***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَكَذَلِكَ مَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ فِي قَرْيَةٍ مِنْ نَذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُقْتَدُونَ(23) قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكُمْ بِأَهْدَى مِمَّا وَجَدْتُمْ عَلَيْهِ آبَاءَكُمْ قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ(24) فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ(25) وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ إِنَّنِي بَرَاءٌ مِمَّا تَعْبُدُونََ(26) إِلَّا الَّذِي فَطَرَنِي فَإِنَّهُ سَيَهْدِينِ (27) وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً فِي عَقِبِهِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ(28)
وَكَذَلِكَ(Va KaÜAvLıKa) “Ve bunun gibi.”
Bugün yaşayanlar, çağımızdaki insanlar ‘biz atalarımızın izinden gidiyoruz’ demektedirler. Gerek Avrupalılar, gerekse Türkiye’dekiler ne yapıyorlar? Bir şeyin doğru olup olmadığını kanıtlamak için daha öncekilerin çıkardıkları kanunlara veya Avrupa’dakilere bakıyor ve onlara uyuyorlar. Meclise dikkat edin, bir şeyi savunurken ya ‘Mustafa Kemal böyle dedi’ diyorlar veya ‘Avrupa’nın falan ülkesinde böyledir, filan ülkesinde böyledir’ diyorlar. Bir şeyin doğruluğunu daha evvelkilerin onu yapmış olmasından gösteriyorlar.
Sömürü sermayesi bir laf atar, sonra onun çığırtkanlığını yapar; kimileri de bu çığırtkanlığa uyarak ‘çağın gereği budur’ der, ona tartışmadan ve düşünmeden uyarlar! ‘Geçmişte böyle uygulandı, şu olumlu sonuçlar alındı, buna istinaden biz de uygulayalım veya uygulamayalım’ diye tartışacaklarına, ‘geçmiştekiler öyle yaptılar, öyleyse biz de yapalım’ diyerek, körü körüne ona uyulması gerektiğini ileri sürerler.
IMF ekonomi politikaları, başörtüsü yasağı, zina serbestliği, lüks hapishaneler, idam cezasının olmaması, smokin kıyafetleri mecburiyeti ve daha niceleri...
Bütün bunlar tartışılmadan, gözü kapalı kabul edilir ve uygulanır!
Bunu yalnız Batılılar yapmaz, benzer uygulamayı Kur’an’a inanlar da yapar. Yanlış doğru, geçmişte yapılanlar aynen kabul edilir. Uygulanmadığı için terk edilip Avrupalıların yaptığını yaparlar. Herkes Hanefi mezhebindedir ama Hanefi mezhebini bilenler bir-iki kişi yani parmak sayısıncadır; onlar da usulü fıkhı bilmezler!
Hâsılı, insanlık körü körüne geçmişten beğendiklerini taklit etmektedirler.
Oysa, Allah’ın emrettiği dört çift delille gerçekleri bulmaktır. Bunlar da akıl ve nakildir. Aklî olanlar geometri, mekanik, fizik, kimya, hayvanat, nebatat, psikoloji ve sosyolojidir. Naklî olanlar kitap, hikmet, sünnet, istishab, icma, örf, kıyas, istihsan delilleridir. Bir şey on altı olan bu ilimlere dayalı delillerle tartışılmalı, gerçekler ona göre bulunmalıdır. Yoksa birileri yaptı diye biz yapmayız. Çünkü yapanın şartları kendisine aittir, kendisi için o doğru olabilir ama bizim için doğru olmayabilir. Bizim içtihat ve icmalarımız da bizim için doğru olur, onlar için olmaz.
İşte bugünkü insanların böyle hareket ettikleri bundan önceki âyetlerde anlatıldı. Şimdi de bunun gibi diyerek, geçmişten misaller getirmektedir.
Geçmişte yapılanlar öğrenilmeli, başka ülkelerde yapılanlar öğrenilmeli ama sonuçlara bakılarak ders alınmalı ve ona göre içtihat yapılmalıdır.
Demek ki, biz müçtehitlerin içtihatlarını bilmeliyiz, Batılıların ilimlerini ve uygulamalarını bilmeliyiz, ama biz onlardan alacağımız derslerle kendimiz içtihat etmeliyiz.
Bir yandan babaların yaptıklarına körü körüne uymayı kötülemekte, diğer taraftan onların yaptıklarını bize anlatmaktadır. Çünkü öğreneceğiz ama kendi içtihat ve icmalarımızla hareket edeceğiz. “Onlar her söze kulak verirler, en iyisine uyarlar.” âyeti yaşayanlarla istişare etmeyi farz kılmaktadır. Bu da geçmiştekilerin yaptıklarını araştırmamız gerektiğini bize bildirmektedir.
مَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ(MAv EaRSaLNAv MıN QABLiKa)
“Senden önce irsal etmedik böyle yapmasınlar.”
Doğada değişmez bir kanun vardır. Buna termodinamiğin ikinci kanunu denmektedir. Bunun anlamı şudur, yüzde yüz verimli bir olay yoktur. Kâinat entropinin büyümesine yani faydalı enerjinin tükenmesine dayanmaktadır. Güneş yanıp hidrojen helyum olmaktadır. Böylece onun yok olması ile biz yaşıyoruz. Sürtünmesiz bir hareket olmaz. Denge bunun üzerinde oturur. Toplulukta herhangi bir yenilik sözkonusu olunca, doğanın değişmez kanunu olarak mutlaka karşı çıkan olur, yenilik yapmak isteyenler onlarla mücadele etmek zorunda kalırlar. Böylece yenilik gelişigüzel olmaz, ancak o topluluğu ileri götürecek şekilde olur.
İnsanlık tarihindeki yenilikleri kimler yapmışlardır?
- Birinci uyarıcılar din adamlarıdır. Bunlar işe her şeyden önce sadece ‘davet’ ile başlamışlardır. Halk arasından çıkmış, halkın arasına karışmış, insanlara inandırmışlardır. İnsanlar kendi hayatlarını bu yeniliğe göre düzenlemişlerdir. Katılanların sayısı giderek artmış ve bazıları binlerce sene etkili olmuşlardır. Kur’an’dan sonra da böyle uyarıcılar gelmişler ve cemaatler oluşturmuşlardır. Ahmet Yesevi ve Mevlana bunlardan biridir. Çağımızda da Bediüzzaman ve Süleyman Tunahan bunlardan biridir. Bunların silahları yoktur, sadece imanları vardır.
- İkinci uyarıcılar ise ilim adamlarıdır. Bunlar tartışır ve uygarlık için projeler koyarlar. Zamanla ilmî ekoller oluşur, felsefî mektepler doğar. Bunlar hayatlarında fazla etkili olmazlar ama öldükten yüzlerce, hattâ binlerce sene sonra etkili olmaya ve bu etkilerini sürdürmeye devam ederler; fikrî etkileri devam eder gider. Sokrat Aristo, Eflatun, Konfüçyüs, Ebu Hanife, Malik, Şafii, Gazali bu tür ilim adamlarıdır.
