ZUHRUF SURESİ
***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
حم(1) وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ(2) إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ(3) وَإِنَّهُ فِي أُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَكِيمٌ(4) أَفَنَضْرِبُ عَنكُمْ الذِّكْرَ صَفْحًا أَنْ كُنتُمْ قَوْمًا مُسْرِفِينَ(5) وَكَمْ أَرْسَلْنَا مِنْ نَبِيٍّ فِي الْأَوَّلِينَ(6) وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ نَبِيٍّ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُون(7) فَأَهْلَكْنَا أَشَدَّ مِنْهُمْ بَطْشًا وَمَضَى مَثَلُ الْأَوَّلِينَ(8) وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ(9) الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ الْأَرْضَ مَهْدًا وَجَعَلَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(10)
حم(XM) “Ha mim”
Arapçada med harfleri dışında 28 harf vardır. Bunlardan 14’ü sûrelerin başlarında zikredilmiştir. Her harfin eşi zikredilmiş, diğer eşi zikredilmemiştir. Burada X=ح zikredilmiş ama eşi P=خَ zikredilmemiştir. M=َم zikredilmiş ama eşi B= ب zikredilmemiştir.
Bu harfler Kur’an’da 29 sûrenin başına gelir. Çünkü med harfi ile 29 harf vardır. Bununla beraber tekrarlar 15 tanedir, yani 14 çeşittir. ELM altı defa geçer, beşi tekrardır. XM altı defa geçer, dördü tekrardır. OSM iki defa geçer, biri tekrardır. ELR beş defa geçer, dördü tekrardır. Toplam 15 tekrar vardır. Yani sûre başlarının nevi 14’tür.
Kur’an bu yolla bize ses ilmini tarif etmektedir.
X=ح 8, M=َم 40’dır. Toplam 48 eder. Manâsı hayat ve mevt olabilir. Kur’an’la insanlık hayat bulacak ve küfürle de son bulacak. Sûreler vahiy ile başlar, inzâr ile sona erer. Bu حم (XM) HâMîm”in manâsını daha sonra açıklamaya çalışalım; şimdilik bilmiyoruz.
وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ(VeLKiTQABi eLMuBIyNı) “Ve mübîn kitaba andolsun.”
“El-Kitâb” burada Kur’an olduğuna göre “HâMîm” de diğer bir şeydir. Ona da yemin etmiş oluyor. Diğer şey nedir? Kitaba mukabil olan şey nedir? Bunu düşünerek “HâMîm”e manâ verebiliriz.
“Kitab”ın mukabili “Resul” olabilir. O zaman “HâMîm” “HMD” kökünün ilk iki harfidir. Kur’an Hazreti Muhammed’i bize mucize olarak göstermektedir. Mekke’de Hazreti Muhammed’in kendisi mucize değildir ama Kur’an’ı getirmekle resullüğünü ispatlıyordu.
Hazreti Muhammed Medine’ye geçtikten sonra artık önem kazanmıştı. Çünkü Medine’de Kur’an kadar Hazreti Muhammed’in kendisi de etkili olmaya başlamıştı. Artık başkandı, baş hakemdi. Sûre Mekkî idi ama Medine’de böyle olacağını bildirmişti. Ondan sonra Hazreti Muhammed aleyhisselâm kişiliği ile insanlığı şaşırtmış bir kimsedir.
Nitekim insanlık tarihindeki yüz etkin kişinin kitabını yazan Amerikalı Hıristiyan profesör Michael H. Hart, birinci sıraya Hazreti Muhammed’i yerleştirmiş, Hazreti İsa’yı üçüncü sıraya koymuştur. İkinci sırada Newton vardır. Yazar kitabına şöyle başlıyor:
“Dünyanın en etkili insanlar listesinin başına Muhammed’i koymama bazı okurlar şaşırabilir, bazılarını da kuşkuya düşebilir. Ancak Muhammed tarihte hem dinî hem de lâik düzende üstün başarılı olan tek insandı.”
Bu ifadeye dikkat edelim, “hem dinî hem de lâik düzende üstün başarıları olan tek insandı” diyor. Dikkat edilsin; en başarılı demiyor, çünkü onun gibi başka biri yoktur. “Üstün başarılı” diyor ve “tektir” diyor. İşte Hazreti Muhammed’in mucize oluşu buradan geliyor.
a) Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an gibi mucize olan bir kitabı getirmiştir. Kur’an’dan başka böyle mucize olan kitap yoktur, dolayısıyla böyle bir peygamber de yoktur.
b) Hazreti Muhammed aleyhisselâm; Hazreti İbrahim’in ilmini, Hazreti Musa’nın şeriatını, Hazreti Davut’un ekonomisini ve Hazreti İsa’nın dinini birleştirerek hayatında uygulamış bir kişidir. Ayrı ayrı gelen peygamberlerin yaptıklarını bir makinanın parçaları olarak birleştirmiştir. Ayrı ayrı bin yıl içinde imal edilmiş parçalar onun zamanında monte edilmiş ve kusursuz olarak bir makina oluşmuştur. Bu durum bu dinlerin tamamının İlâhi kaynaklı olduğunu ispat eden bir mucizedir.
c) Hazreti Muhammed aleyhisselâm parça parça gelen ve o tarihlerde henüz beyan ilmi olmadığı için anlaşılması mümkün olmayan Kur’an’ı örnek uygulamasıyla anlaşılır hâle getirmiştir. Böylece kendisi Kur’an’ın bir görüntüsü olmuştur. Anayasayı tebliğ eden ama aynı zamanda on senelik kısa zamanda onu uygulanmış şekliyle bırakan başka bir kimse insanlık tarihinde yoktur.
d) Hazreti Muhammed aleyhisselâmın kendisinin bir mucize olması başka bakımdan lâik bir düzeni kurmasıdır. Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an’a dayanıyordu, vahye dayanıyordu. Ama hiçbir hükmü mistisizme dayanmıyordu. Her türlü davranışları ve hareketler insan içi kurallara tâbi idi. Savaşa gidiyorsa kararı istişare ile alıyordu. Arkadaşları bazan kararlarına karşı çıkıyor ve direniyordu. O onlara ‘bana itaat edin, Allah’a itaat edin’ diyordu. Allah böyle diyor diye onları mistisizme götürmüyordu. Hırsız apaçık belli iken, ‘biz zahirle hükmederiz’ diyor ve delil yetersizliğinden sanığı beraat ettiriyordu. Dinin en samimi anlayışının içine dalmışken, lâikliği insanlığa öğretiyordu. Bunu ben söylemiyorum, Amerikalı profesör söylüyor. Bir de günümüzün zındık lâikçilerine bakın, utanıp sıkılmadan İslâmiyet’i lâiklik karşıtı gösterebiliyorlar!
İşte Kur’an Hazreti Muhammed aleyhisselâma bunun için yemin etmektedir. Kur’an mucize olduğu gibi Hazreti Muhammed aleyhisselâm tüm asırlara mucizedir.
