ZUHRUF SÛRESİ TEFSİRİ - VII. Hafta
***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَإِمَّا نَذْهَبَنَّ بِكَ فَإِنَّا مِنْهُمْ مُنْتَقِمُونَ (41) أَوْ نُرِيَنَّكَ الَّذِي وَعَدْنَاهُمْ فَإِنَّا عَلَيْهِمْ مُقْتَدِرُونَ (42) فَاسْتَمْسِكْ بِالَّذِي أُوحِيَ إِلَيْكَ إِنَّكَ عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (43) وَإِنَّهُ لَذِكْرٌ لَكَ وَلِقَوْمِكَ وَسَوْفَ تُسْأَلُونَ (44) وَاسْأَلْ مَنْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَا أَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمَنِ آلِهَةً يُعْبَدُونَ (45) وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَقَالَ إِنِّي رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ (46) فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِآيَاتِنَا إِذَا هُمْ مِنْهَا يَضْحَكُونَ (47)
فَإِمَّا نَذْهَبَنَّ بِكَ َ(FaEimMAv NaÜHaBanNa BıKa) “Ya seni izhab edeceğiz.”
Sen ne kör ve sağırlara, ne de bile bile dalalete dalanlara bir yol gösteremezsin dedikten sonra, iki şeyden birinin olacağını haber vermektedir; ya seni alıp götüreceğiz, ya da vaat ettiğimiz olacaktır.
Biz Kur’an’dan ve tarihten istidlâl ediyoruz. Olacaklar gerçekleşecektir diyoruz. Bunun ne zaman olacağından haberdar değiliz. Onu yalnız Allah bilir.
Allah burada “seni alıp götüreceğiz” diyor, “öldüreceğiz” demiyor. Bu ölüm anlamında da olabilir, kentin terki anlamında da olur.
Nitekim Hazreti Peygamber aleyhisselâm Mekke’den Medine’ye gitmiş, mücadele Medinelilerin zaferi ile sonuçlanmıştır.
Bugün neler bekliyoruz?
- Sermayenin dünyadaki sömürüsü son bulacaktır. Faizsiz ekonomi düzeni başlayacaktır. Sömürü sermayesinin iki gücü olan CIA ve mafya son bulacaktır. İşbirlikçi sermaye de ortadan çekilecektir.
- İsrail devleti yıkılacak ama İsrail oğulları Filistin’e yerleşecek, arzı mev’udları onların vatanı olacaktır. Siyasi bakımdan, dini bakımdan insanlığa hizmetleri olmayacaktır ama ekonomi bakımından, ilim bakımından insanlığa hizmete devam edeceklerdir. Artık insanları sömüremeyeceklerdir.
- Yeryüzüne Kur’an’ın getirdiği demokratik (şeriat), laik (İslâm), liberal (adil) ve sosyal (hak) hukuk (ahkam) düzeni (dini) hakim olacaktır.
- Mü’minler yeniden yönetimi ele alacak, yeryüzündeki barış dışı yani İslâmî olamayanların gaddarlıkları son bulacaktır. Yeniden din ve ilim el ele vermiş olarak insanlığın saadetine doğru gidilecektir.
Şimdi biz bunları ilme ve Kur’an’a dayanarak söylüyoruz. Söylediklerimiz, bunlar şu günde ve şu zamanda olacak demek değildir. Vaat edilenlerin bir kısmı tarafımızdan görülecek, bir kısmını da bizden sonrakiler göreceklerdir. Ama vaat edilenler vakti gelince mutlaka gerçekleşecektir. Karzı hasene dayanan ekonomi sistemi gelişecektir. Karşılıksız faizsiz para ortadan kalkacaktır.
فَإِنَّا مِنْهُمْ مُنْتَقِمُونَ (FaEinNAv MiNHuM MuNTaQıMUvNa)
“Onlardan biz intikam alacağız.”
Adil Düzencilerin görevleri kötülerle savaşmak değildir, onları yenmek değildir. Adil Düzen Çalışanlarının görevi “Adil Düzen”i getirmektir. Onları göndermek işi ise Allah’a aittir. Bizi günü geldiğinde o sorunu çözeriz.
Adil Düzen neler yapacaktır?
a) Kur’an’ı yeniden ele alıp incelemek gerekir. Tecvid, lugat, sarf, nahiv, meani, beyan, bedi ve mantık ilimlerini güncelleştirmemiz, usulü fıkhı günümüzün sorunlarını çözecek şekilde kullanır hâle gelmemiz gerekir.
b) Sayılar, birimler, işlemler, denklemler, analiz, trigonometri, ihtimaliyat ve bilgisayar programlarını Kur’an’ın diliyle geliştirmemiz gerekmektedir. Böylece elde edilen dil ve matematik ilimleriyle Arapça, geometri, mekanik, fizik, kimya, botanik, zooloji, psikoloji ve sosyoloji ilimlerini yeniden ele alıp günün sorunlarını sistematik olarak ortaya koyacaktır.
c) İçtihat ve istişare yolları ile Kur’an ve bugünün müsbet ilimlerine dayanarak günün sorunlarını çözecektir. Teorik olarak çözümleri ortaya koyacaktır. Kur’an ve diğer mukaddes kitaplar nelerin yapılması gerektiğini, yani nelere ihtiyaç vardır, neler yapılmalıdır, onu ortaya koyarlar. İlim ise bu ihtiyaçların nasıl giderileceğini ortaya koyar. Dolayısıyla dine dayanmayan ilim ne yapacağını bilmez, ilme dayanmayan din nasıl yapacağını bilmez. Bunlar sorunları ancak birlikte çözerler. Hak kavramını inkâr eden ilim bir anarşi ve zulüm kaynağıdır. İlmin verilerine dayanmayan din de zavallıdır, acizdir. İşte bu amaçladır ki dinler ikiye ayrılmaktadır; Hak dinler, bâtıl dinler. Hak dinler müsbet ilme dayanan dinlerdir. Bâtıl dinler ise müsbet ilmi inkâr eden dinlerdir. Hak kavramını kabul etmeyen ilimler bâtıl ilimlerdir. Hak ilimler ise hak kavramını kabul edip ilmî verileri buna göre üreten ilimlerdir. İşte, Adil Düzenciler, hak ilmi ile hak dini birlikte eşitlik içinde benimseyip çözümleri buna göre üretmeye çalışan kimselerdir.
d) Teori yapılmalıdır. Ama teori yeterli değildir. Pratik yapılacak, örnek uygulamalarla teori sağlanacaktır. Teori yapılır ve uygulanır, tekrar teori gözden geçirilir. Böylece ilim ile teori ard arda atılan adımlar olurlar. İşte bundan sonradır ki buradaki başarıdan sonra Adil Düzen gelecektir. Ona engel olanlarla bizim ilgilenmemiz gerekmez.
Bugünlerde gerçekleşen CHP Genel Sekreteri Sav’ın cep telefonunu açık bırakması olayında, Allah’ın nasıl muntakim olduğunu görmek kolaydır. Hataen telefon tuşlarının başka tarafına basarsınız, sonra kıyametler kopar.
