ZUHRUF SÛRESİ TEFSİRİ - XIII. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَهُوَ الَّذِي فِي السَّمَاءِ إِلَهٌ وَفِي الْأَرْضِ إِلَهٌ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ(84) وَتَبَارَكَ الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَعِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ(85) وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ(86) وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ(87) وَقِيلِهِ يَارَبِّ إِنَّ هَؤُلَاءِ قَوْمٌ لَا يُؤْمِنُونَ(88) فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ(89)
وَ(Va) “Ve”
Bundan önce “O semavat ve arzın Rabbi, arşın Rabbi sübhandır.” diye buyurulmuştu. Burada “Ve” harfi getirilerek atıf yapılmıştır. Sübhan ismi fiildir. Rab ona izafe edilerek mecrur yapılmıştır. Fiil cümlesi midir, yoksa isim cümlesi midir? Fiil cümlesi ise bu “ve” harfi hâl vavıdır. Eğer isim cümlesi ise o zaman “ve” harfi atıf harfidir. İkisi arasındaki fark, hâl cümlesinde ilâh olma rab olmanın hâli olur, yani ilâh olarak rabdir, çünkü yaratıcı başka evrimleştirici başka olabilir, yani rablik ilâhlığın içindedir. Eğer atıf harfi ise ilâhlık ayrı rablik ayrı düşünülebilir.
Bu âyetlerde ilâh kelimesi ile rab kelimesi karşılaştırılmıştır.
Nâs Sûresi’nde “rabbi’n-nâs, meliki’n-nâs ve ilâhi’n-nâs” denmiştir.
Rab daha şümullü mânâdır. İlâh ise daha yüce bir mânâdır. Rablik, mevcut olanı düzenlemedir. İlâhlık ise düzeni var etmedir. Düzenleme yapabilenler yeniden var edemezler.
Allah’tan başka ilâh yoktur, ilâhlıkta da şeriki yoktur, yani var ederken hiçbir araç kullanmaz, doğrudan kendisi var eder. Rab sıfatında ise var ettiklerini istihdam eder. Var edilenleri de zaten onlar için var etmiştir. İlâh olarak rab olmak yaratırken rab olmaktır. Yani yaratırken düzeni ona göre yaratmıştır ki evrim olsun. O halde Allah ilâh olarak rabdir, yani rablığı da var etmiştir.
هُوَ(HuVa) “O”
“Hüve” Allah’a giden zamirdir. Rabbe gitmektedir. Müfteddir ve müptedadır; haberi bundan sonra gelen “ellezî”dir. O semada ilâhtır, arzda ilâhtır. O müfreddir ve tekdir.
Bundan sonra gelen “ellezî” marife olarak o teki anlatmaktadır. Semavât ve arzın rabbi, arşın rabbi ve semada ilâh ve arzda ilâh olan kimsedir.
الَّذِي فِي السَّمَاءِ إِلَهٌ(elLAÜIy FIy elSaMAEi EiLAvHun)
“Semada bir ilâhtır.”
Bundan önce “O semavât ve arzın rabbi, arşın rabbidir.” denmişti. Şimdi de “Semanın içinde bir ilâhtır.” denmektedir. Semayı ilâhlığına zarf yapmıştır. Yani O zamandan ve mekândan münezzehtir, ama semanın içinde ilâhtır. O hiçbir yerde yoktur ama O her yerde vardır, kendi var ettiği mekânın içinde ilâh olarak vardır.
“İlâh” burada nekre gelmiştir. Allah ilâh olarak herkesin ayrı ilâhıdır. Yani her insan ile ayrı ilâh olarak vardır. Bir şey nasıl olur da çok şey gibi olur? Bir şey hem tek hem de çok olabilir mi? Bediüzzaman’ın bu hususta bir benzetmesi vardır. Ay bir tanedir. Denize bakıldığında her dalga ayrı aymış gibi görünür. Allah birdir ama her yerde başka ilâh imiş gibi görünür. Yılanın ilâhı kuzuyu yutacak şekilde onu teçhiz eder. Kuzunun ilâhı da onu korunacak şekilde teçhiz eder. Tanrı’nın birliği mahlukun birliğine götürmez. Tanrı’da birlik ne ise mahlukta da kesret odur. Allah zatı ile hiçbir şeye benzemez. Leyse ke mislihi şeydir. Ef’ali ile ise mahlukun O’nu anlayacağı şekilde tezahür eder.
Yukarıda yer ve göğü bir arada zikretti, burada “semada bir ilâhtır” dedi. Buradaki lam cins için gelmektedir. Arz karşılığı semadır. Sema yıldızların, sıcak dünyanın remzidir. Onların tâbi olduğu düzen bizim düzenimizden farklı olduğu için onlar için bir ilâhtır deniyor.
Bununla beraber semanın başka mânâsı da olabilir. Arz, hayvanın yere bakan karın tarafıdır. Sema ise hayvanın sırt tarafıdır. Tavan sema, döşeme arzdır. Dünya sema, güneş sistemi arzdır. Galaksi sema, güneş sistemi arzdır. Kâinat sema, galaksi arzdır. Yani sema ve arz izafidir. Bir şeyin üstünde olan onun semasıdır, altında olan arzıdır.
Böyle genel olarak mânâlandırdığımız zaman arz ve semada cins olarak yukarılarda bir ilâhtır, aşağılarda bir ilâhtır mânâsı çıkar. En son ayrıcı sema ise ışık hızından daha büyük hızlarda seyreden âlemdir. Her varlığın iki hızı vardır, kendi hızı ve dalgasının hızı. Bizim ve cinlerin hızları ışık hızından azdır, dalga hızlarımız ise ışık hızından fazladır. İşte, ışık hızından daha az hızda yaşayan bizler arzda yaşıyoruz. Melekler ve ruhlar ise bâtınî âlemdedirler, onlar da semada yaşıyorlar.
İşte Allah burada semada bir ilâhtır, arzda bir ilâhtır. Orasını ayrı düzenlemektedir, burasını ayrı düzenlemektedir demektir.
Kâinatı ve diğerlerini kavramak için yapıyı bir kere daha hatırlayalım: 1) Yağmur tabakası, 2) Hava tabakası, 3) Işık tabakası, 4) Ay tabakası, 5) Güneş tabakası, 6) Samanyolu tabakası, 7) Tüm galaksiler tabakası. Bunlar üç boyutlu uzayı oluştururlar.
Kürsü dört, arş beş boyutlu uzayı oluşturur.
Bütün bunlar yukarıda semavât ve arzın rabbi, arşın rabbi olarak ifade edilmiştir.
İşte o zâhirî âlemin karşısında bir de bâtınî âlem vardır. Bunu biz matematikten ve dalga hızından biliyoruz. Melekler ve ruhlar orada yaşıyorlar. Şimdi burada o semâ âlemini, bâtınî âlemi anlatmaktadır.
وَفِي الْأَرْضِ إِلَهٌ(Va FIy eLEarWı EiLAvHun)
“Ve arzda bir ilâhtır.”