- Üçüncü uyarıcılar sermaye sahipleridir. Sermaye sahipleri ortaya çıkar, paraları olduğu için dini ve ilmi istismar ederek sömürü düzenlerini kurarlar. Halkı çevrelerinde paraları ile toplarlar. Karun bunlardan sadece biridir. Çağımızda da sömürü sermayesi insanları inim inim inletmektedir. Onlar baskı ve açlık korkusu ile insanları emirlerine alırlar.
- Nihayet siyaset adamlarının uyarıları gelir. Bunlar ellerine geçirdikleri iktidarları halkı ezme ve sömürme aracı olarak kullanırlar. Sermaye ile işbirliği yaparak, zulüm düzeninin değişik versiyonlarını uygulayarak değişiklikler yaparlar. Adam Smith ve Marx bunların paralı teorisyenleridir. Stalin ve Lenin gibiler bu teorilerin uygulayıcılarıdırlar.
İşte Kur’an bizden öncekilerin de bugünkülerin yaptıklarını anlatıyor. Bunun sünnetullah yani doğa kanunu olduğunu bildiriyor. Nasıl gece olmadan gündüz olmazsa, kış olmadan yaz olmazsa, bunun gibi sekiz aklî sekiz naklî ilimlere dayanılarak oluşturulacak düzenler de dirençsiz gelmez. Mutlaka tutucu-gerici bir sınıf ortaya çıkar ve inkılap yapacaklarla mücadele ederler. Siyasiler ve sermaye bir olup ilim ve dinle çatışmaya başlar. Hiçbir maddi gücü olmayan din ve ilim başlangıçta zavallı ve mağlup durumda olur. Ama sonra manevi güç maddi gücü yener, uygarlığı din ile ilim kurar. İlim teorisini oluşturur, din de ona inananları ortaya çıkarır. Böylece yeni uygarlık doğar.
Uygarlığın oluşması şöyle bir sıra takip eder. Önce din adamları çıkar ve hakka çağırırlar, çok az kimseler onlara uyarlar. Onlar içinden ilim adamları yeni uygarlığın projesini hazırlarlar, sonra din adamları onu halka yayarlar. Geniş cemaatleri oluştururlar. Sonra siyaset adamları dini resmen kabul ederek büyürler. Böylece siyasi organizasyon olur. Sonra iş adamları bu yeni düzende faaliyete geçerek teknolojiyi ve ekonomiyi geliştirirler. Yeni din, yeni ilim ve yeni idare sayesinde iş adamları zengin olup tekelleşmeye başlarlar.
İşte bu gelişmeler uygarlığın temelini oluşturur.
Bu zamanlarda yeni uyarıcılar gelir ve bundan sonraki yeni uygarlığın temellerini atarlar. Doğuda yeni uygarlık doğarken batıda sermaye sömürüsüne dayanan uygarlık çökmeye başlar. Beş yüz sene içinde doğunun hak uygarlığı zirveye ulaşırken batının kuvvet uygarlığı çöküp ortadan kalkar. Böylece insanlar arasında devridaim eden periyot devam eder gider. Bunlar doğa kanunlarıdır, hep olmuştur ve hep olacaktır.
فِي قَرْيَةٍ مِنْ نَذِيرٍ(FIy QaRYaTin MiN NAÜIyRin)
“Karye içinde nezirlerden birini irsal etmedik ki direniş olmasın.”
“Karye” kelimesi en küçük kuruluştur, ancak daha büyükler için de kullanılır. Allah uygarlık kuracak bir uyarıcıyı bir karyeye gönderir. Bu yüz haneden ibaret bir topluluktur, kabile içinde yer alır. Mekke kabile büyüklüğünde bir topluluk idi. Hazreti Muhammed aleyhisselâm merkezi karye içinde gelmiştir. Bir kabile yaklaşık 10 000 nüfusludur, onda biri karyedir. Bunlar içinde gelmiş ve onları uyarmaya başlamıştır.
Yani, uygarlık küçük bir yerden, bir siteden doğar. Yaklaşık olarak yüz aile yeni uygarlığın temelini atarlar. Akevler bu kadardır; Adil Düzen uygarlığının temeli orada atılmıştır. Şimdi Medine zamanıdır. İnsanlık yeni uygarlığı oluşturacaktır. 1900’lü yıllarda hazırlık yapılmış, yeni uygarlık için gerekli şartlar ortaya çıkmıştır.
- Nurculuk ve tarikatlar dinî inkılaplar yapmıştır.
- Akevler ekolü ilmî çalışmalara önderlik yapmıştır.
- Milli Görüşçüler ise siyasi hareketler yapmışlardır.
- Anadolu holdingleri ekonomik hareketler yapmıştır.
Türkiye’deki bu büyük gelişme yeni uygarlık için hazırlıktır.
Yeryüzünde de sosyalizm gelmiş ve eski ataların yaptıklarını yapma geleneğini yok etmiştir. Saltanatı, toprak kapitalizmini, sömürü düzenini ve bâtıl inançları ortadan kaldırmıştır ama kendisi bir şey getirmemiştir.
Dünya şimdi Kur’an’ın öğrettiği “Adil Düzen”i beklemektedir. İşte, gerek Türkiye’de, gerekse dünyada Kur’an düzeninin gelmesi için her şey hazırlanmıştır.
Şunu belirtmemiz gerekir ki, Kur’an düzeni öyle bir düzendir ki ancak bugün uygulanabilir. Kur’an düzeni bundan bin sene önce ancak çok dar bir sahada ve eksik imkanlarla uygulanabilirdi.
Kur’an düzeni bundan 1000 sene önce neden uygulanamazdı?
- Önce ulaşım yoktu, Amerika’ya varılmamıştı. Onlar Kur’an’ı nasıl uygulayacaktı? O gün günde otuz kilometre gidilebiliyordu, bin kilometrelik yol ancak bir ayda alınabiliyordu. Bu şartlar arasında nasıl olacak da tüm insanlar tek Kur’an düzeni içinde olacaklar, nasıl gidip geleceklerdi? Şimdi ise en uzak mesafe bir güne inmiştir.
- Eskiden haberleşme ancak posta marifetiyle yapılıyor,mektuba bir yıl sonra cevap alınabiliyordu. Nasıl olacak da insanlar tek ümmet olacak ve birbirleriyle ilişki kuracaklardı? Bugün ise cep telefonu ve televizyonla saniyesinde ulaşıyoruz.
- O zaman gramer ilimleri gelişmemişti. Halkın konuşma dilleri ile tercüme yapılmaktaydı. Dil okulları yoktu.Nasıl olacak da Arapça bütün dünya dillerinde anlaşılır hâle gelecekti? Dolayısıyla Kur’an’ın tüm insanlığa hitap etmesi mümkün değildi. Bugün ise okullar genelleşmiş, herkes uygarlık dillerinden birini öğrenmeğe çalışmaktadır. Dil okulları geliştiği gibi ayrıca tercüme kuruluşları oluşmuştur. Bütün kitaplar değişik dillere çevrilmektedir. O zaman Kur’an tüm insanlara hitap edemezdi.
