ZUHRUF SÛRESİ TEFSİRİ - V. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
بَلْ مَتَّعْتُ هَؤُلَاءِ وَآبَاءَهُمْ حَتَّى جَاءَهُمْ الْحَقُّ وَرَسُولٌ مُبِينٌ(29) وَلَمَّا جَاءَهُمْ الْحَقُّ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ وَإِنَّا بِهِ كَافِرُونَ(30) وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ عَلَى رَجُلٍ مِنْ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ(31) أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُمْ بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَةُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ(32) وَلَوْلَا أَنْ يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً لَجَعَلْنَا لِمَنْ يَكْفُرُ بِالرَّحْمَانِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِنْ فَضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ(33)
بَلْ مَتَّعْتُ هَؤُلَاءِ وَآبَاءَهُمْ(BaL MatTaGTu HAvEuLAEı Va)
“Evet, bunları ve babalarını da temti’ ettim.”
Hazreti İbrahim aleyhisselâmı ve ümmetini anlattıktan sonra, “Evet, bunları ve babalarını da temti’ ettim.” diyor. Burada anlatılan Kur’an’ın nâzil olduğu ümmettir. Çünkü fiili mazi ile getirmiştir. Hazreti Musa aleyhisselâmı, Hazreti İbrahim aleyhisselâmı anlattığı gibi; Hazreti Muhammed aleyhisselâmın ümmetini de bize anlatmaktadır. Geçmiş ümmetleri daha çok peygamberleri ile anlatmakta, Kur’an’ı getiren cemaati ise topluluk olarak anlatmaktadır. Çünkü burada rol oynayan Kur’an’dır, peygamber sadece nakledendir. Bununla beraber onların muallimi Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır.
Mekke halkının veya Arapların tarihte önemli yerleri vardır. Nasıl İsrail oğulları seçilmiş bir kavimse, Kureyş de böyle seçilmiştir, Araplar da seçilmişlerdir. Görevleri Kur’an’ın dilini oluşturmak ve ilk uygulamaları yaparak insanlığa Kur’an’ı getirmektir.
Allah nasıl Kur’an’ı indirmek için bir kişiyi görevlendirmişse, bizim ona bir diyeceğimiz yoksa; İsrail oğullarını, Mekke ve Medine Araplarını da bunun için seçmiş olmasında bizim herhangi bir diyeceğimiz olamaz.
Mekkeliler yani Kureyşliler Mısır ile Mezopotamya arasında yaz kış seyahat ederek ticaret yapmışlar, bu sayede “Kur’an Arapçası” gibi bir dil oluşmuştur. Sonra Kur’an’ı o dil ile insanlığa sunmuşlar ve uygulamışlardır.
Hazreti İbrahim peygamber tüm insanlığa hitap etmek üzere gönderilmiş ve insanlık ümmetini hazırlamaya başlamıştır. Hazreti İshak’ı Filistin’e, Hazreti İsmail’i Mekke’ye, diğer dört oğlunu da Hindistan’a göndermiştir. Bunlardan Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Hinduizm ile Budizm dinleri oluşmuştur. Arapların bu son dini insanlığa tebliğ etmesiyle, tek milletin oluşması için Hazreti İbrahim’den beri başlayan çaba taçlandırılmıştır. Kur’an işte bu sebeple Hazreti İbrahim’den sonra Kureyş’ten ve Araplardan bahsetmektedir.
Hazreti İsmail Mekke’ye gelip annesiyle yerleştiği zaman Araplar çöllerde dolaşıyordu. Hazreti İbrahim geldiğinde Sümerler birinci İslâm uygarlığını yaşamışlardı. Bu arada Sümer çivi yazısı ile gelişmiş idi. Sümerler kuzeyden gelen ve Türkçeye akraba dil ile konuşan halklar idi. Yerli halk ise Arapların atası Samilerden geliyordu. Hacer ise Mısırlı idi. Mısırlıların dili Sami dili idi. Yani, Hazreti İsmail ve Hacer hem Mezopotamya hem de Mısır dillerini biliyorlardı. Türk ve Arap soyunun karışımı idiler. Mekke’de Zemzem suyu bulunmuştu. Arapların bu sudan haberi yoktu. Haberleri olsaydı oraya Hazreti İsmail’i yerleştirmezlerdi. Ama Allah onu yani Zemzem suyunu Hazreti İsmail’e ve annesine saklamıştı. Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail Kâbe’yi bir misafirhane olarak inşa ettiler. Mısır’dan gelen yolcular orada barınırlar, sonra Irak’a yani Mezopotamya’ýa giderlerdi. Irak’tan gelenler de orada barınırlardı. Zemzem suyu onları orada barınmak zorunda bırakıyordu. Diğer Arap göçebeleri orada mallarını satar ve oradan alacaklarını alırlardı. Böylece Mekke yalnız Mekke kentinin değil, tüm Arapların, hattâ iki uygarlığın, Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının buluştuğu yer olmuştur. Halk fiilen değil ama fikren iki uygarlıkla tanıştı ve Arapça dili böyle oluştu, Kur’an uygarlığının hazırlığı böyle yapıldı. Melekler bir taraftan Kur’an’ı Allah’ın kelamı ile Arapçaya tercüme ederken, diğer taraftan da Arapçayı Kur’an’ı anlatacak şekilde hazırlıyorlardı. Demir anlamında olan “haddid” kelimesi bunun açık kanıtıdır.
حَتَّى جَاءَهُمْ الْحَقُّ(XatTAy CAvEaHuMu eLXaqQu)
“Hattâ hak onlara gelinciye kadar onlar ve ataları temti’ edilmiş geçindirilmiştir.”
Araplar Mekke’ye her yıl hac mevsiminde ve diğer mevsimlerde gelir, hac ve umre yaparlardı. Hazreti İbrahim aleyhisselâm zamanından beri başlayan gelenekler yapılıp yerleştirilmiş, haram aylar ve haram mekânlar oluşturulmuştur. Kur’an geldiği zaman da o müessese aynen devam ettirilmiştir. Her şey baştan sonuna kadar değiştirildiği halde, Hacda cüzi değişiklikler yapılmıştır. Bu durum hak dinin yani Kur’an’ın ve İslâm uygarlığının doğmasına kadar böyle devam etmiştir.
Buradaki “el-Hak” marife olarak getirilmiş ve resul ona atfedilmiştir. Bu Kur’an’dır. Böylece Kur’an’ın bir diğer adı da “hak” olmaktadır. Hak, onun mucize olmasından dolayı verilen addır.
İnsan Hazreti Adem ile yeryüzüne yayılmaya başlamıştır. Önce dünyadaki meyvelik bölgelerde toplayıcılıkla yaşamıştır. Kur’an bunu açıkça ifade eder. Sonra avcılık dönemi gelmiştir. Hazreti İdris aleyhisselâm zamanında bu uygarlık yaşanmıştır. Sonra çobanlıkla, sonra da tarımla ilgilenilmiştir. O zamana kadar insanlığı kabilelere gelen peygamberler eğitmiş ve yaşatmış, kişi yönetimi ile yönetilmişlerdir.
İlk uygarlık Mezopotamya’da başlamıştır.
Kuzeyden gelen Sümerler Fırat ve Dicle üzerinde barajlar yaparak tarımın verimini yüzlerce misli artırdılar. Birbirini tanımayan insanlar bir araya gelip yaşamaya başladılar. Bu durumda yazı zorunlu oldu. Şeriat ortaya çıktı. Hazreti Nuh Peygamber ilk olarak uygar topluluğun oluşmasını düzenledi. Bunları izleyen Mısırlılar da ikinci büyük medeniyeti kurdular, kuvvet medeniyetini kurdular.
Hazreti Nuh milattan 3300 sene önce gelmiştir.
Hazreti İbrahim ise milattan 2000 yıl önceleri gelmiştir.