“Mubîn kitap” açıklayan kitap demektir. Açık, mübin yani beyan edilen kitap açık kitap demek olur. Burada if’al bâbından gelmiştir. Beyan edendir, açıklayandır.
Neyi beyan eder?
Kendi kendisini beyan edendir. Örnek, “HâMîm”in Muhammed’den kısaltma olduğunu “ve’l-kitabi” ile beyan etmesidir. Baştan manâ veremiyorduk ama sonra verebildik. Bu kendi kendisini açıklamadır.
“Beyan etmek” icat etmek değildir; mevcut olanı ortaya çıkarmak demektir.
Bir matematik problemini çözmek beyandır. Problemi ortaya koymak teliftir. Mevcut olan hadisenin problemini ortaya koymak da beyandır. Kur’an müellif değil mübîndir; yani bir şeyleri icat etmez, mevcut olanları beyan eder. Sosyal ve doğal kanunları açıklar ve ortaya çıkarır. Bunun için Kur’an lâik bir kitaptır. Yani Kur’an’ı okuyanlar ondan öğrendiklerini müsbet ilimlerden de öğrenebilirler. Kur’an bu öğrenmeyi kolaylaştıran bir kitaptır.
Bir eve gittiğinizde, tuvalet ihtiyacınız olduğu zaman ev sahibine sorarsınız, o da nerede olduğunu size gösterir, yani size beyan etmiş olur. Ev sahibi gösterirken inşa etmemiştir. Siz de bütün kapıları açıp bakarak nerede olduğunu bulabilirdiniz ama zaman kaybeder, bazen de açılmayacak kapıları açardınız.
İşte Kur’an bunun için mübîn bir kitaptır.
“Kitap” hükümleri ihtiva eden sözlerdir. Kur’an, pozitif hukuk ilkesiyle tedvin edilmiş bir kitap değildir, yani hükümleri Kur’an vazetmedi. Hükümler zaten vardı, Kur’an onları beyan etti; yani hükümler Kur’an’dan önce de vardı. İşte Kur’an bunun için bir kitaptır. Şeriat hükümlerini beyan eder ama şeriatı o vazetmez. Şeriat onun dışında vardır.
Şeriatın kaynakları nelerdir?
a) Akrabalık doğa kanunları ile belirlenir. Biyolojik kanunların gereğidir.
b) Komşuluk sosyal kanunlarla belirlenir. Beraber olmamızın gereğidir.
c) Emeğimiz psikolojik kanunlarla belirlenir. Madem ben ürettim o halde benimdir.
d) Haklarımız sözleşmelerden doğar. Bu da insan olmanın gereğidir.
Bakınız, bu hukuk içinde kitaptan, sünnetten, icmadan ve kıyastan bahsetmedik. Çünkü bunların hepsi beyandan ibarettir.
Demek ki meclisin öyle toplanıp ekseriyet sistemi ile kanun üretmesi yerine, yukarıda belirlenen dört kaynağın beyan edilmesi gerekir. Bu sebepledir ki meclisin kanunları da yargı denetiminde olacaktır. Yargı da adil olacak, yani hakemlerden oluşacaktır.
إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا(EinNAv CaGaLNAvHu QuREaNAn GaRaBiyYan)
“Biz onu Arapça Kur’an ca’lettik.”
“Ca’letmek” onu görevlendirmek demektir. Allah’ın kelamı olan Kur’an kitaptır. Hükümleri içerir. Çünkü kitap olmak için yazılı olma şartı yoktur. Şeriat hükümlerini ifade eden metne kitap denmektedir. Hükümlerin dilidir. Arapça olarak konmuştur.
Bu ifade bize şunu anlatmaktadır ki, kitap Kur’an’dan öncedir. Önce kitap vardır. Sonra Arapça olarak ifade edilmiştir.
“Arapça” ve “Kur’an” nekre gelmiştir. Başka Arapçalar ve başka Kur’an’lar da vardır demektir. Kur’an’ın kendisine has bir kıraati olduğu ve kendisine has bir Arapçısı olduğu ifade edilmiş oluyor. Biz buna “Kur’an Arapçası” diyoruz. Bu Kureyşin Arapçasıdır, Asrı Saadet’in Arapçasıdır. O Arapça bugün en ince özellikleri ile tesbit edilmiştir. O Arapça diğer Arapçalardan farklıdır ve bugün o Arapça ile konuşan çok az kimse vardır. Okumuş her Arap o Arapçayı bilmektedir. Arapça deyince de insanlık o Arapçayı anlamaktadır.
Diller yörelere göre değiştiği gibi, aynı yörede de zamanla değişir. Biz bugün dedelerimizin diliyle konuşmuyoruz. Kur’an Arapçası tüm dünyada ve tüm asırlarda ortak olan Arapçadır. Gelişir ama değişmez. Kur’an Arapçası aynı kalır.
Yeryüzünde iki ilim dili vardır; Arapça ve Latince. Bu kıyamete kadar böyle kalacaktır. Bugünkü Latince de İtalyanca değildir.
لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (LaGalLaKuM TaGQıLUvNa) “Akledesiniz diye.”
“Ukl” zincirin bir halkasıdır. “Akletmek” demek, zincirlerden cümleler kurmak demektir. Akletmek, mantıklı işlemler yapmak demektir.
Akletme sayesinde şunlar ortaya çıkar.
a) Önce A ile B arasında bir bağ kurulur. Bu cümle ile ifade edilir. Fiil veya isim cümlesi olabilir, haber veya inşa cümlesi olabilir. Bu doğada olan bir olayın ifadesidir.
b) A ve B’ler birbirinin misli olurlar. Bunların ortak ifadesine kanun denmektedir. “Su sıfır derecede donar” böyle bir cümledir. Benim testimdeki su bugün eridi çünkü sıcaklık sıfırın üstüne çıkmıştı. Bu olayın tesbitidir. Bütün sular sıfırın üstünde erirler dersek, o da tümevarım olur.
c) Tümevarımdan sonra tümdengelim vardır. Göller de sudur. Sıfır derecenin üstünde erir veya sıfır derecede donar dediğimizde tümdengelim yapmış oluruz.
d) Nihayet kıyas vardır. O da, bir illet bir yerde varsa onun hükmü her yerde var olur. Su demek H2O demektir. O halde H2O olan buz da sudur.
İşte biz böylece bu işlemleri yaparak zincirleme cümleler düşünürüz ki sonuçları bize gerekli olur. Akletmek bu demektir. Arapça olmayan dillerde akletmek kolay değildir. Ancak ilim dilinde akledilebilir.
Arapça Allah tarafından Kur’an için hazırlanmış bir dildir.
Bu vesileyle “Kur’an Arapçası”nın nasıl hazırlandığını anlatalım.
