız? Bu hususta birinci dönemi geçirdik. Kooperatif kurduk, cemaat oluşturduk, parti kurduk, “Adil Kur’an Düzeni” çalışmalarını yaptık ve bugünkü duruma geldik. Ortaklarımız “lehv”i görünce bizi mihrapta tek başımıza bıraktılar ama tekrar geri gelecekler. Allah’ın nuru tamamlanacak, “Adil Kur’an Düzeni” gelecektir.
4) Mümin - Zalim Anlatılıyor
Uygarlığın gerçekleşmesi için iki hizip oluşturulmuştur. Biri Allah’ın hizbidir. Bunlar insanlığı uygarlığa doğru götürmektedirler. Bir kısmı ise mikroplar gibidir. Uygarlaşmaya götürenler yaşlanırsa, hasta olursa, bozulursa, bunlar devreye girerek onları ortadan kaldırırlar. Onun yerine yenileri gelir, sağlıklı olanlar gelir, böylece uygarlaşma mümkün olur.
Buradaki son iki âyet bu anlatılanların özetidir. İki fırka anlatılmaktadır. Denge düzeni anlatılmaktadır.
Bu âyetlerde iman ile zulüm karşılaştırılmaktadır.
Mevcut olan düzeni anlayabilmek için Biyoloji ilmindeki dengeyi iyi kavramak gerekir. Canlı demek kendi kendine çoğalan varlık demektir. Hücre bölünür, olgunlaşır, tekrar bölünür. Eşleşmeden bölünen hücrelerde zamanla arızalanan parçalar yeni hücrelere de geçer. Sağlam hücrelerin oluşması için çiftleşme meydana gelir. Hücre yenilenir. Ne var ki sağlam hücrelere yer açmak gerekir. İşte bu görevi yüklenen ikinci tip hücreler meydana gelir. Bunlara yok edici hücreler deriz. Diğer taraftan yapıcı hücreler vardır. Demek ki canlılar âleminde denge yapıcı hücreler ile yok edici hücreler dengesidir. Ölü bedenler çürütülüyor ki yeni bedenlere yer açılsın.
Canlılardaki bu çatışma canlı ilk yaratıldığı günden beri sürmektedir. Bu sayede hem uygarlaşma meydana gelmekte hem de sayıları dengede kalmaktadır. Canlılarda bu denge türler arasında çatışma ile sağlanmaktadır. İnsanlarda ise bu çatışma fırkalar arasında sağlanmaktadır.
Burada iman etmiş ve salih amel işlemiş kimselere üçüncü bir özellik eklenmektedir; hubut etmiş olanlar. Bu kelime Kur’an’da üç defa geçmektedir. Biri burada Mekke sûresinde, ikisi de Medine sûrelerinde hacda geçmektedir.
وَلِكُلِّ أُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهِيمَةِ الْأَنْعَامِ فَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَلَهُ أَسْلِمُوا وَبَشِّرِ الْمُخْبِتِينَ (34)
“Her ümmetin enamın behimesinden rızıklandırdığımız üzerine Allah’ın ismini zikretsinler diye bir menseki vardır. İlahınız birdir. O’na islâm olun ve muhbitleri tebşir et.”
Burada “islâm” ile “hubut” bir arada zikredilmiştir. Muhbitleri tebşir et diyerek islâmla hubutun İslâm içinde bir özellik olduğuna işaret etmektedir.
Üretilen mallar üzerine etiketler yapıştırılacaktır. Her işletmenin veya işletmeler birliğinin birer menseki yani sözleşmesi olacaktır. Mallar piyasaya etiketleri ile sürülecektir. Ne var ki bütün ürünler tüm insanlığın olacaktır. Piyasaya arz edileceklerdir. Ona islâm edin yani onun barış düzeni içine giriniz. Bu da topluluğun kurallarına uyma şeklindedir. Hakemlerin kararını kabul etme demektir.
Muhbit olanları tebşir etmek demek, kurallara uyarak iş yapmak demektir. İttika, kuralların dışına çıkmama, yasakları yapmama anlamındadır. Hubut etme demek, kurallara uyarak iş yapma demektir.
وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِهِ فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ وَإِنَّ اللَّهَ لَهَادِ الَّذِينَ آمَنُوا إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (54)
“Ve kendilerine ilim verilenler onun rablerinden hak olduğunu bilsinler de ona iman etsinler ve böylece kalpleri ona ihbât etsin ve Allah iman etmiş olanları müstakim sırata hadidir.”
Burada var olan “LeHu”daki zamir Kur’an’a gitmektedir. O halde insan beyni Kur’an’a hubut edecektir. İnsan mantığı Kur’an dünyasına girecek ve artık o alanda faaliyet gösterecektir. Bir bilgisayarda Kur’an’a ait web sitesine girecek ve artık o alanda düşünmeye başlayacak. Beyni oradaki verilere dayanacaktır. http://www.akevler.org sitesini geliştiriyoruz. Gittikçe daha da geliştireceğiz. Her kooperatif için hazırlayacağınız sitelerde linkler verilerek bir “siteler birliği” oluşturulacaktır.
Kalplerin yani insanların beyinleri artık Kur’an alanı içinde faaliyet gösterecektir.
Şimdi bu bilgilerden sonra iman edecek, salih amel edecek ve beyinler ona hubut edecektir. İman edip salih amel edenlerin Kur’an’ı benimsemeleri gerekmez. Ama Adil Düzen uygarlığını beyinleri Kur’an alanına girmiş olanlar kuracaklardır.
Bu âyette özel olarak Adil Düzen çalışanları cennetle müjdelenmektedir.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا
EinNa elLaÜIyNa EAvMaNUv
“İman etmiş olan kimseler”
Yeryüzü insanlar için var edilmiştir. İnsanlar kavimlere/ülkelere, illere, bucaklara bölünmüşlerdir. Her bucak bir hukuk ünitesi hâlindedir. Hukuk düzenine uymayanları yola getirmek için ilde iç güvenliği sağlayanlar bir örgüt kurmuşlardır. Ülkede de silahlı güçler oluşturmaktadır. Yeryüzü şöyle kurulmuştur.