Burada “Fainnâ Minhum Muntakımûn” denmektedir. Seni alıp götürürüz, sonra onlardan intikam alırız denmektedir.
Demokrat Parti’nin çöküşü, Bediüzzaman’ın gitmesinden sonra olmuştur. Halk Partisi’nin iktidarı kaybetmesi, Mareşal Fevzi Çakmak’ın ölümünden sonra olmuştur.
Eğer bir toplulukta münzir durumunda olan birisi varsa, onun ölümü veya onun hicreti o topluluğa va’din geleceğini ifade eder.
Bugün de Millî Görüş ve Adil Düzen uyarısı devam ettiği için Türkiye yaşamaktadır. Bu uyarı durdurulursa Türkiye için vaat olunan gelecek demektir.
أَوْ نُرِيَنَّكَ الَّذِي وَعدْنَاهُمْ(EaV NuRiYanNaKa elLaÜIy VaGADNAHuM)
“Ya da onlara vaat ettiğimiz sana irae edeceğiz.”
“Emmâ” sadece sınıflamalar için gelir, şart ve cevabı içermez. “El adedu emmâ şef’un ev emmâ vitrün” cümlesi tamdır ve doğrudur. Bazılarını da sana gösterecektir.
Her okuyan, Kur’an’ı her okuyan ve Allah için mü’min olarak cihat yapan kimse vaat edilenlerin bir kısmını görecektir.
Kendi hayatımda gördüklerimi sizlere sıralamak isterim. Siz de kendi hayatınızda bunların benzerlerini görürsünüz.
a) Her şeyden önce CHP’nin tek parti sisteminin yok olmasını ve demokrasinin gelmesini istemekteydik. Ezanın Türkçeleşmesi sembolik olarak çok önemlidir. Kur’an’ın serbestçe okunmasını, medreselerin tekrar faaliyete geçmesini arzu ediyorduk. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olması ile bu emellerden bazıları gerçekleşti; ezan Arapçalaştı, İmam-Hatip Okulları ve Kur’an Kursları faaliyete geçti, Türkiye’de İslâmî faaliyetler fiilen serbest kaldı. Bir ara neredeyse artık serbest döneme girdiğimizi gördük.
b) Sonra Ahmet Emin Yalman’ı yaraladılar. Celal Bayar’ın baskısı ile CHP döneminden daha baskılı dönem başladı. Millet Partisi kapatıldı. Milliyetçiler Derneği kapatıldı. Bediüzzaman’a yapılan eziyetler arttı. Tevfik İleri Millî Eğitim Bakanlığı’ndan uzaklaştırıldı. Hemen hemen hiçbir yayın organında İslâmiyet’ten bahsedilmez oldu. İslâmiyet bir tür onlara küfretme şeklinde yorumlandı. Duamız; Müslümanların da gazeteleri ve yayın organları olsun, kendi teşkilatları olsun, İslâmiyet’in savunulması serbest olsun, tek veya iki partili dönem sona ersin. Biz bunlara dua ediyorduk. 1960 inkılâbı büyük bir değişikliğin başlangıcı olarak ortaya çıktı. Müslümanlar kendi dergilerine, gazetelerine, vakıflarına, partilerine, kooperatiflerine, şirketlerine kavuşmaya başladı. Çok partili sistem geldi.
c) 1970’lere girdiğimiz zaman Türk ordusu İslâm düşmanı gösteriliyor, Türkiye’de Müslümanlara yapılan baskılar ordu adına yapılıyordu. Devletin resmen İslâm düşmanı olmasını istemiyor, devletin lâik olmasını diliyorduk. Yönetime artık inanmış namaz kılan kimselerin de gelmesi gerekiyordu. Kenan Evren Türkiye’de büyük bir şekilde devletimizi İslâmîleştirdi. Kur’an Kursları tamamen serbest bırakıldı. İmam-Hatip Okullarını İmam Hatip Liseleri hâline getirdi. Yüksek İslâm Enstitüleri İlâhiyat Fakültelerine çevrildi. Türkiye İKÖ’de İslâm Ekonomik Örgütü (İSEDAK) başkanı oldu. En önemlisi, açıkça dindar bir aileye mensup olup kısmen dindar olan Turgut Özal başbakan oldu.
d) Bizim başka bir eksiğimiz daha vardı. Kur’an halk tarafından okunup anlaşılmıyordu, Kur’an mezarlarda dua niyetine okunuyordu. Bugün ise herkes her yerde Kur’an okuyor. Artık Müslümanların da her tülü basın ve yayın organları vardır. Türkiye artık Kur’an ehli olmuştur. Mealli Kur’an’lar her tarafa yayılıyor. Herkes orada burada Kur’an’la meşgul oluyor. Bunun sonucu aydınlıktır. Kur’an’ın anlaşılmaya başlaması ile sorunlar çözülmüş olacaktır.
e) Türkiye bugün Müslümanların elindedir. Millî Görüş Hareketi olsun, Fethullah Gülen Cemaati olsun, her tarafta İslâmiyet’in uyanışı görülüyor. Bugün artık “Adil Düzen”in gelmesi için herhangi bir engel kalmamıştır. Tek engel vardır, o da insanların henüz “Adil Düzen”i öğrenmemeleridir.
İzmir Akevler’de “Adil Düzen” üzerinde çalışmalar devam etmektedir. Kur’an okunup mealler yazılmaktadır. Adil Düzende belediyecilik üzerinde çalışılmaktadır. Batı’da ne yapıldıysa biz de onu yapalım mantığı yerine, ‘biz neler yapabiliriz’ denmektedir. Hatalar olabilir. Onların hepsi düzelir.
Ankara’da arkadaşlar bir araya gelip görüşmeler yapmaktadırlar. Henüz yazılı eserler veremiyor, henüz aktif bir faaliyet sözkonusu olmamaktadır. ESAM’daki çalışmalarla onların çalışmaları birleşmelidir. Başarılı adımlar atılacağını sanıyorum.
İstanbul Ümraniye ve Üsküdar’da haftada bir defa bir araya gelinip bir şeylerin yapılması gerektiği hususunda görüşler ileri sürülmektedir. Yenibosna desteklenmektedir. Haftalık da olsa bu çalışmalar devam ederse, orada da birtakım çıkışlar olabilir.
En önemli faaliyet Yenibosna’da ümit verici olarak sürmektedir.
- Arapça derslere sıfırdan başlanmış ve bilgisayar desteğinde adım adım “III. Bin Yıl Arapçası”nın oluşmasına başlanmıştır. Kur’an şimdi bu usulle yeniden yorumlanmaya başlanmıştır. Bu “Yenibosna Çalışmaları” ileride Yunanistan’daki Sokrat, İslâmiyet’teki Ebu Hanife ekolünün oluşması tohumudur.