İlk uygarlık Fırat ve Dicle kenarında Hazreti Nuh’un Sümer uygarlığıdır. İkinci uygarlık ise Nil’in kenarındaki Mısır uygarlığıdır. Mısır uygarlığı Sümer uygarlığının etkisiyle doğmuş bir uygarlıktır. Mısır ile Irak arasında Arabistan ve Kızıl Deniz vardır. Yelkenli gemi ile seyahat etmeyi bilen Mısırlılar Cidde’ye gidip geliyorlardı. Ondan sonra deve kervanları ile Basra ve Kufe’ye gidilir ve oradan alışveriş yapılarak geri dönülürdü. Kervan kafileleri Hazreti İbrahim peygamberin inşa ettiği Kabe’nin çevresinde konaklarlardı.
Çöl şartlarına başkaları dayanamadığı için bu bölgede yabancı tüccarlar yoktur. Tüm Araplar alışveriş için Mekke’ye gelirlerdi. Orada çölün hayvani ürünlerini satar, sanayi ürünlerini alıp giderlerdi. Hazreti İbrahim tarafından burası harem yapılmıştı; yani Araplar burada savaşmazlardı, dışarı çıktıklarında savaşırlardı. Mekke böylece yabancıların karışmadığı bir ticaret merkezi hâline gelmişti. Burada yaşayanlar ticaretten başka bir geçim kaynağına sahip değildiler. Adları tüccarcıklar anlamında Kureyştirler. Türkçedeki “kuruş” kelimesi buradan gelir. Aslı “karış”tır. Kumaşı karışlayarak satarlardı. Sümerler Türk oldukları için bu kelimeler buraya girmiştir. Hazreti İsmail Azeri soyundan bir Türk idi.
İşte Arapça iki uygar ülkenin uygarlığını ifade eden ama kendi dil yapıları içinde Kur’an için geliştirilmiş bir dildir. Bunun en kesin ispatı “Hadid” kelimesinden ileri gelmektedir. “Hadid” demir demektir ama demirin kimyasal özelliklerini ebced hesabiyle ifade eder. Demek ki Arapça Kur’an’dan önce Kur’an için hazırlanmıştır. Kur’an’da kullanılan kelimeler ve Kur’an’da geçen Arapça kurallar tümüyle hükümler içerir. Arapça ona göre hazırlanmıştır.
وَإِنَّهُ فِي أُمِّ الْكِتَابِ(Va EinNaHUv FIy EumMı eLKITaBı)
“O kitabın ümmü içindedir.”
Buradaki “o” Kur’an’ı ifade eden kitaptır. Kitap ise Kur’an’dan başka bir kitaptır. Bir şeyin kendisi anası olmaz. Muzaf, muzafı ileyhten farklıdır.
“Um” merkez demektir. Ana şehir diyor Kur’an.
Kur’an ve diğer kelamullah olan Allah’ın kitabı seslerden ve yazıdan oluşmamaktadır. Allah’ın kendi dilinde bir kitaptır. Hepsi Kur’an merkezlidir. Başka âyetlerde izah edildiği gibi, Cebrail’in başkanlığında Arapçaya o kitaptan çevrilmiştir.
“Kitabın ümmü içindedir” deniyor. Allah’ın kelamı olan Kur’an yalnız dünyada değil, tüm kâinatta tek kitaptır. Allah’ın tekliği gibi o da tektir. Melekler onları gezegenlerin dillerine çevirmektedirler. Yeryüzünde de Arapçaya çevirtilmiştir. Burada bu ifade edilmiş bulunmaktadır. Bütün İlâhi kitapların ümmüdür. O Arapça değildir. O Allah’ın kelamıdır. Demek ki o da kitap şeklindedir, hükümler olarak kitap şeklindedir. Kavil değildir.
لَدَيْنَا(LaDaYNAv) “Ledeyimizde olan” veya “Ledeyimizdedir.”
“Ledeynâ” kitabın sıfatı olabilir. Yani o kitap yanımızda olan kitabı mübîn içindedir. Ama yanında da olabilir. İkinci haber de olabilir. Yani o yanımızdadır. O zaman yanında olan Kur’an’ın kendisidir. Zarf ise yanında olan ümmü’l-kitabdır.
Bize göre her ikisi de doğrudur.
Zarf ise ümmü’l-kitabın kelamullah olduğunu ifade eder. Eğer haberse Kur’an’ın Allah tarafından musaddık bir tercümesidir demektir. Bir nüshası alakonmuş ve mahfuz tutulmuştur demektir. Kamuya ait ana metinlerin meclis arşivinde saklanması gerektiği de ifade edilmiş olur.
İslâmiyet’te icmanın sübutu şöyledir. Herkes ayrı ayrı içtihat yapar. Bu içtihatlar bağımsızdır. İfadeler de aynı değildir. Kastın ne olduğunu açıkça belirleriz. Birileri çıkar ve bunu bir cümle ile ifade eder. Böyle bir icmanın olduğuna içtihat eder. Ramazan Bayramı’nda başkan bunu ilan eder. Kurban Bayramı’na kadar itiraz gelmezse sükuti icma olmuş olur. Hepsinden iştirak olursa o zaman kavli icma olur. Sükuti icma sükuti icma ile, kavli icma kavli icma ile değişebilir.
لَعَلِيٌّ حَكِيمٌ(La GalıyYun XaKIyMun) “Âlidir. Hakîmdir.”
Kur’an mensub olduğuna göre bunlar Kur’an’ın sıfatı olamaz. Kitabın sıfatı da olamaz. Çünkü nekredir. Hâl de olamazlar, çünkü mensub değildirler.
Demek ki bunlar haberdirler, kitabın haberidirler.
“Âlidir. Hakîmdir.” denmektedir.
“Hakîm” sağlam anlamına gelir. Yani değişmeyecek, bozulmayacak, etki edilmeyecek yerde, kendi nezdimizde demektir. “Ledeynâ” bunların zarfı olabilir. Kitab nezdimizde yani o kitab Kur’an O’nun nezdinde korunmuştur, sağlam yerdedir demektir. Nitekim Kur’an günümüze kadar lafzıyla ve diliyle bozulmamıştır, mahfuzdur.
Bu âyetler Mekke’de gelmiştir. O tarihlerde Kur’an’ın henüz yarısı tamamlanmıştır. Kitap olarak gelmemiştir. Kitap hâline gelmesi Hazreti Osman zamanında oldu ve tamamlandı. Kur’an bunu o zaman haber veriyor. 1400 yıldır her türlü bozulma ihtimalinin dışında varlığını sürdürmektedir.
Burada nekre gelmiştir. Çünkü başka gezegenlerde başka Kur’an’lar vardır. O’nun kitabı ise bir tanedir.
أَفَنَضْرِبُ عَنكُمْ الذِّكْرَ(EaFa NaWRiBu GaNKuMu elÜiKRa)
“Sizden zikri mi darbedeceğiz?”
Buradaki “Ea” inkâr hemzesidir.
“Sizden darbetmek” ne demektir? Sizden almak, koparmak, sizi anlayışsız ve mantıksız bırakmak demektir.
“Zikr” burada cins isim olarak alınırsa, yani sizden anlayışı ve düşünceyi mi alacağız, sizi mantıksız ve fikirsiz mi bırakacağız? Zikr bu manâda anlaşıldığında, kâfirlerin de anlayışlarında ve mantıklarında herhangi bir eksiklik yoktur. Akledesiniz diye kitabı Arapça yaptık denmiştir.
