***
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَالَّذِي نَزَّلَ مِنْ السَّمَاءِ مَاءً بِقَدَرٍ فَأَنشَرْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذَلِكَ تُخْرَجُونَ(11) وَالَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ(12) لِتَسْتَوُوا عَلَى ظُهُورِهِ ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ إِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ(13) وَإِنَّا إِلَى رَبِّنَا لَمُنقَلِبُونَ(14) وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِهِ جُزْءًا إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ مُبِينٌ(15) أَمْ اتَّخَذَ مِمَّا يَخْلُقُ بَنَاتٍ وَأَصْفَاكُمْ بِالْبَنِينَ(16) وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمَانِ مَثَلًا ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ(17)
وَالَّذِي نَزَّلَ مِنْ السَّمَاءِ مَاءً بِقَدَرٍ(Va elLaÜIy NazZaLa MiNa eLSeMAEi Bı QaDaRin)
“O semadan mâı kader ile tenzil eden kimsedir.”
“Onlara ‘Yer ile göğü kim yarattı?’ diye sorsan; ‘Azîz ve alîm olan yarattı.’ derler.” (Zuhruf, 43/9) Bu âyetten sonra “Yeri sizin yaşayacağınız şekilde yarattı…” (Zuhruf, 43/10) âyeti ile onları bilen ve güçlü olan yarattı sözlerini açıklamaktadır.
Kâinatın ilimle bilerek yaratıldığından hiç kimse artık şüphe etmemektedir. Yaratanın bilen olması gerekir. Çünkü kâinatın her zerresinin hareketi önceden hesaplanmıştır. Örnek olarak kâinatın temel sayıları vardır. Işık hızı, elektrik ve manyetik yükler, kitlesel atalet ve çekim, kuantumlar öyle seçilmiştir ki, şimdi ben onun sayesinde yaşıyor ve yazıyorum. Siz de sonraları bu yazdıklarımızı bu sayede okuyacaksınız. Öyle parçacıklar var ediliyor ki, onun sayesinde atomlar oluyor, o atomlar dizildiğinde insan olabiliyor. Sonra o atomlar öyle sıralanıyor ki, DNA’larla canlı oluyor. Bunların oluşması için bir bilene ihtiyaç olduğu gibi, aynı zamanda bildiğini yapanın güçlü olması gerekir. Bugün bu ilimde kesinlik kazanmıştır. Artık kimse kâinatın bir tesadüf eseri var edildiğini söylemiyor, kimse var edilmedi demiyor.
Bundan önceki âyette, o azîz ve alîmin güç ve bilgisi ile dünyanın yaratılışına işaret etmekte, insanların yaşayacağı şekilde yaratıldığını ifade etmekte, yeri anlatmakta, ondan sonra da semayı ele almaktadır.
Burada “mânın semadan kader ile tenzil edildiğini” ifade etmektedir. Yani su gökten ölçülü olarak iner. Gökten suyun inmesi iki manâyı taşır. Suyu yerden yukarıya çıkaran güneş enerjisidir. Dolayısıyla suyun inmesini sağlayan güneştir, o da semadan gelmektedir. Burada sudan maksat güneş ışığı kastedilmiş olur. Sonuç söylenerek sebep ifade edilir. ‘Kaloriferi yaktım’ dediğin zaman, yaktığın kalorifer değildir, yaktığın gazdır. Ama sen sonucu söylüyor, sebebi kastediyorsun. “Semadan suyu indirdik” derken kastedilen; güneş ışığını indirdik, onunla su buharlaştı, sonra yağmur oldu ve semadan indi. Bu sebepledir ki Kur’an’da “semadan yağmur indirdik demiyor, “semadan su indirdik” diyor. Demek ki âyete mecazi manâ verilebilir. Çünkü başka âyetlerde bulutların su yüklü olduğu anlatılmaktadır. Eğer bulutların bulunduğu yeri sema kabul etmezsek, o zaman gökten suyu değil güneş ışığını indirdiğini ifade etmiş olur.
Bununla beraber sema üst taraftır. Dağın bulunduğu yere de sema denir. O takdirde suyun indirilişi hakiki anlamda olur. Burada “enzelnâ” demiyor “nezzelnâ” diyor. Çünkü yağmur veya güneş ışığı sürekli inmiyor, parça parça iniyor. Güneş gündüzleri geliyor, geceleri gelmiyor. Yağmur da sürekli yağmıyor, parça parça yağıyor. Burada “nezzele” diyor, başka âyette de “enzele” diyor. Yeryüzünü eğer bütün olarak düşünecek olursak, o zaman güneş ışığı yere aralıksız geldiği için enzele olarak manâlandırılır.
“Bikaderin” kelimesi çok önemlidir. Yirminci yüzyılda teknik bu kadar ileri iken bile kuraklık olur korkumuzdan ödümüz patlamaktadır. Fazla yağmur yağarsa sellere mağlup oluruz. Ya yeryüzünde hep kuraklık olsaydı diye korkuyoruz. Ya hep sağanak yağmur olsaydı hâlimiz ne olurdu? İşte böyle dengeli bir iklimin oluşması birçok doğa olaylarının bir araya gelmesi ile mümkün olmaktadır. Bunların hepsi azîz olan alîmin işidir.
Termodinamiğin ikinci kanununu vardır. Bir şey bozulur ama düzelmez. Düzeliyorsa onu düzelten vardır. Tesadüflerle bu olayları açıklamak mümkün olmuyor. Biz bir imalat yapıyoruz ve hemen doğanın dengesini bozuyoruz. Bu kadar canlı varlık var, bunlardan herhangi biri dengeyi bozuyor mu? Bozmuyor, aksine hep dengeye getiriyor. Kimse çıkıp da kâinatta bu eksiktir, şu fazladır diyebilir mi? Her şey dengeli ve ölçülüdür.
فَأَنشَرْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا(Fa EaNŞaRNAv BiHIy BaLDaTan MaYTan)
“Onunla meyyit beldeyi inşar ettik.”
Yağmur veya güneş ışığı yere inince ölü toprak neşrolunur. Kur’an’da hayatın su ile olduğu ifade edilmektedir. Gökten su indirildiğinden bahsedilmektedir. Yukarıda açıkladığımız sebepten dolayı suyun inmesi aynı zamanda güneş ışığının da gelmesini içerir. Yoksa sadece su kastedilseydi o zaman ırmakların sulamasıyla yeşillik olmayacaktır. Oysa başka âyetlerde hep altında ırmaklar akan cennetlerden bahsedilmektedir. “Fa” harfi ile yeşillenmenin su ve güneş ışığının birleşmesi ile olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
Burada “ehyeynâ” denmemiş, “enbetnâ” denmemiş de “enşernâ” denmiş; “erdan” denmemiş de “beldeten” denmiş, “beldeten meyten”. “Neşretmek” yaymak demektir.
Bir istikamette esen rüzgara asıfat, yaygın olarak esen rüzgara naşirat denmektedir. Burada canlılığın bir yerde başladığı, oradan her tarafa yayıldığını ifade etmektedir. Hayat ilk defa sularda başlamıştır. Sularda ve denizlerde hayatın olması için yağmurlara ihtiyaç vardır. Çünkü canlılar sudaki oksijenle yaşarlar, karbondioksit verirler. Suda havadan daha az oksijen vardır, dolayısıyla gökten yağan yağmurla sular oksijenlenir, böylece hayat sürüp gider. Sonra hayat karaya çıkmış ve dünyanın her tarafına yayılmıştır.
“Belde” berd anlamındadır, yani soğuk demektir. Eğer atmosfer olmasa gündüz sıcaklık çok yükseklere varır, yüz dereceleri geçer, geceleyin de soğuk eksi yüzlere inerdi. Atmosfer örtü hâlinde sera görevini görmektedir. “Belde” ne sıcak ne de soğuk olan canlıların yaşayacağı saha demektir. “Belde” surla çevrili sokakların bulunduğu alan demektir. “Beldeten” ise onun çevresindeki dağlar ve ovalar demektir. “Belde” ilçe merkezidir. “Beldeten” ise taşra ile beraber tüm beldedir.
Bununla beraber canlıların yaşadığı belde neşredilmiştir.
“Meyyit olan beldeyi neşrettik.”
Buradaki “meyyit” kelimesi mecazidir; “yetimlere malları verin”de olduğu gibi. Yetimlere malları vermiyorsun; eskiden yetim olanlara malları verin demektir. Eskiden ölü olan beldeyi neşrettik, canlılarla doldurduk demektir. Çölde sıcaktan dolayı kuruyan otlar yağmurla canlanırlar. Soğuk yerlerde de kışın bitkiler yapraklarını dökerler. İlkbaharın güneşi ile tekrar canlanırlar.
“Neşrolur” demek, yapraklarını çıkarır ve çiçeklerini açarlar anlamındadır. Aslında onlar vardır ama yağmur veya güneşin sıcaklığı onları canlandırır ve yaygınlaştırır.
“Belde” demek, organize olmuş yani imar edilmiş demektir.
“Meyt” kelimesi sıfatı müşebbehedir, ölü demektir. Müennesi “meyte”dir. “Meyyit” de fa’l vezni üzere sıfatı müşebbehedir. “Mevt” fiili bitkilerin kuruması ile hayvanların ölmesini aynı siga ile ihya ve inşar ile ifade eder.
Sonra “siz intişar eden beden oldunuz” denmektedir. Yani insanların tüm yeryüzünü doldurmasını da “neşr” kökü ile ifade etmektedir.
Gerçekten hayat hep aynıdır, bitki ile hayvanda değişmez. Dört çeşit çekirdek asidi vardır. Üçer üçer birleşip zincir oluştururlar. Tüm hayat bunlarla tesbit edilir. Yani bunlarla haritaları yapılır, kalıplar çıkarılır. Sonra da yirmi çeşit azot asitleri vardır. Bunlar da canlı hücresinin taşı ve tuğlasıdır. Bitkilerle hayvanlar arasında en önemli ayırım, bitkilerde magnezyumlu moleküller vardır, yeşildirler, özümleme yaparlar; hayvanlarda ise demirli moleküller vardır, kırmızıdır, kanı oluştururlar. Hayvan hücrelerinin derileri yağ tabakalarından oluştuğu halde, bitki hücreleri selüloza dayanır.
كَذَلِكَ تُخْرَجُونَ(KaÜAvLıKa TuPRaCUvNa) “Böyle huruç edeceksiniz.”
İnsan vücudundaki hücrelerin çoğu kendisini yenilemektedir. Yani insanın vücudu her gün parça parça ölmekte ve ölen hücrelerin yerine yenileri gelmektedir. Tırnağınız ve saçınız nasıl yenilenmekteyse, aynı şekilde vücudunuz da yenilenmektedir. Vücudun bütün atomları da tamamen değişmektedir ama siz aynı kalmaktasınız. Çünkü moleküllerin yerleri hep aynı kalıyor. Gölün suları her an değişiyor ama göl aynı kalıyor. İnsan öldüğü zaman bedeni dağılır ama projesi saklanır. Yani aynı yapı sonra yeniden elde edilir.
Değişmeyen nedir?
Değişmeyen insan ruhudur. O hep ‘benim, ben’ diyor. Siz bebek idiniz, şimdi yaşlısınız. Bedeniniz değişti ama siz değişmediniz. Araba değişmiştir ama şoför aynı şofördür. Âhirette de bedenleriniz değişecek ama ruhunuz aynı ruh olacaktır. Beyninizdeki hafıza ve bilgiler çürüyüp gidecektir ama onun kopyaları disketlerde saklanmıştır. Yeniden bilgisayara taktığımızda aynen her şeyi hatırlamış olacağız. Bitkilerde de bedenler ölmekte ama hücrelerdeki DNA’lar korunduğu için ertesi sene aynı canlılar yeryüzünü kaplamaktadır.
وَالَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا(VaelLaÜIy PaLaQa eLEaZVACa KulLaHAv)
“O ezvacın küllini halketmiştir.”
Bu âyetteki “küllehâ” tekittir, ezvacın küllisini yaratmıştır. Ne var ki çifttir, onların hepsi yaratılmıştır ve onları O yaratmış olur. Tek olan yalnız yaratandır. Her şey çift yaratılmıştır. ‘Sürahideki suyu içtim’ derseniz, suyun tamamını içtiğinizi söylemiş olursunuz. Ancak bu hukukçular için geçerli bir ifadedir. Suyun tamamını içmemiş isen, doğru ifade olarak ‘sürahideki sudan içtim’ diyeceksiniz. Tamamını içtiğinizde ‘sürahideki suyun tamamını içtim’ dersiniz. O ezvacın tamamını halk eden kimsedir, yani yaradılışta başka ortağı yok demektir. Her şeyi çift yarattı manâsına da gelebilir.
Gerçekten en basit parçacık ışık parçacığıdır. Bir dalga hâlindedir ama eğer parçacığı bir yere çarptırır da parçalarsanız, biri artı diğeri eksi iki parçacık ortaya çıkar. Demek en küçük parçacık de çifttir. Sonra parçacıklarda ya elektrikî olmayan veya elektrikî olan parçacık vardır. Sonra elektrik parçacığı + ve – dir. Notrinoların çift olduğu bilinmektedir. Hidrojen atomunun yanında bir de notrön vardır. Elemanlar hep ikili sisteme göre periyotlanırlar. 1, 3, 5, 7 alanlar, yörüngeler vardır. Bütün yörüngelerde ikişer elektron yerleşebilir. Canlılarda dörtlü DNA vardır. Canlılar çift yaratılmıştır. Bakterilerde de DNA çiftleşmeleri olmaktadır. Demek ki canlı olsun cansız olsun her şey çift yaratılmıştır. Canlılardaki çiftliğin özelliği, çiftleştikten sonra kendilerine benzer nesil üretmeleridir.
Yeri ve göğü anlattıktan sonra canlının yapısına geçmiştir. Genel dengenin eşleşmek suretiyle kurulduğunu ifade etmektedir. Kainatın alîm olan azîz tarafından yaratıldığının delilidir. Bir örnek verelim.
Arılarla armut ağacını düşünelim. Armut ağacının çiçeğinde hem erkek hem dişi yumurta vardır. Eşleşse hiçbir yararı yoktur. Sağlıklı bir neslin oluşabilmesi için yabancı hücrelerle döllenmesi gerekir. Uzaktaki armut ağacına ulaşabilmesi için bir metot geliştirmiştir. Bal özü üretmektedir. Bal özünü alacak olan arı buraya gelir. Bal özü alırken erkek hücreleri içeren dalcıkları sallar, onlar dökülüp vücuda ve ayaklara bulaşır. Arı başka çiçeğe konduğu zaman onları oraya taşımış olur. Yani arı ile çiçek öyle yaratılmıştır ki, arı çiçeğe hizmet etsin, çiçek de arıya ücretini versin.
Bitkilerle hayvanların genetik ayırımı milyar yıl öncedir. Oysa çiçekli bitkilerin var edilmesi birkaç milyon yıl öncedir. İşte, bitki yaşayabilmek için dişiden döllenmenin olmasını bilecek, erkek organı dişi organı birden olgunlaştırmayacak. Arıları kendine çekebilmesi için de güzel renk ve uygun kokularla mesaj gönderecek, arı da bunları bilecek ve tozlaşma olacak. Bunlar artık ihtimaliyatın dışına çıkan olaydır.
Bu ne demektir?
Bir zar attığınız zaman, mesela yüz defa atarsanız yüz yek çıkabilir. Çok az ihtimal olmasına rağmen bu mümkündür. Ama yüzbir defa yek çıkması imkansızdır, ihtimal dışıdır, çünkü yüzbir defa atmadınız. Şimdi, diyelim ki saniyede bir defa zar atabiliyorsunuz. Zarın icat edildiği tarihten itibaren diyelim ki on bin yıl geçti. O günden beri de insanlar hep zar atıyorlar. Hepsinin yek gelme ihtimali geçen saniye kadardır. Çok az da olsa muhtemeldir ama saniye sayısından fazla yek gelmesi ihtimal dışıdır.
İşte arılarla çiçekler arasında kendiliğinden uyum olabilmesi için tesadüfler yetmez. Çünkü canlının o tesadüfleri deneyecek kadar zaman geçmemiştir. Her şeyin çift olması ihtimali tesadüflerle izah edilemez.
Bu yıl İstanbul’da doğan çocuklar erkek olsun, bu mümkündür, çok az muhtemeldir ama muhtemeldir. Ardı ardına birinin erkek, diğerinin kadın, üçüncüsünün erkek gelme ihtimali, doğumu beş dakikada bir olarak yaptığınız zaman geçen zamandaki ihtimal deneyden daha azdır. Dolayısıyla imkansız hâle gelir. Bu sebepledir ki buna işaret etmektedir.
Kendiliğinden elektron var oldu, arkasından pozitron var oldu demektir. Ne kadar elektron ve pozitron varsa o kadar denek vardır demektir. İşte bu sebepledir ki Allah buna işaret etmektedir.
وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ(Va CaGaLa LaKuM MıNa eLFuLKı Va ELEaNGAMı MAv TaRKaBUvNa) “Fulk ve en’amdan rukub etmekte olduklarınızı ca’letti.”