Roma İmparatorluğu ikiye ayrıldığı zaman imparator bir kişi idi ama devlet iki devlet idi. Yer ve gök ayrı âlemdir ama onların ilâhı birdir. Ne var ki onu ayrı yönetir, öbürünü ayrı yönetir. Burada ilâhın nekre gelmesi ilâhın kesretini ifade etmez, ilâhlığın kesretini ifade eder. Çünkü kelamda o müfreddir ve ellezî de müfreddir. Nekrelik failin kesretinden değil, fiilin kesretinden ileri gelmektedir.
Arap gramercileri bugünkü ilimleri bilmedikleri için Kur’an’da izahını yapamadıkları bazı kurallara “tazim içindir” gibi zorlamalı yorumlar getirmişlerdir. İlimler ilerleyip de kâinatı yakından tanıdıkça, Allah zıtların tanrısı olduğunu görünce, bu anlaşılmayan ifadelerin ne kadar üstün ve beliğ ifade olduğu anlaşılmaya başlanmıştır.
Allah benim de sizin de ilâhımızdır. Biz kavga ederken ikimizin de yanındadır. Bende benim Rabbim ve İlâhım olarak yanımdadır, sende de senin Rabbin ve İlâhın olarak yanındadır. O ikimizin ayrı ayrı İlâhı imiş gibi yanımızdadır.
Herkes zanneder ki Tanrı benim tanrımdır, karşımdakine yabancıdır. Oysa O adildir. Bizim imtihanı başarabilmemiz için onu bana, beni ona karşı çıkarmaktadır. Oyun sahasını hazırlayıp ikimize de imkanlar sağlamaktadır. Biz oynarken bize oynama gücünü O vermektedir. Bizi O finanse etmektedir. Bizi de karşı takımı da O finanse etmektedir. Bizim tarafta iken bizim tanrımızdır. Onun yanında iken onun tanrısıdır. Aynı zamanda hem bizim hem onların tanrısı olmaktadır.
Bu açıklama neyi göstermektedir?
Onlar Hazreti İsa’yı böyle açıklıyorlar. Onlar Hazreti İsa için hem insan hem tanrıdır diyorlar. Onlar o hem kraldır hem peygamberdir diyorlar, yani ancak Allah’ta bulunan bu özelliği insanda görmek istiyorlar.
Hazreti İsa’yı anlattıktan sonra, onun vasıflarının ancak Allah’ta bulunacağını anlatmaktadır. Bununla beraber Hıristiyan teologları teslisi izah edebilmek için çok tefekkür etmişlerdir. Hazreti İsa’yı değil ama Tanrı’nın sıfatlarını doğru anlama yolunda kelamcılara yardımcı olmuşlardır.
وَهُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ(Va HuVa elXaKIyMu eLGaLıYMu)
“O alim olan hakimdir.”
Bir basit çiçeği alınız ve inceleyiniz. Onun oluşması DNA zincirinin planlamasına bağlıdır. Bir sineği alınız ve inceleyiniz. Onun hareketleri 01’lerin dizilişine bağlıdır. Kâinatın tüm yapısı anacak gerçekten çok kesin sonsuz bilgiye sahip biri tarafından planlanabilir. Planlanmak yetmez, o planı gerçekleştirecek bir imkana ve bir güce de ihtiyaç vardır.
Şimdi ben burada parmaklarımla tuşlara basıyorum ve istediğim yazılar ortaya çıkıyor. Bunun olabilmesi, ilk atomun ayrışmasından insanın dizayn edilmesine kadar planlanmış sonsuz oluşların sonucudur.
İşte, buradaki zorluk, hâlikın, planlayıcının bir Allah olmasına rağmen, insanları ve cinleri, melekleri ve ruhları zıtlıklar içinde görevlendirmesi, onlara cüz’î irade vermesidir. Bu adeta Tanrı’nın tanrı yaratması gibi bir şeydir. İlâh’ın küllî iradesi içinde kişinin cüz’î iradesi. Bunun gerçekleşmesi aklen bile zor iken gerçekte vardır.
İşte, insan budur.
Kur’an bunu çok beliğ bir şekilde anlatmaktadır. Biz gerektiği kadar anlıyoruz.
Müsbet ilimlerin gelişmesi ile Allah’ın alim bir hakim olduğu çok iyi anlaşılmaktadır.
Astronomi bunu anlatmaktadır, coğrafya bunu anlatmaktadır, biyoloji bunu anlatmaktadır, tarih bunu anlatmaktadır...
Zıtlıklarla dengeli ve gelişen bir dünya, cennete doğru gidilen bir dünya…
وَتَبَارَكَ(Va TaBARaKa) “Ve tebaruk etti.”
“Sübhane” fiil ismidir. “Semavât ve arzın Rabbi, arşın Rabbi sübhandır.” dedi, sonra da isim cümlesi olarak “Semada bir ilâhtır, arzda bir ilâhtır.” diyerek isim cümlesini sübhaneye atfetti. Burada da “Ve Tebareke” diyerek fiil cümlesini ona atfetti. Bu atıflardan öğrendiğimiz fiil ismine fiil cümlesi atfedilebilir. Ona atfedilen cümle hâl cümlesidir. Nâs Sûresi’ndeki nâsın Rabbi, nâsın Meliki, nâsın İlâhı sıralamasından farklı olarak burada Rab, İlâh ve Melik sıralaması şeklinde bir sıralama yapmıştır. Allah kendisini kâinatın Rabbi olarak anlatırken insanı kendisine halife kılmıştır. O’nun oluşturacağı kamu düzeni de benzer olmalıdır.
“Bürke” suların kenarında develerin çöküp istirahat ettiği yerdir. İnsanlar göçebe hayatının arkasından bir su kenarında yerleşmeye başlamışlar, karyeler oluşturmuşlardır. Bir yerde yerleşmek demek, zamanla orasının bereketlenmesi demektir. “Yuvarlanan taş yosun tutmaz” atasözü ile bir işte ve bir yerde sebat etmek gerekir. Yerleşik hayat insanların zamanla bollaşması ve bereketlenmesi anlamına gelir.
“Bereket” demek, bir işte veya alanda zamanla kendi kendine eklenerek çoğalması demektir. Birlikte olma birçok tasarrufları getirir. Ondan yararlanarak artık değer doğar. O artık değer de uygarlıkları doğurur.
İnsanlar önce günlük geçimlerini sağlarlar, artan zamanlarını ise uygarlık için harcarlar. Önce ülkelerin vatanlarını imar ederler, sonra ilimlerini ve kültürlerini geliştirirler. İşte, bu berekettir, bu bir arada olmanın sağladığı ranttır, tasarruftur.
“Bâreke” mufaale bâbıyla karşılıklı bereket vermek anlamındadır.
“Tebaruk” ise çokluk içinde bereketleşme demektir.
Allah kâinatı yarattı. Rab sıfatı ile onu evrimleştirdi. Ama aynı zamanda o yarattığı kâinatta insanı, cini, meleği ve ruhu yerleştirip çoğaltarak onlarla bu âlemi bereketli kıldı. Böylece kâinatı kendisi doğrudan değil, bu şuurlu varlıkların katkıları ile bereketlendirdi.
الَّذِي لَهُ مُلْكُ(elLaÜIy LaHuv MüLKü)
“Mülkü kendisine ait olan kimse.”