“Bundan sonra sizden zikri mi darbedeceğiz?” deniyor. Kur’an’ı anlamak istemeseler de, Kur’an’sız da gerçekleri görürler ve bilirler. Çünkü Allah insanlara akıl ihsan etmiştir, akıl da gerçekleri gösterir. Ne var ki gerçekleri bilmek yetmez. Bir şahidin şehadet etmesi için gerçekleri bilmesi yeterli değildir. Adil olup doğru şehadet etmesi gerekir. Çıkarına göre değil, imanına göre konuşması gerekir. Yani insanlar israf yapsalar, gerçekleri söylemeseler de; insanlar gerçekleri bilir şekilde yaratılmışlardır. İşte, inkâr edenler bile bile yanlış yaptıkları için kâfir olmuşlardır. Onun için cezaya müstahak olacaklardır. Eğer onlar bilmemiş olsalardı o zaman sorumlu da olmazlardı. Demek ki zikri Kur’an olarak da anlayabiliriz.
Sizden Kur’an’ın anlaşılmasını kaldıracak mıyız?
İki türlü düşünce vardır. Peygamberlerin düşüncesinde insan hürdür, istediğini yapar; sonra yaptığının hesabını verir ve cezalandırılır veya mükafatlandırılır. Cezanın bir kısmı bu dünyada hakemlerden oluşan mahkemeler tarafından yapılır. Cezanın bir kısmı âhirete bırakılıp kıyamette hesabı görülür. Kişi suç işlemeden onun suç işlemesine mâni olunmaz. Çünkü suç işlemesine mâni olmakla görevli isek, o zaman mâni olmadığımız zaman biz de mesul olmalıyız. Mesela, polis suç işlemeye mâni olmakla görevli ise, suç işleyeni cezalandıracağımız gibi polisi de niye mâni olmadın diye cezalandırmamız gerekir.
Bunun karşısında tekelci sömürü sermayesi tarafından insanlar her türlü hareketten ve imkandan mahrum edilerek sadece çalıştırılacak ve yedirilecektir. İnsanlar yalnız ona karşı sorumlu olacaklardır. O cezalandıracaktır. Sosyalizmde dayak atar, kapitalizmde aç bırakır.
İşte insanlık ilk yaratıldığı günden beri bu iki düşüncenin savaşı içindedir. Bugün en çok bu durumla karşı karşıya gelmiştir. Tekel ekonomi ve tek devlet kuracak; mahkemeler değil, hapishaneler değil, kendisinin tetikçileri insanları yola getireceklerdir. Bunu sağlamak için de Kur’an’ın ve diğer mukaddes kitapların unutulmasını ve artık okunup bilinmemesini istemektedirler. Kur’an kursları bunun için kapatılıyor. İmam Hatip Okulları ve İlâhiyat Fakülteleri bunun için yok ediliyor. Arapça öğrenilmesi bunun için yasaklanıyor. Gaye Kur’an’ı unutturmaktır.
Allah da onlara hitap ederek, siz bu zulmü yapmak istiyorsunuz da biz sizden bunu uzak mı tutacağız? ‘Lâiklik, lâiklik’ deyip tutturdukları işte bu amacı gütmektedir. İslâmiyet unutulacak, Kur’an artık konuşulmayacak. Onlar böyle arzu ettiler diye Allah da; buyurun, madem ki böyle istediniz, ne yapalım, biz karışmıyoruz mu diyecek? Hayır, Allah Kur’an’ı ve diğer İlâhi kitapları daha da açığa çıkarmıştır.
Bu kitaplar en büyük saldırıya 20’inci yüzyıl içinde uğradılar. Ama bunların en güçlü olarak ortayı çıktığı yüzyıl da 20’inci yüzyıl olmuştur. Bundan elli sene evvel Kur’an manâsı anlaşılmadan sadece ölülere okunuyordu. Tercümeli mushafları bulmak mümkün değildi. Bugün artık herkes Kur’an’ı tercümesiyle okuyor; mealsiz Kur’an artık satılmıyor bile.
İşte Allah bu âyetle hiçbir zaman Kur’an’ın tedrisine ve talimine mâni olamayacaklarını bildirmektedir. Kısa zaman sonra Kur’an ehli kendi medreselerini kuracak, artık fizik ve kimyayı okullarda değil, kendi medreselerinde öğreneceklerdir. Okullar olmayacak, sohbet yerleri olacak. Herkes evlerinde komşularla Kur’an ile fizik ve kimyayı, mühendisliği ve doktorluğu öğrenecek; sonra imtihana girip diploma alacaklardır. Başörtülüler okula gitmeden meslek sahibi olacaklar. Devlet memurluğu zaten son bulacaktır. Dolayısıyla sorun çözülecektir.
صَفْحًا(ÖaFXan) “Safha olarak.”
“Safhan” hâldir, zikrin hâlidir. Safhan olan zikri sizden darb mı edeceğiz denmektedir. “Safhan” kelimesi “musafaha” kelimesinden gelmektedir. Safha, musafaha demek, Türkçede görüşmek, tokalaşmak, sohbet etmek demektir. Uzlaşalım, birlikte barış içinde yaşayalım diyorlar.
Siz kamu işlerine Kur’an’ı karıştırmayacaksınız diyorlar. Behey şaşkınlar, Kur’an’da yazılanları atsak acaba elinizde ne kalır? Biz sizinle şöyle anlaşabiliriz. Biz size Kur’an’ı dayatmayacağız, Kur’an böyle söylüyor, böyle yapalım demeyeceğiz. Siz de bize Atatürk inkılâpları diye uydurduğunuz sömürü sermayesi dayatmalarını dayatmayacaksınız. Biz ve siz inançlarımızla değil, aklımızla ve anlayışımızla birleşeceğiz. Biz Kur’an’ı aklımızı çalıştırdığı için değerlendiriyoruz. Siz de Büyük Nutuk’a dayanın, Marks’ın Kapital’ine dayanın, Adam Smith’e dayanın. Nereden getirdinizse getirin, biz de nereden getirirsek getirelim. Ama biz konuları müzakere edelim, aklımızla ve ilmimizle sorunları çözelim.
Başı örtmek size zarar veriyorsa açalım, açmak bize zarar veriyorsa örtelim; ama zarar vermiyorsa, bırakın da herkes istediğini yapsın. Tartışacağımız konu başörtünün zararlı olup olmadığıdır, anayasaya uygunluğu değil. Çünkü anayasayı değiştiririz. Kur’an’a uygunluğu da değil. Kur’an’ı tevil ederiz. Zikr ve akıl bizim görüşme alanımız olacaktır. Bunun dışında bir dayatmayı biz yapmayız. Sizin yapmanıza da Allah izin vermez. Vermeyeceğini bu âyet açıkça ifade etmiştir. Anayasa mahkemesi ne karar verirse versin, biz Kur’an’ımızın emrinde olacağız. Sizinle müzakere edeceğiz ve ilmin sonuçlarına teslim olacağız. Siz olmayabilirsiniz. Biz size dokunmayacağız. Allah sizin hesabınızı görecektir. Biz iç savaş çıkarmayız. Çok zorda kalırsak oradan hicret ederiz.