- Nihayet bir kitabın her topluluğa ve her çağa hitap edilebilmesi için kitap uygarlığı öğretmelidir. Eskiden gelen kitaplar uygarlığı doğrudan öğretiyordu. Oysa Kur’an uygarlığın nasıl ortaya çıkarılacağını öğretiyordu. Yani eski kitaplar binaların planları idi, ölçüleri verilmişti, ustalar o ölçüleri uyguluyor ve uygarlık binasını kuruyorlardı. Kur’an ise planı değil planın nasıl yapılacağını öğretti. Bunu yapabilmek için de bugünkü ilimlere ve imkanlara sahip olmamız gerekir. Yani insanların bilgilerinin içtihat yapacak seviyeye ulaşmış olması gerekir. İşte bugün bu seviyeye çıkmış bulunuyoruz. Müsbet ilimler çok ileri seviyeye ulaşmıştır. Araçlar çok ileri seviyededir. Bilgisayar çağı gelmeden Kur’an uygulanamazdı.
İşte, Kur’an, asıl II. bin yıl uygulamasından ziyade III. bin yılda uygulanacaktır. Kur’an, I. Kur’an uygarlığını ortaya çıkarmış, böylece uygulanır ortamı getirmiştir. Eskiden halk sırf kendi aşağılık duygularını yenmek için bunları Avrupalılar Kur’an’dan öğrendiler derlerdi. Biz de gülümseyip geçerdik. Ama Batıyı tetkik ettiğimiz zaman gördük ki, Kur’an önce Araplara bir ivme vermiş, onlar İslâm fıkhını ortaya koydular. Yani tümden varımı ve ilmî düşünmeyi öğrettiler. Sonra Türkler bu öğretiye dayanarak Yunan felsefesini ilmileştirdiler. Yani tümdengelimi tümevarıma çevirdiler. Dilde ve fıkıhta uyguladılar. Batılılar ise bu metodu ilimde ve sanayide uyguladılar.
Basit bir ilmi araştırma yapıldığı zaman hemen şu sonuca varılır. Kur’an olmasaydı İslâm uygarlığı olmazdı. Bunu dünya tarihindeki yüz etkin kişiyi yazan Batı alimi söylüyor.
İkinci soruyu sorabiliriz: İslâm olmasaydı Batı uygarlığı olur muydu?
Her insaf sahibi ‘hayır olmazdı’ diyecektir. O halde bugünkü uygarlık Kur’an’ın getirdiği uygarlıktır. Bunu da niçin yapmıştır? Kur’an hükümleri uygulansın diye yapmıştır. Yani I. İslâm ve Avrupa uygarlığı Kur’an uygarlığının binasını yapmıştır; insanlık III. bin yılda bu binaya yerleşecek ve yeni düzenini yaşayacaktır.
İşte bu düzenin oluşması için tutucuların ve gericilerin olması gerekir. Bu bir taraftan hata yapmamıza sebep olur, diğer taraftan da “Adil Düzen”i kurmaya ehil olanlar bu sayede seçilmiş olur. Eğer bu direnmeler olmasa, parti kapatılmasa gerçek Adil Düzenciler ortaya çıkmaz. Sünnetullah budur. Bizim AK Partililere uyarılarımız hep bu istikamette olmuş ama onlar bizimle istihza etmişlerdir. Bizi akılsız, kendilerini akıllı görmüşlerdir. Şimdi parti kapatılmayabilir. Çünkü Kur’an diyor ki; büyük azaptan önce küçük azabı tattırırız, ıslah olmazlarsa büyüğünü sonra getiririz. AK Parti akıllanırsa, “Adil Düzen”e doğru adımların atar ve yaşar. Yoksa onu kimse kurtaramaz.
إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا(EilLAv QALa MuTRaFUvHAv)
“Mütrafiler şöyle dediler.”
Senden önce uyarıcılardan birini bir karyeye göndermedik ki mütrefileri ‘biz atalarımızdan böyle bulduk’ demesinler.
“Mütrif” olanlar kimlerdir? “Türfe” taze meyve sebzedir. İlk çıkanlar kıymetli olur, zenginler onu yerler.
İzmir’de Gümüldür diye bir yer vardır. Orada eskiden mandalinayı bilmiyorlardı. Rize’den göç eden birisi bahçesine dikti. Eski Kilis milletvekili Remzi Güres onu görünce şunu müşahede etti; bu mandalina Türkiye’de en erken oluşan mandalina. Yani Türkiye’nin en önce meyve veren yerlerinden biri olma özelliğinde olduğunu keşfetti. Mandalina bahçesini yaptı. Avrupa’ya iki misli fiyatla mandalina satabildi. Tüm köy mandalina bahçesi oldu. İki misli fiyatla neden satıldı? Çünkü en erken çıkmıştı.
Şimdi de siz sebze ve meyve satıcılarına giderseniz en yeni çıkan sebze ve meyveler dört-beş liradır. Sonra aynı ürünler iki liraya kadar, hattâ daha da aşağı düşer. Halk pahalı olanları yiyemez, hangileri ucuzsa onları yer. Çünkü besin bakımından o sonrakiler daha kıymetlidir. Turfanda meyveyi ise ancak zenginler sadece lüks olsun diye alıp yerler.
Zenginlik iki çeşittir; iyi zenginler, kötü zenginler.
Önce iyi zengini kısaca tanıyalım. Zengin olursunuz; kendinizi ev yakınlarınızı rahat geçindirirsiniz, fazlasıyla yakınlara ve komşulara ikram edersiniz, zekât verirsiniz. Herkes sizi sever. İsraf yapmazsınız. Kur’an, ‘onlar zekât vermek için çalışırlar’ diyor.
Bir kısım insanlar ise başka amaçlarla zengin olmak isterler. Onlar halka hakim olup onları sömürmek ve ezmek için servetlerini kullanırlar. Çok büyük olanakları din adamlarını, siyaset adamlarını ve ilim adamlarını emirleri altına alırlar ve servetleriyle dünyayı yönetmeye kalkışırlar. Bugünkü küresel sermaye bu amacı hedeflemektedir.
İşte bunlara “mütrif” derler. Yani taze sebze ve meyveleri tüketenler demektir.