Halkın dört çeşit dayanışma ortaklıkları vardır; ilmî, ahlakî, iktisadî, siyasî dayanışma.
İlmî dayanışma ortaklıkları içtihatları ile topluluğun oluşması ve gelişmesi için gerekli kuralları koyar, şeriatlarını oluştururlar. Böylece değişik bucaklar değişik şeriatlarını oluştururlar. Halk istedikleri bucaklarda yaşar. Böylece “ekseriyet demokrasisi” yerine “hicret demokrasisi” ortaya çıkar.
Halk bunun dışında meslekî dayanışma ortaklıklarını kurar. Yapılan sözleşmelere göre çalışırlar ve yaşarlar. Herkes kendi yorumları ile iş yapar. Yasaların resmî yorumu yoktur. Herkes kendisi yorumlar veya istediği kimseye yorumlatır ve ona göre iş yapar. Meslekî dayanışma sorumluları güvenceli yorum yapabilir. Yorum yanlış yapılır ve zarar doğarsa, hakemler de mahkûm ederlerse, bunu dayanışma ortaklığı tazmin eder.
Uygulamada farklı içtihatlar doğarsa bunlar yargılamaya giderler. Bu yargı da hakemlerden oluşur. Hakemler ahlâkî dayanışma ortaklıklarının tezkiyeleri ile hükmeder. Böylece yorumlar arasındaki ihtilaflar yargılamadan sonra hakemler tarafından çözülür ve herkes kendi isteği ile yargı kararlarına uyar. Yargı kararlarına uymayanları da yönetim silahlı güçle uyar hâle getirir.
İşte…
İman etmiş kimseler demek bu düzeni kurmuş topluluklar demektir. Yani güvenlik sağlanmıştır. Kiminle kim arasında güvenlik sağlanmıştır? Yöneticiler ile halk arasında güvenlik sağlanmıştır. Halk yönetime asker verir, vergi verir, yönetim de güvenliği sağlar. Halk askerlere sosyal güvenliği sağlar, askerler de halka genel güvenliği sağlar.
“Âmenû” fiili “bi” ile, “li” ile gelirse veya meful alırsa manaları başkadır.
Mücerret olursa manası halk ile yöneticiler arasında sağlanan karşılıklı güvenliktir.
Biz burada bu manayı veriyoruz.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
Va GaMiLUv elÖAvLıXAvTı
“Ve salihatı amel ederse”
“Salihat” dişi kurallı gelmiştir.
Herkes serbestçe kendisi amel edecektir. İradesini kullanacak, özgür olacak ama öyle işler yapılacak ki sonunda ortak ürün ortaya çıkacak. Genel ve sosyal güvenlik yeterli değildir. Halkın işsiz olmaması ve amel-i salih işlemesi gerekir. Çalışmadan yaşamak mümkün değildir. Birlikte çalışılacak ve ortak üretim yapılacak. Bu da şeriata göre hareket etmektir, kurallara göre iş yapmaktır. Bir de plan ve projeye göre iş yapmaktır.
“Salihat” kelimesi plan ve projeyi içerdiği gibi ortak işletmeleri de içerir.
Evet, işletmeler kurulacak ve işletmelerin dört çift ortaklığı olacaktır:
1) Yapı ve altyapı.
2) Üretici emek ve bakım emeği.
3) Ham madde ve yardımcı madde.
4) Genel hizmet ve kamu görevi.
Bunların her biri ayrı ayrı ortaklardır.
Dört çift ortaklık bir araya gelerek işletme ortaklığını kurarlar. Böylece salihatı amel etmiş olurlar. Kamu güvenliği imandır, salihatı amel çalışmadır.
وَأَخْبَتُوا إِلَى رَبِّهِمْ
Va iPBaTUv EiLAv RabBıHıM
“Ve Rablerine ihbât ederler”
“Habt” kelimesi geniş düzlüktür. Otlağın yayılımıdır. Hayvanlar veya insanlar oraya yerleştikleri zaman bir başka yerden bir şey almazlarsa da yaşayabilirler. Hayvanları beslerler, sebzeleri yetiştirirler, ormanları var. Tüm yiyeceklerini, giyeceklerini, barınacaklarını ve araçları kendileri üretirler.
Benim Artvin, Borçka, Camili bucağım İkinci Cihan Savaşı yıllarında böyle yaşadı, ben de onların arasında o yıllarımı geçirdim. Tuzdan başka dışarıdan ithal ettiğimiz bir şey yoktu, onu tedarik etmek için de armudu Ardahan’a götürüp satar ve kaya tuzu getirirlerdi.
Dr. Hilmi Altın bu bucak üzerine doktora tezi hazırladı. Üniversite onu değiştirdi ve basit bir çalışmaya doktora ünvanı verdi. Hilmi Altın o çalışmayı hâlâ tamamlamadı. Oysa o bucağı ele alıp incelemek; işte bu çalışma bir habt alanının ne olduğunu öğrenmek demektir.
Bu durumda “Rablerine hubut ederler”in manası, artık Rablerinin düzenine girerler ve dışarıdan bir şey talep etmezler demektir.
Evet, Avrupa (AB) sokaklarında dilenmezler demektir.
Kur’an’ın bu sûrelerde öğrettikleri ile çalışmayı ve yaşamayı sürdürürler demektir.
Devletlerin yaşamında çok önemli sistem çatışması vardır. İthalat ve ihracata dayalı bir ekonomi insanlık için salihatı ameldir. Biz üretiriz Amerika’dakiler tüketirler, onlar üretir biz tüketiriz. Bu sebeple açık ekonomi çok kârlı bir şeydir. Bununla beraber savaş zamanlarında ithalat ve ihracat yapılamadığı için bu tür devletler yıkılıp giderler. Bu sebepledir ki birçok devletler kapalı ekonomiyi tercih ederler, yerli malı kullanma reklamına girerler. CHP bu sistemi uyguladı. DP ise açık ekonomiye yöneldi, Özal bunu zirveye çıkardı.