أَنْ كُنتُمْ قَوْمًا مُسْرِفِينَ(EaN KuNTuM QaVMan MuSRiFıNa)
“Müsrif kavm oldunuz diye.”
Müsrif kavm oldunuz diye biz sizden müzakereyi ortadan mı kaldıracağız?
“İsraf etmek” aşırı gitmek, dengesi olmamak demektir. Gereksiz işleri yapmak demektir. Adaletsiz davranmak israftır. Hükümlerde dengesiz olmak israftır. Hukuk düzeni olmasın diye yaptığınız çarpıtmaların karşısında Kur’an’ı unutturacak mıyız?
Ne yapıyorlar?
Demagoji yapıyorlar. ‘Hukukun üstünlüğü’ deyimini öne sürerek safsata yapıyorlar. Hukukun üstünlüğünü hakimin üstünlüğü ile bir tutuyorlar. Hukukun üstünlüğü demek, kuralların üstünlüğü demek, yasaların üstünlüğü demektir. Yoksa hukukun üstünlüğü hakimin üstünlüğü demek değildir. Hakimler de kanunlara uymak zorundadırlar. Onlar lâyüsel (sorgulanamaz) değildirler. Yasama yetkisi hakimlere ait değildir. Yargı uygulayıcıların yasalara uyup uymadığını denetler, yoksa kendisi yasa yapamaz. Nasıl yasama kanunları uygularken hakimlere etki yapıp onların yargılamalarına müdahale edemezse, yargı da yasamanın kanun yapmasına müdahale edemez. Yoksa eğer yargıyı yasamayı denetlemeye bırakırsak, o zaman yargı ülkeyi idare eder, yasamayı o yapmış olur.
Bunlar çok açık iken, sıra Kur’an ehline gelince kurallar işlemez hâl alır. Ülke çıkmaza sokulur. İnsanlar öyle mi sanıyor ki, Allah da kendi düzenini değiştirecek, onlar istedi diye öyle olup gidecektir.
Günahları olduğu için belki de Allah AK Parti’yi cezalandıracaktır ama hiç şüpheniz ve tereddüdünüz olmasın ki bundan sonra Kur’an’ın dedikleri dalga dalga daha çok uygulanacak bir hâl alacaktır. Benim hayatımda bunların olmayacağını sanıyordum ama bu israf hakkın gelmesini o kadar yaklaştırmıştır ki, belki de ben bile göreceğim.
Onların keyfi olsun diye, aklın ve mantığın düzenini getiren Kur’an çöpe atılmayacak, aksine her tarafta dünyaya daha çok hakim olacak, din olarak İslâmiyet’i kabul etmeyenler de Kur’an’ın hükümlerine itaat edeceklerdir.
Burada “EN”den önce bir hazf vardır. Bu harf ya “Li”dir ya da alâdır. Yani siz müsrif bir kavim olasınız diye biz sizden zikri idrab mı edeceğiz, yahut siz israf ettiniz diye biz sizden zikri darb mı edeceğiz? Birinci manâda yani sizin keyfiniz yerine gelsin, istediğiniz sömürüyü yapasınız diye sizin ülkeden zikri/Kur’an’ı kaldıracak veya susturacak mıyız, yahut size kızacak da sizden zikri idrab mı edeceğiz demek olur. Yani her ne şekilde düşünürsek düşünelim, sonunda Kur’an yeryüzünde hükümranlığını sürdürecektir.
Burada “zikr” kelimesini kullanıyor. Kitap veya Kur’an olarak zikretmiyor. Çünkü onların kaldırmak istedikleri yazılı kitap değildir. Onların kaldırmak istediği okunan Kur’an değildir. Onların kaldırmak istediği Kur’an’ın anlamı, dolayısıyla uygulamasıdır.
Biz şimdi Kur’an’ın zikri ile meşgulüz. Kur’an kursları kapatılacak da ne olacak? Halk artık Kur’an’ı kendisi anlamaya çalışacak. Okulları kapatacaksınız da ne olacak? Mealler ve tefsirler çoğalacak. Siz ne yapsanız bizim lehimize yapmış olursunuz. Siz ne yaparsanız yapın, biz daha gür ve daha etkin hâle geliyoruz. Yaptıklarınız sebebiyle sizin cehenneme gitmeniz bizi üzüyor. Nasıl bu kadar kötü ve zalim olacaksınız. Buna üzülüyoruz. Yoksa her yaptığınız zulüm bize rahmet olmaktadır. Biz sabrediyoruz, âhiretimiz mamur oluyor. Sonra biz daha fazla Kur’an’ı öğrenmek ve yaşamak arzusu ile ona daha çok sarılıyoruz.
Sonuç olarak biz bu sayede güçleniyoruz. İlkbaharın ilk günlerinde ağaçları budarlar, yeni dallar ve bol meyveler versin diye. Siz de bizi buduyorsunuz, daha verimli olalım diye . Neredeyse size teşekkür edesimiz geliyor.
وَكَمْ أَرْسَلْنَا مِنْ نَبِيٍّ(Va KaM EaESaLNAv MiN NaBiyYin)
“Nice nebiler irsal ettik.”
Burada “nebinin irsalinden” bahsetmektedir. Resul de irsal ile nebi de irsal ile ifade edilmektedir. Çünkü nebi de bir resuldür. Peki, nebi ile resul arasında ne fark vardır?
Nebi getirir ve haberi ulaştırır. Ondan sonra o askeri disiplinle tâbi olanlara emretmez. Oysa resul gelir ve mü’minlerden bir cemaat oluşturur. Mü’minleri askeri disiplin içine alır, kamu örgütü kurar. Yargı kararlarına uymayanları yola getirir. Bununla görevli olur.
Daha önce de nice nebiler gönderdik, onlar zikri getirdiler, tebliğ yaptılar.
Şimdi bizim yaptığımız da budur. Biz nebi değiliz, çünkü biz vahiy almıyoruz, melekler gelip bize vahyetmiyor. Biz Kur’an’dan ve ilimden öğreniyoruz. Biz size Cebrail’den aldığımızı değil, Kur’an’dan aldığımızı iletiyoruz. Söylediklerimizi her zaman Kur’an’a bakarak kontrol edebilirsiniz. Siz de bizim göremediklerimizi ve anlayamadıklarımızı bize aktarabilirsiniz. Siz bizi, biz sizi dinlemek zorundayız. Biz sizi, siz bizi dinlemezseniz; dinlemeyenler helâk olur. Hiç yanlış anlamayın, biz sizi helâk etmeyeceğiz, doğa kanunları, sosyal kanunlar helâk edecektir. Bu kâinatı siz var etmediniz ki sizin onu yıkmaya gücünüz yetsin. Bu kâinat güçlüdür, sizi de onu da O var etmiştir, O’nunla savaşmanız beyhude çabadır. Hiç bir eseri meydana getiren onu yine kendi işçilerine yıktırır mı? Buna izin verir mi? Akılsızlar, bu kadar basit bir şeye de mi aklınız ermiyor?!.