Burada “Ellezî” doğrudan ismi faildir, birinin sılası değildir. “Tebareke”nin failidir.
İsmi failler dört türlü söylenir. Biri nekire olarak fail kalıbı içinde söylenir. Burada hem fail hem fiil nekiredir. El Fail anlamında söylenir. O zaman fail marifedir, fiil nekiredir. Men veya Mâ cümlesi ile söylenir. O zaman fiil marifedir, fail nekiredir. “Ellezî” ile getirilirse fiil de fail de marifedir. Burada mâlik mânâsınadır, semavât ve arzın mülkü O’nundur demektir.
“O’nun olan kimse tebarük etti.”
Rab, eğiten demektir. İlâh, yaratan demektir. Melik de hükmeden demektir.
Sosyal yapıyı ele aldığımızda rab icra kuvvetidir, işleri yapar. İlâh ise yasama gücüdür, kanunları yapar, şeriatı koyar. Yukarıda “O arzda bir ilâhtır, semada bir ilâhtır.” derken, O’nun teşrideki vasfını beyan etmektedir.
Teşrinin kaynağı ikidir.
Bunlardan biri halkın isteğidir, ihtiyacıdır, arzusudur. Bunu halk meclislere gönderdiği temsilcileriyle, vekilleriyle ifade eder. Meclisin aldığı kararlar, yaptığı sözleşmeler teşridir. İlâhın yeryüzündeki tezahürüdür. Allah topluluğu halife yapmıştır. O’nun hak ve yetkileri topluluğun hak ve yetkileri hâline gelmiştir. Böylece arzda böyle tezahür etmiştir.
İkinci tip kurallar ise tabiî ve sosyal kanunlardır. Bunları da tesbit eden müsbet ilimdir. Müsbet ilim denemelerle ve uygulamalarla sağlanan kurallardır. İşte bunu meclis yapmaz, bunu ilim adamları yaparlar. İlim adamları arasında ihtilaf olursa o zaman hakemlere gidilir. Hakemler âlimlerden oluşmaktadır. Sadece o olay hakkında karara varırlar. Bu da Allah’ın semada İlâh olması ile ifade edilmektedir. Allah arzdaki hilafeti halka bırakmıştır ama semadaki ilâhlığına kimseyi şerik etmemektedir.
السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ(elSaMAvVaTı Va eLEaRWı)
“Semavât ve arzın mülkü.”
Kanunlar yapılır. İlmî çalışmalarla ilâhi kanunlar ortaya konur. Bu ilâhlığın tezahürüdür. Sonra da halk onu uygular. Bu Allah’ın rab sıfatının tezahürüdür.
İşte, bundan sonra bu sosyal ve doğa kanunlarına, vaz’î veya fıtrî kanunlara uymayanlara hesap sormak, onları din yevminin mâliki olarak cezalandırmak veya mükâfatlandırmak Melik’in işidir. Yani yargının işidir.
Kur’an bunu “Allah ve resulü” olarak ifade ediyor.
Topluluk hakemlik yapacak kimseleri seçer, onlara maaşlarını verir. Davacı ve davalı onlardan birer hakem seçerler. Hakemler de bir baş hakem seçerler. Bunlar soruşturmacıları da dinleyerek karar verirler. Bu karar sadece beyan kararıdır.
Sonra bunu icra edecek yani bu kararı yerine getirecek kişi başkandır, bucak başkanıdır, yani meliktir. Melik değil resuldür. Çünkü Allah melike uygulayıp uygulamama yetkisini tanımamıştır. Başkan mahkeme kararları dışında bir şeyi uygulayamaz, mahkeme kararlarını savsaklayamaz. Bucak başkanı şayet mahkeme kararlarını uygulamazsa meşruiyetini kaybeder. Bunun takdiri de halkına aittir. Uygulamazsa halk o bucağı terk eder. Başka bucağa giderek oradan hakkını ister. İl mahkemelerinden hakkını ister. Bu şekildeki hicretlerle eğer bucağın nüfusu üç binden aşağı düşerse bucak fesh olmuş olur, dolayısıyla başkanın başkanlığı da sona erer. İşte bu zor kullanma olayı çok önemli olduğu için bu yetki bölüşülmüştür. Bunun son noktası savaştır.
وَمَابَيْنَهُمَا(Va MAv BaYNaHuMAv)
“Ve aralarında olanlar da O’na aittir.”
Gökler çoğul olarak getirilmiştir. Yer ona atfedilmiştir.
Gökler ile yer arasında bulunanlar nelerdir? Buradaki “Mâ” mekân olarak mı düşünülecektir, yoksa içinde bulunanlar olarak mı düşünülecektir?
“Mâ” genel olarak yer olarak düşünülmez. Yer ve zaman için “Haysu” gibi başka kelimeler kullanılır. Bununla beraber zaman ve mekân için de “Mâ” isti’mal edilebilir.
Biz burada yer olarak değil de, içinde olanları anlayacağız, “Fîhimâ” anlamayacağız. Arz ile semavât arasında gidip gelenleri anlayacağız.
Arzın semaya gönderdikleri çekim kuvvetidir. Bir de sıcaklıktır. Bir taraftan alır, öbür taraftan verir. Değirmen gibidir. Değirmene gelen sular gider ama hızını kaybetmiş olarak gider. Güneşten gelen ışık da dağılarak tekrar uzaya gönderilir.
Demek ki, gerek çekim gerekse ısı gelip gitmektedir. Ayrıca gökten bize gelenler başka şeylerde de vardır. Güneş ışığından başka diğer yıldızlardan da değişik ışıklar gelmektedir. Hattâ uzaydan ilk yaratılıştaki ışık gelmektedir. Ayrıca atmosferimize sürekli meteor taşları düşmektedir. Yakın semadan yağmur da yağmaktadır.
İşte “Mâ Beynehumâ” bunlardır. Yani yer ile gök arasındaki alışveriştir.
وَعِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ(Va GıNDaHUv GıLMu elSAGaTi)
“Ve saatin ilmi O’ndadır.”
Allah bu âlemi bundan 13.7 milyar yıl önce var etmiştir. Patlamış ve gelişmeye başlamıştır. İlk üç saniye içinde adeta bugünkü kâinat oluşmuştur. Büyümeye devam etmektedir. Bir gün dengesini kaybeder de tekrar büzüşmeye başlarsa, bu iş belki birkaç saniye içinde biter. İkinci patlama meydana gelir. Büzüşmede eski düzen tamamen ortadan kalkacak demek değildir. Ani olaylarda cisimler yer değiştirmede zaman bulamazlar, sıkışırlar ama aynen kalırlar. Sonra da birden açılırsa eski düzen aynen korunmuş olur.
Bugün canlılardan sperm almakta ve birden soğutarak durumlarını korumaktadırlar. Sonra da birden ısıtınca sperm harekete geçebilmekte ve yumurtayı dölleyebilmektedir.
Tüp döllemesi budur.