Bunlar serveti ve sermayeyi halkı ezmek ve yönetimi hakimiyetleri altına almak için kullanırlar. TÜSİAD budur. Onlar para ile otel odalarında iktidarları indirip çıkarırlar. Siyaset adamları da onların emrindedir. Başbakanları (Mesut Yılmaz’ı) pijama ile karşılarlar. Herkes onlara yaranarak iktidar olmaya çalışır. Zenginlerin işleri iyi gittiği için onlar statünün değişmesini istemezler. Oluşmuş olan tekel düzenin sürmesini isterler. Bu sebepledir ki gelen uyarıcılara karşı çıkar ve babalarımızı böyle bulduk derler. Batıda Marx’ı ve Adam Smith’i savunalar, bizde de CHP zihniyetini ve Mustafa Kemal’in bazı yaptıklarını savunanlar işte bunlardır. Türkiye’nin sosyalistleri zenginler olmaktadır, yahut zenginlerin korudukları adamlar olmaktadır. Çünkü sosyalizm “Adil Düzen”in gelmesini önleyen teorik sistemdir. Marx ve yoldaşları, İslâmiyet’in getirdiği iyi şeyleri devşirmiş ve din düşmanlığı içinde güya İslâmiyet’ten daha iyi şeyler yapacaklardı. İnsanları dinden uzaklaştıracak, kapitalizm ve sosyalizm içinde, daha doğrusu sadece bu ikisi arasındaki yarışta kendilerine göre dengeyi kuracaklardı. Oysa dinlerin kaynağı en az dört-beş bin yıllıktır ve hâlâ da yaşıyorlar. Sosyalizm ise sadece 70 yıl dayanabildi. Kapitalizm ise can çekişiyor.
Büyük dinler kıyamete kadar varlıklarını sürdürecek ve pek çok yeni uygarlıkları onlar kuracaklardır.
إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ(EinNAv VaCaDNAv EABAEaNAv GaLAv EumMaTin)
“Biz abaımızı bir ümmet üzerinde bulduk.”
Yani atalarının bir teşkilatı vardı, imamları vardı, o topluluklarını ümmet hâline getirmişti. Biz onlar ne yaptıysa onu yaparız. Bakınız, rahatız. Varlığımız var, zenginiz. Halklar da bizim işçimiz olarak çalışıyor ve yaşıyorlar. Faizli düzen kalkarsa sermaye birikmez, sermaye terakümü olmaz. Sermaye birikmeyince fabrikalar olmaz, fabrikalar olmayınca işçiler çalışamaz, işçiler çalışamayınca aç kalırlar. Biz onların velinimetiyiz. Sermaye terakümü bizim sayemizde olmuştur.
Biz olmasaydık bugünkü uygarlık olabilir miydi? Biz olmasaydık siz bilgisayarda muhasebenizi tutabilir miydiniz? Biz olmasaydık tuşa basınca Çin’deki dostunuzla konuşabilir miydiniz? Öyleyse bu düzen böyle devam etmelidir; edecektir! Biz patron, siz işçi olacaksınız! Sizin için iyi olan budur, bizim için de iyi olan budur!
Onlar işte böyle demektedirler.
Söyledikleri geçici dönemler için doğrudur.
Avrupa’da sermaye terakümü olmasaydı bugünkü uygarlık doğmazdı. Dolayısıyla Allah onların faizli düzeni yaşatmaklarına izin verdi. Şimdi ise artık faize gerek yoktur, sermaye terakümüne gerek yoktur.
- Eskiden para olarak yalnız altın kullanılıyordu. Faizle altınlar bir yerde toplanmazsa büyük işler yapılamazdı. Dolayısıyla faize ihtiyaç vardı. Şimdi ise ekonomi paraya değil kâğıda oturmaktadır. Kâğıdı herkes üretebilir. Dolayısıyla bugün sermayenin tekeline gerek yoktur. Bugün faize hiç gerek yoktur. Zaten kâğıdın faizi ne demektir? Banka basıyor, halka veriyor; sonra bana faizi ile ödeyin diyor! Halk nereden ödeyecek? Piyasada o para yok ki. Banka faizi piyasaya nasıl çıkaracaktır. Yani, kâğıtlı parada faiz çalışmaz. Ama onlar hâlâ o sistemi uyguluyorlar.
- Eskiden standartlar gelişmemişti, makine sanayii oluşmamıştı, para piyasası doğmamıştı. Onun için merkezi büyük işletmelere ihtiyaç vardı. Şimdi ise standart parçalar üretilmektedir. Bu parçalar bir araya gelerek makineler oluşmaktadır. Büyük sanayiye gerek yoktur. Küçük sanayiciler organize olurlarsa büyük sanayinin yaptığı işleri yaparlar. Böylece serbest rekabet içinde küçük sanayi de büyük işler yapabilir. Dolayısıyla tekel sisteme gerek yoktur, tekel sistem zararlı olmaya başlamıştır.
- Eskiden ulaşım ve haberleşme yoktu. İnsanlar ürettiklerini başka yerlere ya götüremiyor ya da pahalıya götürüyordu. Kargo teşkilatı ve ulaşım araçları çalışmıyordu. Dolayısıyla insanlığın büyük sanayiye ulaşması için tekellere ihtiyaç vardı. Oysa bugün cep telefonunla istediğin yere aniden ulaşıyorsun, devamlı işleyen günlük, hattâ saatlik arabalar, uçaklar, gemiler, trenler vardır. Artık işbölümü ileri safhaya ulaşmıştır. Tekel sermayeye gerek yoktur.
- En önemlisi, eskiden muhasebe elle tutuluyordu. Para olarak ancak altın ve gümüş iş yapıyordu. Şimdi ise kart sistemi gelişmiştir. Muhasebe bilgisayarlara tutturulmaktadır. Bu sayede tüm ekonomik faaliyetler patronlar tarafından değil de muhasipler tarafından düzenlenir haldedir. Dolayısıyla tekele gerek yoktur.
İşte “Adil Düzen” bu tekel olmayan faizsiz düzenin projesidir. Kur’an’ın öğrettiğidir. Böyle bir düzenin varlığı, İzmir Akevler Kooperatifi tarafından uygulamalı olarak ele alınmıştır. Millî Görüşçüler de dünyaya duyurmuşlardır. Artık uygulama zamanıdır. Yani, Ömer’i bekliyoruz. Bu mütrafilerin buna karşı çıkmaları son derece doğaldır. Bunlar karşı çıkmaz ve direnmezlerse, o zaman sahte adil düzen dünyaya meydan okuyacak, gerçek “Adil Düzen” ortaya çıkmayacaktır. Bugün Türkiye’de ne oluyorsa, hepsi “Adil Düzen”e hazırlıktır, doğaldır.
وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُقْتَدُونَ(Va EinNAv GaKLAv EaÇaRıHıM MuQTaDUvNa)
“Biz onların izinde iktida ediyoruz.”
“Biz onların izinde iktida ediyoruz” diyorlar.
“Üsve” var “Kıdve” var. Biz peygamberleri kendimize üsve yaparız. Onlara tâbi oluruz. Onları kıdve yapmayız. Üsve demek, örnek yapma demektir. Onların yaptıklarına bakarak yararlanırız. Onların başlattıkları hayırlı işleri tamamlarız, yarım bırakmayız. Iktida ise onları taklit etmedir. Onlar ne yaparsa düşünmeden biz de ona uyarız.