“Adil Kur’an Düzeni”nde ise öyle bir ekonomi düzenini kurmalıyız ki savaşta kendi kendimize yetmeliyiz. Dolayısıyla ithalat ve ihracat olmaksızın nasıl yaşayabileceksek ona göre planlama yapıp o işletmeleri yaşatmalıyız. Ne var ki barış zamanlarında bunu asgari tutmalıyız. İthalat ve ihracat işletmeleri ile zenginleşmeliyiz. Savaş günleri gelince de sıkıntılı olsa da kendi kendimize yetmeli ve kendi kendimize yaşamalıyız.
Buradaki bu salihatı amel bu durumu içermektedir. Devletler ulusal olduğuna göre devlet içinde salihatı amel edeceğiz. Uluslar insanlığın bir parçası olduğuna göre insanlık içinde de salihatı işlemeliyiz. Rablerine hubut etme emri bunu içermektedir.
Peki, “Adil Kur’an Düzeni” yani “Adil Ekonomik Düzen” bunu nasıl başaracaktır?
Asgari miktarları yerli üretip kalanı barış zamanında ihracat ve ithalata nasıl dayandıracağız? Bunu “çalışana kredi sistemi” ile yaparız. Bir malın kredileşme fiyatlarını önce yüksek tutarız. Belli miktarda korumak istediğimiz malları üretenlere yüksek kredi veririz. Faizsiz olarak verilen bu kredi üretici için cazip olur. Üretici bunu alır, bir kısmı ile o az miktarda olan malı üretir, kalan ile kârlı selem senetlerini alır. Kredisi az olan senetlerin üreticisi az olacağı için mevsimi gelince pahalanmış olur, böylece oradan kâr etmiş olur.
Bunu başka türlü şöyle ifade edebiliriz. Bir malın gelecekteki değeri bugünkü değerinden daima azdır. Bu fark faiz farkıdır. Ortaklık ekonomisinde faiz farkı sermayeye değil de üretime aktarılmış ve üretim onunla dengelenmiş olur.
أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ
EuLAİKa EaÖXavBu eLCanNaTı
“İşte bunlar cennet ashabıdır”
“Ülâike” ile burada işaret edilen iman etmiş, salihatı amel etmiş ve Rablerine hubut etmiş kimseler demektir. Allah insanları yarattı. Onlar için var ettiği semavat ve arzda onları götürüp bıraktı ve onlara dedi ki; haydi Rabbinize geri dönün! Onlar da şimdi Rablerine doğru koşuşmaktadırlar. Rablerine yaklaştıkları zaman cennete varmış olacaklardır. Yukarıda sayılan vasıfları taşıyanlar, işte onlar Rablerine rücuda yol alanlardır.
Kur’an’da hep eş kelimeler kullanılır. “Ashab” kelimesi ile “ehl” kelimesi kullanılır. Bunlara “cennet ehlidir” denmiyor da “cennet ashabıdır” diyor. Kur’an’da geçen bu kelimeler arasındaki farkları devamlı aklımızda tutup ona göre Kur’an’ı anlamalıyız. Kur’an’ı yorumları ile okurken her yeni geçişinde hatırlamalıyız. Kur’an’ın kelimelerini tasnif edip önce ikili ikili eşleştirmeliyiz. Sonra tekrar bu ikilileri eşleştirmeli ve dörtlü gruplar oluşturmalıyız.
Ruhu’l-Kur’an Çalışmaları bu çalışmalardır. Bu çalışmaları Lütfi Hocaoğlu yönetmekte ve Tayibet Erzen tüm çalışmaların tamamına katılmaktadır. Leyla Okta ile Emine Hocaoğlu da fırsat buldukça katılmaktadırlar. Bu çalışmalara katılanlar çoğalmalı, Lütfi Hocaoğlu’ndan bir görev alıp bu çalışmalara tüm Adil Düzen Çalışanları katılmadır. Şimdi ben mausa basınca “ehl” ile “ashab” arasındaki farkı bulmalıyım.
Kur’an’da “cennet ehli” kelimesi geçmemektedir. Bir yerde “nâr ehli” denmektedir. Ehl olmak ona sahip olmak demektir. Ehli karye, ehli kitap olarak geçmektedir. Ashab ise sahabe, arkadaş demektir, birlikte olma demektir.
İnsanlar sosyal varlıklardır, tek başlarına yaşayamazlar. Eşler gece gündüz beraber olmak ister. Küçük çocuklar annelerinden ayrıldıkları zaman en büyük sıkıntıları duyarlar. İnsanlar da arkadaşlarıyla beraber yaşarlar. Cennetin en büyük nimeti de arkadaşlık olacaktır. İnsanlar diğer insanlarla beraber olunca büyük zevk duyarlar.
Bizim “Yüz Lojmanlı İşyeri Apartman Projesi” bu sohbeti sağlayacaktır, ashabı beyt olacaklardır. Çalıştıkları zaman çocukluktan beri birlikte onlarla çalışacaklar, torunlar dedeleri ile işe başlayacaklar. Sonra işletme kuracaklar, sonra torunları ile hayatlarını bitireceklerdir. Sohbet ihtiyacını giderdiği için torunlarla dedeleri ve nineleri arasında büyük sevgi oluşacaktır. Aynı semtte (köyde, sokakta, yüz lojmanlı apartmanlarda) birlikte doğup büyüme, birlikte çalışıp yaşama ve onların içinde ölme insan için huzur kaynağıdır.
Cennette de cennetin ashabı olacaklar yani cennetin kardeşleri olacaklardır. Orada birlikte yaşama saadetlerini tamamlayacaklardır.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (23)
HuM FIyHAv PAvLıDUvNa
“Onlar orada haliddirler.”
Bakınız, burada “halid” kelimesi var, bir de “ebed” kelimesi vardır. Âhiret hayatı için ikisi birden geçmekte, bazı yerlerde ikisi birden geçmemektedir. Âhirette ölümün olmadığı da açıkça ifade edilmiştir.