Hazreti İbrahim’e verilen vazife şu idi. Dünyaya yayılan kavmî uygarlıklar arasında ilişkiler kurulacak, insanlık tek ümmet hâline gelecektir. Yani insanlar aşiret, kabile, şa’b ve kavm olarak yönetimlerini oluşturmuşlardı. Her kavme ayrı kitap ve peygamber geliyordu. Ama istenen tüm insanlığın bir araya gelebilmesini sağlayan uygarlığın oluşturulmasıydı.
Bugün Birlemiş Milletler teşkilatı vardır. Lâik bir kuruluştur. Ama oraya üye olan devletlerin hemen hepsi Hıristiyan, Müslüman, Budist veya Hindu dinlerine bağlıdır. Bunların hepsi Hazreti İbrahim’in soyundan gelen peygamberlerin getirdiği tek dindir, İbrahimî dindir.
Hazreti İbrahim oğlu İshak’ı Filistin’de bıraktı. Diğer dört oğlunu doğuya gönderdi, orada İslâmî dinleri kurdular. Batıda ise İsrail oğulları ilk İslâmî uygarlığı oluşturdular. Doğuda Vedalar seçkin kavme hitap ediyordu. Batıda Tevrat aynı şeyi yapıyordu. Hazreti İsa geldi ve Tevrat’ı beşerileştirdi: Doğuda da Buda geldi ve kast sınıfını kaldırdı. Hintliler bunu hazmedemedi, hâlâ sınıflı dindedirler. Oysa Çinliler Budist oldular. Batıda da Yahudiler Hıristiyan olmadı, Roma ve Bizans Hıristiyan oldu. Böylece insanlık tek İslâm düzenine ulaşma imkanını bulmaya başladı.
Hazreti İbrahim ilimde, Hazreti Musa şeriatta, Hazreti Davut ekonomide, Hazreti İsa ise dinde tüm kavimleri bir arada yaşatacak lâikliği getirdiler.
Bir dinin baskısı altında dinî düzen yerine; bugünkü tariflerle demokratik, lâik, liberal ve sosyal düzene insanlığı getirdiler.
Bunların karşısında Mısır, Yunan ve Roma uygarlıkları doğdu.
Doğu'da peygamberler hak uygarlıkları hukukta ve yönetimde insanlığı birer adım ileri götürdüler, batıda ise filozoflar kuvvet uygarlıklarını sanayi ve ekonomide ileri götürdüler.
İşte, dünya bir taraftan Kur’an uygarlığına hazırlanırken, diğer taraftan Mekke ve Araplar da Kur’an dili ve ilk İslâm kuruluşu için zemin oluşturma ile memur edilmişlerdir.
Kur’an burada onların özel olarak hazırlandıklarını bu âyette açıkça ifade etmektedir. Kur’an ve tarih çok açık delillerle insanlığın nereden gelip nereye gittiğini açıklamaktadır.
وَرَسُولٌ مُبِينٌ(Va RaSUvLun MuBİyNun)
“Onlara mübin resul gelinceye kadar.”
Kur’an’ı indirdi ve Kureyş’ten bir resulü de gönderdi.
“Resul” burada nekre getirilmiş, “Hak” ise marife getirilmiştir. Hak bildirilmiştir. Tevrat, İncil ve Kur’an’da anlatılanlar anlatılmıştır. Marifedir. Hazreti Muhammed ise resullerden biridir. Resul olarak diğerlerinden farklı yönü yoktur. Hazreti Musa ve Hazreti İsa gibi bir resuldür. Kendisine özel görev verilmiştir.
Daha önce gelen kitap ve peygamberler Kur’an gelmeden uygulamalarını yapmışlardır. İslâm olan Hak uygarlığını geliştirmişlerdir. Son Peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselâm da onların yaptıklarının hepsini içeren Kur’an’ı getirerek örnek uygulama vermiştir, dolayısıyla açıklayan mübindir.
Hazreti Peygamber aleyhisselâm ayrı şeriat getirmemiş, hiçbir ilave yapmamış, sadece Kur’an’ı yorumlamış ve uygulamıştır. Bu sebepledir ki Sünnet bize delildir ama Kur’an’ın yorumunda delildir. Sünnete olan ihtiyacımız, Kitaba olan ihtiyacımız kadardır. Çünkü onun uygulaması olmasaydı biz Kur’an’ı zor anlardık. Sünnetin içine daha önceki kitapların ve peygamberlerin uygulamalarını da idhal edebiliriz. Çünkü bizden öncekilerin şeriatı bizim de şeriatımızdır. Hepsi Kur’an’ı açıklamışlardır. Kur’an’daki onların kıssaları, bize Kur’an’ın manâsını anlamamız için verilen örneklerdir.
Demek ki bu âyet sünnet hakkında iki önemli hususu belirtiyor. Nekreliği ile diğer peygamberler silsilesinin son gelenidir. Onlar ortak görevli idiler. Kur’an’ı insanlığa sunmakla görevlerini birlikte yapmışlardır. Görevleri tek olan İslâm dinini yani Hak dinini açıklamak olmuştur.
Allah insanları tek metinde birleştirmeyi murat ettiği için diğer kitapların metinlerini doğrudan asılları ile bize kadar ulaştırmamıştır, ama manâlarını Kur’an’ı anlamamıza yardımcı olsunlar diye ulaştırmıştır. O halde biz diğer kitapları da sünnetin içinde kabul eder, onlardan Kur’an’ı anlamamızda yararlanırız. Değişmez kaynak metin ise sadece Kur’an’dır.
Burada diğer dinlere de açık mesaj vardır.
Kur’an’ın getirdiği hak düzendir, müsbet ilimle açıklanan düzendir. Sizin ellerinizde ise asılları mevcut olmayan kitaplar vardır. Onlar da haktır. Ama onların müsbet ilim ve Kur’an ile karşılaştırılarak asıllarındaki manâya doğru gitmeleri gerekir. Yani, onlar kendi dinlerini bırakmayacaklar ama dinlerini diğer hak dinlerle, bu arada Kur’an’la da karşılaştırarak ve müsbet ilmin denetiminde yeniden yorumlayarak asıllarına ulaşacaklardır. İşte dinler arası diyalog budur. Böylece insanlar farklılıklarını koruyarak tek barış dininde birleşeceklerdir. Bu dinlerin hepsine bu ad Hazreti İbrahim tarafından verilmiş, “Müslimîn” ismini o koymuştur.
وَلَمَّا جَاءَهُمْ الْحَقُّ(Va LamMAv CAvEaHuMu elXaqQu)
“Hak onlara ciet edince.”
“İzâ” gelecekte olanları bildirir, şart olur. “Lemmâ” geçmişin şartı olur. Fiili muzarinin başına geldiğinde cezm eder. O zaman “La”nın karşıtı olur. Asla yardım etmedi demektir. Şimdi etmez manâsında değildir. “Hak onlara gelince şöyle dediler” denmektedir.
Böylece burada anlatılan bugünkü olaylar değil, geçmişteki olaylardır.
Hazreti Muhammed aleyhisselâmı ve onun arkadaşlarını -hepsine selâm olsun- anlatmaktadır. Bize İbrahimî dinin ne olduğunu anlatmaktadır. Hak dini İbrahimî din olarak ortaya koymaktadır.
Bugünkü Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm dinleri nesh edilmiş değildirdir ama Şamanizm nesh edilmiştir. Şamanizmin kaynağı da ilâhidir, ancak şeriat şeklinde değil de, peygamberlerin emirlerine göre oluşmuş ayinlerdir.
Zamanla lâik yöneticiler ortaya çıkar, din adamlarının elinden yönetim yetkileri alınır, ama dini ayinleri yürütmeleri istenir. O zaman o düzen hak olmaktan çıkar ve dinler de etkilerini kaybederler. Din, düzen ve hayattan kopmuş olarak sadece resmî merasimler olarak kalır. İşte şirk ve küfür o zaman başlar.