Kâinatımız da birden dürülecek ve durumu koruncak, sonra açılınca eski durum ortaya çıkacaktır. Bunun için fazla izahlara da gerek yoktur. Çünkü dört boyutlu uzayda büzülme zamanı ne zaman olacaktır? Zaten her şey yerli yerinde korunmaktadır. İşte bu ani büzülme zamanı ne zaman olacaktır? O zaman saat zamanıdır. Belki de birkaç saniye sürecektir. Yeniden gelişimiz de birkaç saniye içinde olabilir. Allah bunu ne insanlara, ne meleklere, ne cinlere, ne de ruhlara bildirmiştir. Çünkü onların hepsi aynı saat içinde aynı muameleye tâbi olacaktır. Bu sebepledir ki saatin ilmi Allah’ın indindedir.
Sosyal olaylarda da aynı şeyler olmaktadır. Bir bakarsınız ki sabahleyin bir olay patlayıverir. AK Parti’nin kapatılması davası böyle bir olaydır. Doğal bir oluş içinde gelişmektedir. Nereden nereye gittiği bilinmektedir. Ancak olayların tarihleri tarafımızdan tesbit edilememektedir. O husustaki bilgi Allah’ın indindedir.
Doğadaki olaylar iki çeşittir. Biri hesabi olaylardır. Yarın saat 19.00’da güneş batacaktır. Bunu hesaplarız ve biliriz. Dört ay sonra kışın geleceğini biliriz. Ama hangi gün, hangi saatte ve hangi şiddette olacağını bilemeyiz. Zelzelenin nerede ne şiddette olacağı ve ne zaman olacağı da bilinmemektedir. Bunlara gaybî olaylar denir. Bunların zamanını yalnız Allah bilir. Burada buna işaret etmektedir.
Daha önceki Hazreti İsa’nın gelişi ile ilgili yorumun da bu âyetle çeliştiği ortaya çıkar.
وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ(Va EiLaYHi TuRCaGuvNa)
“Ve O’na rücu edeceksiniz.”
Buradaki muhatap mü’minlerdir, yani salih ibaddır.
“Rücu etmek” demek, eskiden bulunulan yere dönmek demektir.
Allah Hazreti Adem’i yarattığı zaman meleklerle konuştuğu gibi konuşuyor, onları cennetinde sürur içinde yaşatıyordu. Haram ağacından yedikten sonra kovuldular ve artık ondan sonra Allah insanlarla doğrudan konuşmadı. Hazreti Musa ile mükâleme dışında melek vasıtasıyla konuştu. Hazreti Adem’in cennetten kovulmasını mekândan kovulması şeklinde değil de bu şekilde anlayacaksınız. Yani Allah’ın huzurundan kovuldu, yeryüzü ona teslim edildi.
Saatten sonra mü’minler tekrar Allah tarafından kabul edileceklerdir. Eskisi gibi meleklerle, cinlere, ruhlarla ve Allah’la doğrudan görüşeceklerdir. Saatten sonra artık üç boyutlu uzayda hapis kalmayacak, dört boyutlu uzayda dolaşabilecek, hattâ bugün burada yazdıklarımızı ve okuduklarımızı gelip göreceğiz. Bu şekilde mekân dışına ve zaman dışına çıkabildiğimiz gibi; cinlerle, meleklerle, ruhlarla da görüşecek ve konuşacak, hattâ birlikte iş yapacağız, daha büyük işleri başaracağız. Bu arada biz Allah ile aracısız görüşecek ve karşılıklı konuşacağız. Dört boyutlu uzaya açılmak, hattâ bâtınî âlem içinde dolaşabilmek.
İşte, insan evrimin bir safhasıdır.
Anne karnında görmüyorduk, doğduktan sonra gördük. Birinci yaşlarda konuşamıyorduk, sonra konuşmaya başladık. Yedi yaşlarında okumayı öğrendik. Demek ki, biz zamanla daha fazla diyalog kuracak hâle geliyoruz. Âhirette de meleklerle, cinlerle ve ruhlarla görüşüp konuşacağız; ayrıca Allah’la beraber olabileceğiz.
Bu âyetlerden öğrendiğimiz gerçek vardır. O da teşriin yani yasamanın iki tarafı vardır. Biri halkın istekleridir. Bunlar kendilerinin seçtikleri meclisler tarafından tesbit edilecektir, halk meclisleri tarafından tesbit edilecektir. İkincisi ise müsbet ilmi bilen âlimler tarafından tesbit edilecektir. Bunlar ilmin verileri içinde sünnetullahı ortaya koyacaklardır.
Bu iki yasama sistemi içinde bazı farklar mevcuttur. Yasama sistemleri ocaklarda aşiret meclisi, bucaklarda kabile meclisi, illerde şa’b meclisi, ülkelerde millet meclisi ve insanlıkta insanlık meclisi tarafından yapılacaktır. Halkın isteklerini tesbit eden yasalar bağımsız yasalar olup bunlar yerinden yönetim ilkeleri içinde oluşturulur. Yani bucak yasaları aşiretleri, il yasaları bucakları, devlet yasaları illeri, insanlık yasaları ülkeleri bağlamaz.
Özel yasalar genel yasaları tatil eder.
Bu yasalar daha çok istişareye dayalı zanni yasalardır.
Oysa müsbet ilme dayanan yasalar ilmî yasalardır. İlmî yasalarda aranan kesinliktir, ittifaktır, icmadır. İşte, ilmî yasalar merkezî yasalardır.
İnsanlığın ilmî yasaları ülkeleri, ülkelerin ilmî yasaları illeri, illerin ilmî yasaları bucakları, bucakların ilmî yasaları ocakları bağlar.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus açık değildir. Sizin bunu eklemeniz gerekmektedir.
وَلَا يَمْلِكُ(Va LAv YaMLiKu) “Mâlik olmazlar.”
Gerçeklere ulaşmak, hakka ulaşmak için Kur’an’a ve resullerin sıratı müstakimine ihtiyaç vardır. Yukarıda bunlar anlatıldı.
Bunun yanında akılları sıra hakkı bulmak isteyen, Allah’ın yeryüzünde vazettiği sıratı müstakime dayanmadan lâik hukuk, lâik şeriat geliştirmek isteyenler vardır. Bugün sosyalistler tamamen bu felsefeye dayanmaktadırlar. Marx bunun başını çekmiştir.
Avrupa Birliği de lâik hukuk peşindedir. Güya kedisinin müktesebatı vardır, Avrupa müktesebatı vardır! Kendilerince uydurdukları birtakım kurallarla yeni bir uygarlık yaratmak istiyorlar! Hıristiyanlar da Tevrat’ın hükümlerini bırakarak kendilerine lâik hukuk yaratmak istemektedirler. Kilise hukukunun Avrupa’yı karanlıklara gömdüğünü kendileri mu’teriftir.
Burada buna mâlik olamayacaklarını ifade etmektedir. “Tebareke”ye atfedilmiştir. Allah’ın semavât ve arzda sünnetleri ile mübarek olduğu halde kendi kendilerine lâik hukuku, lâik düzeni ve uygarlığı oluşturmak isteyenler mâlik olamamışlardır.
الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ(elLaÜIyNa YaDGUvNa MiN DUvNıHIy)
“O’ndan başkasına dua edenler.”
Yani O’ndan başkasından medet umanlar.