“Huld” parçalanmayan sert kaya demektir. Huld, yağmurun ve karın yıpratıp parçalayamadığı kayalardır. Ölümsüz olmak için kullanılmaya başlanmıştır.
“Badiye” çöl demektir. Sonu görünmeyen boş saha demektir. “Ebeden” sonu olmayan veya başı olmayan anlamında kullanılmıştır. Zaman içinde sonu olmayanlara “ebed” denir.
“Beda” çöl demektir. “Bede” başlangıç demektir. “Ebed” (EaBaD) başlangıcı ve sonu, bidayeti ve nihayeti olmayan demektir.
Kur’an’da “halidîyne fîyha ebeden” olarak geçmektedir, bir yerde “makisine fîyha ebeden” olarak geçmektedir. Cennette kalır, orada kalmak demektir, kesintisiz kalma demektir. Sadece “haliddirler” kelimesi de geçmektedir.
“Ebed” kelimesi “halid” kelimesi ile beraber geçmektedir. Bir yerde “makis” geçmektedir. Demek ki “makis” kelimesi “halid” kelimesine yakın mana taşımaktadır.
İslâm düzenine karşı olan grubun nâr azabına uğrayacakları söylenmiştir ama burada orada halid kalacakları söylenmemiş, cennet ashabı için halid söylenmiştir.
Bugün insanlar Kur’an’ı ve diğer ilâhi kitapları bir kenara atıp kendi zalim dünyalarında yaşamak istemektedirler. Kur’an’a inandıklarını söyleyenler Kur’an’a değil bâtıl düzene inanmakta, onlardan korkmakta, onlardan medet ummaktadırlar.
Adil Kur’an Düzeni Çalışanları ise Allah’ın azabından korkmaktadırlar ve Allah’a sığınmışlardır. Er geç öleceğiz. Bir gün önce veya bir gün sonra ölmüşüz ne fark eder. Ben ölümden korkmuyorum, nasılsa öleceğim, o halde neden korkayım?
Evet, müminler zulmetmekten korkarlar ama ölümden korkmazlar.
مَثَلُ الْفَرِيقَيْنِ كَالْأَعْمَى وَالْأَصَمِّ وَالْبَصِيرِ وَالسَّمِيعِ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا أَفَلَا تَذَكَّرُونَ(24)
MAÇaLu eLFaRıQaYnı KaelEaGMAy Va elEaÖAmMı Ve eLBaÖIyRı Va esSaMIyGı Hal YaSTaVıYAvNı MaÇaLan EaFaLAv TaÜakKaRUNa
“İki fırkanın misali, âmâ ve e’sam ile basir ve semi’ olan gibidir. Bunlar mesel olarak istiva eder mi, tezekkür etmez misiniz?”
Burada iki fırkadan bahsetmektedir. Başka yerlerde şeytanın hizbinden ve Allah’ın hizbinden bahsetmektedir. Demek ki Allah’ın hizbinden olanlar da iki fırkaya ayrılmaktadır. Fırkalar birbirine düşman değiller, birbirleri ile savaşmamaktadırlar ama iki grupturlar. Birileri âmâ ve e’sam olanlar, diğerleri ise semi’ ve basir olanlardır.
Fatiha’da da bu iki gruptan bahsetmektedir. Biri mağdubun aleyh olanlar, dallin olanlar, diğerleri ise Allah’ın in’am ettiği müstakim sırat üzerinde olanlardır. Fatiha’da bahsedilen iki mağdubun aleyhimler şeytanın hizbidir. Mağdubun aleyh fırkadır. Dallin olanlar ise kör ve sağırlardır.
Bu sûrede bahsedilenler şeytanın hizbi olanlar değil, şeytanın hizbi olmadıkları halde Allah’ın söylediklerine kulak vermeyenlerdir, Kur’an’ın gösterdiği yolda yürümeyenlerdir. Doğrudan Allah’a isyan edip Tanrı yoktur, âhiret yoktur diyenler şeytanın hizbidirler. Allah’ın ve âhiretin varlığını sözde de olsa kabul edip de sonra Kur’an’ın söylediklerine kulak vermeyenler dalalette olanlardır; onlar da kör ve sağırdırlar.
Sûre buraya kadar bu iki fırkayı anlattı. Şimdi son karşılaştırma yapılmaktadır. Bundan sonra peygamberlerin kıssalarına başlayacaktır. Kıssalara geçmeden önce de basir olup semi’ olanlar ile kör ve sağır olanlar karşılaştırılmaktadır.
Burada hakiki manasıyla kör ve sağır ile hakiki manasıyla semi’ ve basir olanlar karşılaştırılmaktadır. Hanefiler bu âyete dayanarak, mecazi manasında kullanıldığında artık hakiki manasını kaybeder, demişlerdir.
Bu âyetteki durumu şöyle açıklayabiliriz. Bedenen kör olup ruhen görür olması mümkün müdür? Evet, mümkündür. Bunu abese ve tevellâ âyetinden biliyoruz. O halde ruhen kör olması bedenen kör olmasını gerektirmez, ruhu basir olan bedenen kör olabilir. Bir kelime mecazi manasında kullanıldı mı artık hakiki manasını kaybeder.
“Her mescide gittiğinizde ziynetinizi alın” dendiğinde, eğer giyinin manasını verirsek, artık ziynetlenin manasını veremeyiz.
Hakiki mana burada verilemez. Çünkü kör olanlar ferik değildirler. Yani birbirlerinden ayrılmamışlardır. Bedenen kör olanlar ferik değil gayrdırlar. Oysa insanlar önce birlikte yaratılmış, sonra ferik olmuşlardır.
Nitekim biz İzmir’de Akevler’i kurduğumuzda Allah’a inanmayıp Allah’ı inkâr eden zalimlerden kurtulmak için birlikte cephe kurmuş, birlikte cihada başlamıştık. Sonra karşı taraf bizi birbirimizden ayırmak için onlara yem sundu, maddi imkânlar sağladı, makamlar verdi. Onlar da bizden ayrıldılar. Böylece şimdi biz iki fırkayız.