- Bunun dışında muhasebe programı hazırlanmakta ve artık gelecek bin yılın ekonomisini yönlendirecek ve fıkhın yeniden muhasebeleştirilmesini sağlayacak tohum atılmış bulunmaktadır. Ciddi bir geleceğin günümüzde başladığının işaretidir.
- Gezgin manavcılık yapan Metin ile anlaşma yapılmış, 3000 YTL iştirak olarak verilmektedir; 2000 YTL daha verilecektir. Bodrum katı da bu iş için depo olarak kullanılacaktır. Bakkallara sebze ve meyve dağıtılacaktır. M. Zübeyir Erol ve Mehmet Hikmetumut da fiilen devreye girmeye başlamışlardır.
- Yenibosna’daki markette devamlı duracak bir ekip henüz oluşturulamamıştır.
Görülüyor ki, Allah’ın vaatlerinin birçoğunu görmüş bulunuyoruz. Adil Düzen Külliyatı oluşma durumundadır. Artık yazılanları anlayacak, gerekli ilaveleri yapacak bir çalışma devam etmektedir. O halde Allah vaat ettiklerinin bir kısmını bana göstermiştir. Elbette ki çoğu bundan sonra olacaktır. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın hayattayken eriştiği zaferler, daha sonra olacaklara nisbetle elbette devede kulaktı. Ama tohum orada atılmıştır ve bugünkü dünya o günün o faaliyetleri sonucu olmaktadır.
فَإِنَّا عَلَيْهِمْ مُقْتَدِرُونَ (Fa EinNAv GLaYHiM MuQTaDiRUvNa)
“Biz onların üzerine muktediriz.”
Allah Kur’an’da kendi adlarıyla anılır; bir de “O”, “Ben” veya “Biz” der.
“Ben” dediği zaman bizzat kendi iradesiyle yaptığı veya yapacağı işleri kastetmiş olur. “Biz” dendiği zaman, O’nunla beraber yarattığı şuurlu varlıklarla işi yapacağından bahsetmiş olur. Bu varlıklar melekler, ruhlar, cinler ve insanlardır.
“Biz muktediriz” dendiğinde, Adil Düzen Çalışanlarıyla birlikte muktedir olduğunu söylemektedir. Yani, Allah Adil Düzen Çalışanlarının başarılı olacağını bildirmektedir.
“Biz muktediriz.”
Yukarıda “muntekimûn” denmiş, burada “muktedirûn” denmiştir. İntikamı başkalarının eliyle alacaktır. İktidarı ise mü’minler eliyle gerçekleştirecektir. İntikamı ileriye yani gayba atmıştır. İktidarı hâl ile ifade etmiştir.
“Kudret” ölçülü olan anlamındadır. Aynı zamanda hareket ettiren şeydir. Enerji demektir. Evrensel kanunların birincisi enerjinin artıp eksilmediği ilkesidir, yani kudret olduğudur, ölçülü olduğudur.
“İktidar” iftial bâbından gelir. Kendi kendimize muktediriz. Yani, başkalarının yardımına ihtiyacımız yoktur.
Adil Düzen Çalışanlarının sadece “Biz Allah’ın ensarıyız” diyen havarilere ihtiyacı vardır. Başka kimseye ihtiyaçları yoktur. Hazreti İsa etrafındakilere sorar; “Allah’a giden yolda kim bana yardımcıdır?” der. Havariler de; “Biz Allah’ın yardımcılarıyız.” derler. Yani, senin değil, Allah’ın yardımcılarıyız derler. Bunlar gariban 12 kişi idi ama bugün iki milyardan fazla oldular. Adil Düzen Çalışanları da bugün gariptirler. Kenarda köşede sadece birkaç kişidirler. Ancak bir gün gelecek “Adil Düzen” yeryüzünün tek düzeni olacaktır.
“Biz muktediriz.”
Bunlar çok güçlüdürler. Çünkü onlar değil, “Adil Düzen” güçlüdür, onlar ise orada sadece basit gariban birer işçidir. Ne var ki fabrika lâyezâl her şeyin halikı Allah’ındır. Her şeyi O yapmaktadır, O yapacaktır. Biz sadece O’nun sadık işçileri olmaya çalışıyoruz. Allah mağlup olmaz muktedirdir. O halde biz galip geleceğiz. Eğer biz hak yolda isek biz galip geleceğiz; biz değil hak galip gelecektir.
Allah’ın galip geleceğinden en küçük tereddüt şirkin en büyüğüdür. Böyle bir dalâlete düşmememiz için her an teyakkuzda olmalıyız, istiğfar etmeliyiz. Bu kâinat sahipsiz değildir. Buranın sahibi de aciz değildir. Bizim başarısızlığımız O’nun başarısızlığı değil, bizim kötü işçi olmamızdan ileri gelmektedir. O bizden başka istediği kadar başka işçi bulabilendir, bulacaktır da; ve sonuna galip olan “Adil Düzen”dir, zalim düzen değildir.
فَاسْتَمْسِكْ(FaıSTaMSıK) “İstimsak et.”
“Mesh etmek” el sürmek demektir. “Mesk etmek” ipi avucun içine almak demektir, hayvanı yularından tutmak demektir. “Sekene” kelimesi ile de akrabalığı vardır, sakinleştirme demektir. Yerleştirme mânâsına gelir.
“İstimsak” tutmak demektir. Yani, düşmemek için ipe tutunmak istimsaktır. Sağlam halata tutunmak demektir.
Bu dünya yamaç bir yerdir. Kendinizi bırakırsanız düşüp yuvarlanırsınız. Düşmemek için tutunmak gerekmektedir. Tutunacak şey Allah veya O’nun vahyi olmaktadır. Allah’a inanmayan veya kitaba inanmayan kimse boşluktadır. Allah’tan başkasına tutunanların ipleri kopacaktır. Allah’a tutunmak demek, topuluğa tutunmak demektir. Topluluğa tutunmak da, O’nun kanunlarına uymak, yetkililerin yetkisini tanımaktır.
Kitaba istimsak etmeyenler topluluk oluşturamazlar. Topluluk ancak kurallar içinde hareket etmekle olur. O kuralları yasalar koyar. Ancak her gün değişen, ekseriyetin kararları şeklinde oluşan yasalar bir topluluğu yönetemez.
Durmadan kanunlar yapılmaktadır. Yapılan kanunlar o devlet var oldukça yürürlüktedir. Sonra değişik zamanlarda çıkan kanunlar birbirini tutmamaktadır. Sen bir kanun okuyorsun ve ona göre hareket ediyorsun; bürokrat başka türlüsünü uyguluyor, hakim başka türlüsünü anlıyor. Kitap, herkesin her zaman okuyup üzerinde düşüneceği ve tartışacağı kitap olmalıdır. Bunun ölçüsü de Kur’an’dır. Kur’an 600 sahifedir.
30 günde tamamladığımızı farzetsek, her gün 20 sahife okunmalıdır. Bir namazda 4 sahife okursak, her ay Kur’an okunmuş olur. Dakikada bir sahife okunabilmektedir. Demek ki her namazda 4 dakikalık bir zaman buna ayrılmalıdır. Böyle olunca senede 12 defa bu kitap okunur. Kur’an üzerinde tartışma ise gece yapılmaktadır.