Bunlar kimlerdir?
Bunlar tarihte meşhur olmuş, etkin olmuş kimselerdir. Tarihteki yüz etkin kişiyi yazan profesörün sıraladığı kimselerdir. Allah’tan başkasına dua edenler peygamber de olsalar bir şeye nail olamazlar. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te ‘Ya Muhammed’ deyip dua etmek şirktir. Kur’an okunur sonra ‘Ölülere sevabını hibe ettik, Sen onlara ulaştır.’ diye dua edilir. Biz Hazreti Peygamber’den medet ummayız, aksine ona salât ederiz, dua ederiz, onun için Allah’a dua ederiz. ‘Şefaat ya rasulallah’ demek şirktir.
Hazreti İsa’ya dua etmek de şirktir. Pavlus bunu böyle yapmış, Hazreti İsa’ya da ibadet etmeyi eklemiştir. Bugünkü kilisenin en büyük işi Hıristiyanları bu şirkten kaçındırmaktır. Batı dünyası Müslümanlığı da kendisine benzetmek için çalışmaktadır. Bu tür şirke ait kelimeleri kullanan İslâm cemaatleri vardır. Onlar bundan sakınmalıdırlar. Halkın isteği Allah’ın isteğidir. O da müsbet ilmin verilerine muhalif olmamak üzere, onun dışında kim olursa sadece müsbet ilim hakemlik yapar. Başka bir kriter yoktur.
Avrupa Hukuk Müktesebatı tamamen şirktir. Müktesebat müsbet ilmin veya ilâhi kitapların verilerine dayanmalıdır.
‘İdam cezası yoktur’ demek, anarşiye doğru yuvarlanmak demektir.
‘Zina yasak değildir’ demek, insanlığın en önemli kurumu olan aileyi yıkmak ve insanlığı inkıraza götürmek demekttir.
‘Faiz meşrudur’demek, tekel ekonomi altında insanlığı açlıktan öldürmek demektir.
‘Kölelik yoktur’ demek, soykırımlarına yol açmak demektir.
Bu kâinatı Allah yaratmıştır, O’nun kanunları geçerlidir, O’nun kanunları geçerli olacaktır. Onların şefaate mâlik olamayacaklarını bildirmektedir.
الشَّفَاعَةَ(elŞaFaGaTa) “Şefaate mâlik olmazlar.”
“Şufa” çift demektir. Ortak olma, şefaat etme demek, yardımda bulunma demektir. Bir başkasının nezdinde yardımcı olma demektir.
“Şefaat” ne demektir? İlâhı nizama ve vahye dayanmayan bir katkıda bulunmak mümkün müdür, yani peygamberlerin yolundan başka bir yol var mıdır?
Tarihte peygamberlerin yolunu alanlar; Mısırlılar, Yunanlılar, Hıristiyanlar ve bugünkü Avrupalılar kendi akılları ile katkıda bulunmuşlar, uygarlıkların doğmasına yardımcı olmuşlardır. Bu uygarlıkların ekonomideki ve sanayideki katkıları Doğu uygarlıklarından fazladır. Hukukta ve yönetimde en küçük bir ilerleme kaydedememişler ama onlardan aldıkları kurallardan yararlanmışladır.
Burada marife olarak gelen “şefaat” işte bu uygarlığa katkı şefaatidir. Buna mâlik olamayacaklarını Kur’an ifade etmektedir. Ne var ki buna istisna getirmektedir. Allah’ın dışında yararlı bir iş yapmayı, insanlığa yararlı bir iş yapmayı hedefleyenler ancak müsbet ilim yoluyla yararlı olmuşlardır.
Kendi çıkarına çalışan topluluklar vardır.
Bir de tüm insanlığın yararına iş yapmak isteyen topluluklar vardır.
Burada “şefaat” derken, kendi çıkarları için yaptıkları değil de, insanlık için yaptıkları şeylerden bahsetmektedir. Bütün peygamber yaptıklarını hep insanlık için yapmışlar, kendi kavimlerini de insanlığa hizmet edecek şekilde yetiştirmişlerdir. İlâhi vahye dayanmayan bu tür çabaların ancak müsbet ilimle yapıldığı takdirde işe yarayacağını bildirmektedir.
Bugün mecliste bir kanun görüşülürken ‘burada böyledir, şurada şöyledir’ der ve onu yapmaya kalkışırlar. Bu şirktir ve Kur’an tarafından tamamen reddedilmektedir. ‘Burada şu uygulanmış ve şu sonuç alınmış’ denirse, bu ilmî istatistiklere dayatılırsa biz onu kabul ederiz. Yoksa filan uygulamış ama istemediğimiz sonuçlara varmışsa o bize yaramaz.
إِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ(EilLAv MaN ŞaHıDa BieLXaqQı)
“Sadece hak ile şehadet edenler şefaat edebilirler.”
Kur’an’ın ne kadar büyük bir kitap olduğu bu âyette çok açık bir şekilde görülmektedir. Tanrı’ya dayanmadan kendi akılları ile putların peşinde gidenler de bize birçok şeyler söylemektedir. Marx’ın, Mustafa Kemal’in, Lenin’in ve Bush’un söylediklerini bize hak olarak takdim edenler vardır.
Bu durumda biz ne yapacağız?
İşte burada Allah bize bu tür takdimlere karşı ne yapacağımızı öğretmektedir. Müsbet ilme başvuracağız. Söyledikleri doğru ise kabul edeceğiz. Müsbet ilim onların yaptıklarını reddediyorsa biz de reddedeceğiz. Yani söylenen bir şeyi baştan reddetmeyecek, baştan da kabul etmeyeceğiz. Yapılış hikmetini ve illetini ortaya koyanlardan isteyeceğiz. Müsbet ilme dayanarak ispat yaparlarsa, o zaman onu kabul edeceğiz. Biz de onlara ‘Kur’an’da bu vardır, kabul edin.’ demeyeceğiz. Eğer Kur’an’da olanı müsbet ilimle ispat edebiliyorsak, onlara ispatları ile sunacak ve o zaman ona davet edebileceğiz.
Bakınız, biz tarafsız kural koyuyoruz. Onlar Kemalist iseler yadırgamıyoruz. Sadece ister Kemalist ister Kur’an’cı olsunlar, herkes karşı tarafa bir şeyi kabul ettirecekse, onu müsbet ilimle ispat etmesi gerekir. İşte uzlaşma yolu budur.
Peki, Mustafa Kemal bir şey söyledi ama ispat edilemiyor; onlar uyacak mı?
Uyacaklar ama bize dayatmayacaklar.
Kur’an bir şey söyledi, biz onu müsbet ilimle ispat edemedik; uymayacak mıyız?
Uyacağız ama karşı tarafı davet edemeyiz.
Yani herkes kendi içtihat ve kabulleri ile yaşar. Ama müsbet ilmin ortaya koyduğu ilmî gerçeklere ise herkes uymak zorundadır.
Biz bunları Kur’an’ın genel üslubuna uyarak aklımızla söylüyoruz. Ama okudukça çok açık ifadeler buluyoruz. Fukahanın icmaları Kur’an’ca teyit edilmektedir.