Fırkanın bir kısmı bu seminerleri takip edip kendileri de yazı yazarak katkıda bulunanlardır, Adil Kur’an Düzeni çalışanlarıdır. Diğerleri ise “Adil Kur’an Düzeni”ne karşı cephe alıp zalim düzende kendilerine yer arayanlardır. Biz semi’ ve basir olarak Kur’an’da hubut etmiş bulunuyoruz. Onlar kör ve sağır olarak bâtıl vadilerde dolaşmaktadırlar.
Sermaye önce dünyayı Müslüman ve Hıristiyan olarak ikiye bölmüş, sonra bunları savaştırarak kendisi zenginleşmiş ve hükmetmiş, dinî savaşlarla dünyayı yönetmiştir. Müslümanlara Hıristiyanları kâfir göstermiş ve buna inandırmış, Hıristiyanlara da Müslümanları kâfir göstermiş ve buna inandırmıştır. Böylece belki bin sene süren bir dinler arası savaş sürüp gitmiştir. Bu konuda sermaye şeytanla bir olmuştur.
19. asrın sonunda sermaye Müslümanların yenildiğini sanmış ve artık Hıristiyanlara karşı direnemeyeceklerdir demiştir. Yani dinî savaşlarla dengeleri sürdüremeyeceğine karar vermiş ve başka bir bölücü araç kullanmak istemiştir. Bir defa her ikisi yani kapitalizm de sosyalizm de din düşmanlığında ittifak etmişlerdir. Biri “sosyalist” olmuş, biri “kapitalist” olmuş ve çatışma bunun üzerine devam etmiştir. Sermaye bu siyaseti ile “dinleri” ortadan kaldıracağını sanmış, yerine çatışma aracı “rejimleri” ikame etmek istemiştir.
İşte, bizim 1900’lerde başlayıp asrın sonuna kadar didiştiğimiz konu bu idi.
İnsanlar dinsizleşecek. Herkes sermayenin sahte parasına tapacak ve böylece dünyayı tek devlet olarak yönetecekti.
1950’ye kadar Türkiye’de CHP yönetiminde dinsizleştirilmeye başlandı ve sonunda dinsizleştirildi sanılmıştı. Artık Türkiye askerlerin elinden alınarak Demokrat Parti’ye verilecek ve böylece paraya tapan halk istediği gibi kullanılacaktı. Demokrat Parti bazı hatalar yaptı. Önce ona sadece altyapı yapması için borç verildi. O ise ülkeyi kalkındırdı ve tarım döneminden sanayi dönemine geçirdi. Bu da yetmedi. Dini faaliyetlerin üzerine yeteri kadar gitmedi. Halk serbestlikten yararlanarak tekrar eski dinine dönmeye başladı.
İşte, sermaye o zaman 1960 ihtilâlini yaptırdı ve Başbakan Adnan Menderes’i astırdı. Zannetti ki askerler dinsizlik yapacak, yeni başbakanlar artık Menderes’in yaptığı hataları yapmayacak, Türkiye’de sanayileşme duracak, Türkiye’de dindarlaşma duracak.
Askerler bu sefer Türkiye’ye çok partili demokrasiyi getirdiler ve komünistleri de Müslümanları da serbest bıraktılar. Sermaye dinleri yenemeyeceğini görüp anlayınca başka bir metoda başvurdu. Süleyman Demirel’i İslâm ahlâkının şampiyonu olarak destekledi! Bu şekilde İslâm düzenini yok etmeye koyuldu.
İşte o zaman Akevler karşısına çıktı ve İslâm düzenini yaşatma savaşı vermeye başladı. Necmettin Erbakan ve Fethullah Gülen’in katılması ile İslâm düzeni yeniden ortaya çıkmaya başladı. Sermaye bu sefer “Adil Kur’an Düzeni”ne yani İslâm düzenine karşı cemaatleri oluşturdu. Gülen Cemaati ile AK Parti’yi destekleyerek “Adil Kur’an Düzeni”ni önleyeceğini sandı. İşte şimdi bu sûre bu iki fırkayı anlatmaktadır. Semi’ ve basir olan Adil Kur’an Düzeni çalışanları ile bunlara karşı cephe almış a’sam ve âmâ olanlar kimlerdir.
Hassaten Saadet Partililer ile Ak Partililer fırkasıdır. Saadet Partisi’ndeki bir fırkanın hikâyesini de anlatmakta yarar görüyorum. Çünkü Saadet Partisi’ni Adil Düzen Partisi olarak gören gafiller vardır.
Saadet Partisi yani Refah Partisi’nin “Adil Düzen”i bırakması Erbakan’ın Tansu Çiller ile koalisyon yapması ile başlar. Erbakan “Adil Düzen”e ara vermek şartı ile koalisyon yaptı. Erbakan’ın bu hatasından dolayı bir yıl içinde koalisyon sona erdi.
Millî Görüş partileri aleyhinde dava açılıyor ve partiler kapatılıyor, ne var ki daha güçlü yeni parti kuruluyordu.
Oğuzhan’ın yanlış yorumu sonunda Millî Görüş “Adil Düzen”i bıraktı. Mahkeme kararında “Adil Düzen” diye bir şeyi icat ettiler ve lâikliğe aykırı düzen kurmaya çalıştılar diyerek partinin kapatma gerekçesinde bir cümle yer aldı. Burada “Adil Düzen” yasaklanmamış, tam tersine “Adil Düzen”in laikliğe aykırı yorumu gerekçe gösterilmiştir.
Varsayalım ki bu ifade “Adil Düzen”in yasaklığını ifade eden bir ifade olsun. Mahkeme kararlarındaki gerekçeler hüküm demek değildir. Yani orada geçen maddelere göre uygulama yapılamaz. Ancak karar maddesinde “Adil Düzen” kanunlara aykırıdır şeklinde hüküm bulunmalıdır.