İnsan gününün yarısını evinde kendi ailesinin yanında geçirir. Bu uyku ve yemek vaktidir. Geri kalanın yarısını resmi mesaide geçirir. Bu da sabahla öğle arası olmaktadır. Kalanın yarısını ister ilimde, isterse işte geçirir. Bu vakit de ikindi ile akşam arasıdır. Yatsıdan önce 3 saatlik zaman vardır. İşte o vakit de Kur’an’ın yorumu ile öğrenilmesi vaktidir. Sabahleyin 2 saat evde, öğleyin 3 saat evde, akşamleyin 1 saat evde, uykuda da 6 saat geçirerek 12 saate ulaşır. 5 dakika sürecek olan namaz vakitleri geçiş dönemidir. İki taraftan alınır. Demek ki insanlar Kur’an’ı hep okuyacaklardır. Diğer dinlerin mensupları da kendi kitaplarını okumalıdırlar. Lâikler de ya kendi anayasalarını veya Marks’ın Kapital’ini, Kemalistler Nutuk’u okumalıdırlar.
Böylece bir ana kitabın okunması o kimseler arasında ortak dil oluşturur, ortak yorumlar oluşturur, böylece o kitap o topluluğun şeriatı olur.
Bugünkü kanunların sayıları onbinlerin üstündedir. Her kanun yüz sahife civarındadır. Bir milyon sahife kanun vardır. İçtihatlarla ve tüzüklerle bu birkaç milyonu bulur. Bir milyon sahife bir milyon dakika eder. Bunu okuyan insan ancak 60 senede okuyabilir. Demek ki kanunları sadece okumayı bitirdiği zaman kendisi 75 yaşında olacaktır.
Bu kadar sahifelik bir kitapla nasıl olacak da uygulama yapılacak denebilir. O da yorumla olur. Her topluluk Kur’an’ı kendine göre yorumlar ve uygular. Son söz hakemlerin olur. Buna da yargı üstünlüğü denir. Yorum demek, kişinin gerektiği zaman o kanunu bulup okuması demektir. Bunu ancak devamlı okuduğu kitapta yapar.
بِالَّذِي أُوحِيَ إِلَيْكَ(Bi elLAÜIy EuXıYa EiLaYKa)
“Sana vahyolunana istimsak et.”
Başka yerlerde “Bimâ Ûhiye İleyke” dendiği halde, burada “Ellezî” denmiştir.
Burada kastedilen Kur’an’dır. “Mâ” ile vahyolunanlar içtihattır. “Ellezî” ile vahyolunan ise Kur’an’ın kendisidir.
Yukarıda izah ettiğimizi ortaya koyduktan sonra burada “Mâ” gelseydi yorumumuz yanlış olurdu. Burada “Mâ” değil de “Ellezî” gelmesi bizim yorumumuzu teyit etmektedir.
Hamd olsun bizi dalâlette saptırmadı, bize hidayet etti. Biz ne yaparsak yapalım, iyilik de yapsak, kötülük de yapsak, Allah’ın ilhamı ile olmaktadır. Biz tercihimizi yapmaktayız. Düşündüren ve yaptıran O’dur.
“Sana vahyolunana” yani Kur’an’a tutun diyerek, herkesin kendi içtihadı ile Kur’an’a uyacağı anlaşılıyor.
Ne diyorduk?
Kur’an her zaman ve her yerde herkese ayrı ayrı nâzil olur. Onu okuyan şimdi bana geldi diyecek ve ona göre içtihadını yapacaktır. “Sana vahyolunana” deniyor.
إِنَّكَ عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (EinNaKa GaLAy ÖıRAvOın MuSTAQIyMin)
“Sen müstakîm sırât üzerindesin.”
Sen eğer sana vahyolunan o Kur’an’a istimsak etmiş isen, sen müstakîm sırât üzerindesin demektir. Fatiha’da “Bize müstakîm sırâtı hidayet et” derken, orada marife gelmiştir, burada nekre gelmiştir. Son derece veciz ifadeyle orada “bize hidayet et” deniyor. Bize hidayet edilen icma ile sabit olandır. O tektir. Marifedir ve değişmez.
Tarihten gelip kıyamete kadar gidecek sırâtı anlatmaktadır. Oysa burada “sen” denmek suretiyle icma değil içtihat belirtmektedir. İçtihatla da sırâtı mustakîm bulunacaktır. Ama bu sırât farklı farklı olacaktır. Onun için nekire gelmiştir. Otobanda ortak yol vardır, bütün arabalar o yoldan giderler ama değişik şeritler vardır. İsteyen istediği şeridi seçer ve onun üzerinde yürür. Demek ki müstakîm sırât bir bakıma tektir ama kişilere inince o çoktur.
Kur’an baştan sonuna kadar kendi içinde tutarlıdır. Hep birbirini beyan ve teyid eder. İcma ile sabit olmuş olan hususlar her zaman açıklanır ve teyit edilir.
وَإِنَّهُ لَذِكْرٌ لَكَ(Va EinNaHUv La ÜiKRun LaKa) “O sana zikirdir.”
Evet, Kur’an Arapçadır, metindir ama mânâsı olan metindir. Okundukça kolay anlaşılır durumu vardır. Gerçi uygulamak için içtihada ihtiyaç vardır. Ancak bir defa yorumlandıktan sonra kolay anlaşılır hal alır.
Örnek olarak, ayaklar topuklarla yıkanılacaktır. Topuklar dahil midir, hariç midir? Usul koyuyoruz; eğer topuklar ayaklar içinde ise dahildir. Ama ayaklar içinde değilse o zaman hariçtir. “Batı bölgesinde ancak Polatlı’ya gidebilirsin” dersem, Polatlı’ya gidemezsin, çünkü o batı bölgesine dahil değildir. Ama “Doğuya ancak Erzincan’a kadar gidebilirsin” desem, o zaman Erzincan’a gidebilirsin. İşte bu usuldür. Bu usulü kabul ettiğimizde topuk ricl/ayak kelimesine dahil olduğu için yıkanması gerekir diyoruz.
Bunu bir defa öğrendikten sonra “ile’l-ka’beyni” okuduğunuz zaman artık düşünmenize gerek yoktur. Hemen anlarsınız. Topuklar dahil demeye gerek yoktur.
İşte içtihat budur. Onun sınırı yoktur. O sana zikirdir. Böylece artık sen Kur’an ile amel edersin. İçtihatlarını uygularsın. Bunu ifade etmekle, bir konuda bir defa içtihat ettikten sonra artık tekrar tekrar içtihada gerek olmadan sadece hatırlamakla ona göre amel edersin. Ancak yeni delil gelirse o zaman onu değerlendirmen gerekir.