“QDV” kelimesi “kademe” kelimesi ile akrabadır. Arkasını takip etmek demektir. O nereye gidiyorsa sen de oraya gidersin. İzlerini takip etmedir. Onlar nereye gitmiş, izleri ile bellidir. “Biz de onların izlerini takip ederiz” derler.
Oysa Allah insanları kendi içtihatları ile amel etsinler diye yaratmıştır. Onlara kitap indirmiş, resul göndermiş, akıl vermiş, ilim vermiş; bunların hepsini insanlar gözü kapalı hareket etmesin diye vermiştir.
Osmanlılar zamanında iktidarda Müslümanlar olduğu için İslâmiyet’in arkasından gittiğini iddia etmişler ve körü körüne günlerin adetlerini yaşatmışlardı. Şimdi lâikler iktidarda bu sefer de Batılıların yaptıklarını aynen izliyorlar. Kur’an şiddetle buna karşıdır. Ancak bunların böyle yapmaları da tarihi gelişmenin zorunlu kuralı olarak kabul edilmektedir. Bu sebepledir ki dinde zorlama yoktur; dinde veya düzende zorlama yoktur. İnsanlar kendi dinlerini kendileri seçecekler, kendi düzenlerini kendileri oluşturacaklardır. Yerinden yönetim ve çoklu sistem insanların doğal haklarıdır, fıtratlarıdır. Allah insanları savaş fıtratı üzerinde değil barış fıtratı üzerinde var etmiştir.
قَالَ(QAvLa) “Kavletti.”
Burada kavleden nezirdir. Kur’an’da “resul” demiyor, “nezir” diyor. Uyarıcı diyor, münzir demiyor. Nezir diyor. Nezir, eğer böyle yaparsanız başınıza bunlar gelir demiş oluyor.
Resuller gelmiş ve yeni kitaplar getirmişlerdir. Onlar yeni uygarlığı da getirmişlerdir. Tevrat, İncil ve Kur’an böyledir. Vedalar böyledir. Peygamberler gelmişler ve daha önceki kitaplarla yeni düzenlemeler yapmışlardır. Peygamberler gelmişler ve yeni düzenleme yapmamışlar, sadece onları uyarmış ve müjdelemişlerdir.
Burada sadece nezirden bahsetmektedir, yani sadece uyarma vardır. Ne yapacaklarını zaten kendileri bilmektedirler. Bugün müsbet ilimler gelişmiştir ve sorunların çoğu ilmen çözülmektedir. Bunu kendi alimleri de bilmektedir. Ama sömürü düzeninin devam edebilmesi için direnmektedirler. Örnek olarak gümrüklerin ekonomi bakımından da zararlı olduğu bilinmektedir ama buna rağmen uygulama aynen devam etmektedir.
Ne demek istediğimizi şöyle açıklayalım.
Verimin artması için işbölümü gerekmektedir. Herkes her şeyi yaparsa orada verim son derece düşük olur. İşbölümü neden çok kârlı olmaktadır?
- Öncelikle insan bir şeyi ne kadar çok yaparsa melekesi o kadar gelişir, o işte o kadar kaliteli ve verimli iş yapar. Eğer çok iş yapmazsa acemi kalarak hem verimsiz hem de kalitesiz iş yapar.
- Bir doktoru eğer marangozhanede çalıştırırsanız son derece başarısız olur. Bir marangozu da hastahaneye getirip çalıştırırsanız ondan da bir verim elde edilemez. İşbölümü sayesinde herkes kendisinin kabiliyetli olduğu ve eğitimini aldığı işleri yapar, böylece hem olmayan işler olur hâle gelir hem de en kaliteli ve en çok üretim olur.
- Üretim araçları da farklıdır. Dağlık yerde tarım çapa ile yapılır, sapan bile koşulmaz. Düzlük yerde tarım traktörlü yapılır. İşbölümü sayesinde üretim en uygun yerde ve en iyi şekilde yapılır.
- İşbölümü olmazsa mübadele de olmaz. Herkes kendi ürettiğini tüketir. Eksik olanlar giderilmiş olur. Fazla olanlar da atılır. Oysa işbölümü olursa herkes başkasının ihtiyacı olan malları üretir. Ne eksiklik olur ne de israf olur.
İşte bu hususta bilgi bugün tamdır. Bunları bilmeyen hiçbir düşünür yoktur. Ama hâlâ herkes gümrükleri uygulamaktadır. Böylece işbölümü engellenmekte, malların, emeğin, bilginin ve sermayenin akışı önlenmektedir. Acaba neden yapılıyor? Sömürü sermayesi insanları sömürebilmek için her şeyi kendisinin alıp kendisinin satarak kâr etmesi, fahiş kâr etmesi için gümrükleri icat etmiştir. Hâlâ onlar devam etmektedir. Oysa bu bizzat sömürü sermayesinin de işine yaramaz. Sömürü sermayesi zaten karşılıksız para ile sömürmektedir. Onun reel ekonomiye müdahale etmesine gerek yoktur. Ama babalarından duyduklarını yapmaktadırlar. İşte bunlara gelen resul değildir, mübeşşir de değildir. Sadece nezir gelmiştir.
Bu kötülüğünü bildiğiniz şeyler sizi kurtaramayacaktır. Bir gün ulus devletler, ‘biz başkalarının parası ile mal satmıyoruz, bizden mal almak isteyen bizim paramızı getirecek’ deseler, o ülkeden mal almak isteyenler o ülkenin parasını bulmak zorunda olacaklardır. Bu da o ülkeye bir şeyler satmakla mümkün olacaktır. Gerçek ekonomi, gerçek dünya ekonomisi o zaman kurulmuş olacaktır.
Sömürü sermayesi bu oyunlara devam ettiği müddetçe, bir gün bir deli hükümdar çıkıp ‘hayır, ben benim paramla satarım’ dediği anda tüm devletler harekete geçerek dolar ve euro saltanatını bir gecede sona erdirirler. Ekonomileri ihracat ve ithalata dayanan devletler bir gecede iflas etmiş olur. Ne var ki, Amerika da Avrupa da birleşik devletlerden oluşmaktadır. Devletler bağımsızlık kazanarak yine yaşamaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla bu karşılıksız paranın krizini insanlık ucuz atlatacaktır.
Bu gerçeklerden dolayı sadece “nezir” kelimesini kullanmakta ve burada da nezirin söyledikleri dile getirilmektedir.
أَوَلَوْ جِئْتُكُمْ بِأَهْدَى “Ya ben ehda ile ciet etmişsem?”
Kur’an insanlığa gerçek uygarlığı öğretmektedir, mevcut olan uygarlığın çok çok üstünde bir uygarlığı öğretmektedir.