فِي الْأَوَّلِينَ(FIy eEvVaLIyNa) “İlkler içinde.”
Burada “Min Kabl” demiyor, “Fi’l-evvelîn” diyor. İlkler içinden birilerini irsal ettik. Bu nedir? İlkler ne demektir?
İnsanlar evrimleşen varlıklardır. Tarihte hep yenilikler yapmışlardır.
- İlkin insan yaratıldı. Meyve yiyerek yaşıyordu. Yeryüzünde yaşamayı öğrendi. İlk nebi Hazreti Adem idi.
- Nüfus arttı, soğuklar başladı, insanlar arasında krizler ortaya çıktı. Allah nebiler gönderdi, onlar insanlara avcılığı öğrettiler.
- Avlanacak hayvanlar tükendi. Sıcaklar gelmeye başladı. Her taraf ot doldu. Nebiler geldi ve insanlara çobanlığı öğrettiler.
- Kuraklıklar başladı, otlar tükendi, hayvanlar çoğaldı. İnsanlar tarıma geçtiler, sulama yaptılar, tarımcılığı öğrendiler; bunu da nebiler öğretti.
- İnsanlar çoğaldı, yeryüzünde otlaklar tükendi. Nebiler geldiler ve insanlığa pazarcılığı, mübadeleyi öğrettiler.
- İnsanlar çoğaldı, krizler başladı, nebiler geldiler ve insanlığa tüccar mübadelesini öğrettiler.
- Mal mübadelesi yetmedi, insanlar işçilik dönemine geçtiler. Ne var ki insanlığın sömürü ve savaş düzeni içinde başı derttedir. İnsanlık huzursuzluk içinde yeni düzen arıyor. İşte onu da Kur’an şimdi öğretiyor. Öğretenler nebiler değil ama onların vârisleri olan âlimlerdir.
Yani geçmişte ne zaman bir ilkle karşılaşılsa mutlaka nebiler gelir ve onları yola koyar. İşte bu sebeple “ilkler arasına nice nebi irsal ettik” diyor.
Batı sanayi dönemine geçmiş ama bu dönemin hukukunu ortaya koyamamıştır. Sanayi döneminin hukukunu da mutlaka nebilik görevi gören İslâm âlimleri ortaya koyacaklardır. Adil Düzen Çalışanları bu görevi yüklendikleri için bahtiyardırlar.
Lâikler evvelîn olamayacaklar, mü’minler evvelîn olacaklardır.
Zavallı AK Parti, “Adil Düzen”e cephe almış, sırtına bindiği Adil Düzen Çalışanlarını dışlamış, Avrupa sokaklarında sürünüyor, sosyalistlerle işbirliği yaparak selamete ereceğini zannediyor. Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz. Biz onu hakka dâvet ediyoruz. Gelin, hizbuşşeytanın peşinden koşmaktan vazgeçin. Gelin, hizbullaha gelin. Gelin, bizimle beraber olun. Gelin, Adil Düzen gemisine binin ki tufan sizi boğmasın. Tufan geldiğinde dağa sığınıp kurtulacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Bir dalga, sadece bir dalga sizi bitirir.
وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ نَبِيٍّ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُون
(Va MAv YaETıHıM MiN NaBiyYın ilLAv KAvNUv BİHIy YaSTaEZiUvNa)
“Onlara onunla istihza etmedikleri nebilerden biri ety etmemiştir.”
Gelen nebi daima yenilik yapmaktadır.
Yenilik yapan kimse topluluk tarafından istihzaya uğrar.
Yenilik iki şekilde olmaktadır.
Ya dışarıdan gelen bir güç baskı yapar, halkı korkutur ve halk da onlardan korkarak onlara uyar. Dış baskılarla onlarla işbirliği yapanlara uyarlar, onlar da halka baskı yaparlar, böylece o toplulukta değişme olur. Bu değişme genellikle bozulma şeklinde ortaya çıkar. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nda dış baskılar sonucu ıslahat ve inkılap yapılmış ve sonunda imparatorluk yıkılmıştır.
İstiklâl Savaşı ise millî iradenin tezahürü ile olmuş, halktan gelen istekle yapılmıştır. İstanbul’a rağmen Ankara’da kurulan hükümet savaşı yapmıştır. Köklü olduğu için başarılı olmuş ve Cumhuriyet doğmuştur. Ondan sonraki inkılâplar ise baskı ile olmuştur. Cumhuriyet bu sebeple bir türlü muasır medeniyet seviyesine gelememiştir. Oysa hedef muasır medeniyetin fevkine çıkmak idi.
Risale-i Nur Hareketi millî harekettir. Bugün büyük başarılara ulaşmıştır.
Millî Görüş millî harekettir, o sebepledir ki Türkiye’de en etkin siyaset olmuştur.
Nebiler dış baskılarla değil, doğrudan Allah’tan aldıkları ve topluluk için gerekli olan şeyleri getirirler. İşte bu küçümsenir ve alay konusu olur.
“Adil Düzen” bugün alay konusudur. Herkes küçümsüyor ve istihza ediyor. Anayasa Mahkemesi’nde “Adil Düzen” tartışılmamış, “Adil Düzen” küçümsenmiştir. Anlatılanlar üzerinde durulmamış, değersiz bulunduğu için ele alınmamıştır.
Biz ilk partimiz olan Millî Nizam Partisi’ni kurduğumuzda, Ege Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne bir yazı yazarak, kendileri ile görüşlerimizi tartışmamızı istemiştik. Bize verdikleri cevapta ‘biz yalnız ilimle ilgileniriz’ demişlerdi! Bir üniversite ki; ilmin ne olduğunu kavrayamamış, sömürü sermayesinin dayatmalarını ilim kabul edip onun dışında her şeyi ilim dışı görüp alay etmektedir. Darwin’in artık geçersiz hâle gelen seleksiyon ile evrimleşme teorisini ilim sayıp yaradılışla evrimleşmeye kulak vermeyenler, işte onlar dilsiz, sağır ve kördürler. Yaptıkları tek şey sizi muhatap almamak ve istihza etmektir.