Bu da yetmez, mahkeme kararları kanun değildir. Yargı yasama organı değildir. Kanunları yorumlama yetkisi sadece o olay içindir. Benzer olay ile karşılaşıldığı zaman yeniden muhakeme eder, kanunları yeniden yorumlar ve kararı ona göre verir. Bir saat önceki içtihadından vazgeçmiş olabilir. Eski karar devam eder, yeni karar da devam eder. Bu itibarla anayasa mahkemesinin “Adil Düzen” kanunlara aykırıdır diye bir karar alma yetkisi yoktur, bu olayda lâikliğe aykırıdır diye bir karar alma yetkisi vardır.
İşte, Oğuzhan partiye gelip ‘Adil Düzeni bırakalım yoksa kapanırız’ dedi. Üzüntü kaynağıdır ki Erbakan on sene Oğuzhan’ın bu yanlışına uydu ve parti uykuya daldı. Erbakan on sene sonra yeniden kendisine geldi ve “Adil Düzen”i yeniden canlandırma toplantıları yaptı. Ne var ki beni konuşturmak istedi, Oğuzhan ile Recai Kutan birleştiler ve Necmettin Erbakan’ın bu arzusuna mani oldular.
Demek ki şimdi bizden ayrılanlar vardır. Başlangıçta beraberdik ama şimdi bizden ayrılmışlar ve “Adil Kur’an Düzeni”ne, dolayısıyla Akevler’e cephe almışlardır. İzmir Akevler’deki arkadaşlar da onlarla bir olmuşlardır.
Ama Akevler varlığını sürdürmektedir.
İstanbul’da “Adil Kur’an Düzeni” yeniden canlanmaktadır.
İzmir’deki Akevler çalışmaları da yeniden canlanmaya başlamıştır.
Abdullah Gül ile R. T. Erdoğan’ın ayrılığa düşmesi ile Akevler dışlanmıştır.
Arif Ersoy, Gürsoy Erol, Kazım Erten, Sabri Tekir gibi kişileri 7 Haziran seçiminde refüze etmekle Akevler’i onlardan korumuştur.
Adil Kur’an Düzeni çalışanları henüz hazır değildirler.
Akevler İstanbul Kooperatifleri Çalışanları bu çalışmayı hızlandırmalıdırlar. Türkiye’de kooperatifleşmeleri sağlamalıdırlar. Bunun için bir “Kooperatifleri Kurma Merkezi” oluşturmalıyız. Kurulan kooperatifler buraya ortak olmalıdırlar. Onlara İşletme Ekonomisini öğretmeliyiz. Beş senelik eğitim kursları açmalıyız. İşletme ve Muhasebe Kitapları yazmalı ve istifadelerine sunmalıyız. Böylece Türkiye’de, hattâ dünyada “Yüz Ortaklı Semt Kooperatifleri” kurmalıyız...
O zaman bizden ayrılan fırkalar meydanı terk edip giderler.
مَثَلُ الْفَرِيقَيْنِ
MAÇaLu eLFaRıQaYNı
“İki fırkanın misali”
Buradaki “fırka” marifedir. Biri “Adil Kur’an Düzeni”ni kabul eden fırkadır. Diğeri de “Adil Kur’an Düzeni”nden ayrılmış fırkadır. Şimdi Gülen Cemaati’ne sorsanız, onlar fırkayı naciyedir, biz dâhil onların dışındakiler ise fırkayı dallindir. AK Partililere sorarsanız, onlar da aynı şeyi kendileri için söylerler. Süleyman Tunahan Cemaati de öyledir. Biz de benzer sözü söylüyoruz. Biz mi haklıyız onlar mı? Bu sorunu nasıl çözeceğiz?
Bu sorunun çözümü için belirlenmiş kriterler vardır.
a) Önce, Kur’an üzerinde çalışmaya kim devam ediyor, ona bakılır. Gülen Cemaati Risaleleri terk edip Gülen’in ehli tarik hamasetini dinlemekle yetinmektedir. Tunahan Cemaati klasik Arapçayı okutmayı bıraktı, tarikat zikirleri ile meşguller. Millî Görüşçüler Akevler’e karşı cephe aldılar, Erbakan’ın yaptığı çalışmayı terk ettiler, görüşmüyorlar bile.
b) “Adil Kur’an Düzeni”, İslâm düzeni üzerinde çalışan Akevler’den başka kimse yoktur. İslâm ahlâkı ve İslâm putları onları meşgul ediyor. Kur’an ve onun çağımızın ilimleriyle yorumu yerine, kişileri tanrılaştırma ve onları Yunanlıların tanrıları gibi savaştırmaya başlamışlardır. Bizde bir put yoktur. Kişilerin hepsi kuldur ve kullukta eşittirler. Kurtuluşu “Adil Kur’an Düzeni”nde değil de Erdoğan’da veya Gülen’de arayanlar, onlarda insanüstü güç görenler putperesttirler. Ben her ikisini çok yakından tanıyorum, tanışıyoruz.
c) Kur’an’a inanan kimse Kur’an’daki hakemler sistemine teslim olur. Bizim bu cemaatlerle bir çatışmamız yoktur. Olsa dahi hakemler kararına her zaman teslim olmaya hazırız. Demek ki hakemlik müessesesini kabul ettiğimiz için biz doğru yoldayız. Hakemlik sistemini kabul eden herkes bizim yanımızdadır, bizim feriktendir.
d) Kur’an diyor ki; siz onları seversiniz, onlar ise sizi sevmezler. Biz bu iki cemaati de seviyoruz. Her zaman her yerde onlarla beraber olmak istiyoruz. Onlar ise bizden hep kaçmaktadırlar.
Kur’an, şeytan düşmanınızdır diyor. biz de onu düşman yaptık diyor. Sonra da diyor ki; siz onları seversiniz, onlar sizi sevmez. Buradaki tearuzu ancak bugün çözmüş oluyorum. Şeytan hizbine düşman olacağız ama ehli dalalet olanları ise seveceğiz. Mağdub olanlara düşman, dâllîn olanlara dost olacağız.