- Kur’an insanları “barışçı” ve “savaşçı” diye ikiye ayırmakta, barışçı insanlardan şunları istemektedir: 1) Önce aranızdaki sorunları bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargıya çözdürmelidir. Böyle bir yargı ancak hakemlik sistemi ile olur, hakimlik sistemi ile olmaz. 2) Barışçı olanlar barışçı olmayanlara karşı örgütlenmeli ve hukukun üstünlüğünü korumalıdırlar. Bunun için isteyenler askere gidip eğitim almalı ve bedenle barışı korumalıdır. İsteyenler ise bedel verip bedenle savaşmaktan muaf tutulmalıdır. Bedel miktarı öyle tesbit edilebilir ki bedelliler ile nöbetliler ihtiyaca göre çoğalır ve azalırlar. 3) İnsanlık ülkelere, ülkeler illere, iller bucaklara, bucaklar ocaklara ayrılmalı ve kesin yerinden yönetim sistemi uygulanmalıdır. Ocaklarda bekçilik, bucaklarda koruma, illerde güvenlik, ülkelerde savunma nöbetleri tutulmalıdır.
- Yerinden yönetim esas alınacak ve herkes kendi içtihadı ile hareket edecektir. Ancak ortak işlerde sözleşmelerle kurallar konacaktır. Mutlaka anlaşmaları gerektiği halde anlaşamadıkları yerlerde ortak hakeme gidebilirler, hakem onlar adına karar alır. Hakemlere de gidebilirler. Böylece bugünkü ekseriyet sistemine gerek kalmadan kollektif karar almış olurlar.
- Herkes kendi içtihadı ile hareket edecek, anlaşamadıkları yerlerde hakemlere gidilecektir. Sosyal gruplar oluşturacaklar, dayanışma ortaklıkları kuracaklar, hak ve hürriyetleri böylece dengede tutacaklardır.
- Herkesin faizsiz kredi alma hakkı olacak, böylece çalışmak isteyen kimse sermayesizlik sebebiyle çalışamaz durumda olmayacaktır. İşçi çalışacak, çalıştıran borçlanacak. Çalıştırana faizsiz icrasız işçilik ve ham madde kredisi verilecek.
- Yeryüzü tüm insanlığındır. İnsanların yeryüzünde yaşıyor olmalarından dolayı yeryüzü kira payları vardır. Herkese aş, iş, eş temin edilecektir.
Ekseriyet demokrasinin yerini hicret demokrasisi alacak ve lâiklikle demokrasi arasındaki çelişki kalkacaktır.
مِمَّا وَجَدْتُمْ عَلَيْهِ آبَاءَكُمْ(MimMAv VaCadTuM GaLaYHı EaBaEuKuM)
“Abaınızı vecd ettiğinden daha ehda ile gelmişsem durumunuz ne olacak?”
Savaşı, kim daha doğru yolda ise o kazınır. Siz bize kulak vermiyorsunuz; parmaklarınızı kulaklarınıza tıkamış, söylediklerimizi işitmiyorsunuz. Bunun sonu nereye gider, hiç düşünmüyor musunuz? Eğer sizin zannettiğiniz veya iddia ettiğiniz gibi fesatçılar galip gelseydi, kâinat şimdi yerinde olmazdı.
Tarihte nesillerin inkırazı olmuştur ama bu hiçbir zaman mikropların çabaları ile olmamıştır, nesillerin kendi bünyelerine arız olan hastalıklarla olmuştur. Helâk olan hayvan veya bitki nesillerinden sonra onlardan daha yararlı hayvanlar ortaya çıkmıştır. Bugünkü uygarlık böyle oluşmuştur. İslâmiyet Batı’ya girmeye başlayınca Batı şiddetle direnmiş, âlimleri ateşlere atıp yakmışlardır. Sonra ne oldu? Fransa’da inkılap yapan fesatçılar ortaya çıkmış, bu ayaklanma daha sonra sosyalizme dönüşmüştür. Avrupa’nın tarihi kan ve zulümden oluşmaktadır. O kadar zalim, kötü, çirkin ve başarısız bir düzen kurdular ki, günümüzde nüfusları azalmakta, şimdilik ancak dışarıdan göç alarak yaşamaktadırlar.
قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ(QAvLUv EinNAv BiMAv EuRSiLTuM BiHIy KAvFıRUvNa)
“Biz irsal olunduğunuzun kafiriyiz dediler.”
Arapçada karşılıklı konuşma “kâle-kâle” şeklinde geçer, aralarında “ve” konmaz. “Ve” konursa konuşmaya aynı taraf devam ediyor demektir. Yukarıda “kâle” demiş inzar eden kimsenin söylediği söz söylenmiş, müfret getirilmiştir. Burada cevap verirken “ürsiltüm” denmiştir. “Ürsilte” denmemiş, sen getirdin değil de, sizin getirdiğiniz şeklinde söylenmiştir.
Kavme bir münzir geliyor, resul değil münzir geliyor. Münzirin etrafında inananlar toplanıyor, sonra onlara resul oluyor. Yani, tek başına resullük yoktur.
Önce cemaat olacaksınız. Kendiniz öğreneceksiniz. Sonra, cemaat olduktan sonra tebliğe başlayacaksınız. O zaman irsal olunmuş olacaksınız. Yani, bir taraftan kişiden topluluğa geçilmekte, diğer taraftan nezir resul olmaktadır.
Geçmişte peygamberler Cebrail’den aldıkları vahiyle bu işleri böyle yapıyorlardı.
Şimdi bizi ne yapacağız? Bugün durum nedir? Bugün nübüvvet ve risalet nasıl devam edecektir?
- Kur’an’dan sonra yeni kitap gelmeyecektir. Bütün insanlar ancak Kur’an’ı kabul eder ve Kur’an’dan yararlanırlarsa yeni uygarlığı oluşturma gücüne erer. Dolayısıyla Hak uygarlığı yalnız Kur’an ehli kuracaktır. Diğer dinlerden olup da Kur’an’ı da kabul ederlerse, onlar da bu uygarlığı kurmada elbette yer alacaklardır. Dinlerini değiştirmeleri yetmez. Kur’an’a inanmayan kimseler uygarlık oluşturamazlar.
- Kur’an’ı öğrenme imkanı bulan herkes Kur’an’ı öğrenmeye çalışacaktır. Bu arada diğer kitapları da öğrenebilir. Onlarla ilgilenmelidir. Kur’an’ı öğrenme her insana farzdır; Kur’an’ı öğretme de farzdır. Biz bir vakıf kurmalıyız. Dünyanın bütün dillerine Kur’an’ı ve fıkhı çevirmeliyiz, usulü fıkhı öğretmeliyiz. İçtihat yapmalarını istemeliyiz. Bizim içtihadımızla değil, kedi içtihat ve icmalarıyla bunu yapmalıdırlar.
- İşe bulduğumuz en yakın arkadaşlarla Kur’an okumaya başlamalıyız, yani beş vakit namazı birlikte kılmaya başlamalıyız. Namaz Mekke’de farz olmuştur, hem de cemaatle farz olmuştur. Tüm insanlar kendi dilleri ile meallerini okumalı, Kur’an’ın Arapça okunuşunu da öğrenmelidir. Bu her insana farzdır.