Velhâsıl, “hak” demek İbrahimî din demektir ve o dinin adıdır.
قَالُوا هَذَا سِحْرٌ (QAvLUv HaÜAv SıXRun) “Bu bir sihirdir.”
“Bu sihirdir” derken, burada işaret ettikleri Kur’an’dır. Muhammed sahirdir, Kur’an da sihirdir; yahut din/düzen/sistem sihirdir, kandırmacadır. Risalet sihirdir.
“Sihir” büyü demektir, olmayan bir şeyi varmış gibi göstermektir, yani insanları kandırmaktır. “Seher” sabahın alaca karanlığıdır, insanlar net olarak görülmez.
“Hak” İslâm düzeni, barış düzenidir. Kur’an onun kitabıdır.
İşte, onlara göre hak olan sihirdir. Siz bütün delillerle açık olarak ispat ettiğiniz halde, onlara göre bu büyü ve kandırmacadır. ‘Bunlar komplo teorileridir’ derler.
Toplulukta direnme asıldır. Halk da başlangıçta direnir ve yeni şeyleri anlamaz olur. İnsanlar zamanla ve olaylar cereyan ettikçe söylenenleri daha kolay anlamaya başlar. Bu sebepledir ki tebliğin gerçekleşmesi için beklemek gerekir.
İnsanlık “Kur’an Uygarlığı”na ulaşmak için beş bin yıldır beklemektedir. “Kur’an Uygarlığı” ancak bugün bütün insanlar tarafından anlaşılır ve kabul edilir hâle gelmiştir. Demokrasiyi ve lâikliği insanlığa Hak düzeni getirmiştir, peygamberler ve kitaplar getirmiştir.
Dinde baskı olmasın diye Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap etmiş, diğer ırktan olanlar Tevrat düzenine davet edilmemiştir.
İkinci lâiklik İncil tarafından ortaya konmuştur: İncil’e göre kralınki/yöneticilerinki krala/yönetime verilecek, yönetime karışılmayacak, sadece inanç ve ahlâk olarak mücadele edilecektir.
Kur’an ise daha ilk devleti (Medine Devleti’ni) tesis ederken lâiklik üzerine tesis etmiş, Medine Sözleşmesi’nde lâikliğin bütün hükümleri konmuştur. İçtihat müessesesi ile çok hukuklu sistem getirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son gününe kadar bu laikliğe uyulmuştur. Dinler, mezhepler ve tarikatlar sonuna kadar serbest olmuşlardır.
Lâiklik Cumhuriyet’le kalkmıştır. Önce zorunlu mübadele din esası üzerine olmuş, tekkeler kapatılmış, tek mezhep zorunlu kılınmak istenmiştir.
Marx çıkmış, ‘din afyondur’ demiş, bu arada kırk milyon insan inançları sebebiyle öldürülmüştür.
Müslümanlar müşriklere eziyet etmediler, müşrikler Müslümanlara eziyet ettiler. Savaşlar Mekke’de değil, Medine’de olmuş, müşrikler Müslümanlara saldırmışlardır.
وَإِنَّا بِهِ كَافِرُونَ(Va EınNAv BıHIy KAFıRUvNa) “Biz o hakka kâfiriz.”
Kâinatta mutlak zararlı bir şey yoktur. Ateşte ekmek pişirirseniz yararlıdır, elinizi ateşe sokarsanız zararlıdır. Bunun gibi hiçbir sistem veya kitap mutlak kötü değildir. Her düzende iyi taraflar vardır. Her kitapta iyi sözler vardır; yanlış veya anlaşılamayan da olabilir.
Bizim yapacağımız şey; âyette ifade edildiği üzere biz her söze kulak verecek, dinleyecek ve içlerinden en iyisini seçeceğiz.
Onlar ne yapıyorlar?
Konuşma, öğrenme; okulu kapat, tarikatı kapat! Neden? Çünkü sizinki yalandır, yanlıştır! Daha dinlemeden ve anlamadan hemen inkâr ediyorlar, küfrediyorlar!
“www.akevler.org”u kaç kişi okuyor? Kulaklarını tıkamışlar; o yanlıştır, o eksiktir diyorlar. Yanlışsa düzelt, eksikse tamamla ama; oku, oku, oku…
O zamanki kâfir Araplar da böyle yaptılar, kulak vermediler, ‘bu sihirdir, bu büyüdür’ dediler. Şimdikiler de ne diyorlar; ‘Hayır, siz doğru söyleseniz de onu kabul etmeyiz, bu dindir, o halde kamu alanına giremez!’
Be şaşkınlar! Doğru olanı din söyledi diye kamu alanından kovarsanız acaba geride doğru tek cümle bulabilir misiniz?
Cuma tatili dinîdir diye kaldırdınız. Güzel ama onun yerine ne getirdiniz? Pazarı değil mi?! Sonra Cumartesi’yi de eklediniz!! Niçin? Çünkü bu günler Hıristiyanların ve Yahudilerin dinlenme günleridir de ondan! Mesela, niye Çarşamba’yı seçmediniz? Yoksa siz Hıristiyanlığı ve Yahudiliği din kabul etmiyor musunuz?
Peki, neden 7 gün sayısı var, yedi sayısı var, neden sekiz değil? Yedi gün yerine diğerlerinden birini hafta yapsaydınız ya. Niye 7 günü bir hafta yaptınız? Hicri takvimi dinîdir diye bıraktınız? Anladık da, Miladi takvim gayri dinî midir? Dinin girmediği alan yoktur, olamaz. Biz de Miladi’yi kabul ediyoruz, biz de haftayı 7 gün olarak kabul ediyoruz. Çünkü Kur’an böyle söylüyor, çünkü İncil böyle söylüyor. Siz ise ‘dini bırakıyoruz’ diyor, sonra dinden bir karış bile uzaklaşamıyorsunuz. Kendiniz sihir yapıyor, kendiniz kaçtığınızın kucağına düşüyorsunuz.
وَقَالُوا (Va QAvLUv) “Ve kavlettiler.”
Tekrar söylüyorlar. “Kâlû/kavlettiler” kelimesi tekrar edilmiştir. Kavledenler onlardır. Ancak kavilleri farklı olduğu için tekrar “kâlû/ kavlettiler” denmiştir.
Burada Kur’an’ın ilk inişi anlatılmıştır. Zaten bu sûre son nebiye yemin ile başlamıştı. Bu sûreyi Hazreti Muhammed’i anlatan sûre olarak ele alabiliriz.
Bununla beraber Kur’an’da anlatılan resullerin hikâyeleri bizim zamanımızda da misliyle yaşanmaktadır. Dolayısıyla örnek olarak çağımızı da o sözler içinde değerlendirebiliriz.
Adil Düzen çalışmalarına garibanlar başlamış; ülkemizin etkin siyasileri, zenginleri, hattâ âlimleri bile bu çalışmalarla ilgilenmemiştir. Akevler kendi âlimlerini kendisi yetiştirmiştir. Erbakan “Adil Düzen”i benimsemiş ve çalışmalar yapmış, kurduğu ve onun sayesinde gelişen Millî Görüş kadrosu ise direnmiştir. Kendisi ve Akevler Ekibi “Adil Düzen”i dünyaya anlatıyor, seminerler düzenliyor, parti okul hâline getiriliyor iken; yönetimin başına geçip kendilerini soylu ve asil kabul eden ekip dinlememiş, “Adil Düzen”in benimsememekte ısrar etmiştir.