Yeryüzünün insanlar için yaratılmış olduğunu, gökten (güneşten) enerjinin geldiğini, canlıları ürettiğini anlattıktan sonra, insanların icat ettikleri veya eğittikleri şeylerden bahsetmektedir. Bunların başında taşıtlar ve diğer araçlar gelmektedir. İnsanın kanatları yoktur, uçamaz ama uçak yapar ve uçar. İnsan suda uzun zaman yüzemez ama gemiye biner ve gider. Diğer hayvanları ehlileştirir, sırtlarına biner ve hareket eder.
Demek ki insan diğer canlılardan farklıdır.
Birincisi dili vardır, konuşur. İkincisi çıplaktır, giyinir. Üçüncü olarak alet yapar ve bununla hareket eder. Dördüncü olarak da sözleşmeler yaparak kendi kurallarını kendisi koyar. Yani insan diğer hayvanların dışında icat edicidir. Adeta tanrı gibi yaratıcıdır. Allah ona bu imkanları vermiştir. Bunların Allah tarafından verildiğini ifade etmektedir.
Bilgisayarı yahut tekerleği ele alalım. Canlılar bunları kullanır. İnsan kullanıyor. Doğa kanunlarının bir kısmı insanların işine yarasın diye konmuştur. Örnek olarak elektromanyetik motorlar, içten yanmalı motorlar canlılarda yoktur. Ama Kur’an’da elektrik de motor da vardır. İnsanlar için var edilmiştir. Ateşi insanlar kullanmaktadır. Ateş, tekerlek, para ve elbise insanların icatlarıdır. Mesela tekstil sanatı insanlara mahsustur. İplikleri çapraz geçirerek bez elde etme usulü insanlara mahsustur. Maddeye öyle özellikleri vermiştir.
Burada bineklerden bahsetmektedir. İnsan günde her gün yol almak şartı ile ancak 25 kilometre gidebilir. Yeryüzü kırk bin kilometredir. Demek ki bin kilometre gitse ancak bin günde dolaşabilir. Bu da üç yıl edecektir. Demek ki yaya veya yelkenli gemi ile dünya ancak beş senede dolaşılabilir. Oysa normal uçak saatte bin kilometreden fazla gitmektedir. Ses hızı aşılmakta, bir günde dolaşılabilmektedir. Aya yaya gitmek mümkün değildir ama insan birkaç gün içinde aya gidebilmektedir. Bunların hepsi “fulk” sayesinde olmaktadır.
“Fulk” aslında dönen demektir. Her türlü yüzen ve uçan araçlara “fulk” denmektedir. Bunlar sınırlar veya boşluklarda hareket ederler Dengelerini hareketle sağlarlar. Dururlarsa düşerler. Gemiler suyun kaldırma kuvvetiyle, uçaklar havanın kaldırma kuvvetiyle, füzeler ise merkezkaç kuvvetiyle hareket eder ve dururlar. “Fulk” kelimesi bir geminin de adıdır, filoların da adıdır. Fil filo demektir. Filler sürüsü anlamındadır.
“En’am” geviş getiren çift parmaklı hayvanlardır. At en’am içinde değildir, ancak kıyas yoluyla onu da içine alır. Karada yürüyen taşıtlar adım atarlar yahut tekerlerler üzerinde ilerlerler. Her ikisi sürtünme kuvvetinden yararlanırlar. Sularda yüzen ve havada uçan araçlarla karada yürüyenler farklı teknoloji uygularlar. Kıyas yoluyla atların yanında kara taşıt araçlarını da içerir. Çünkü bunlar sürtünme kuvvetine dayanarak hareket ederler.
“Fulk”u önce zikretmiştir. Çünkü insanların esas hareket araçları uçaklar ve gemiler olacaktır. İnsanlar uygarlaştıkça hayvanlardan, hattâ kara araçlarını kullanmaktan ziyade, deniz ve hava araçlarını kullanacaklardır. “Fulk”un önce kullanılmasının sebebi, kara araçlarının da gemi ve uçaklara benzetilesi hâlinde “en’am” sadece canlıları ifade etmiş olur. Artık hayvan sırtından ziyade gemilerin, uçakların, helikopterlerin sırtında taşınacaklardır.
“Binecekleriniz olarak ne varsa” denmektedir. “Bindiğiniz” denmediği gibi “ellezî” de denmemiştir. Çünkü taşıtlar çok çeşitli olmaktadır. İleride de olacaktır. Nekre getirmiş ve tamim “mâ”sı getirilmiştir.
لِتَسْتَوُوا عَلَى ظُهُورِهِ(Li TaSTaVUv GaLAy JuHUvRiHIy)
“Sırtına istiva edesiniz diye.”
“Terkebû” denmemiş de “testevû” denmiş. Onların sırtında istediğiniz yere varasınız diye, yahut yükselesiniz diye.
“İstiva etmek” demek, seviyeye gelmek yahut onların seviyesine gelmek demektir. Bu da uzaya açılma ve yükselme anlamına gelir. Yahut istenilen yere varma demektir. Çoğul kullanılmıştır. Birlikte binersiniz demektir. Gemilere, uçaklara, araçlara birlikte binilir. Sırtları çoğul yapmıştır.
Burada “zuhurihima” dememiş de “zuhurihi” demiştir. Ne fulk ne de en’am müennes kelimeler değildir. Dolayısıyla “hu” zamiri ile dişi çoğul kastedilmez. Müzekker tekil ancak fulk kelimesine gidebilir. “Zuhur”un çoğul olmasıyla onun katları kastedilmiş olabilir, yahut değişik bölmeleri kastedilmiş olur. Oturulacak koltuklar kastedilmiş olabilir. Çünkü atın üzerinde eyer vardır, ona binersiniz. Oysa uçağın ve geminin koltukları vardır, onların üzerine binersiniz. “Koltuklarına oturasınız diye” ifade edilmiş olmaktadır. Koltuklarda oturuyorsunuz, kemerlerinizi bağlıyorsunuz. Füzelerde de kendinizi sandalyeye bağlamak zorundasınız, aksi halde küçük bir rota değiştirmede siz yerinizde duramazsınız.
ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ(ÇümMa TaÜKuRu NıGMaTa RabBıKuM)
“Sonra da Rabbinizin nimetini zikredesiniz.”
“Rabbinizin nimetidir” nedir? Taşıt araçları Allah’ın en büyük nimetidir. Onlar sayesinde yeryüzü bir köy hâline gelmiştir. Amerika’da üretilen bir mal bize çok ucuz masrafla gelebiliyor. Çin malları Türkiye’ye nasıl gelebiliyor? O araçlarla. Bu sayede bizim ucuza mâl ettiklerimiz onlara gidiyor, onların ucuza mâl ettikleri bize geliyor. Böylece verim onlarca, hattâ yüzlerce defa artıyor. Ulaşım Allah’ın en büyük nimetidir. Vücutta kan damarları neyse, ulaşım yolları odur, araçlar da kandır. Kalb durduğu zaman insan ölür. Taşıma araçları dursa insanlık yok olur. Ulaşım araçları gün geçtikçe hayati ehemmiyet kazanmaya başlamıştır. İlk dönemlerde insanlar kendileri üretip kendileri tüketiyordu. O zaman araçlara fazla gerek yoktu. Oysa bugün kimse kendi ürettiğini kendisi tüketmiyor. Üretiyor, satıyor ve alıyor, bu da ancak taşıtlar vasıtasıyla olmaktadır.
“Rabbinizin nimetidir” diyor, yani evrim gereği bunlara gerek vardır. Böylece Allah insanların evrimleşerek ulaşım araçları ile tek topluluk hâline geleceğini planlamıştır.
Gerçekten inanlık bu duruma bir kimsenin merkezî planlamasına uyarak varmamıştır. Herkes araştırma yapıp çıkarına göre hareket ederken bu uygarlık oluştu. İnsanlara bu duyguları ve zekaları veren biri vardır demektir. Herkes kendi çıkarını düşünüyor, sonra topluluğun çıkarı doğuyor. Adam Smith bu ilkeye dayanarak ekonomisini kurmuştur.
“Rabbinizin nimetini tezkir etmek” demek, anlamak demektir, yeni keşifler yapmak demektir. Pilot olarak uçağı veya gemiyi kullanmak demektir. Allah’ın nimetini hatırlamak demek, O’nun nimetinden yararlanmak demektir; araçları kullanmayı bilmek demektir; şoför, pilot ve kaptan olmak demektir.
Burada neden “sümme/sonra” kullanmıştır? Hedefe ulaştığınız zaman tezekkür edesiniz anlamı çıkar. Yani uçağı öyle kullanacaksınız ki sonunda hedefe ulaşacaksınız. Çünkü önemli olan uçmak değil, gidilecek yere ulaşmaktır.
إِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ(EiÜav iSTaVaYTuM GaLaYHı)
“Onun üzerine istiva ettiğinizde.”
Gemiye veya uçağa veya arabaya bindiğiniz zaman artık siz onu kullanmaya başlayacaksınız. Aracın cinsine göre şoförlüğünü veya pilotluğunu yapacaksınız. O zaman “sümme”nin manâsı; önce imal ediyorsunuz yahut ehlileştiriyorsunuz, sonra kullanıyorsunuz. En’am ahırlarda duruyor, arabalar garajdalar. Ne zaman gitmek isterseniz o zaman ona biniyorsunuz. Yani teshir ettiği zaman değil, sonra ondan yararlanıyorsunuz.
Bütün nimetlerde bu böyledir. Allah kanunları koymuş ve emrimize vermiştir. Biz istediğimiz zaman onları kullanıyoruz. Muslukta su vardır ama biz açtığımız zaman akar, kapattığımız zaman kesilir. Anahtarda elektrik vardır; biz açarsak lamba yanar, biz kapatmak istediğimiz zaman kapanır. Dolayısıyla Allah’ın tesbiti ile bizim onlardan yararlanmamız arasında bizim irademize bağlı olarak zaman vardır. Onun için “sümme” getirilmiştir.
وَتَقُولُوا سُبْحانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا
(Va TAQUvLUv SuBPANa elLaÜIy SapPaRa LaNAv HavÜAv)
“Bunu bize teshir eden Allah Sübhandır diyesiniz diye.”
“Tezkir etmek” anmak demektir. Burada “ve” harfi getirilmiştir. Zikretmekten başka bir şeydir. Birincisi fikren ve fiilen anmadır. Bu ise kavlendir, yani Allah’ı tesbih etmektir. O’nun düzeninde mevcut olan mükemmelliği ifade etmektir. İnsana verilen görevi de yerine getirmektir. O’nun düzenine güvenmektir. Allah’ın eksik veya yanlış bir şey yapmadığını bilmektir. Dolayısıyla O ne emretmişse onu yerine getirmektir. Ondan sonrası ise O’na aittir, O mutlaka en iyisini ve en doğrusunu yapacaktır. O’nun düzeninde eksiklik ve yanlışlık bulup düzeltmeye kalkışmamaktır. Bu aynı zamanda liberalizmdir. Yani herkes kendisine düşeni yaptığı zaman sonuç doğru çıkar.
“Teshir etmek” demek, kanunları koymak demektir.
“Tesbih etmek” de insanların o kanunlara uyması ve kendilerine düşen görevleri yapması demektir. Zamir burada müzekker tekil gelmiştir. Çünkü bir gemiyi anlatmaktadır.