- Bu cemaatler aralarında irtibat kurmalıdırlar. Her grup görev kabul edip haftanın bir gününü başka cemaatle geçirecek, onlara misafir olacak, onların sohbetlerini dinleyip kendi cemaatlerine getirecektir.
- Bu cemaatler iki grupta olacaklardır. Birileri sadece okuyacaklardır; yani değişik mealleri okuyacaklardır. Okurken âyet âyet önce mealler okunacak, sonra Arapçası okunacak. Bilen birinin okuması yeterlidir. Arada açıklamalar da yapılabilir. İkinci grup ise yazılı hâle getirenlerdir, yani meal ve açıklamaları kendileri yaparlar. İşte komşu cemaatlerin meallerini okumak gerekir. Bunlar yaşayan mealler olacaktır.
- Bundan sonra bunlar artık İslâmî siteler oluşturabilirler. Yapacakları işlerin başında haftalık dergi çıkarmaktır. Bunlar bu sayede birbirlerini orada görmüş olurlar. Yüz kadar onar ailelik cemaat oluştuğunda kendilerinin okuduğu bir dergi çıkarırlar.
- Bundan sonra yapacakları iş aralarında imtihan müessesesi geliştirerek Kur’an’ın öğrenilmesi derecesine göre ünvan tevcih etmedir.
- Ümmî, okuma yazması olmayan kimsedir. Bunlar toplantılara katılır. Ezbere okurlar.
- Kari, okuyup yazması olanlardır. Bunlar Kur’an’ı kitaptan okuyabilenlerdir. İmtihanla elde edilir.
- Âmil, Kur’an’ın hükümlerini öğrenip ona göre amel edenlerdir. Bunlar Kur’an’ı göstererek öğretirler. Yaptıkları ile tüm insanlar Kur’an’ı öğrenmiş olur. Bunun en önemli müessesesi namazdır. Cemaatle günde beş defa kılınan namazda insanlar çok şeyi duyar. Bu namazlar Kur’an’ın emrettiği gibi kılınmalıdır. Mü’min olmayanlar da katılıp hazır bulunurlar. Sonra zekât da önemlidir. Onlara da payları verilecektir.
- Zakir olanlar, kitapları okuyup anlayabilen ve uygulamasını yaptırabilenler demektir. Bunlar planları uygulatan mühendislerdir.
- Fakihler, plan yapan kimselerdir.
- Rasihler, sistem kuran ve plan yapma kurallarını uygulatanlardır.
- Mü’minler siyasi örgütlenmeye gitmeden önce dinî ve ilmî örgütlenmelerini tamamlamalıdırlar. Bunlar okullar kurarak değil, cemaatle namazlarını kılarak başarmalıdırlar. Büyük cemaatler yerine, onar aile şeklinde yaygın faaliyet gösterilmelidir.
- Sonra ekonomik işletmeler kurmalıdırlar. Bu işletmelere yalnız mü’minler değil tüm insanlar katılmalıdır. Böylece onlarla lâik ilişkiler kurmuş oluyoruz. Kur’an’ın hükümlerini yaşayarak öğrenirler.
- Yönetime ise en sonunda talip olmalıyız, hem de diğer kitap ehli olanlarla da uzlaşarak olmalıyız. Çünkü İslâmiyet’te lâik düzen vardır. Bir dinin topluluğu yönetme hakkı yoktur. Barışçı bütün dinler katılmalıdır. Bütün düzenlemelerde partiler yer almalıdır. İnzardan irsale böyle geçilecektir.
فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ (Fa iNTAQaMNAv MiNHuM) “Onlardan intikam aldık.”
Onlar; ‘biz babalarımızın yaptıkları üzerinde olacağız, siz doğru söyleseniz de biz Atatürkçüyüz, yolumuzdan dönmeyiz, sizin doğru söylemeniz değil, bizim sömürümüz önemlidir’ derlerse ve bile bile gerçekleri kabul etmezlerse, siz onlara karışmıyorsunuz ama; onlar sizin Kur’an’ı okuyup uygulamanıza izin vermezlerse, sekiz yıllık eğitim sahtekârlıkları ile Kur’an’a cephe alırlarsa, o zaman “bizi onlardan intikam alırız” diyor Allah.
28 Şubatlarda Amerika’da sömürü sermayesi patronları toplanıyor ve dünyada Kur’an’ı okutmamak için karar alıyorlar; Türkiye’de İmam-Hatip Okulları ile İlâhiyat Fakülteleri’nin kapanmasını, Kur’an Kursları’nın kapanmasını istiyorlar. Sekiz yıllık zorunlu eğitimi getiriyor ve Kur’an okumaya darbe vuruyorlar. O otel odalarında karar alanlar sanıyorlar ki, Allah onlardan intikam almayacaktır. Türkiye’de bunun önderliğini yapanlardan da intikam alacaktır. B unu şampiyonu kimdi; Bülent Ecevit. Sonunda Ecevit’in partisi DSP ne oldu, kendisi ne oldu? Amerika’daki sermaye patronlarının akıbeti çok daha kötü olacaktır.
Ondan sonra ne oldu, düşündünüz mü?
Kur’an Kursları kapanınca, İmam-Hatip Okulları’nın önü kesilince iki önemli olay oldu. Halk önce kendi kendilerine gruplar oluşturup Kur’an okumaya başlamıştır. Bugün artık her mahalle Kur’an Kursu şeklinde örgütlenmiştir. Kur’an’ın sistemi de budur; resmi talim yerine, serbest tedris. Sahabelerin yaptığı gibi bir yerdeyiz. İmam-Hatip Okulları’nın önü kesilince ne oldu? İnsanlar normal liselere gittiler ama Kur’an’ı ve İslâmiyet’i de ayrıca ışık evlerinde öğrenmeye başladılar.
Sonuç; Kur’an’a karşı olanlar asla galip gelemeyeceklerdir.
Şimdi AK Parti kapatılıyor; Adil Düzen Partisi’ne yol açılsın diye.
فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ(Fa uNÜuR KaYFa KAvNa GaQıBaTu eLMuKazZıBINa)
“Mükezziblerin akıbetinin nice olduğuna nazar et.”
Kur’an bize geçmiş kavimlerin nasıl yaşadıkların ve nasıl helâk olduklarını öğrenmemizi emretmektedir. Tarihte neler oluyor?
a) Topluluklar doğarlar, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Yerlerine yeni topluluklar ortaya çıkar.
b) Toplulukları kurup yaşatan ve onları koruyanlar vardır. Toplulukları yıkıp yok etmek isteyenler vardır. Bunlar her toplulukta bulunurlar ve görevlerini yaparlar.
c) Eski toplulukları kendi bünyesi içinde yenileyebilenler daha az zayiat vererek geçiş yaparlar. Yenileyemeyenler ise çok zayiat vererek geçerler.
d) Toplukları sağlık içinde yaşatan, çöktüğü zaman da yenisini kuran gruplar oluşur. Bunlar kitaba dayanırlar. Tarihi okumakla toplulukların geleceklerini görmek mümkün olur.