Sonunda Adil Düzen çalışmalarını durdurmak için “Adil Düzen”e karşı olan birini devreye soktular. Tansu Çiller partiyi “Adil Düzen”den vazgeçirdiğini iddia etti. Daha önce defalarca partilerin kapanmış olmasına ve her seferinde daha güçlüsünün kurulmasına rağmen, Tansu Çiller’le koalisyondan sonra parti kendi içinde Erbakan’a rağmen “Adil Düzen”i adeta yasaklamış, kanunen yasak olduğu uydurmasını yapmışlar; Anayasa Mahkemesi partiyi bunun için kapattı demişlerdir! Oysa “Adil Düzen”i bıraktıktan sonra da partileri yine kapatılmış, oyları yüzde 2,5’lara kadar düşmüştür. Erbakan partiyi yeniden “Adil Düzen” çalışmalarına geçirmek için çabalar göstermiş ama başaramamıştır. Erbakan, İslâm ülkeleri arasında yapılan uluslararası toplantılarda; “Millî Görüş bir görüşün oluşması için teşkilattır, meyvesi “Adil Düzen”dir, dünyada teşkilatlanılmalıdır, “Adil Düzen” kurulmalıdır.” demiş ama kimse kulak vermemiştir. Çünkü onlara göre “Adil Düzen”i soylu kimseler getirmeliydi, Avrupalılar getirmeliydi!
AK Parti de asla kulak vermemektedir. Milliyetçi Hareket Partililer de kendilerinin olmayan görüşü benimsemeyeceklerini ileri sürerler.
Oysa, Allah herkese her şeyi vermemiş, insanları birbirlerine musahhar etmiştir.
Adil Düzen Çalışanlarından hiç biri bir makam, mevki veya servete talip değildir. Sadece Kur’an’ı ve müsbet ilimlerin sonuçlarını aktarmaktadırlar. Kendileri de okuyup araştırsalar aynı şeyleri bulacaklardır ama kendileri bulmadıkları için kabul etmemektedirler. Saadet ve Ak partililer de kendilerinden olan Erbakan’a inanmıyorlar!..
Hani Kur’an, bu meseleyi diğer iki kentten birinin büyüklerinden bir ortaya koymalı şeklinde ifade ediyordu ya; işte onların yaptığı da işte öyle bir şey!
Şimdi ifadeye bakalım:
“Karye” marifedir. Bilinen iki karye zikredilmektedir.
Bunlar nerelerdir?
İlk akla gelen Mekke ve Medine’dir.
Ne var ki, o zamanki Medine, Mekke gibi şöhret kazanmamıştır, Mekke’ye rakip bir kent değildir. Bu sûre Mekke’de nâzil olmuştur. Onların kastettiği iki kent Persler ile Rumların ülkeleridir. O zamanın süper güçleri onlardır. Doğu uygarlığını Persler, Batı uygarlığını da Rumlar temsil ediyordu.
Geri kalmış topluluklarda şöyle bir psikoloji doğar. Siz ne söylerseniz söyleyin, ne yazarsanız yazın, ne yaparsanız yapın; size önem vermez ve sizi küçümserler. Gelen, süper güçlerden birisine gelmelidir. Kendilerinden birilerine gelenleri kabul etmezler. Onlar içlerinden birisinin başarılı olmasından çok, yabancının, başkasının başarısını isterler.
İslâmî olmayan kesimler Akevler’i duymuş bile değildirler, bundan dolayı ilgilenmemektedirler.
İslâmî kesimler ise Akevler’e karşı son derece soğuk, hattâ saldırgan durumdadır. Çünkü onlar olacakları ve gelecekleri kendilerinden beklemektedir; bunu onlar yapmalıdır. Nurculara veya Süleymancılara göre bunu kendilerinden biri yapmalıydı.
Kendi içlerinden biri çıksa, mesela Fethullah Gülen alenen bizi desteklemeye kalkışsa, hemen dışlarlar, Erbakan’a yaptıklarını yaparlar. Onlar bize karşı üstünlük duyguları içindedirler, ama kendi içlerinde de aşağılık duyguları içindedirler; biz kimiz ki derler.
Bu sebepledir ki Ak Partililer Avrupa Birliği’nin peşinden koşmakta, Risale-i Nurcular da Amerika’nın İngilizce dil yayılmacılığını yapmakta, Amerikan kolejlerini çoğalmaktadırlar. Çünkü, onlara göre yeni düzen getirmek bizim değil onların işidir. Askerler de ihtilal yapar, sonra döner dolaşır yine ya CHP’ye, ya da Amerika destekledi diye AK Parti’ye iktidarı verirler; sonra Amerika ona da dirsek çevrince şaşkına dönerler...
İşte bütün bunlar, bu âyette ifade edilen ‘bizdeki büyüklerden birisine gelmeliydi’ diyenlerin psikolojisidir.
Türkiye’deki sosyalistlerle bizim çözümlerimiz belki yüzde seksen örtüşür ama bizi okumazlar, bizi dinlemezler, bizi değerlendirmezler; çözümleri batı sosyalistlerinden veya kuzey sosyalistlerinden beklerler.
Bizim getirdiğimiz çözümler en çok Mason sermayesine yarayacaktır. Çünkü Amerikan sermayesi onları tasfiye ediyor. Çöküş içindedirler. AK Parti kurulduğu zaman Amerika’ya giden TÜSİAD yöneticileri eli boş dönmüşlerdir. Çünkü sömürücü sermayenin artık aracı büyük sermayeye ihtiyacı yoktur. Gelişmiş bilgisayar ve iletişim teknolojisi sayesinde KOBİ’lerle bu sorunu çözecek, onlara ürettirecek, devletin desteği ile onlar üretecek, büyük sermayeye verecek, böylece hem devletleri çökertecek hem de aracı sınıfı yani Masonları ortadan kaldıracaktır.
Türkiye’deki tarım desteği böyle bir destektir. Devletin köylüye kredi vermesi için devleti borçlandırır. Kredi alamayan tarım sektörünü çökertir. Ucuz elde edilen mallar sermayeye ucuz satılır. Üretim az olduğu için sermaye onu pahalı satarak kendine göre denge kurar ve halkı sömürmeye devam eder. Bu arada Türkiye devleti yıkılmaktadır. Bu çok basit bir saldırıdır.
O halde, çökmekte olan Mason sermayesi bizi desteklemeli, bizi dinlemeli değil midir? Ama dinlemezler. Hükümetler dinleyemiyorlar, çünkü dinlerlerse tahttan indiriliyorlar. Ama TÜSİAD rahatlıkla dinler ve kendisi de kurtulur, Türkiye de kurtulur. Ama dinlemezler. [Bu dinlemesi gerekenlere MÜSİAD, ASKON, TUSKON ve benzerleri de ilave edilmeli mi?]
Türk Ordusu da aynı durumdadır. Ülke çöküp giderken çözümlerimizi dinlese, kurmayları çok kolay öğrenecekler, hükümetlere tavsiyede bulunacaklar. Böylece hem zor durumda olan hükümeti kurtaracak, hem de ülke kurtulacaktır. Ama onlar daha önemli meselelerle, başörtülülerle ve namaz kılanlarla meşguldür! Bizi dinlesin demiyoruz, bize sadece kulak versin diyoruz. Ama onların kulakları Avrupa Birliği’ndedir, ABD’dedir, Çin’dedir, Rusya’dadır; oralardan hidayet bekliyorlar!..
Kur’an bize işte bu durumu bildiriyor.
لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ(Lav Lav NuzZiLa HaÜa elQuREANu)
“Bu Kur’an iki karyeden birinin büyüğüne inmeliydi.”
Öyle olmayınca, iki karyeden birine inmeyince, o zaman onlara göre bu Kur’an Allah’ın sözü değildir.
Yukarıda “Hâzâ” dedi, hakka, yani tüm İslâm düzenine, tüm geçmişteki peygamberlerin hak düzenine işaret etti, dört delile işaret etti; kitap, sünnet, icma ve kıyas. O düzen hak düzendir. Eski kitaplar da onun içindedir. Burada onun anayasası olan Kur’an’a işaret etmekte, adı da zikredilmektedir. Böylece bahsedilenler Kur’an ehlidir.