Bunların böyle davranışlarından anlıyoruz ki biz doğru yoldayız. Marx’ın ütopyasını ders kitaplarında ezberletip “Adil Düzen”i okutmayı yasaklayan zihniyet, Kur’an’ın bildirdiği işte o zihniyettir; istihza etme, küçümseme, konuşturmama. O kadar ki, CIA’nın talimatı vardır. Bütün basın ve yayın, konferanslar ve tartışmalar sadece kendi sahasında izin verdiği yerde olacaktır. Sağda olduklarını iddia eden gazeteler bile bilerek veya bilmeyerek hep onun emrindedirler. Evet; Millî Gazete’den ve TV5’ten başlayıp Zaman, Yeni Şafak, Vakit, Mesaj gibi tüm basın ve yayın organları hep CIA’nın baskısı altındadır. Yeni bir haber ve yorum yayınlayamazlar. Türkiye’de CIA’nın temsilcisi olan yazarlar ve haberciler var; önce onlar söyleyecek ki diğerleri söylesin. Hiçbir muhabir kendisi haber yayınlayamaz, yayınlasa haber değeri yoktur. CIA ne derse onun haber değeri vardır. Hazreti İsa olduğunu iddia eden Mezarcı’nın günlerce-aylarca televizyon için haber değeri vardır ama “Adil Düzen”den söz etmek ayıptır, o görüşleri dile getirmenin haber değeri yoktur. Küfrederseniz televizyonların bir numaralı konuğu olursunuz. Ama kendilerine İlâhi haberleri ulaştırırsanız, Kur’an’ın çözümlerini anlatırsanız, onunla alay ederler. Bu İlâhi sünnetullahtır.
Zaferin istihza edilenlere ait olacağı bilinmelidir. Biz 1960’larda bu dışlanmalara ve alay edilmelere rağmen, birkaç mü’min işbirliği yaparak Kur’an’a dayanan hükümleri ortaya koyduk. Sonunda ne oldu? Türkiye bambaşka bir yere geldi. Henüz Mekke’nin Fethi vakti gelmemiştir. Hâlâ küçümsenmeye ve istihza edilmeye devam ediyoruz. Bu küçümsenme ve istihzadan korkulmamalıdır. Fetih yakındır. O zaman da sosyal baskı tersine dönecektir. O da bizi bozacak ve dağıtacaktır.
Biz hiç kimsenin hiçbir görüşünü küçümsemez ve alaya almayız; bilakis ciddi tartışma konusu yaparız. Biz solcularla alay etmiyoruz, onlarla tartışıyoruz. Bizi en çok ciddiye alanlar solculardır. Onun için biz onlarla koalisyonlar kuruyoruz. Bizi muhatap alanlar milliyetçilerdir, onun için onlarla ortak seçime giriyoruz. Bizimle alay eden sömürü sermayesi ve onların işbirlikçileridir. Bu sebepledir ki en büyük çöküntü onlarda olacaktır.
فَأَهْلَكْنَا أَشَدَّ مِنْهُمْ بَطْشًا(Fa EaHLaKNAv EaŞadDa MiNHuM BaOŞan)
“Batşan daha eşedd olanları helâk ettik.”
İstihza edenlerin helâk olacaklarını bildirmektedir. “Fa” harfi onu gösterir. Hükmü tamim eder.
Yakın tarihimize bakalım. Fransız İnkılâbı’nı yapanlar nerededirler? Napolyon ne oldu? Topraklarında güneş batmayan büyük imparatorluk (Britanya) ne oldu? Hitler nerede? Sovyetler nerede? Onlar bugünün lâikçilerinden çok çok daha güçlü idiler; bugünün sermayesinden çok çok daha güçlü idiler. Onların orduları dehşet saçıyordu. Şimdi Amerika’nın nesi vardır? Maaşla savaşan paralı askerler ve karşılıksız para ile ürettiği silahlar. Bir gün o paranın rengi ortaya çıkarsa sermayenin hükmü bir gecede biter. Savcının dava açmasına benzer. Ertesi gün herkes şaşkına döner. O gün yakındır. Dünya devletleri ‘biz doları tanımayız’ dediler mi, o gün sömürü sermayesi tarihin derinliklerine girmiş olacaktır.
Türkiye’nin lâikçileri, nenize güveniyorsunuz? Mustafa Kemal ve İsmet İnönü sizden çok güçlü değil miydi? Ne oldu, yaptıkları tuttu mu? Size göre onlar dinsizdi. Peki, Türkiye dinsizleşti mi? Kur’an’ı ortadan kaldırabildiler mi? Siz bugün İmam Hatiplilerin üniversitelere gitmelerini önlüyor, böylece bir şey yapacağınızı zannediyorsunuz. Onlar kapattılar, yasakladılar ama olmadı, tutmadı; sonra yeniden yine kendileri açtılar.
İstiklâl Savaşı’nı dört general yapmıştır; Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir. Mustafa Kemal 10’uncu yıl nutkunda inkılâpları tamamladığını söylemiştir; Osmanlıların başladığı inkılâpları tamamlamıştır. Ondan sonra Batı’nın peşinde koşulmayacağını ilân etmiş, müsbet ilmin peşine gidileceğini söylemiştir. O ilim Kur’an’ın bize öğrettiği müsbet ilimdir. Mustafa Kemal bunun böyle olduğunu çok iyi biliyordu. Mustafa Kemal 1938’de öldü. Ama onun ardından on iki sene daha onun diğer üç arkadaşı Türkiye’yi yönetti. İnönü Cumhurbaşkanı, Mareşal Genelkurmay Başkanı, Kazım Karabekir Meclis Başkanı idi. Onlar İkinci Cihan Savaş’ına katılmadılar. Onlar Türkiye’ye demokrasiyi getirdiler. Onlar İmam Hatip Okullarını ve İlahiyat Fakültelerini açtılar. Onlar sizden daha güçlü değil miydiler? Ama Allah’la savaşın mümkün olmadığını bildiler ve teslim oldular. Onlardan sonra gelen Kenan Evren de sizden güçlü değil miydi? Bir gecede Türkiye’yi devralmadı mı? Ne yaptı? O da Kur’an kursları açtı ve meşrulaştırdı. İmam Hatip Okullarını lise yaptı, Yüksek İslâm Enstitülerini fakülte yaptı, zorunlu din derslerini Anayasaya koydu, İsrail ile ilişkileri maslahatgüzarlık seviyesine indirdi, İKÖ’de (İslam Konferansı Örgütü) İSEDAK’ın başkanı oldu. O da sizden çok çok daha güçlü değil miydi?
Onlar gerçekleri gördüler ve kendilerini helakten kurtardılar. Bugün bütün dünya din düşmanlığından vazgeçmiştir. Sizin ne gücünüz var ki böyle bir şeye cesaret edebiliyorsunuz?
“Batşan” kelimesini kullanmaktadır.
“Batşan” baskı anlamına gelir; dayak anlamına, işkence anlamına, zulüm anlamına gelir. Bir devlet iki şekilde güçlü olur; kendi aralarında ruhama, düşmanlarına karşı eşidda olurlar. İkincisi, düşmandan korkan ve kendi halkını ezen devletler vardır. Bunların gücü kendi halkını ezebilmeğe yeter. Türkiye’ye baskı yapanlara karşı direneceklerine, onlara ses çıkaramıyor ama halkının dinine ve imanına baskı yapıyorlar.
وَمَضَى مَثَلُ الْأَوَّلِينَ(Va MaWAy MaÇaLu eLEvVaLİyNa)
“Evvelkilerin meselleri geçti.”
“Evvelîn” kelimesi burada da getirilmiştir. Çünkü bu dinsizlik modası daha önce başlamış, Fransız İnkılâbı ile başlamış, Sovyetler’de en üst seviyeye çıkmıştır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında da denenmiştir. Sonuç; işte size yüzde yetmişlerin üstünde sağın zaferi ve yüzde yirmilerin altına düşen solun hezimeti.