Müçtehitler akıl yoluyla bu hususları usulde tasnif etmişler. Kur’an onların tasnifini teyit ediyor. Bizim için de kesin delil olmaktadır. Onlar sünnete dayanarak ve akıl yoluyla meseleleri çözdüler. Şimdi Kur’an yorumlandığı zaman onları teyit etmektedir. Bazı yerlerde muhalefet ediyoruz. Yani bize göre hata yaptılar. Bu da gösteriyor ki, biz bunları onların dedikleri şekilde sonuç çıkarmak için yapmıyoruz. Bize göre yanlış olan yerde hiç tereddüt etmeden biz bizim içtihadımıza göre amel ediyoruz. Ne var ki çoğunda onlarla beraberiz.
وَلِقَوْمِكَ(Va LiQaVMıKa) “Ve kavmin için de.”
“Kavim” burada “Ke”ye atfolmuş. Demek ki “kavim” ile “kişi” başka başkadır.
Herkes için iki dünya vardır.
Biri, kendi işleri ile ilgili dünyadır. Buna “dinî dünya” diyoruz. İçtihat yaparsınız, ibadet edersiniz. Bunun hesabını bu dünyada kimseye vermezsiniz.
Bir de, toplulukla ilgili işler vardır. Onlarla beraber hareket etmek zorundasınız. Bu alan sadece sizin içtihadınız ile yürüyemez. Onlarla uzlaşmak zorundasınız.
Uzlaşmanın da dört yolu vardır.
- Birincisi, kendiniz teklif yapar ve ilan edersiniz. İsteyen icabınızı kabul eder. Kim kabul ederse onunla iş yaparsınız. Burada karşılıklı görüşme yoktur, tek taraflı içtihat vardır. Bu da şeriattır.
- Kişi ile görüşüp konuşursunuz, anlaşırsınız, sözleşme yaparsınız. Bu da sizin içtihadınız olur ve sizi bağlar.
- Anlaşamazsanız ortak vekil seçersiniz. O sizinle istişare eder ve verdiği karar sizin kararınız olur, sizin içtihadınız olur, çünkü vekilin kararı aslın kararı gibidir.
- Ortak vekilin kararı yanlışsa hakemlere gidersiniz. Hakemlerden birini siz seçersiniz, diğerini diğeri seçer. Hakemler baş hakemi seçerler ve böylece oluşan mahkemenin kararı kesindir. Ona uyarsınız. Mağdur olmuşsanız hakemler aleyhine hakemlere gidebilirsiniz. Kazanırsanız artık hakemlerin dayanışması öder, davalı ödemez.
İşte, demek ki herkesin iki tarafı vardır; şahsı ve topluluğu yani kavmi. Onun için burada her ikisini ayrı ayrı zikretti, “Küm” diyerek birleştirmedi.
Burada başka bir husus daha vardır. O da siz âlim veya âmir olursunuz. O zaman sizin göreviniz topluluğa önderlik etmektir. Âlim iseniz halk sizin içtihatlarınızla amel eder. Âmir iseniz sizin emirlerinize uyarak hareket eder. Böylece “sen” ile “kavim” başkasınız. İşte bu sebeple “Ve Li Kavmike” denmiştir. “Li’l-Kavm” dememiştir. Çünkü müçtehidin içtihadı o kavmi bağalar, başka kavmi değil. Dolayısıyla Kur’an diğerlerine ancak müçtehidin içtihadına göre zikirdir. Bu sebeple “sen ve kavmin” dedi. Kavmi izafe etti.
وَسَوْفَ تُسْأَلُونَ(Va SaVFa TuSEaLUvNa)
“İleride sual olunacaksınız.”
Burada artık hitabı genelleştirdi. Çünkü kavmin yaptıklarından müçtehit sorumlu değildir. Herkes kendisi sorumlu olacaktır.
“Sevfe” kelimesini kullandı; gelecekte yani âhirette sorulacaksınız denmektedir.
Burada sual olunan insanlar ayrı ayrı olabildiği gibi, birlikte de sorulacaksınız demektir. Bu âyet müslimlerden çok mü’minlere hitap etmektedir. Mü’minler Kur’an’a istimsakla mükelleftirler. Kur’an’a istimsak etmeyen mü’min olamaz.
Peki, gayrimüslimler askere alınmayacak mı? Askere alınmak için mü’min olmak, ehli Kur’an olmak şart mıdır? “Ben bedelli değil nöbetli olmak istiyorum” derse, ona; “Hayır, sen asker olamazsın” mı diyeceğiz? Bunun için şu ilkeleri getiririz.
a) Dini ile yani kendi özel hayatı ile ilgili sahalarda, hangi dinden olursa olsun, biz onu Kur’an’a inanmaya zorlamıyoruz. Asker olabilir.
b) Kur’an hükümlerini sözleşme gereği kabul edecek, artık bizim ortak kitabımız Kur’an olacaktır. Biz nasıl Tevrat ve İncil ile Furkan’ı inkâr etmiyorsak, o da Müslümanların kitabı olduğu için kabul edecektir. Düzenle ilgili hususlarda Kur’an’ı reddetmeyecektir.
c) Zaten diğer büyük dinlerde şeriat yoktur. Sadece Tevrat’ta şeriat vardır, o da yalnız onların kitabıdır. Bununla beraber Tevrat’taki hükümler ile Kur’an’daki hükümler çatışmaz. Çatışma var kabul edersek, çözüm müsbet ilimdir, hakemlerdir.
Burada devlet olarak da “ulus-devlet” olacağı son derece açıktır. Müçtehitler ve emirler kavmin emirleri ve müçtehitleridir. Uluslararası şeriat yoktur. Uluslararası sorunlar hakem kararları ile çözülür. Yani her ulusta veya bucaklarda imam vardır ve ortak vekildir. Onun istişare ile verdiği kararlar kavmin halkı için geçerlidir. Oysa Mekke’de oturan insanlığın başkanının kararları yalnız Mekke’de geçerlidir. Uluslararası ihtilaflar başkanla değil hakemlerle çözülür. Nitekim bugün uluslararası başkan yoktur, sekreter vardır. Birleşmiş Milletler insanlığı bağlayan kurallar koyamaz. Uluslararası anlaşmalar vardır. İsteyen katılır, isteyen ayrılır. Demek ki bugünkü uygulamalar da Kur’an’da yer almaktadır. Ulusal devlet esas alınmaktadır. Sömürü sermayesinin tek devlet hayali gerçekleşmeyecektir.
وَاسْأَلْ (Va SEaL) “Sual et.”
“Sual etmek” istemek demektir. Açıklanmasını istemek veya bir şeyi istemek demektir. “Saili nehretme” derken, isteyeni kovma anlamında olduğu gibi; sual edeni yani sorana da ‘sen sus, bunları sorma, günahtır’ dememek olur. Sualin özelliği şifahi sormadır. Bir hususta araştırma mânâsına gelmez. Mecazi olarak o mânâ verilebilir.
Kimlere sorulacak?