Burada tartışma konusu olan “Kur’an”dır.
Önce şunu belirtelim ki, insanlık III. bin yıl uygarlığına doğru gitmektedir. Bu uygarlığı yapacak olan da Türk ulusudur; çünkü iki asır oluyor, Türk ulusu bunun için özel olarak hazırlanmaktadır. Dünya üzerindeki milletler arasında hem Doğu hem Batı uygarlığını sadece Türkiye’deki Türkler bilmektedir. Yeni uygarlığı, önceki iki uygarlığı bilenler kurar. III. bin yıl uygarlığı, Kur’an’ın ikinci uygarlığı olacaktır. Bunun için tüm İslâm âlemi, tüm dünya ve bütün dinler hazırlık içindedir, “Adil Düzen” için hazırlanmaktadır.
Ancak bunlardaki eksiklikler nelerdir?
Birinci eksiklik; bunlar Kur’an’ın bin yıl önceki yorumları içinde çözüm aramaktadır. Oysa o yorumlar o çağların sorunlarını çözmüştür. Bugünkü çözümler ancak bugünkü yorumlarla yapılacaktır.
İkinci eksiklik de; bunlar Kur’an’ı bin sene önceki ilmî seviye ile yorumlamaktadırlar. Oysa bugün müsbet ilim o zamankinin binlerce derece üstüne çıkmıştır. Artık Kur’an’ı bugünkü ilimlerle yorumlamamız gerekir. Bu sebeple tüm çalışmalar, Kur’an’la ilgili çalışmalar “Adil Düzen” için zemin hazırlamaktadır. Ancak bunlar sadece hazırlıktır.
Kur’an uygarlığının tohumu yalnız Akevler çalışmalarında oluşmakta olan “Adil Düzen”de yerini almaktadır. Akevler Adil Düzen Çalışmaları ne zaman uygulanacak kadar tamamlanırsa, o zaman insanlık da fevc fevc “Adil Düzen”e katılmak için hazırlanmaktadır.
Halk ayrı ayrı hareket etmez. Birden akın eder. O akın başladığında halkın gidilecek yerleri hazır olmalıdır.
Bu arada Adil Düzen Çalışanlarına ne kadar büyük görev düştüğünü idrak ederek bu çalışmalara katılmalısınız; “evvelûn” olmalısınız, “sabikûn” olmalısınız.
عَلَى رَجُلٍ مِنْ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ(GaLAy RaCuLin MiN eLQaRYaTAYNı GaJıYMın)
“Kur’an iki karyeden birinin büyük olan bir adamına inzal olunmalıydı diyorlar.”
“Nezzele aleyhi” oraya inip konaklamak, orasını mesken edinmek demektir.
Onlara göre, bu Kur’an yetkili ve uygulayabilir bir kimseye indirilmeliydi. Elinden hiçbir şey gelmeyen güçsüz birine indirilmesi neye yarayacaktır, ne faydası olacaktır?!.
Kur’an’ın getirdikleri karşısında şaşkına dönen Mekkeliler ne dediler?
“İyi, güzel ama, Muhammed bunu ne yapacak, onun ne işine yarayacak? Bu Kur’an güçlü birisine indirilmelidir ki uygulansın...”
Küfrün mantığı budur: Kur’an için ordulara ihtiyaç var. Garibanların bombaları mı var, atom bombaları mı var, kimyasal silahları mı var? Sinemaları, televizyonları, gazeteleri, radyoları, romanları mı var? Hangi güçleri var da başarıya ulaşacaklarını ümit ediyorlar?..
Evet, Mekke ve Medine’de de bunların hiçbirisi yoktu.
Ama çık kısa bir zaman sonra dünyaya Kur’an hakim olmuştur.
Şimdi de Batılılar “Avrupa müktesebatı” deyip bazı şeyleri keşfettiklerini sanıyorlar. Ne gibi doğruları varsa, hepsi Tevrat, İncil ve Kur’an’a dayanmaktadır. Ne gibi yanlışları varsa, hepsi kendi müktesebatlarıdır ve o yanlışları yüzünden çöküp gideceklerdir.
Bizim hiçbir şeyimiz yoktur, yalnız Kur’an’ımız vardır, tek silahımız odur. Siz ondan tiril tiril titriyorsunuz. Biri “camimiz kışladır” demiş, “minaremiz füzedir” demiş diye hapse atıyorsunuz. Böylece itiraf ediyorsunuz ki; bizim camimiz sizin kışlanızdan daha güçlüdür, bizim minaremiz sizin füzenizden daha kuvvetlidir, uzaylara daha süratle gider. İşte bundan dolayı biz çok çok güçlüyüz, çünkü Kur’an’ımız var. Mağlup olacaksınız ve cehennemde haşrolunacaksınız. Size biraz ilkellik gibi gelir ama Adil Düzen Çalışanlarına kesin inancımızı aktarıyoruz: Siz Adil Düzen Çalışanları olarak “Adil Düzen”i uygulayacak hâle geldiğinizde, Allah bir saat bile geciktirmeden iktidarı size teslim edecektir. Siz savaşmayacaksınız. Sizin göreviniz savaş değildir. Sizin göreviniz “Adil Düzen”i öğrenip uygulamaya başlamanızdır. Peki, kim savaşacaktır? Savaş için Allah’ın başka görevlileri ve yetkilileri vardır.
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ(EaHuM YaQSiMUvNa RaXMaTa RabBİKa)
“Senin Rabb’inin rahmetini onlar mı taksim ediyor?”
Bir kimseye ceza verirken zulmetmemek, herkese işlediği suç kadar ceza vermek, adil olmak için gereklidir. Herkesin hakkını teslim etmek de adalet gereğidir. Mesela, mirasçılara payları kadar bölüştürmek adalet gereğidir. Çalıştırdığın işçilere emekleri nisbetinde hâsıladan pay vermek adalet gereğidir.
Siz eğer ihsan olarak bir şey yapacaksanız, mesela elinizde bir miktar para var, bununla iyilik yapmak istiyorsanız; eşit davranmak zorunda değilsiniz. Çünkü siz bunu rahmeten onlara veriyorsunuz. Fabrikada iş verirken de herkese eşit vereceksiniz diye bir kural yoktur. Allah da zulüm yapmaz, kimsenin ecrini eksik etmez, ama rahmeten ita edeceği şeylerde eşitlik diye bir şey olmaz. Öyle olsa, o zaman herkes eşit nimete uğrar, kimsenin çalışmasına ve çaba göstermesine gerek kalmazdı.
Önce, canlı ile cansız arasında fark kalmazdı.
Sonra, canlılarda bitkilerle hayvanlar bir olurdu.
Göz ayrı, kulak ayrı olmazdı. İnsanlardan da kimi erkek kimi dişi olmazdı, kimi küçük kimi büyük olmazdı, kimi önce kimi sonra gelmezdi.
Öyle bir kâinat düşünülebilir ama onun iyi olduğunu söylemek bizim elimizde değildir. Allah bize akıl vermiştir. Biz olanı olduğu gibi tesbit edebiliriz. Ama; ‘Acaba bu niçin böyledir? Böyle yapmasaydı ne olurdu?’ gibi soruların cevabını hikmet ilimlerinde kısmen inceleyebiliriz. Ben, ‘Allah beni niye yarattı?’ diye soramam. Allah öyle murad etmiş, öyle istemiş ve yaratmış. Canlılar birbirlerine dayanarak yani birbirlerini yiyerek yaşarlar. Bunun için Allah’ın rahmeti bu işi sağlamıştır. Yaratmış olması rahmettir. İnsanlar arasında rızkın bölüşülmesi O’nun rahmeti gereğidir.
Sorun şudur.
İnsanlar kendi iradeleri ile cennete gitsinler. Cenneti hak edemeyenler ikmale kalsınlar ve daha sonra bütünleme ile sınıflarını geçsinler. Allah bizi ve kâinat düzenini böyle yaratmış. Bizim; Allah öyle değil de şöyle yapsaydı deme yetkimiz yoktur.