Burada “sümme”yi başka şekilde de anlayabiliriz. Tüm olarak hitap edilenler tüm insanlar değil de, sadece iman etmiş olanlar anlaşılabilir; çünkü inanmayan kimseler ne Allah’ın nimetini hatırlarlar, ne de tesbih ederler. Muhatap olanlar mü’minlerdir. O takdirde “teshir etmesi” onların icadı olarak anlaşılır. Yani bu araçları keşfedecekler mü’minler olmayacak, aksine münkir lâikler olacaktır. O araçlardan daha sonra mü’minler yararlanacaklardır. İşte “siz istiva ettiğinizde zikredin” emrini, biz o araçları satın alıp da binmeye başladığımız zaman Allah’ın nimetini hatırlayacağız. Bunları Avrupalılar keşfetti ama keşfettiren Allah’tır. Dolayısıyla Allah’ın bize nimetidir. Meleklere yaptırır, bize nimet olur. Avrupalılara yaptırır, bize nimet olur.
“Sümme”nin getirilmesi göstermektedir ki, keşfi biz değil başkaları yapacak, Tevrat veya İncil ehli yapacak. Biz Kur’an ehli olarak onu Allah’ın nimeti olarak kabul edecek ve yararlanacağız. O zaman buradaki “sümme”nin çok geniş ve büyük manâsı vardır.
Biz tarihi tesbitimizle diyorduk ki; Doğu medeniyetleri hukukta ve yönetimde inkılaplar yaparlar, Batı uygarlıkları ise teknikte inkılap yaparlar. Burada sanayi inkılabının Batı’da olacağını Allah bildirmiş oluyor. Tarihi tesbitimiz teyit edilmiş oluyor.
وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ(VaMAv KunNAv LaHUv MuQRiNIyNa)
“Biz O’na mukrin olamazdık.”
“Karn” boynuz demektir. Başı temsil eder. “Karuba” yan yana gelmektir, yan yana yaklaşmaktır. “Karibe” ise baş başa gelmek, yüz yüze yaklaşmak, görüşmek demektir. Aynı karnda olmak demek, çağdaş olmak demektir.
“Biz mukrin olacak değildik.” Yani bu kadar uzak mesafelere ulaşmamız mümkün olmazdı. Uzak yerlere yaya gidemezdik. Uçamazdık, uzaya çıkamazdık. Bundan dolayı “tesbih ederler” diyor. Hamd etmenin fiili de tesbih etmektir. Yusebbihune bihamdi rabbihim demek olur. Mutlak mukayyede kıyas yapılır. Müşterek illet varsa edilir, fark varsa edilmez.
Hanefileri mutlakı mukayyed kabul etmez, ayrı ayrı hükmederler. Hataen katilde köle mü’min olacaktır. Âyette öyle zikrediyor. Keffarette ise mü’min olması şartı yoktur. Çünkü onda sadece köle diyor. Şafiiler ise mutlakı mukayyede ilhak edip onda da kölenin keffarette de mü’min olması şartını getirirler. Biz ise nass ile mutlak mutlaktır, mukayyet mukayyettir. Ama eğer ortak illet varsa kıyas ile hüküm tamim edilir. Eğer Kur’an kefarette mü’min olarak zikredip hatada mutlak olsaydı kıyas ederdik. Evleviyetle eklerdik. Ama şimdi katl daha ağır cezayı gerektirdiği için mutlakı mutlak, mukayyedi mukayyed olarak alırız. Tesbihte ise mukayyed alabiliriz. Çünkü hamd dışında tesbih şeklini gösteren nass vardır. O da Hazreti Yunus’un tesbihidir. Burada ona kıyas yapılamaz.
Buradaki “lehu” zamiri “fulk”a gitmektedir. Yani biz gemiyi icat edemedik. Sen Batılılara bunları keşfettirmeseydin biz keşfedemezdik diyorlar.
Burada teknolojik uygarlığın neden Batı’da geliştiğini de irdelememiz gerekir. Bu da bizim uygarlık varsayımlarımızı teyit etmektedir.
- Uygarlıklar doğuda doğarlar, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Ömürleri bin yıldır. Başlangıç tarihleri de Hazreti İsa’nın doğum yılıdır. Daha önce gelenler için de durum aynıdır. Sümer, İbrani, Hıristiyanlık ve İslâm medeniyetleri böyle doğdular, geliştiler ve tarih oldular.
- Uygarlıklar doğuda gelişirler, hukukta ve yönetimde inkılap yaparlar, bu sayede batıda yeni uygarlık doğar. Bu uygarlık kuvveti üstün tutan uygarlık olur, materyalist uygarlık olur. Bugünkü Batı uygarlığı böyledir; Mısır, Yunan ve Roma’dan sonra İslam uygarlığının etkisiyle doğmuş ve bugün zirveye ulaşmıştır.
- Bu uygarlıklar birbirlerine etki ederek gelişirler. Yeni uygarlık iki uygarlığın sentezi ile doğar. Mısır uygarlığı böyledir, İbrani uygarlığı böyledir, Hıristiyanlık böyledir, İslâmiyet böyledir. Batı uygarlıkları zaten doğu uygarlıklarının uzantılarıdır, doğu uygarlıklarının kuvvet uygarlıklarına dönüşmesidir.
- Doğu uyarlıkları hukuk ve yönetimde, Batı uygarlıkları teknik ve ekonomide adımlar atarlar. Bugün doğu medeniyeti doğmaktadır, batı medeniyeti çökmektedir.
Bugünkü batı medeniyeti faizli sömürü düzenine, merkezi tekel düzenine, vahşice savaşlara dayanarak oluşmuştur. Biz doğulular bunları yapmayız, beceremeyiz. Biz barışçıyız, barışta çözülecek sorunları çözeriz. Kavgada yoğuz. İşte bu sebeple diyoruz ki, bizim bunları yapmamız mümkün olmazdı.
وَإِنَّا إِلَى رَبِّنَا لَمُنقَلِبُونَ(Va EinNAv EiLAv RabBıNAn MunQaLıBUvNa)
“Ve biz Rabbimize inkılab edeceğiz.”