Senden önce irsal olunan kimseye sor. “Men” nekre/tekil olduğuna göre sorulacak kimse bir kişi değildir. Herkese sor anlamında olur. O peygamberlere yetişemediğine göre onlara sorması mümkün değildir.
O halde kimlere sorulacaktır? Biz kime soracağız?
Senden önce irsal olunanlara sor. Yani tüm eski din mensuplarına sor demek oluyor. Yani burada muhatap olan biziz, Kur’an ehli olan herkestir.
Kur’an’dan önce gelen hiçbir nebi veya resul Allah’tan başkasına ibadet edilmesini emretmemiştir. Bunu yapanlar varsa onlar şeytanın hizbindendirler. Çağımızın en büyük şirki insanları tanrılaştırmaktır. Allah inkâr edilip kâinat Tanrı’sız izah edilmeye başlanınca topluluklar da Tanrı’sız anlaşılmak istenmektedir. Böylece insanlık tam bir şirk içindedir.
Putlar icat edilmektedir. 20. yüzyılda diktatörler ortaya çıkmış ve onlara tapılmıştır. Devletleri onların yarattığı kabul edilmiştir. Ekseriyet sistemi ile sermaye sahiplerine tapılmıştır. Bugün insanlık tam şirk içindedir.
مَنْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ (MaN EaRSaLNAv MiN QaBLiKa)
“Senden önce irsal ettiğimiz kimselere.”
“Men” tekil olduğu gibi cem/çoğul için de olur. Türkçeye çoğul olarak tercüme edilir. Bizim bizden önce irsal olunan kimselere sormamız gerekmektedir. Onların kâfir olmayanlarına sormamız gerekir.
Allah kendisinden başka birisine ibadet edilmemesini emretti. Eskiden Hıristiyanlar Hazreti İsa’ya ibadet edilmesi gerektiği görüşünü ileri sürüyorlardı. Ama bugün biliniyor ki Hazreti İsa asla böyle bir şey söylemedi. Bunları Pavlus uydurdu. Bir Yahudi olan Pavlus Hıristiyanlığı bozmak için böylelikle şirki dinlerine soktu. Bu Romalıların da hoşuna gitmiştir. Çünkü Hazreti İsa’ya tapılınca imparatora da tapılabilirdi.
Onlara göre Hazreti İsa’nın iki yanı vardır. Biri ruhu, onu din adamları temsil eder; diğeri de bedeni, onu imparator temsil eder. Böylece imparator ile patrikler anlaştılar ve halk iki tanrıya tapmaya başladı. Onların anlayışına göre onlar birlikte halkı yönetirler.
Günümüzde, bütün bunların Tevrat’ta veya İncil’de olmadığı artık bilinmektedir.
Bugün Müslümanlar da benzer şirke doğru adım atmaktadırlar. Hazreti Muhammed’in doğumunun hiçbir dini kutsiyeti olmadığı halde, önce Hıristiyanlar taklit edilerek mevlit okumaya başlamışlardır. Şimdi de kutlu doğum haftasını icat ettiler!
Müşrikler de böyle yaparlar.
Mustafa Kemal’in ilkelerini önce kenara iterler, ondan sonra halkı onun şahsına taptırarak onun yaptıklarının tersini yaparlar.
Şimdi de Müslümanlar lâikleştirilmiş, ılımlı İslâm icat etmektedirler. Ilımlı İslâm neymiş? Sanki İslâmiyet’te zorla İslâm dinine sokma varmış gibi Türkiye’yi bundan azad ederek diğer ülkelere örnek yapıyorlar. Oysa Batı lâikliği İslâmiyet’ten öğrenmiştir.
Batı’da önce Hıristiyanlığa zulüm yapılmış, sonra da Hıristiyanlık adına zulüm yapılmıştır. Bunların hepsi Yahudilerin fitnesiyle olmuştur. Sonra İslâmiyet’in tesiri ile bu sefer de dinsizlik yapılmış ve bu defa Hıristiyanlara zulümler yapılmıştır. Şimdi de Türkiye’de lâiklik adına zulüm yapılmaktadır.
مِنْ رُسُلِنَا(MiN RuSUvLiNAv) “Resullerimizden.”
“Resullerimizden” yani kendilerine irsal ettiğimiz kimselerden sor. Buradaki teb’iz onlara irsal olunan resullerdir. Yani herkese her resulü irsal etmedik, farklı resuller irsal ettik. Onların hepsine sual et.
Burada “Men Erslenâ Min Kablike Min Rusulinâ”da “Men”e raci zamir yoktur. “İleyhim/onlara” takdir edilmelidir. Sual yaşayan cemaate yapılacaktır ama geçmişleri ile yapılacaktır.
Dinler tetkik edildiği zaman görülür ki, bütün dinler tek Tanrı’yı savunmuşlardır.
Sömürü sermayesinin saçma teorilerine göre, sanki insanlar önce çok tanrılara tapıyorlardı, sonra tek Tanrı’ya geçtiler. Bunu da Hazreti İbrahim başlattı.
Oysa Hazreti İbrahim tek Tanrı’ya değil, tek ümmete, tek millete gitmeyi başlattı. Yani değişik kavimler değişik peygamberlere bağlı olarak tek Tanrı’ya ibadet ediyorlardı. Tanrıları birdi ama peygamberleri ayrı idi. Hazreti İbrahim insanlığı tek uygarlığa götürmekle görevliydi. Oğulları ve torunları bu görevleri yüklendiler. Son olarak torunu Hazreti Muhammed aleyhisselâm insanlığa Kur’an’ı getirerek Hazreti İbrahim’in başlattığı tek millet olma faaliyetini tamamladı.
Geçmişte hiçbir kimse bana ibadet edin, Allah öyle emretti demedi. Hep tek mabuda ibadet edin dedi. Bu husus gittikçe aydınlanmaktadır. Sermayenin dinsizlik baskısı kalktığı zaman bunlar daha belirgin hâle gelecektir. İsrail’de toplanacak Yahudiler da artık sömürü sermayesinin âleti olmayacaklardır. Yeryüzünde sömürü sona erecektir. Devletler başka devletleri sömürmeyeceklerdir. Gümrükler kalkacak, vizeler kalkacak... Yahudiler kendi sermayeleri ile ticaret yapacaklar, artık faizi onlar da terk edecekler; biz seçilmiş kavimiz, bize haram ama başkalarından faiz almak haram değil mantığını bırakacaklardır.
أَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمَنِ (Ea CaGaLNAv MiN DUvNı elRaXMAvNı)
“Rahman’ın dışında ilâhlar mı ca’lettik?”
Allah burada “rahman” ismiyle anılmaktadır. Çünkü diktatörler, patronlar çalışanlara ücret vermektedirler. Onlardan yararlandıkları kadar karşılıklarını vermektedirler. Rahim sıfatı ile kısmen vasıflanabilmektedirler. Ama hiçbir diktatör şimdi insanlara gözünü ben verdim, kulağını ben koydum, ovaları ben yarattım, nehirleri ben akıtıyorum diyememektedir. Kimse bunların kendiliğinden tesadüfen olduğunu söyleyememektedir.