Allah ışık hızını niçin saniyede 300 000 kilometre yaptı? Sorma gücümüz yoktur. Soranlar sorsun. O’nunla tartışabilecek seviyede iseler tartışsınlar. Ama biz sadece O’nun yaptıklarından yararlanır ve O’na yaklaşmaya çalışırız.
نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
(NaXNu QaSaMNAv BaYNaHuM MaGIŞaTaHuM FIy eLXaYAvTı edDunYAv)
“Dünya hayatındaki maişetlerini aralarında biz taksim ettik.”
Biz çalışır ve yaşarız. Çalışarak ortak üretimi elde ederiz. Sonra ürünü kurallara göre bölüşürüz, şeriata göre bölüşürüz. Böylece yaşarız. İşte bu bölüşme sünnetullaha dayalı kurallarla olur ki, buna “şeriat” diyoruz. Bunun iki yolu vardır. Ya oturur barış içinde aramızda bölüşürüz yahut savaşırız, kim kimi yenerse o payını alır. Yani, ya çıkar paralelliği ilkeleri veya çıkar çatışması ilkeleri içinde maişetlerimizi bölüşürüz.
İnsanlar da ikiye ayrılırlar; hakemlerin kararlarına uyan müslimler ve hakemlerin kararlarına uymak istemeyen müşrikler. Müşrikleri biz zorla yola getiririz. İşte cihad burada vardır, savaş burada vardır. Çünkü barışı değil de savaşı seçenlere karşı yapacağımız başka bir şey yoktur. Önce kuvvetli olup sonra barışı seçenler olabilir. Önce barışı seçip sonra kuvvetlenenler olabilir. İşte mü’minler bunlardır; barışı seçiyorlar, aralarında barışa dayalı bire maişet taksimi yapıyorlar. Sonra o barışı korumak için silahlanıyorlar ve barış için askerlik yapıyorlar. Dünya hayatında bu yapılıyor.
Herkes ölecektir. Âhiret hayatına hazırlık yapmak için buraya geldik. Burası konak yeridir. Yolcuların oteli gibidir. Yolculuğumuza devam edecek, sonunda orada birleşeceğiz. Bu dünyada eksik kalan adalet o dünyada tamamlanacaktır. Mev’udeye hangi günahtan öldürüldün diye sorulacak, failleri cezalandırılacaktır. Bu dünya hayatı eşitlik üzerine ve bu dünyada sonuçlanacak adalet üzerine kurulmamıştır. Allah bize adil davranmamızı emrediyor. Hepimizin muhasebesi tutulmaktadır. Âhirette hesap gününde herkes hakkını alacaktır. Bu dünyada uğradığı eziyetlerin mükafatını orada alacaktır. Çocuğun sıkılarak ağlaması bile onun için sevap olarak kayda alınmaktadır. Ona yapılan eziyetin karşılığı mükâfatlandırılacaktır.
Bu genel kurala uyarak zaruri olarak karakolda dayak atabiliriz ama o kişiye verdiğimiz eziyeti tazmin etmemiz gerekir. Adam adamı öldürmüş ve tabancayı saklamış. Daha öldürme niyetinde iken dayak atar ve tabancayı buluruz ama attığımız dayağın tazminatını veririz. Çocuk kendi sağlığı için acıkınca ağlayacak, anası da ona süt verecektir ama o aynı zamanda eziyete uğradığı için âhirette ona göre mükafatlandırılacaktır.
Hastalıklar da böyledir. Başımız ağrıyor. Kendimizi tedavi edelim ama ağrının mükafatını da âhirette derecesiyle alırız. Bu sebepledir ki insanlar sıkıntıya düştükleri zaman sabretmeli ve sevinmelidirler. Böylece sevapları artmaktadır. Yoksulluk içinde olanlar, hasta olanlar, haksızlığa uğrayanlar hep sevap işlemektedir. Sabrettikleri için de sevapları artmaktadır. Allah adildir, adaleti yerine getirecektir. Din gününde zerre kadar kimseye haksızlık yapılmayacaktır.
وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ
(VaRaFAGNAv BaGWAHuM FaVQa BaGWın DaRACAvTın)
“Dereceler olarak bazılarını bazılarına üstün yaptık.”
“Derecât” kelimesi burada cemi müzekkeri salim getirilmiştir. İki şekilde mânâ verebiliriz. Biri, dört tür dereceler yaptık denmiş olur; ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dereceler sözkonusudur. Adil Düzen Anayasasında bu dereceler ayrı ayrı maddelerde anlatılmalıdır.
Demek ki biz istidlalimizi yaparken Kur’an’a dayanıyoruz. Kendiliğimizden bir şey söylemiyoruz. Hatalar bizim, doğrular ise Kur’an’ındır. Siz bizim hatalarımızı ayıklayacak ve bizim sözlerimizdeki Kur’an’ın beyanına uyacaksınız.
İlmî dereceleri de tasnif etmemiz gerekir.
Önce ilmî ve amelî olmak üzere iki derece vardır. Kur’an ilmî dereceleri ehli zikr, fakih ve rasih olarak ayırmaktadır; amelî olanları da ümmî, sail ve mezun olarak üç gruba ayrılmaktadır. Altı derece mevcuttur. Bunlar ilimdeki derecelerdir.
Meslekte ise zamanla insanların dereceleri artmaktadır. Yılda alınan derece 10 kabul edilmektedir. Ümmi 5, sail 6, amil 7, zakir 8, fakih 9, rasih 10 derece almaktadır. Böylece tecrübe de hesaba katılmaktadır. Ahlaki ve siyasi dereceler de anayasada belirtilmelidir.
Kur’an’ı iyi takip edebilmeniz için “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” mutlaka okunmalıdır. Bizim değişik zamanlarda değişik yerlerde yaptığımız tefsirler vardır. İzmir’de yaptığımız ve hâlen yapılmakta olan çalışmalar vardır. Birçok kimse çalışmaktadır. Yarın bütün bunlar bir tefsir külliyatı hâline gelecektir. Bu külliyatta bin sene evvelki yorumlar değil, günümüzün yorumları yer alacaktır. O külliyenin başına “Kur’an Mucizeleri” kitabımız düzeltilip konacaktır. 250 sahifedir. Bir cilt olabilir. Sonunda “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” ve bin sayfadan fazla tutan “gerekçeler kitabı” da eklenecektir. Daima yenilenen nüshalar bilgisayarda saklanacak ama Kur’an’ın tefsiri ve diğer beyanlar her yıl güncelleştirilecek, böylece mezhepler ortaya çıkacaktır. Halk bu mezheplerden istediğini seçebilecektir. Bazı mezhepler yeniden ortaya çıkacak, bazıları ise tasfiye edilecektir. Nüfusun beşte birinden fazla bir mezhebin mensubu olmayacaktır. Bölünerek çoğalmış olabilir, yahut yeni mezhep oluşur. Sayıları nüfusun yirmide birinden aşağı düşerse o mezhep dağılmış olur, başka mezhebin gölgesinde faaliyet gösterir.
“Fevka Ba’d” demekle, amir ve memur, ast ve üst kuralını koymuş bulunmaktadır. Başkanınızı kendiniz seçersiniz. Beğenmezseniz hicret demokrasisi içinde cemaatinizi değiştirebilirsiniz. Askerlikte komutanınızı değiştirebilirsiniz ama değiştirmediğiniz sürece komutanınıza itaat etmek durumundasınız. Başkanın kararlarına uymak zorundasınız. Haksızlığa uğrarsanız sonra hakemlere gider ve mağduriyetinizi giderirsiniz.
لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُمْ بَعْضًا سُخْرِيًّا(Li YatTAPıÜa BaGWuHuM BaGWaN SuPRıyYAn)
“Birbirlerini suhrıy ittihaz etsinler diye böyle yaptık.”