Fulkün üzerine istiva ettiğimizde bize bunu teshir eden Rabbimiz sübhandır ve biz Rabbimize inkılab edeceğiz dersiniz veya demeniz için biz fulkü size ca’lettik.
İnsanların düşüncelerinde her zaman gerçek payı vardır. Ne kadar yanlış düşünürseniz düşünün, onun içinde mutlaka gerçeklik payı vardır. Hepten yanlış bir şey olmaz. Diğer taraftan ne kadar doğru düşünürseniz düşünün, onda da mutlaka hata vardır. İnsan galip anlayışında doğru ve yanlış düşünmektedir.
Burada, onlar biz Rabbimize inkılab edeceğiz, yani rableşeceğiz derler, diyor. İşte Kur’an bir yandan ben insanı ruhumdan üfleyerek yarattım diyor; diğer taraftan, onlar, biz rableşeceğiz, rabbin kalıbına gireceğiz derler, deniyor. Tasavvuf ehli bunu şöyle yorumluyor. İnsan önce denizdeki damla gibi Rab’dedir. Sonra O’ndan koparılır. İnsan bedenine üflenir. Sonra suyun denize dönmesi gibi tekrar Rabbe dönüşecek, Rabbin kalıbına girecektir.
Kalıp nedir? Bir yere ayağınızı bastığınızda orada çıkan boşluk onun kalıbı olur. Sonra ona koyar ve benzerini yaparsanız, ona da model denir. Bir elbisenin içini dışına çevirmek taklib etmektir.
Demek ki mutasavvıfların yorumları ve anlayışları Kur’an’ın zahiri manalarına uygundur. Başka zahir âyetlerle tearuz halindedir. Bunlar Kur’an’a dayanarak gaybı istidlal ediyorlar. Bizim Kur’an’dan başka bu hususta bir kaynağımız olmadığı için onları tekfir edemeyiz. Böyle diyenlere, ‘siz icmaa aykırı inanç içindesiniz’ diyemiyoruz. Hataları olabilir ama küfürleri yoktur.
Biz bunu nasıl yorumlayacağız?
Allah’ın bir düzeni vardır. İnsan dünyaya geldiği zaman iyilik ve kötülük işleyecek şekilde var edilmiştir. Halbuki âhirette cehennemde de olsa artık kötülük işleyemeyecek hâle gelecektir. Dünyada işledikleri kötülüklerin cezasını çekecekler, iyiliklerin de karşılığını bulacaklardır. Cehennemdekiler iyilik yaparak oradan kurtulabilecekler, cennetlikler de daha fazla iyilik yapar hâle geleceklerdir. İşte, ‘biz Rabbe inkılap edeceğiz demek, Rab nasıl kötülük yapmıyorsa, ahsenu’l-halıksa, biz de ahsenu’l-fail olacağız’ derler, denmektedir. Rabbe inkılab etmek, Rabbe sayruret etmek demek değildir. O’nun kalıbına girmek, O’nun yaptıklarını yapmak demektir.
Buradaki inkılabı âhiretteki inkılab olarak anlamamız da gerekmez. Rabbimiz bize bu nimetleri verdi, o halde biz bu nimetleri Rabbimizin şeriatına göre kullanacağız.
Gelecekte ulaşım nasıl olacak, Rabbe nasıl inkılab edeceğiz?
a) Önce yollar altyapı vakıflarınca yapılacak, yollar tamamen ücretsiz olacaktır. Bir siteye tahsis edeceğimiz arazinin bedelini aldığımızda; bunun beşte birini siteye gelen altyapıya, beşte birini bucak altyapısına, beşte birini il altyapısına, beşte birini ülke altyapısına, beşte bir de insanlık altyapısına ayrılacak, bunların vakıfları oluşturulacak ve yollar tamamen bedelsiz kullanılacaktır.
b) Araçlar özel işletmelerin olacaktır. Büyük araçlar ortaklıklarla yönetilecektir. Araçların bakımı da yine vakıflarla yapılacak, parçalar araç sahibine ait olacak, ama bakımı baştan alınan bedel içine konarak karşılıksız yapılacaktır.
c) Ulaşım senedi çıkarılacak, bunun yarısı bedava insanlara tahsis edilecek, yarısı ise iki misli para ile satılacak, böylece herkes asgari seyahat imkanını bedava bulacaktır.
d) Senetler borsada alınıp satılacak, seyahat etmek istemeyenler karşılığında bedellerini alacaklar, fazla seyahat etmek isteyenler de satın alarak hareket edebileceklerdir.
İşte bu düzen şeriat düzenidir.
Biz bunları nerden istidlâl ediyoruz?
Sebilullah ve ibnüssebil müesseselerinden istidlâl ediyoruz. Yeryüzünün bütün insanlara ait olmasından istidlâl ediyoruz. Denge emirlerinden istidlâl ediyoruz. Seyahat ve seyir emirlerinden istidlâl ediyoruz.
İşte, “biz Rabbimize inkılab edeceğiz” demeleri şu anlama gelir; biz Rabbimizin şeriatına göre bu nimetleri kullanacağız demektir.
Burada erkek kurallı çoğul kullanılmıştır. Böylece araçların kullanılmasının toplulukta genel hizmet içinde yer alması anlamında olacağı ifade edilmiş olmaktadır. O halde diğer genel hizmetlere kıyas ederek hükümleri tamamlarız. Katib ve şahide zarar verilmez dediğimiz zaman; şoföre ve araba sahibine de zarar verilmez anlamı çıkmaktadır.
وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِهِ جُزْءًا(Va CaGaLUv LaHUv MıN GıBaDıHIy CuZEan)
“İbadını ona cüz’ yaptılar.”