Harun Yahya’nın kitaplarına bakanlar, onların bunları söyleyemediklerini görürler. Çağımızda Risale-i Nur Külliyatı, sonra da Harun Yahya’nın kitapları Kur’an’ın asrımıza göre yorumlarıdır. Onların biri Kur’an’ı iman yoluyla tefsir etmiştir, diğeri ise ilim yoluyla tefsir etmektedir. Hata yapmakta, evrim yoktur demektedir. Oysa evrim vardır ama kendiliğinden evrim yoktur. Zaten kendi kitaplarında da bu görülmektedir. Yani evrimin olduğu ama bunun kendiliğinden olamayacağı ispatlanmaktadır.
Bunlar İslâm düzeni ile meşgul değildirler. İslâm düzeni ile ilgili çalışmalar Adil Düzen Çalışanlarınca yapılmaktadır. Bu tefsirlerimiz o çalışmaların tefsirleridir. Ayrıca siyasi yorumlar yapılmaktadır.
آلِهَةً يُعْبَدُونَ(EAvLiHaTan YuGBaDUvNa)
“Kendilerine ibadet edilen ilâhlar mı yaptık?”
Burada kurallı cem’ getirilmiş ve ilâhlar şuurlu varlık olarak zikredilmiştir.
Sorun nedir?
Sorun insanlığı sömürmedir. Marx sermayenin sömürüsünü kamufle etmek için başka sömürü araçlarını aramıştır; din, aile, devlet ve diğer sermayeler sömürü aracıdır demiştir. Ona göre bunlar yıkılacak ve ortadan kalkacak, yerlerine anka kuşu gelecektir; onun adı sömürü sermayesidir ve o dönemde güçlenmektedir. Sosyalizmin görevi mülkiyeti, aileyi, dini ve devleti ortadan kaldırmaktı. Tek düzen olan komünizm yeryüzüne hakim olacaktı. O da sömürü sermayesinin olduğu düzen olacaktı.
Marx karşılıksız parayı bilmiyordu. Oysa karşılıksız para sayesinde Marx’ın komünizmi daha da erken gelmeye başladı. Devlet yok ama mafya vardır, paralı tetikçiler vardır. İnsanlık silahtan tecrit edilmiştir. Askerlik kalkmıştır. Silah kullanmayı yalnız tetikçiler bilmektedir. Artık her şey sermayenin emrindedir. Onun emri dışına çıkan tetikçi tarafından öldürülür ve katiller de dinlenme yerleri olan cezaevi denilen otellerde refah içinde yaşar. Çünkü nasılsa idam yoktur.
Bütün bunlar sona ermektedir. Çünkü müsbet ilim bütün bunları çürütmüştür.
Şimdi tek Tanrı’ya inanan dinlerin hükümranlığı başlayacaktır. Çünkü bütün büyük dinler tek Tanrı’ya inanmaktadırlar.
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا(Va LaQaD EaRSaLNAv MUvSAy BiEaYATıNAv)
“Biz Musa’yı âyetlerimizle irsal ettik.”
Sor, kendilerine sor; biz Rahmandan başka ilâhlar yaptık mı ve biz Musa’yı irsal ettik.
Tarihte büyük peygamberler vardır. Bunlar insanlığa büyük uygarlıklar getirmişlerdir. Bunların başında Hazreti Musa gelmektedir. Kur’an Hazreti Musa’yı Hazreti Muhammed’e benzetmektedir. Çünkü şeriatı getiren sadece bu iki peygamber vardır. Diğerleri şeriattan çok dinigetirmişlerdir.
Bunların aralarında ne fark vardır?
Din insanları yetiştirir. Kişilere nasıl davranacaklarını anlatır. Mekke sûreleri böyledir. Kişilere ayrı ayrı hitap eder. Şeriat hükümleri ise topluluğa ait hükümlerdir. Mü’minlere hitap eder. Burada da Hazret Musa aleyhisselâmı hatırlatıyor. Hıristiyanlık da Hazreti Musa aleyhisselâmla ilgilidir. İnsanlık yönetim bakımından İsmail ve İshak’ın çocukları tarafından yönetilecektir. Doğu dinleri düzenle değil kişilerle meşguldürler.
إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ(EiLAv FıRGaVNa Va MaLaEiHi)
“Firavuna ve meleine Musa’yı irsal ettik.”
Bir topluluğu mele’ yönetir. “Mil’” dolmak demektir. Topluluğun ileri gelenlerine mele’ denmektedir. Kişinin etrafında bir ekip oluşur. Başkan sadece onlarla meşgul olur. Onun çevresindekiler halkla ilgilenirler. Topuluğa asıl hükmeden o mele’dir. Kur’an bunlara peygamberler için mukarrabûn, sabikûn ve evvelûn demektedir.
Diktatörlerle peygamberler arasında en büyük fark, ilklerin başkanları terk etmemeleridir. Sonra gelenler orada yer alırlar.
Bediüzzaman bundan kurtulmuştur. Kendi hayatında kendisine herkes sadık olmuştur. Erbakan da bugün hâlâ ilk arkadaşları ile çalışmaktadır. Bağımsızlar hareketinden itibaren ayrılmamış durumdadırlar. Adil Düzen ekibinden ayrıdır.
Biz de Akevler ekibinden ayrı değiliz ama birlikte çalışmıyoruz. Bizdeki bu farklı yerlerde faaliyet göstermenin nedeni tebliğdir. Bu sebepledir ki yeni kuruluşa ihtiyaç vardır. Bunlar ilkler olacaklar ve dağılmayacaklar.
Akevler henüz bunu oluşturamadı. Bu da göçle/hicretle ilgilidir. Yenibosna’daki Kur’an tedrisatı ve muhasebe çalışmaları devam ederse, ileride dağılmayan bir evvelûn, sabikûn, mukarrabûn oluşabilir. Kur’an ile meşgul olmadığınız zaman bu işi başaramazsınız. Bizim en büyük eksiğimiz dağılmış olmamızdır. Eğer Akevler ekibi bir araya gelse, birkaç sene içinde Türkiye dünyanın en etkin ve gelişmiş devleti olur.
Akevler’deki küçük çalışmalar bile müdavimleri büyük işler yapacak seviyeye getirmişti. Bu sebeple Akevler’i terk etmiş olan herkes kendi dünyasında başarılı olmaya çalışmaktadır. Takdir böyledir. Asıl olması gerekenlerin henüz günü gelmemiştir.
Biz bu çalışmaları yaparken gelecekte oluşacak cemaate hazırlık yapmaktayız. Hazreti İsa’nın yaptığını yapmaktayız. Zekeriya’nın, Yahya’nın yaptığını yapmaktayız. Bizim istidlâlimize göre 1933 yılına kadar böyle bir cemaat oluşacaktır.
فَقَالَ إِنِّي رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِين(Fa QAvLa EinNIy RaSUvLu RabBi eLGALaMIYNa)
“Âlemlerin Rabb’inin resulüyüm demiştir.”