“Sahretmek” iki anlam taşımaktadır. Biri, ondan yararlanma anlamındadır. Göklerdeki yağmurlar bize musahhar kılınmıştır. Biz onlardan yararlanırız. Yağan yağmurdan güneş ışığına her şey bizim emrimize musahhardır. Buradaki anlamı budur. Zaten insan demek bu demektir. İnsan beyninde oluşturduğu kâinat üzerinde düşünmektedir.
Kâinat çiftlerden yaratılmıştır. Yeryüzünde iki parçacık vardır, biri elektron diğeri pozitrondur. Bunlar iki çifttir. Bunların birleşmesinden kâinatımız oluşur. Önce bunlar ışık hızına tek başlarına ulaşamazlar. İkisi birleştiği zaman ışık hızına çıkarlar ve ışık parçacığı adını alırlar. Bunların ışık hızından az olanları birbirine yaklaşıp etrafında dolanırlar. Ancak bunların dolanması ile magnetik alan oluşur. Dolaysıyla tek başına kalmazlar. Bunlar sekiz yüzlünün yüzlerinde ikişer ikişer yerleşir. Merkezde bulunan biri tarafından çekilirlerse 17’lik bir ilk çekirdek parçacığı oluşur. Bunlardan 36 tanesi bir çekirdek parçacığını oluşturur. Üçü hidrojen atomunu meydana getirir. Böylece onlardan diğer bütün 100’e yakın element çıkar. Onların birleşmesiyle yıldızlar ve biz oluşuruz.
Hasılı, her şey iki parçacıktan oluşur.
İnsan zihninde de böyle sıfır ve bir icat edilir. Bunların birleşmesiyle mantık ve matematik oluşur. Kâinatın benzeri bir âlem de beynimizde bilgisayar olarak yerleşir. Ondan sonra dışarıdan gelen etkiler de elektrikî olarak 01’lerden oluşur. Sonunda beynimizde yapacağımız işlemlerden sonra yine 01’ler aracılığı ile elimize ve ayağımıza emrederiz. O da bize kâinattan yararlanmamızı sağlar.
İşte biz böylece eşyadan yararlandığımız gibi, diğer insanlarla işbirliği içinde yararlanır ve birlikte iş yaparız. Bugün on milyara varmakta olan insan nüfusu bu işbölümü sayesinde oluşmuştur. İşbölümü de ancak örgütlenme ve derecelenme ile olur. Herkes eşit yetkilerle eşit görevler alsaydı işbölümü olmazdı.
Hepimizin bir ehliyeti olacak, bu ehliyet bizim derecemizi gösterecektir. Değişik işlerde değişik derecemiz olabilir. Mühendislikte benim derecem üstün, doktorlukta doktorun derecesi üstün olabilir. Buna ‘ehliyet’ diyoruz. Ehliyet görevli olmak için şarttır. Görevli olan yetkilidir. Diğerleri ona itaat eder. Yetkili olma sorumluluğu doğurur. Sorumlu olmak da hakları istihkak eder.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” böyle bir düzenin nasıl oluşacağını ortaya koymaktadır.
Tarihte büyük peygamberler gelmiş, o devirdeki insanların anlayabileceği seviyede ve o günkü sorunları çözecek kadar bilgiler vermiş ve uygulamış, son derece başarılı olmuşlardır.
Bugünkü insanlar hâlâ binlerce sene önce ortaya konan çözümlerle hayatlarını sürdürmektedirler. Bugünün sorunlarını bugün ulaştığımız ilmî seviyenin yardımıyla Kur’an’ı yeniden yorumlayarak anlayacak ve uygulayacağız. Değiştirmeyeceğiz, bozmayacağız ama daha derin mânâlar keşfedeceğiz.
وَرَحْمَةُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ
(Va RaXMaTu RabBıKa PaYRun MınMAv YaCMaGUvNa)
“Rabb’inin rahmeti onların cem ettiklerinden daha hayırlıdır.”
Burada “Rabb’inin rahmeti” deniyor, yani topluluğun koruması ve eğitimi demektir.
Allah bizi topluluğa emanet etmiş; bize topluluğa karşı yerine getirilmek üzere görevler vermiş, topluluğu da bize sahip çıkmakla görevlendirmiştir.
İnsan çocuklarına ne bırakmalıdır, ne bırakabilir?
a) İnsan çocuklarına ilim bırakabilir.
Kötü toplulukta ilim kötülük aracı olur, kişinin hem kendisini hem de topluluğu mahveder. Bu sebepledir ki ilimden çoğu zaman insanlar, hattâ devletler bile korkmaktadırlar. Bunun içindir ki medreseler kapatılmış, Kur’an kursları yasaklanmıştır. Bunun içindir ki hâlâ tevhidi tedrisat vardır. Çünkü ilim bir araçtır; kötüye de kullanılır, iyiye de kullanılır. O halde çocukları sadece okutmak, iyi bir şey yapmak demek değildir.
b) İnsan çocuğunu dindar ve ahlâklı yetiştirebilir.
Dindar ve ahlâklı insanın hiç kimseye kötülüğü dokunmaz; çünkü o rüşvet veremez, vergi kaçırmaz, hortumculuk yapamaz, yalan söyleyemez. Kötü toplulukta ve zalim düzende o çocuk yarın aç kalır, açlıktan ölür. Demek ki, dindar ve ahlâklı çocuk yetiştirdim demek, öyle pek fazla övünülecek bir şey değildir; çünkü kötü bir toplulukta iyi insan yetiştirmek, bir bakıma sefil ve aç çocuk yetiştirdim demektir.
c) İnsan çocuklarına para ve mal-mülk bırakabilir.
Para pul kazandım, çocuklarım rahat etsin diye onlara servet bırakıyorum deyip övünebilirsin. Oysa, çok para bırakmakla çocuklara ateş bıraktın demektir. Çok servetleri varsa, ‘yok benim olsun, yok senin olsun’ diye kavga ederler. Oysa yoksul çocuklar birbirlerine dayanarak geçinmek zorunda olurlar ve birbirlerini daha çok severler. Sonra zenginlere herkes yanaşır, onları kötü yollara sürükler ve çocuğunuz veya torununuz serkeş olur, ayyaş olur. Bundan kurtulan çok az kimse vardır. O halde servet bırakmak, hele hele haram servet bırakmak demek, çocuklar arasına bomba koymak demektir.
d) İnsan çocuklarına makam ve mevki bırakabilir.
Benim çocuğum makam sahibi, vali, bakan, genel müdür oldu diye öğünebilir. Ama kötü düzende ya adaletle hükmedemeyecek ya da zulmedenlere âlet olacaktır. Aksi halde orada duramaz. Nitekim, Millî Görüş hükümetleri zulme âlet olmadıkları için hep gitmişlerdir. İktidar sahipleri iktidarlarını zulüm için kullandıklarında ise malum olduğu üzere herkes onların düşmanı olacaktır.
Görüyorsunuz ki, bunların hiçbirisi tek başına hayırlı değildir.
O halde çocuklarınıza e yakınlarınıza ne bırakacaksınız?
İyi bir topluluk bırakacaksınız, çünkü iyi bir toplulukta;
- Bilmiyorsa; öğretirler...
- Ahlâksızsa; onu eğitir ve ahlâklı yaparlar...
- İşi veya parası yoksa; ona yardım eder ve iş kurarlar...
- Eğer biri onu ezmeye kalkışırsa; topluluktaki herkes arka çıkar onu korur...
Hasılı, çocuğunuza ve yakınlarınıza yalnız ve yalnız iyi bir topluluk bırakacaksınız, bunun için çalışacaksınız.