Partileri ele alalım. CHP ne oldu? Sonra Demokrat Parti geldi, ne oldu? Sonra Adalet Partisi geldi, ne oldu? Millî Görüş partileri ne oldular? MHP’liler ne oldular?
Bugün iktidarda olan partiyi bekleyen akıbet de odur.
Türkiye parti mezarlığından nasıl kurtulur?
Ancak “Adil Düzen”le kurtulur.
İşte Kur’an buna işaret etmektedir.
1) Ülkeyi parti mezarlığından kurtarmak için önce yerinden yönetim gelmelidir. Yani ülke merkezden idare edilmemeli, merkez taşrayı sömürmemelidir.
2) Sonra hakemlerden oluşan adil yargı sistemi kurulmalıdır. Hakimlerle dengeli düzen oluşamaz.
3) Sonra ilmî, dinî, meslekî ve siyasî çoklu dayanışma ortaklıkları kurulmalıdır. Her sosyal grup kendi üyelerinin haklarını korumalıdır.
4) Lâiklik ilkesine uyulmalıdır. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî kuruluşlar birbirine tahakküm etmemelidir. Herkes kendi sahasında kendi işlerini yapmalıdır. Sosyal gruplardan biri diğerine tahakküm etmemelidir; yani denge olmalıdır, adalet olmalıdır.
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ إِنَّنِي بَرَاءٌ مِمَّا تَعْبُدُونَ
(Va EıÜ QAvLa EıBRAHIyMu Lı EaBIyHı Va QAVMIHIy EinNANIY BaRAEun MınMAv TAGMaLUvNa)
“Hani İbrahim babasına ve kavmine ben sizin ibadet ettiklerinizden beriyim demişti.”
“Mükezziblerin akıbetinin nice olduğuna nazar et.” dedikten sonra, “keyfe”ye atıfla İbrahim’in durumuna da nazar et demektedir. “Ve” ile atfettiğine göre, sadece mükezzibin kavme değil, diğer münzirlere de nazar et.
Hazreti İbrahim’in kavmi sonra Hazreti Lut’un uyarılarına kulak vermedikleri için helâk olmuşlardı. Hazreti İbrahim babasına ve kavmine inzar yapmıştı. Uyaranlar en yakınları olsalar da onların yanında yer almamışlardı. Nitekim mü’minler Mekkelilerle savaşmışlardır.
Hakk’ın karşısında olan herkese karşı olmak zorundayız. Mü’minlerin vasfı budur.
ِ إِلَّا الَّذِي فَطَرَنِي(ilLav elLaÜIy FaOaRaNIy)
“Ben sadece beni fıtr eden kimseye ibadet ederim.”
“Fıtrat” yoktan var etmektir. Allah insanın ruhunu yoktan var etmiştir. Onlar eşyaya tapıyorlar, bu ise Halik’a tapıyor. Aradaki farkı görebiliriz. İnsana bile tapmıyorlar.
Yani, hayatta olan insana tapma bir dereceye kadar haysiyetlidir. Heykellere, resimlere, ölülere tapmak tutuculuğun remzidir. Onlara niye taptırıyorlar? Onun yaptıklarını istismar etsinler diye. Türkiye’de ‘Atatürk, Atatürk’ diye tutturuyorlar. Ne için? Ondan yararlanıp sömürülerini sürdürsünler diye.
Oysa biz Mustafa Kemal’e tapmıyoruz ama onun kurduğu cumhuriyete sahip çıkıyoruz. Devletin oluşması için oluşmuş ilkelere de sahibiz. Hakimiyet-i milliye, kuvva-yı milliye, vahdet-i kuvva ve müsbet ilim bizim vazgeçilmez ilkelerimizdir. Milliyetçi ve inkılapçıyız, cumhuriyetçi ve lâikiz, halkçı ve devletçiyiz. Onlar Mustafa Kemal’e değil, onun resimlerine, heykellerine ve mezarlarına tapıyorlar. Biz ise bizi de ve Mustafa Kemali de yaratan Rabb’imize tapıyoruz.
فَإِنَّهُ سَيَهْدِينِ(Fa EinNAHUv SaYaHDIyNı) “Sonra o bana hidayet edecektir.”
Burada da hem “Fa” gelmiş hem de “Se” gelmiş.
“Fa” fa-i sebebiyedir, Fa-i takibiye değildir.
Allah’a ibadet edecek olursak Allah bizi hidayete götürecektir. Ama hemen değil, biraz sabretmemiz gerekecektir. Böylece Allah’a iman edenlerle etmeyenler seçilsin ve ayrılsın. Küçükler zoru görünce gömlek çıkarırlar.
وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً “Onu baki kelime ca’letti.”
Buradaki “Hâ” zamiri “karye”ye gitmektedir.
Mezopotamya yıkılmış, tarihteki izleri silinmişti. Tevrat’ta ve Kur’an’da anlatılanlardan başka bir şey bilinmiyordu. Böyle bir uygarlığın masal olduğu ileri sürülüyordu. 19. yüzyılın sonlarında bir İngiliz subayı tablet üzerinde yazılmış levha buldu. Bunun üzerine kazılar yapıldı. Mezopotamya dünyanın en eski yazılı tabletlerini bırakmıştır. Sonra o yazı okundu. Tevrat ve Kur’an’ın anlattıkları doğrulandı.
Kur’an, Mezopotamya’yı adeta bir kelime yaptık, yani yazılı tabletler hâline getirdik diyor. Hâlâ kazılar yapılmakta, kütüphaneler ortaya çıkmaktadır. İşte Kur’an bize bunu haber vermektedir. Diğer uygarlıklar yazı aracı olarak kâğıt kullandılar, deri kullandılar, onlar bozulup gitti. Ama tuğla üzerine yazılan levhalar ise kendilerini korumaktadır. Daha hepsinin okunması bitmedi bile.
فِي عَقِبِهِ(FIy GaQıBıHIy) “Akıbı içinde.”
Hazreti İbrahim tüm insanlığı tek ümmet yapmakla görevlidir. Hazreti İsmail ve Hazreti İshak Müslümanlığı ve Hıristiyanlığı kuracak torunlar yetiştirdiler. Ayrıca Hazreti İbrahim’in doğuya giden oğulları da Brahmanizm’i ve Budizm’i kurmuşlardır. Tüm insanlığın din atası olan Hazreti İbrahim’in tarihi kişiliği de bu tabletlerle korunmuştur. İlerde bulunacak tabletlerle bu durum daha da aydınlanacaktır. Okumada çarpıtmalar var; mesela melekler tanrılar olarak gösteriliyor.
لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ(28)(LaGalLAHuM YaRCıGUvNa) “Böylece rücu edebilirler.”
Yani eski saçma iddialarından vazgeçer, Tevrat ve Kur’an’ın İlâhi kitaplar olduğuna inanırlar.
Bu âyetin manâsı bir üniversitenin ancak bir asır çalışması sonunda ortaya çıkar.