وَهُمْ يَعْلَمُونَ(Va HuM YaGLaMUvNa)
“Ve onlar biliyor iken hak ile şehadet edecekler.”
Hak ile şehadetlerine bizim de onun hak olduğuna kanaat getirmemiz gerekir.
Ayrıca onlar da bunu Marx istiyor, bunu Mustafa Kemal istiyor, bunu Avrupa istiyor, bunu sermaye istiyor gibi iddialarla değil, ‘müsbet ilmin gereği budur’ diyerek ispat etmeleri gerekir. Onlar onun alimi olmalıdırlar.
“Ya’lemûn” burada çoğul olarak gelmiştir. Yani bir alimin sözleri değil, onların bütün alimleri ittifak etmelidirler. İşte, bizim Avrupa’dan ne almamız gerektiği burada çok açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Burada bu vesileyle müsbet ilmin ne olduğunu sizlere bir daha hatırlatmak isterim. İnsanlık ilerledikçe kâinatı izah eden kanunlar keşfedilir, varsayım olarak ortaya konur. Geçmişte cereyan eden olaylara dayanarak kabul edilmiştir, kabul alimler tarafından icma ile yapılmıştır. Mesela, dünya yuvarlaktır. Bunun aksini iddia eden bir ilim adamı yoktur. Su yüz derecede kaynar. Buna muhalif olan bir ilim adamı yoktur.
İşte bunlar müsbet ilmin kanunlarıdır.
Biz de deneylerimizi yaparız, uygularız ve yaşarız. O varsayımların verdiği sonuçları elde ediyorsak o zaman işte o müsbet ilimdir. Bu müsbet ilim anlayışı Mezopotamya’da başlamış ve tüm uygarlıkların katkıları ile bugünkü duruma ulaşmıştır. Son büyük katkılarını Avrupalılar yapmışlardır. Şimdi biz onlardan öğrenerek “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuruyoruz.
İşte, âyet burada onların müsbet ilimlerinden yararlanmamız gerektiğini ve o sayede bize şefaatçi olacaklarını bildirmektedir. Batı dediğimizde Hıristiyanları ve Yahudileri onlardan saymıyoruz, lâikçileri kastediyoruz. Hıristiyan ve Yahudilerle biz aynı cephedeyiz.
وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَهُمْ(Va LaEiN SaEaLTaHuM MaN PaLAkaHuM)
“Sizi kim yarattı diye sorsanız.”
Onlara sorsak ve desek ki; ‘Sizi kim yarattı?’ Ne diyecekler?
‘Anne babam!’ diye refleks cevap verenler vardır. Eskiden bu cevap biraz savunulabilir durumdu. Oysa bugün artık bunu savunacak kimse kalmamıştır. ‘Beni annem, onu da anne babası…’ Geri gitmeye devam edelim. Bundan yüz bin sene öncesine vardığımızda insan yoktu. Peki, onun anne babasını kim yarattı? Eskiden güya makul cevap veriliyordu. Anne babası maymundu! Peki, onun anne babası memeliler, omurgalılar ve ilk canlı. Onları kim yarattı?
Bugün biliyoruz ki, üç milyar yıl öncesinde yeryüzünde canlı yoktur. Efendim, yağmur yağdı, şimşek çaktı, falan filan… Peki, dünyayı kim yarattı, gökleri kim yarattı?
Verecekleri cevap yoktur.
Bugün bir televizyon kanalında seyrettim, yalan makinesinden bahsediyordu. Karı koca birbirlerini yalancılıkla itham ediyorlardı. Sonunda hepsi bülbül gibi doğruları söylediler. Makine anlamadı ama biz anladık. Bugün de bu yalan makinesinin başına en çok münkir olan kimseyi oturtacaksın ve soracaksın; seni kim yarattı? Bir gece yatıp zevk almak çocuk yaratmak için yeterlidir diyecek acaba bir babayiğit var mıdır?
لَيَقُولُنَّ اللَّهُ (La YaQUvLunNa elLAHu)
“Allah diyecekler.”
“Le” tekit içindir. Sonundaki “Nun” hem tekit hem de istikbal içindir.
20. yüzyıla kadar hayır diyenler, Darvinciler vardır.
20. yüzyıl müthiş buluşlarla doludur.
a) Her şeyden önce Kâinatın ömrü hesaplandı, 13.7 milyar yıl önce yoktu. Artık Allah yok diyecek ağız kalmadı.
b) 20. yüzyılda DNA’lar keşfedildi. Böylece canlının öyle tesadüflerle değil, çok derin bir planlama ile oluştuğu ve plana göre evrimleştiği kesin olarak sabit oldu. Bunun kendiliğinden olamayacağı bütün ihtimaliyat hesapları ile ortaya çıktı.
c) 20. yüzyılda bilgisayarlar keşfedildi ve insan beyninin nasıl çalıştığı ortaya çıktı. İnsan beyni ile kâinat arasındaki uyumlu yapı, insanı var edenle kâinatı var edenin aynı kimse olduğu kesin olarak ortaya çıktı.
d) 20. yüzyıldan önce tanımlandı ama kâinatta entropinin büyümesi ile kâinatın ölüme doğru gittiği yine 20. yüzyılda kesin olarak kanıtlandı. Bugün artık hiçbir ilim adamı Allah yoktur diyemiyor. Bugün ilim adamları sadece din adamlarına düşman olmakla yetinmek zorunda kalmışlardır.
İşte, Kur’an “böyle diyecekler” diyerek ileride bu ilimlerin gelişeceğini haber vermektedir. Sermayenin sömürüsü bittikten sonra, ilim adamları artık çıkarları için konuşmadıklarından, “Sizi kim yarattı?” sorusuna, hiç tereddüt etmeden “Allah diyecekler”dir. Onların bizimle ihtilafa düşecekleri şey belki Allah’ın sıfatlarında olabilir.
Oysa İslâm kelamcıları Allah’ı o kadar doğru tanımladılar ki, bundan sonra gelen alimlerin ekleyecekleri bir şeyleri olamayacaktır. “Allah birdir ama sayılar içindeki bir değildir.” diyecek olanı bugün zor bulursunuz. Ama doğrudur. Çünkü sayı insan zihninde var edilen bir şeydir. İnsan yoktur ki bir olsun. Allah zaman ve mekan dışıdır. Cümleye akıl ermez ama başka diyebileceğimiz bir şey yoktur. Çünkü zaman ve mekanın sonradan var olduğunu ispatlamıştır. Allah görür ama bizim gözümüzle, ışıkla, mercekle görmez. Kim buna itiraz edecektir? Birileri çıksın ve desin ki; Allah’ı kelamcılar şu yerde yanlış anladılar. Adalet kavramını da Allah yaratmıştır. O halde ‘Allah adil midir?’ sorusu bile sorulamaz. O halde “Sizi kim yarattı?” dediğimiz zaman, er-geç ‘Bizi sizin anlattığınız Allah yarattı.’ diyeceklerdir.
O halde şimdi sorulur, dava nedir? Kur’an soruyor.
فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ “Öyleyse nereye ifk olunuyorsunuz?”