Bu âyet bize, “Rabb’inin rahmeti onların cem ettiklerinden hayırlıdır” derken, işte bunu demiş oluyor. Kimler iyi topluluk içinde çalışmışlarsa, onlar yalnız kendi yakınlarına değil, tüm insanlığa Rabb’lerinin rahmetinin gelmesini sağlamışlar ve kendileri de, çocukları da mesut olmuşlardır.
İşte bundan dolayı sadece mal yığmakla değil, çoğalmakla değil, güçlü olmakla değil; Rabb’imizin rahmetini hak etmeye çalışmalıyız ve bunun için iyi topluluk kurmalıyız.
وَلَوْلَا أَنْ يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً
(VaLaVLAv EaN YaKUvNa elNAvSu EumMaTan VaXıDaTan)
“Nâs tek ümmet olmasaydı.”
İnsanlar tek anne babadan türemiştir. Bugün bu konuda şüphe yoktur. DNA ve kromozomların keşfi ile biliyoruz ki, her canlı türü önce bir anne babadan çoğalır. Buna jeolojik araştırmalar da şahittir. Lamark’ın intibak, Darvin’in seleksiyon kanunları tesadüflerin sonucu değil, Yaratıcı’nın kodlaması ile ortaya çıkmaktadır. Onların hepsi âlemlerin Rabb’i olan Allah’ı temsil eder.
Bununla beraber gerek türler arasında, gerekse bir canlıda hücreler arasında işbölümü vardır, örgütlenme vardır. Bu sebeple birbirlerinden farklı görevler yüklenmişlerdir.
Nitekim insanlar da ülkeler, iller, bucaklar, ocaklar şeklinde iç içe örgütlenmişlerdir. Ayrıca ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışmalar içine girmişlerdir. İnsanların bir kısmı bu örgütlenmeye ve bu iş bölümüne kendi istekleri ile uyar, bunun için çaba gösterirler. Bir kısmı da bu düzene saldırır, barışçı düzen yerine savaş düzeni içinde yaşamak isterler.
Allah insanlar için eşit kanunlar koymuş, barışçılarla savaşçıları eşit şartlar içinde mindere çıkarmıştır. Allah bu dünyada mü’minler ile mü’min olmayanlar arasında fark gözetmemektedir. Bazı şeylerin mükafat farklılığı âhirete bırakılmıştır. Bu dünyada herkes eşit şartlar içinde kötülerle ve kötülüklerle savaşır. Galip gelirse mesele yoktur, mağlup olursa ölür ve cennete gider. Ama bu dünyada savaş kurallarına uyulması gerekir. İnsanlar eşit yaratılmıştır, tek ümmettir, aynı kanunlara tabidir.
Bugün yeryüzündeki dindarlar perişan halde iseler, bunun sebebi kendilerinin dünyadaki kuralların gereğini yapmamış olmalarıdır. Onun için çağımız dünyasına zulüm hakimdir. Ama Kur’an’ı rehber edinen cemaat er veya geç “Adil Düzen”i getirecek ve insanlık kurtuluşa erecektir.
لَجَعَلْنَا لِمَنْ يَكْفُرُ بِالرَّحْمَانِ(La CaGaLNAv LiMan YaKFuRu Bi elRXMAvNı)
“Rahman’a küfreden kimseyi ca’lettik.”
Buradaki “küfretme” nankörlük etme anlamındadır.
“Rahman” karşılıksız insanların ihtiyaçlarını gidermektedir. Allah anne babaya o sevgiyi ve sabrı vermeseydi, o akıl ve bilgiyi vermeseydi çocuk büyür müydü?
Rahman insanlara rahmet ettiği içindir ki, anne babaya çocukları sevme, karı kocaya birbirlerini sevme ve birbirlerine bağlanma melekeleri verilmiştir.
Allah’ın insanlara bu kadar rahmeti varken insanlar yine şikâyetçidirler. Başkalarının var, benim yok diyorlar. Oysa kiminde olacak, kiminde olmayacak ki işbölümü olsun ve iş yapılsın. Herkes kırk yaşında yaratılsaydı, annenin annelik hislerine gerek kalır mıydı? Herkes kırk yaşında yaratılsaydı, o zaman ne için çalışacak, neyden zevk alacaktı?
Allah bu nankörlük yapanlara ceza vermek şöyle dursun, onları daha da şımartır ve geçici zevkler içinde yanıldıklarını göstermek ister.
لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِنْ فَضَّةٍ (Li BuYUvTiHiM SuQuFan MiN FıwWaTın)
“Beytlerinin sakflarını fıdda yapardık.”
Allah altın ve gümüşü para olarak yaratmıştır, bunlar ülke içi paradır. Altın ise ülkelerarası paradır. Birisi ülke içi dağıtım için, diğeri ise uluslararası mübadelede kullanılır.
Bu madenlerin en büyük özellikleri paslanmamaları ve kirlenmemeleridir. Evlerin tavanları gümüş kaplanırsa daima parlak ve temiz kalır. Sadece “evlerin” demeyip “tavanları” demiş olmasının sebebi, tavan başka bir şey için kullanılmaktadır. Duvarların gümüşten yapılması fazla faydalı değildir.
Burada, Rahman’a karşı nankörlük edeceklere böyle istedikleri şeyleri verdik. Onlar da zannederler ki daha sağlam tavana sahip oluruz. Oysa o tavan sonra üstlerine çökebilir.
Gümüş olarak zikretti.
وَمَعَارِجَ (Va MaGARıCa) “Ma’recler.”
“Maaric” “ma’rec”in cemidir. İsmi mekandır. Çıkılan yer manâsına da gelir, çıkma aracı manâsına da gelir. İsmi aletin cemi de olabilir.
Yani, “maaric” merdivenler demektir, aynı zamanda kuleler demektir.
“Maaric” gayri munsariftir, “sukufan/tavan”a atfedilmiştir. Gümüşten merdivenler yaptık anlamı verilebilir. Ama sadece kuleler anlamına da gelebilir.
Diğer insanların fevkine çıksınlar, halka yukarıdan baksınlar. Mü’minler ise onlara acısınlar. Çünkü onların o varlıklarının hiçbirisi âhirete gitmeyecektir. Çok pahalı elbise giyip dolaşan da, çuha giyen de aynı hayatı yaşar. Biri diğerlerine caka satar. Diğeri ise kendi işiyle meşgul olur, başkalarının onu horlaması onu rahatsız etmez, çünkü onların hepsi defterin alacak sahifesine yazılır.
عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ(33)(GaLayHAv YaJHaRUNa)
“Onun üzerinde zahir olurlardı.”
Yani, onun üzerinden diğer insanları yenerlerdi, üstün olurlardı.
Buradaki maaric, havaya kalkan uçak veya helikopter de olabilir. Onunla kentlerin bombalanması sözkonusu olabilir. Bugün benzerini yapmaya kalkışmışlardır.
“Adil Düzen” gelecek ve bu tür saldırılar sona erecektir demektir.
Gümüş madeni üzerinde durulması gerekmektedir. Suni yağmur gümüş klorür ile yağdırılmaktadır.
Bu sûrede hılye, zuhruf, zeheb ve fıdda kelimeleri geçmektedir. Bunların insanlık ve topluluk için yararları üzerinde durulmalıdır. Çünkü hayvanlarda böyle bir duygu yoktur. Güzellik duygusu yalnız insanlarda vardır. Bu sayede toplulukta birtakım sosyal oluşlar olmaktadır.
Hılye cevherlerden oluşur, inci ve yakutu içerir.
Zuhruf ise daha çok suni süslemeyi içermektedir. Bırakılan araç ve resimlerin insan veya hayvan eseri olduğu, süslenmiş olup olmadığına bakılarak ayırt edilir. Bazı aletleri hayvanlar da kullanmakta, imal da etmektedirler. Ancak onların eserlerinde muzahrafat yoktur.
Kur’an’ın inişi anlatılırken bu süs eşyalarından bahsedilmesi, Kur’an’ın da böyle sanat eseri olmasından dolayıdır.