Yani Hazreti Musa Mısırlılara peygamber olarak gönderilmemiştir, İsrail oğullarına gönderilmiştir. Hazreti Musa ayrıca başka kavimlerin peygamberi olmamıştır. Ama o âlemlerin Rabb’i tarafından gönderilmiştir.
Tanrı tektir, O’nun resulleri ise çoktur ve onlar farklı görevler yüklenmişlerdir.
فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِآيَاتِنَا(FaLamMAv CAvEaHuM Bi EAYATıNAVv)
“Âyetlerimiz onlara ciet ettiğinde.”
“Lemmâ” menfi edatı olduğu zaman “Len”in mazisi olur. “Len” hiç gelmeyecek, “Mâ” da hiç gelmedi anlamında olur. O takdirde aslı “LenMâ”dır. Buradaki “Mâ” mazi mânâsını vermek içindir. “Le En Mâ” şeklinde olduğu zaman, “Le” te’kid içindir, “Mâ” da yine geçmiş içindir; “İzâ”nın karşılığıdır. “İzâ” gelecekte şöyle olursa böyle olur şeklinde olur. “Lemmâ” ile geçmişte böyle oldu, sonuçta böyle oldu denmiş olur. Burada bu mânâdadır; onlara Musa geldiğinde demektir. “İzâ”da ise gelince anlamındadır.
“Câe” lazım fiildir. Harfi cer ile taaddi etmektedir. Geldi değil de, getirdi anlamını veriyoruz. Getirdiden farkı, kendisinin gelmiş olması gerekmez. Oysa “Bi” ile taaddi edince kendisi de geldi demektir. Bir tür beraber geldiler anlamında olur. “Mea”dan farkı, “Mea”da eşitlik vardır. Burada onu getirten fail olandır. “Ecâe” denseydi, getirenin gelmiş olması gerekmezdi.
İşte meani ilimleri bunları talim eder. Henüz bunlar bir ilimde ortaya konmuş değildir. Parça parçadır. Yazacağımız yeni meani kitabında ve yeni lugatlarda hep bunlar üzerinde duracağız. Rahmet nedir? Nimet nedir? İhsan nedir? İkram nedir. Zinet nedir? Cemal nedir?..
“Bi Âyâtinâ” denmiştir. Âyetler esbab ile olduğu için âyetlerdir. Bu da gösteriyor ki, Hazreti Musa’nın gösterdiği âyetler sebep sonuç ile ilişkilidir. Âyetlerin bir kısmı olaylardan ibaret olur.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal mü’minlerin başörtülerine saldırdı. Anayasa Mahkemesi’nde davalar açtırdı. Mahkemenin kararı şimdi onu da korkutmuştur. Sav’ın telefonunun tesadüfen veya tevafuken dinlenmesi bir âyettir. CHP’yi uyarmaktadır. İşte burada bu konuda da çıkmazdadırlar. AK Parti çıkmazdadır; CHP de daha fazla çıkmazdadır.
Bunların hepsi Hazreti Musa peygambere verilen âyetlerin benzeridir.
Kuraklıklar... Tarlaların ekin vermemesi...
R. Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı olduğu zaman İstanbul susuzluktan kokuyordu. Haftada ancak bir iki gün su verilebiliyordu. O gün Almanya’dan geliyorduk. Mahmut Efendi’nin yağmur duası yaptığını dinlemiştik. Aradan bir gün geçti geçmedi, yağmur yağdı. İstanbul’da hâlâ yağıyor ve yaşatıyor. Tayyip İstanbul’a başkan olunca İstanbul su ile doydu. Çünkü o gün gömleğini çıkarmamıştı. Şimdi tarlasından ürün alamayan köylü o tarlasını inşaat işçisi olmak üzere terk ediyor. Çünkü Çin’den gelen sübvanse edilmiş mallar onun mahsulünü satamaz hâle getiriyor. Diğer taraftan inşaat sektöründeki mortgage oyunu ile inşaat işçiliği şimdilik iki misli daha faza ücret getiriyor. Bu oyun Türk tarımını çökertiyor. Bunlar yetmiyormuşçasına, diğer taraftan üstüne üstlük bir de kuraklık geliyor ve Türk tarımı için hepten yıkım oluyor.
İşte, bütün bunlar âyetlerdir...
İnsanlar bunlardan dersler almalıdır.
إِذَا هُمْ مِنْهَا يَضْحَكُونَ (47)(EiÜAv HuM MıNHAv YaWXaKUvNa)
“Geldiğinde onlar ona güldüler.”
Burada “Lemmâ”dan sonra “İzâ” gelmiştir. Geçmişteki gelecek hikâyesidir. Gülerlerdi anlamını taşır.
Bizi yani kendimizi oraya götürmekte, o güne göre istikbalde olanları haber vermektedir.
“Gülmek” kelimesi bir tür istihzadır. “Gülüp geçmek” deriz. Önem vermemek anlamındadır.
Bizim söylediklerimize, bizim yazdıklarımıza önem vermemektedirler…
Oysa, 1970’lerde Akevler Dergisi’nde liderlere ayrı ayrı mektuplar yazmış; eğer böyle devam ederseniz 1960’lardaki olay sizi bekliyor demiştik. Bu mektuplarımızı Bülent Ecevit’e CHP’nin yani onların Lütfi Doğan’ı aracılığı ile, Necmettin Erbakan’a bizim Lütfi Doğan’ımız aracılığı ile göndermiştik.
Ayrıca Süleyman Demirel’e ve Alpaslan Türkeş’e de mektuplar göndermiştik...
Mektuplarımıza yalnız Bülent Ecevit’ten cevap gelmişti...
O mektuplarda onlara 1980 darbesini tarih vermeden çok açık bir şekilde vurgulamıştık. Akevler dergilerini/bültenlerini bulup o mektupları tekrar okumalısınız.
Ondan önceki Tek Yol dergilerinde de benzer yazılar ve mektuplar vardır.
Malum, sonra 1980 müdahalesi oldu.
Oysa, bizim sözlerimize gülüp geçmişlerdi!
AK Parti iktidar olunca benzer uyarılarda bulunmuştuk.
Onlar ne yapmışlardı? Sözlerimize gülüp geçmişlerdi.
Onlardan şunları yapmaları isteniyordu:
- Çalışma kredisi yoluyla işsizliği bitiriniz…
- Dış borcu iç borca çeviriniz, dış borçları bitiriniz...
- Hakemlik sistemi ile yargı bağımsızlığını getiriniz…
- Basın kooperatifleri ile millî basını oluşturunuz...
Benim/bizim söylediklerimi/zi duyup geçmişlerdi!..
Kur’an’dan verdiğimiz haberler âyettir. Onun dedikleri 1400 yıldır gerçekleşmektedir. Şimdi de gerçekleşecektir. İleride de binlerce yıl gerçekleşecektir.
Söylediklerine gülüp geçenlerden intikam almak O’na aittir, bize değil.
Vesselâm…