Kör ve sağıra, gören ve işitene benzetme sadece misaldir, konuyu anlatmak içindir. Yoksa gerçek körler de çok iyi insan olabilirler, görenler de çok kötü insan olabilirler.
كَالْأَعْمَى وَالْأَصَمِّ
Ka elEaGMAy Va elEaÖAmMı
“A’mâ ve esam gibidir”
Hazreti İsa’nın meseli Hazreti Âdem’in meseli gibidir. Onların meseli ateşle yakanların meseli gibidir denmektedir. Yani “mesel” kelimesini tekrar ettiği halde burada “KeMeseli” denmemiş, sadece “Ke” denmiştir. İki mesel karşılaştırılmıyor. Bir mesel gerçekle karşılaştırılıyor.
Şimdi sıralayalım.
-El ayak gibidir.
-Elin meseli ayak gibidir.
-Elin meseli ayak meseli gibidir.
“Ke”de sistem benzetmesi yoktur. Sadece bir yerde benzemektedir. Oysa “mesel”de iki olay paralel anlatılmaktadır. Burada benzetme olarak sadece görüp görmeme, işitip işitmeme anlatılmış olduğu için sadece “Ke” denmiş, “mesel olarak” denmemiştir. A’mâ ve basir birlikte zikredilmiştir.
Hayvanlarda beş duyu organı kabul edilir; görmek, işitmek, koklamak, tatmak ve dokunmak. Buna altıncı duyu eklenmelidir, o da ısıdır. Sıcak veya soğuk olduğunu anlarız. Bedenin dışındaki duyulardır. Ayrıca bedende acıkma, susuzluk, uyku, dinlenme, ağrı, cinsel duyular vardır. O halde insanın dışarıyı idrak etmede değişik organları mevcuttur.
Burada yalnız kör ve sağırdan bahsetmektedir, gören ve işitenden bahsetmemektedir. Örnek olarak zikrediyorsa bir tanesi yeterdi. Grup olarak bahsediyorsa diğer duyu organlarından farklı özelliği vardır. Diğer canlılar insandaki tüm duyu organlarına sahiptirler. İnsanda bu iki duygu doğrudan ruhla ilişkilidir. Diğer duyu organları beyne haber verirler ama o anda verirler. Kokuyu o anda duyarsınız. Sonra o kokuyu tekrar müşahede edersiniz. Oysa şekli ve sözü sonra hatırlayıp tekrar edebilirsiniz. Onları kaydedip bilgisayarda üretebilirsiniz. Bundan dolayıdır ki burada yalnız ikisinden bahsetmiş oldu.
Sem’de kavramlar oluşturulmaktadır, onlara birer isim verilmektedir. Görgüde kavramlar oluşmamaktadır. Sem’de parçaları ayrı ayrı kavrama vardır. Basarda ise toplu görüş vardır. İki organ farklı iki dünyayı bize tanıtmaktadır. Ruhta bu iki organ birleşmektedir. Mesela yazı aslında sesleri temsil eder. Ama gözle görülür. Görüntüleri sese dönüşür "geldi" şekli kulağa "geldi" sesini hatırlatır.
Burada körlük ile sağırlık birbirine atfedilmiştir. Görme ile işitme de birbirine atfedilmiştir. Bunlar karşılaştırılmıştır; esam sem’, umy basir ile karşılaştırılmalıdır. Çünkü ikisi birden bir kavramı ifade etmektedir. Dört kavram değil, iki kavram karşılaştırılmıştır.
Algılama bakımından görme ile işitme birbirinden farklı ise de kavram bakımından birdir.
Portakalı görürsünüz, koklarsınız, tadarsınız ve ona bir ad verirsiniz. Artık portakal kavramı tektir. Görülen ve işitilen de böyledir.
Kör önce zikredilmiş, sağır sonraya alınmıştır. İnsan evvela gözleri ile çevreyi görür. Birbirine benzer varlıkları görür. Sonra ona ad takar ve onu kavrar. Kavramlar görmeden sonra işitmekle oluştuğu için sonraya alınmıştır. Çocuk sesleri küçükken de işitir ama seslerden bir şey anlayamaz. İlk öğrendiği şey kendi adıdır. İsmi ile çağırdığınızda sizden tarafa bakar. İsmin kendisine ait olduğunu çocuk nasıl kavrar? Sonra anne kelimesinin annesini ifade ettiğini kavramaya başlar. Oysa annesini daha ilk doğduğu zaman bilmektedir. Başkasının kucağında ağlamaktadır.
Yine burada önce kör ve sağırı, sonra gören ve işiteni zikretmiştir. Çünkü buradaki anlatmada kör ve sağırın, gören ve işitenin eşit olmadığını ifade etmektedir. Onların kötü durumunu anlatmaktadır. Bu karşılaştırmanın yapılabilmesi için gören ve işitenden de bahsetmektedir. İşte, birincisine yani kör ve sağırın gören ve işitene eşit olmadığını anlatma burada ibare ile ifade edilmektedir. Oysa gören ve işitenin kör ve sağırdan üstün olduğu manası işari manadır.
“Ve” harfi ile atfedilince birincisi ibari ikincisi ise işari olmaktadır. Meful olarak zikredildiği zaman ise fiile yakın olan işaridir.
Amâ ve esam sıfat-ı müşebbehedirler. İsm-i tafdille aynı kalıptırlar ama daha kör ve daha sağır değil de kör ve sağır anlamındadırlar.
وَالْبَصِيرِ وَالسَّمِيعِ
Ve eLBaÖIyRı Va eLSaMIyGu
“Ve basir ve semi'”
Basir amâya karşılık kullanılmıştır, köre karşı gören. Kör, görme organının iş yapmaması anlamındadır. Görme organı ışıkları algılar, göze gelen ışıklar bakılan şeyin görüntüsünü iletir. Gözde mevcut alıcılar gelen ışığın dalgasını kavrar ve bu beyne gönderilir. Bugünkü bilgisayarda kullanılan tekniği kullanır. Farklı alıcılar göz sinirlerine bağlıdırlar. Bunu münavebe ile kullanırlar. Bir algı hücresine de farklı sinirler gelebilir. Sonuçta değişik 01 işaretleri beynin değişik yerlerine ulaşır. Beyinde bunlar şekil oluşturmazlar. Özel 01 dizisine çevrilir ve ruh bunu idrak eder. Dolayısıyla görme olayı biyolojik değildir, ruhidir. Beden de ışığı idrak eder. Lamba yaktığınızda bedene ışık gelir ve bu ışık bedeni uyandırır ama göz görmez, ruh duymaz.