Evet, akılları ile başka çareleri bulamadıkları için Allah diyorlar. Amele gelince, cepheye gelince karşımızdadırlar. Bunlar hep böyle şeytanla bir olup bizimle savaşacaklardır. Bunun için bunlar kâfirdirler.
Şimdi A. Necdet Sezer’e sorsak, o da bilmez mi ki anayasa bir kanunu iptal eder ama bir kanun koyamaz. Anayasaya aykırı olsa da iptal eder ama kendisi kanun koyamaz. Ama ‘bu konuyu anayasa halletmiştir’ diyor, bile bile yalan söylüyor. Tarif edilmeyen bir şeyin hukuki mânâsı olur mu? Hukuk demek kavramlarının halk tarafından çok açık bilinmesi demektir. Kendisi diyebilirdi ki; ‘Ben lâikliği böyle anlıyorum, ben iktidarda iken bana uyacaksınız!’ Sonra da Abdullah Gül gelir ve kendine göre tarif ederdi, o zaman da ona uyardık. Oysa Sezer’in istediği Türk demokrasisinin yani seçimin ortadan kalkmasıdır.
Cumhurbaşkanlığı bütçeden derneğe para ayırtamaz. Cumhurbaşkanı tarafsızdır ve birilerini destekleyemez. Ama Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmağa kalkışan, Türk ordusunu bölen kimseleri desteklemiştir. Bunların hepsi bile bile yapılmıştır. Biz öyle diyoruz. Belki de öyle değildir. İşte küfür budur.
Şimdi, Sezer bize göre saçma olan “kamu alanı” kavramını tarif etmelidir, açıklamalıdır. Ama ne gezer. Çünkü açıklamak için ilmî misyona ihtiyaç vardır. Kamu alanı vardır, resmi alan vardır. Sokak kamu alanıdır ama resmi alan değildir. Cumhurbaşkanlığı makamı resmi alandır. Kendisinin oturduğu bina kamunun mülkiyetinde bir binadır. Okullar resmi alan değildir, kamu alanlarıdır. Mabetler resmi alan değildir, kamu alanlarıdır. Meralar resmi alan değildir, kamu alanlarıdır. Resmi görev ifa edilirken eğer kanun resmi kıyafet koymuşsa onu giymek zorunludur. Hakim resmi kıyafet giyer ama davacı ve davalı ile onların vekilleri resmi görev yapmıyorlar. Öyle olsaydı maaşlarını devletten alırlardı. Resmi alanlar için ve resmi görevliler için konan kuralı kamu alanlarına teşmil ederek halka yutturmaya çalışmıştır. O bu farkları bilmeyecek kadar cahil midir? O zaman o makamlara gelmesi suçtur. Bunun dışında ise bile bile yapmıştır. Ve bu küfürdür.
Tekrar olarak Sayın Sezer’e soruyorum:
Siz resmi alanla kamu alanını ayıramayacak kadar bilgisiz misiniz? Resmi görevli ile kamu görevlisini ayırt edemiyor musunuz?
Arabayı süren şoför kamu görevini yapmaktadır. Öğretmen kamu görevini yapmaktadır. Ama polis resmi görev yapmaktadır, hakim resmi görev yapmaktadır.
Bu cehalet yalnız Sezer’e ait değildir.
Tüm Tük milleti susmuş ve bunlara cevap vermemiştir.
Söylemeye çalıştık ama bize de söyletmemişlerdir.
Şimdi de yazdıklarımızı kimse duymayacaktır.
O zaman hepiniz birden cehalet içindesiniz ve cezanızı çekeceksiniz demektir.
Uyanın artık, uyanın!..
وَقِيلِهِ(Va QIyLıHIy) “Ve onun kıylı.”
“Kavele”nın fail veznindeki kalıbı “QaVIyL”. Buradaki “vav”ın ma kabli sakin ise de kendisi ötreli değildir, sakindir. Çünkü “FaGIyL”ın aslı “FaGYıL”dir. “Vav” “Ya”ya dönüşmüş, “QayYıL” olmuştur. Sonra fetha kesreye dönüşerek idgam ile “KıYLe” olmuştur.
“Kıyl” söyleyen anlamında olduğu gibi söylenen anlamında da olur. Burada söyleyen anlamındadır. Muhatap biz isek bunu söyleyen Hazreti Muhammed olabilir. Ancak daha önce Muhammed gaib sigası ile hiç geçmediği için muhatap biz olabiliriz.
Bu zamir de Hazreti İsa’ya racidir. Bu sözü Hazreti İsa söylemiştir. Çünkü onun kavmi ona iman etmemiştir, hâlâ da iman etmemektedir. Oysa Hazreti Muhammed’in kavmi Hazreti Muhammed’e iman etmiştir.
“Va” harfi “kale kad ci’tüküm”e atfetmektedir. Kavmim iman etmeyecek diyerek tebliğini yapmıştır. Hazreti İsa havarilere; siz İsrail oğullarını bırakın, yeryüzüne dağılın ve halkı aydınlatın demiştir.
يَارَبِّ (YAv RabBı) “Ey Rabbim.”
Onun kavli yani söylediği “Yâ Rabbi” olmuştur.
Hazreti İsa tebliğini tamamlayıp da artık kendisine öleceği haber verildiğinde, kendisinin kavmine değil tüm insanlığa gönderildiği, dolayısıyla İsrail oğullarının kendisine iman etmeyeceğini anlayınca, anladığını Rabbine tekrar etti.
Burada önemli bir bilgi daha verilmektedir. Allah bazen onu yapmamızı ilham ederek bize emreder. Mesela benim içime ‘ben gideyim buna bunu tebliğ edeyim’ diye his doğar. Kabul eder de görüşürsem, Allah onu genellikle korur. Ama bazı kimselere gidip görüşmek isterim, reddeder.
Mesela, 1997’den önce Necmettin Erbakan’dan görüşme talebinde bulunmuştuk. Genellikle reddetmediği halde o zaman reddetmiş ve 28 Şubat olayları olmuştur...
R. Tayyip Erdoğan’a yaptığımız görüşme taleplerini hep reddetmiş, ertelemiştir...
Bülent Arınç da kapatma davası için yaptığım görüşme talebini reddetmiştir...
Oysa Cemil Çiçek ve Beşir Atalay görüşmeyi kabul etmişlerdir.
Bundan sonra olacaklar size ibret olsun.
İleride de Allah aklınıza bir hayır getirir, tebliğ etmeniz gerektiğine kanaat getirirseniz, talepte bulunun. Reddederlerse, hiç olmazsa siz kurtulursunuz.
Burada da Hazreti İsa’nın içine Allah ilham etmiş ve o da bunu söylemiş, havarilere gidin başka yerlere tebliğ edin demiştir.
إِنَّ هَؤُلَاءِ قَوْمٌ لَا يُؤْمِنُونَ(EinNa HAvEuLAEi QaVMun LAy YuEMıNUvNa)
“Bunlar iman etmeyecek bir kavimdir.”
“Bunlar iman etmeyecek bir kavimdir.” demiştir.
İsrail oğullarının Hazreti İsa’ya iman etmeyecekleri Hazreti İsa’ya malum olmuştur.