Daha önce de tâ Hazreti Nuh’tan beri her seferinde güçlü zalimler mağlup olmuşlar, şimdi esameleri bile okunmuyor. Nemrutları, Firavunları izleyenler var mı? Ama Hazreti Nuh’u milyarlar saygıyla anmakta, insanlar onların yani o nebilerin açtığı yoldan gitmektedir. Zafer bizim olmuştur, bundan sonra da bizim olacaktır.
وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ
(Va LaEiN SaEaLTaHUM MaN PaLaQa eLSaMAVAvTı Va ElEaRWa)
“Onlara semavatı ve arzı kim halk etti diye sual edecek.”
20’inci yüzyıla gelmeden önce birçok sorunlar tartışmalı idi. Bunlardan biri, kâinatın yaratılmadığı, hep var olduğu idi. Filozoflar kâinatın ezelden ebede hep var olduğunu iddia ediyorlardı. Kelamcılar ise kâinatın başlangıcı olduğunu ve altı dönemde yaratıldığını iddia ediyorlardı. İşte bu soruya Kur’an şöyle diyordu: Bir gün ilimlerinin ulaştığı yerde kendilerinden zikri safhan idrab etmediğimiz için Allah diyeceklerdir.
19’uncu yüzyıl gerçekten Tanrı’nın inkâr yüzyılı olmuştur. Batı dünyası ilimdeki başarılarından şımarmış olarak şöyle diyordu: ‘Biz artık her şeyi biliyoruz!’ ve Tanrı’nın yok olduğunu, ezelden ebede her şeyin kendiliğinden olduğunu iddia ediyorlardı.
20’inci yüzyılın sonuna geldiklerinde Batı kendi keşfettiği ilmin karşısında şaşkına dönmüştür; filozofların dedikleri hep yanlıştır. Peygamberlerin dedikleri doğru çıkmıştı. Sovyetlerin yıkılmasından önce Gorbaçov’un inkılâbı ile başlayan yeni anlayış ilme teslim olma şeklinde ortaya çıkmıştır. Bugün artık hiç kimse çıkıp da Tanrı yoktur demiyor. Kâinat kendi kendine yaratılmıştır gibi bir iddiada bulunacak ilim adamı yoktur.
Türkiye’deki din düşmanları da artık ben dinsizim, ben tanrısızım diyemiyor. Sadece kamu ile din birbirinden ayrıdır diyorlar. Şimdi baş savcıyı alsanız ve sorsanız, ‘Allah var mı’ deseniz; ‘yok’ diyebilir mi? Cesaret gösterip ‘Kur’an uydurmadır, Allah’ın kelamı değildir’ diyebilir mi? Hiç sanmam. Niçin acaba?
لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ(La YaQUvLun XaLaQaHUnNa elGAZIyZu elGaLIyMu)
“Onları alîm olan azîz halk etmiştir diyecekler.”
Burada cevap olarak “Allah” demiyorlar, küfürleri buna müsaade etmiyor. Ancak kâinatın bilen ve güçlü olan biri tarafından yaratıldığını kabul edeceklerdir. Çünkü 20’inci yüzyılın ilmi kâinatı deşifre etmiş ve görmüştür ki her yanı ile büyük bilgi içinde hazırlanmıştır. Eksiksiz bir projedir. Aynı zamanda çok büyük bir güçtür. Bilmeyen bu kâinatı var edemez, gücü olmayan da var edemez. Kâinatın sonradan var olduğunu da artık sağır olanlar da duydu. Öyleyse, biz işte bu varlığa Allah diyoruz. Siz tabiat deyin, değişmez. İsim bu veya şu olabilir.
Ben okula gittiğim zaman halk ‘hoca çocuğunu gavur yaptı’ diyorlardı. Şimdi, Haydar Zengin’in tesbitlerine göre, altı-yedi hanelik mahallemizde büyüyenlerin çocuklarında 44 yüksek öğrenim görmüş vardır. Kızım liseye başladığı zaman ‘kızlar okula mı gider’ diyorlardı. Şimdi kızlarımız başörtüsü savaşı vermektedirler. O zaman böyle geri düşünceli bir kitle vardı. İslâmiyet’e kızları cahil bırakıyorlar diye saldırıyorlardı. Şimdi de ‘Başörtülüler niye okuyor’ diyorlar; ‘Başörtüsü siyasi simgedir’ diyorlar. Başörtüsünü siz siyasi simge hâline getirdiniz. Siz saldırınca onları koruyanlar çıktı, nefsi müdafa yaptılar. İşte bunlar böyle kimselerdir. Şimdi bugün müsbet ilim bizim tarafa geçince müsbet ilmi küçümsemeğe başladılar. Sosyal mühendislik deyip müsbet ilmi sosyal olaylardan uzak tutmağa çalışıyorlar.
الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ الْأَرْضَ مَهْدًا(elLaÜI CaGaLa LakUm elERWa MaHDan)
“Arzı sizin için mehd yapan.”
Evet, onların Allah’tır dedikleri sözüne kendisi devam ediyor. Allah kendisi diyecekleri cümleleri tamamlıyor.
“Mehd” çocuğun büyütüldüğü arabadır. Özel donanımı ile çocuk hayatı sürdürülür. Yeryüzü insanlar için bir mehddir. Özel hazırlanmıştır. Yeryüzünde insanlar var olsun ve yaşasın diye bu şekle konmuştur.
وَجَعَلَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(10)
(Va CaGaLa LaKuM FIyHAv SuBuLan LaGalLaKuM TaHTaDVNa)
“Orada ihtida edesiniz diye yollar koymuştur.”
Buradaki yollar şeriatlardır, dinlerdir. Çoklu sistemdir. Bir tek çözüm yok, çözümler var. Biz onlardan istediğimizi seçeriz. Ona göre hedefimize varırız.
Bugün kara, deniz, hava ve demir yolları vardır. İstediğimizle hedefe ulaşırız. Bu yollar da tek hat değildir. Değişik yol takip edip gidebiliriz. Topluluklarda ilmî, dinî, meslekî ve siyasî sosyal gruplar vardır. Bu gruplardan her biri on civarında gruplardan oluşur.
Ayrıca insanlık ülkelere, ülkeler illere, iller bucaklara, bucaklar ocaklara ayrılır; kişi bunların içinde yaşar. Bu çoklu sistemin içinde insan iradesini kullanır, dolayısıyla sorumlu olur. Kişiye bu seçenekleri tanımaz da ekseriyet kararına uyacaksın dersek, sorumlu olmaz.
Onlar ne yapıyorlar?
Biz ‘çoklu sistem’ deyince oturup ne demek istediğimizi anlayacaklarına, sloganlarla bizimle alay ediyorlar. Suç oluşturmaya çalışıyorlar.
“İhtida” demek, kendi kendine yol bulma, başkasının güdümünde olmama demektir. Bağımsız olma demektir.