Örnek olarak fiziki varlık içinde renk yoktur, sadece dalga boyları vardır. Bu da peşpeşedir. Oysa göz bu dalga boylarını renkler olarak görür. O halde renk algısı sadece ruhta mevcuttur. Şekiller de böyledir. Beyinde küre veya küp teşekkül etmez. Küp ve küreden 01’ler gelir ve ruh onu küre veya küp şeklinde algılar.
Bunun anlamı şudur ki dışarıda varlıklar vardır yahut bir varlığın değişik özellikleri vardır. Ama onu insan ruhunun kavrayışı tamamen farklıdır. Hattâ acaba ruhlar benzer şekilde mi kavramaktadırlar yani benim gördüğüm küre ile sizin gördüğünüz küre aynı mıdır?
Bunu bizim bilmemiz mümkün değildir.
“Basir” kelimesi için söylediklerimizin tamamı aynıdır. Kulağa gelen sesler kulaktaki alıcıları titretirler ve bunlar 01’leri üretirler, beyne elektrik sayıları gider. Beyin onu tek ses hâline çevirir, ruh da onu bir kelime olarak duyar, ona bir kavram kazandırır.
Bunu iyi anlayabilmemiz için örnek olarak Anadolu’yu alalım. Anadolu bir bütündür, tek varlıktır. Ama biz elimize kalem alıp haritasını çizeriz, sonra da onları illere, ilçelere, semtlere ve evlere ayırırız. Evet, Anadolu’yu biz yaratmıyoruz ama Anadolu’yu anlayabilmemiz ve ondan yararlanabilmemiz için parçalara ayırıp adlar takıyoruz.
Siz bir tek ümmet idiniz, birbirinizi tanıyasınız diye şa’blara ve kabilelere ayırdık âyeti işte bunu ifade etmektedir. Sosyal oluş ile bize fiziki oluşu da anlatmaktadır.
هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا
HaL YaSTaVıYAvNı MaÇaLan
“Mesel olarak ikisi istiva ederler mi?”
Karşılaştırma bazen eşit olduğunu göstermek içindir, bazen de eşit olmadığını göstermek içindir. Burada bunların eşit olmadığını göstermek için mesel benzetmesi yapılmıştır. Bunun için bir midirler diye soruyor. Gramer kaidelerine göre burada “E yesteviyani meselen” olması gerekirken, “Hel yesteviyani meselen” denmektedir. Kur’an bunun için ağır sözdür. Farklı ifade kullanarak çok ayrı bir mana ortaya çıkar.
Buradaki ikil zamir “ve” ile atfedilmiş çiftlere gitmektedir. Yani kör ve sağır bir sayılmış, görenle işiten de bir sayılmıştır. Onların meseli de bir mesel kabul edilmiştir. Bu sebeple meseleyn denmemiştir.
Biz isteriz ki körün gözü açılsın ve görür olsun, biz yine isteriz ki sağırın kulağı duysun ve işiten gibi olsun. Meselde onları birleştirme Allah’ın da rızasıdır. Başlangıçta görmez ve işitmez olabilir. Ama sonra görür ve işitir olursa artık o başlangıçtan beri görür ve işitir hâle gelmiş olur. Meselde bir olmayı istemezler mi anlamındadır.
Yani bu sûre yalnız iki fırkanın hallerini anlatmakla kalmamakta, onların da tövbe ederek istiva etmelerini istemektedir.
“HeL” gelmesinin başka bir sebebi de bu meseldeki benzetme doğru benzetme değildir. Kur’an düzenini kabul etmeyip butlan içinde yuvarlanıp durma, kör ile gören arasındakine benzetme iyi bir benzetme değil midir? Mesel olarak bunlar güzel bir benzetme değil midir manası çıkar.
أَفَلَا تَذَكَّرُونَ(24)
EaFaLAv TaÜakKaEUNa
“Tezekkür etmeyecek misiniz?”
Sûrede insan anlatılmıştır. İnsan yaratılmış, yer ve gök yaratılmış, insanlar yeryüzüne bırakılmış, Rablerine doğru yol almaktadırlar. Rablerine varabilmeleri için kendilerine peygamberler gönderilmiş, Rablerine doğru dönme yolu gösterilmiştir. Sonunda Kur’an gönderilmiş, tüm insanlık için hidayet yapılmıştır. İçtihat yapacaklar, icma edecekler ve böylece Rablerine gidecekler, cennete ulaşacaklardır.
İnsanlar iki grup olmuştur; şeytanın hizbinde olan insanlar, bir de Allah’ın hizbinde olan insanlar. Allah’ın hizbinde olan insanların bir kısmı irtidat etmiş, fikren şeytanın hizbine karşıdırlar ama fiilen şeytanla beraberdirler.
Allah’ın gönderdiği Kitabı ele alıp kendi sorunlarını ona göre çözmeleri gerekirken, onlar Allah’ın Kitabını sırtlarının arkasına atarak şeytanın hizbine arkadaş olanlarla beraber olmakta ve onlarla yaşamaktadırlar.
Bu kadar basit bir şeyi neden anlamıyorlar?
Biz onlara ne diyoruz? Kardeşlerimiz, eskiden bizimle beraber yol alanlar; neden “Kur’an’ın Adil Düzenini” bıraktınız da şeytanın hizbine arkadaş oldunuz?
Evet, siz Kur’an’a inanıyorsunuz da neden küffarın yolundasınız?
Bunu düşünemiyor musunuz?