“Kavim” nekre gelmiştir. Çünkü başka iman etmeyecek kavim daha vardır, onlar da Hindulardır. Hazreti İbrahim’in İshak’tan gelen çocukları İsrail oğullarını oluşturdu. Tevrat onlara geldi, peygamber onlara geldi. Bir kavim iyi yetişsin, lâiklik yani dini baskı olmasın diye İsrail oğullarından başkasına Tevrat hitap etmiyordu.
Doğuda Brahmanların durumu böyleydi. Sınıflar oluşturmuş ve yalnız rahipler sınıfına hitap ediyordu. Batıda Hazreti İsa geldi ve Tevrat’ın hükümlerini beşerileştirdi. Doğuda ise Buda geldi ve Vedaları beşerileştirdi. İsrail oğulları kabul etmedi. ve Hıristiyanlık ayrı din olarak yayıldı. Hindular da Budizm’i kabul etmediler, Budizm Çin’de yayıldı.
İşte bu sebepledir ki “kavim” kelimesi burada nekre gelmiştir. Bunlar da o kavimlerden biridir anlamındadır. Yoksa ismi işaret müşarun ileyhi marife kılmaktadır.
Bugün artık bütün bu ilâhi dinler diyalog içinde birleşerek çağımızın ulaştığı kavramları yeryüzüne tebliğ etmekle görevli olacaklardır. Demokratik, laik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenini insanlığa ulaştırmak bu dinlerin görevidir. Arapça kelimelerle ise şer’î, İslâmî, adil ve hakka dayanın bir dinin/düzenin insanlığa sunulması görevi tüm bu dinlere düşmektedir. Kur’an onları nesh etmemekte, tam tersine onları takviye etmektedir.
فَاصْفَحْ عَنْهُمْ (FaWFaX GaNHuM) “Onlardan safha et.”
Hıristiyanlara, kıyas yoluyla diğer Budizm ve Hinduizm dinlerine mensup olanlara nasıl davranacağımız burada sûrenin sonunda kesin ifade ile bildiriliyor.
“Onlardan safha et.”
“Musafaha” kelimesi Türkçede tokalaşma veya kucaklaşma anlamındadır. Burada “An” ile gelmiştir. “Safhalaş” uzak dur anlamındadır. Ancak bu uzak durma kavga şeklinde değil, onları kendi hallerine bırak, Avrupa Birliği topluluğundan ayrıl ama iyi bir şekilde ayrıl. Avrupa Birliği’ne girme ama onlara karşı da olma, özel dostluk ilişkisini kur.
Zaten onlar da öyle istiyorlar. Kur’an da öyle emrediyor.
Bizim Avrupa Birliği’ne girmemiz hem bizim için hem Avrupa için felakettir.
- Bizim kişisel ahlâkımız yüksektir, sosyal ahlâkımız bozuktur. Onların sosyal ahlâkları yüksektir, kişisel ahlâkları bozuktur. Birleşir de birbirimize karışırsak, ikimiz de tam ahlâksız oluruz. Uzaktan dayanışma ile ahlâklarımızı düzeltmeliyiz.
- Onların sanayisi ve teknolojisi yüksek, bizim ise hukukumuz ve yönetimimiz üstündür. Karıştığımız zaman iki taraf da çökebilir.
- Biz nüfus olarak azınlık teşkil ediyoruz. Ekseriyet sistemi ile onlar bizi yiyip bitirirler.
- Biz tarafsız kalırsak kendimizi koruruz. Avrupa ile bir olursak dünya bize düşman olur, Avrupa bizi dünyaya karşı koruyamaz.
İşte, Allah bunun için onlardan uzak durun ama kopmayın diyor.
Yukarıda onlardan müsbet ilmi alın demişti.
وَقُلْ سَلَامٌ (Va QUvL SaLAvMun) “Ve selâm de.”
Evet, barış de. Onlarla savaşta değil barışta anlaşın.
Nato’dan çıkın emrini almış bulunuyoruz.
Bizim dünyanın bütün devletlerine diyeceğimiz, bilhassa Hıristiyanlara diyeceğimiz “barış” sözü olacaktır. Barışın temeli de hakem kararlarını kabul etmedir.
İran’la Amerika arasında gerginlik mi var? Onlara tavsiye edeceğimiz şey hakemlerini seçmeleri, onların da baş hakem seçmesi ve hakemlerin kararlarına uymaları olmalıdır. Hakem kararlarını dinlemeyenlere karşı olmalı, dinleyenleri desteklemeliyiz.
فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ(89)(Fa SaVFa YaGLaMUvNa) “Öğrenecekler.”
Burada yine müşkül bir ifade görüyoruz, hem “Fa” var hem de “Sevfe” var.
“Fa” hemen şimdiyi, “Sevfe” de ilerisini ifade eder.
Biz bunu şöyle mânâlandırıyoruz. “Se” derse bu dünyada olacağını bildirir, “Sevfe” olursa âhirette olacağını bildirir; “Fa Savfa” ise bu dünyada ama ileride olacağını bildirir.
İleride bu dünyada Hıristiyanların gerçekleri bileceklerini haber vermektedir. Avrupa, başını taşa vurduğu zaman Kur’an hükümlerini kabul etmiş olacaktır.
Şimdi bize düşen vazife Avrupa Birliği’nin anayasasını hazırlamaktır. Esasen “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” bunu yapmıştır.
Ben bu tebliğ vazifemizi yapmamız için çok büyük bir güç olan Necmettin Erbakan’la bu işi yapmamızı düşündüm. Bugünlerde kendisine görüşmemiz için haber gönderdim, henüz cevap gelmedi. Ben burada bunu yazarak yine tarihi şahit tutmak istiyorum.
Necmettin Erbakan’ın başkanlığında bir ilim heyeti oluşmalıdır.
Bu ilim heyetine davet edilecek ilim adamları: 1) Mahir Kaynak, 2) Mümtazer Türköne, 3) Arif Ersoy, 4) Sabri Tekir, 5) Ali Erişen, 6) Hira Karagülle, 7) Hayrettin Karaman, 8) Süleyman Akdemir, 9) Mustafa Kamalak ve 10) Besim Tibuk, 11) İlhan Kesici.
Sekreterya olarak da Süleyman Karagülle, Reşat Nuri Erol, Harun Özdemir, Hilmi Altın, Hüseyin Kayahan, Kazım Erten, Hasan Özket katılmalıdır.
Hazırladığım “İnsanlık Anayasası” taslağı görüşülerek son şekli verilmelidir.
Böylece Erbakan bir “Anayasa Taslağı”nı ilmî heyete hazırlatmış olacaktır.
Bunun dünya üzerindeki etkisi “Adil Düzen”i bir asır öne alır.
Akevler için bu bir kayıptır. Çünkü belki de biz ilerde unutulacağız. Ama biz sadece Allah rızası için bunları yapıyoruz.
Erbakan’ın bunu değerlendirmemesini ben izah edemiyorum.
Görülüyor ki, Allah bize çok açık ifadelerle Avrupa Birliği’yle, ABD’yle, Rusya’yla, Çin’le, Hint’le ne yapacağımızı bildirmektedir.
Kulak vermeyenler kendilerine zulmetmiş olurlar.