Buradaki “Hu” zamiri “Rabbimize inkılab edeceğiz”deki Rabbe racidir. “Ca’lettiler”deki zamir ise söyleyenlere değil diğerlerine gitmektedir.
Kimdir onlar?
Kendilerine nebiler gelmiş olan evvelkilerdir; onların bugün yaşayan çocuklarıdır.
Bunu nereden istidlâl ediyoruz?
“Sen onlara yeri ve gökleri kim yarattı desen, onlar Allah diyeceklerdir” deniyor. Bugün sorabilmemiz için onların hayatta olmaları gerekir. Buradan anlıyoruz ki evvelkilerden maksat bugün yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerdir. Harfi tarifle geldiği için ahd için alabiliriz. O zaman Budistler ve Brahmanlar girmemiş olabilir. Bu âyetin delaletiyle taşıtları keşfedeceklerin Yahudi ve Hıristiyan olacaklarını anlıyoruz. Onlar keşfedecekler ama onu Allah’ın şeriatına kullanmayacaklarını, şirke dalacaklarını da öğreniyoruz. O’nun yarattığı insanları ona cüz’ yapmaktadırlar, yani ortak etmektedirler, O’nun bir parçası saymaktadırlar. Yani insanı tanrılaştırmaktadır. Ona şeriat koyma yetkisini vermektedirler. İnsanların kendi içtihatları ile amel etmeleri, serbest sözleşmeler yapmaları, ortak vekille karar almaları ve hakemlerin kararlarına uymaları gerekirken, merkezi kuvvetin diktasını tanrı yerine koymaktadırlar. Bu aynı zamanda tasavvufçuların vahdeti vücut inanışlarına da cevap vermektedir. O’nun ibadı O’nun cüz’ü olamaz. Bu çağ yani araçların keşfedildiği çağ, insanı tanrılaştıran çağdır. Tanrı tanımaz bir düzen istemektedirler. Allah’ın şeriatına göre değil, kendi akıllarına göre insanlığı yönetmek istiyorlar.
Tamamen sömürü sermayesinin bir tuzağı olarak ortaya çıkmaktadır. Önce insanları Allah’ın düzeninden uzaklaştıracak, boşlukta bırakacak, sonra kendi sömürüsünü sürdürmek için ne gerekiyorsa o kuralları koyacaktır. Din afyondur deyip sosyalistler kendi düzenlerini koymak istediler; aileyi, mülkiyeti, dini ve devleti yok etmek istediler. Sermaye insanları çalıştıracak ve sömürecektir. Ama bu sistemi yaşatamadılar.
إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ مُبِينٌ(EinNA elEıNSANa La KaFUvRun MuBIyNun)
“İnsan mübin bir kefurdur.”
Burada insan cinsini almıştır. Yani insanın yaratılışı böyledir. İnsan nankördür. Allah’ın nimetlerini inkar etmektedir. Kendisini onu var edenden üstün tutmaktadır. Herkes kendisini Allah’tan daha akıllı kabul ederek O’nun şeriatını beğenmemekte, güya kendisi daha iyi şeyler ortaya koymaktadır. Allah güneşi yaratmasaydı, gezegenleri ve ayı koymasaydı, gece ile gündüzü, yaz ile kışı düzenlemeseydi, canlıları var edip bugünkü mamur yeryüzünü koymasaydı, yeri bize beşik yapmasaydı, biz ne yapabilirdik? Allah’ın yetiştirdiği buğdayı Allah’ın yarattığı sulardan elde ettiği değirmenlerde un yapıyorlar da bu teknolojik yapıya dayanarak Tanrı’ya kafa tutuyorlar. Zavallılar, o buğdayın bir tanesini tüm ne imkanlar varsa bir araya gelsin de yapın bakalım.
Bir fıkra vardır. Biyologlar, biz canlıyı yaratırız demişler ve Tanrı ile yarışacaklarını ilan etmişler. Rahiplerle biyologlar bir araya gelmişler . Firavun’un sihirbazları gibi yarışmaya girmişler. Biyologlar anlatmaya başlamışlar. “Toprağı alırız, cam kabın içine koyarız…” demişler. Rahipler hemen itiraz etmişler. “Siz bizim Rabbimizin toprağını kullanmayın, siz toprağı var edin.” Ve yarış orada bitmiş.
İşte bugün lâiklik adı altında tanrısızlık yapılmaktadır. Tanrı dünya işlerine karışmazmış, Tanrı devlet işlerine karışmazmış! O zaman siz Tanrı’nın kâinatını bırakın, başka bir diyara gidin, beşinci boyutun dışına çıkan.
O halde lâiklik nedir, tanımlayalım.
Bir şey dinî olduğu için suç olmaktan çıkmaz, bir şey dinî olduğu için de suç olmaz. Yani dinin diğer sosyal müesseselerden farkı yoktur. Dinin hukukta ayrıcalıklı yeri yoktur. Bundan başka dinde zorlama yoktur. İlim tartışmaya, ekonomi çıkara, siyaset güce, din ise sevgiye dayanır. Dolayısıyla dini gruplar cemaatlerine zor kullanmazlar. Dinde zorlama yapılmadığı gibi dindarlar da başkalarına zorlama yapmazlar. Din ve ilim insanları eğitir kişileri toplulukta görev alacak şekilde yetiştirir. Ama onları istihdam etmek ise siyasete ve ekonomiye aittir. Din ne yapılacağına, ilim nasıl yapılacağına, ekonomi kimin yapacağına, siyaset de kimin olacağına karar verir. İşbölümü vardır, birbirlerinin işlerine karışmazlar. İnsanlar hissî hak ve hürriyetlerini dinî, fikrî hak ve hürriyetlerini ilmî, amelî hak ve hürriyetlerini meslekî, sosyal hak ve hürriyetlerini siyasî dayanışma ortaklıkları içinde kullanırlar. İlmî şura yasamayı, meslekî şura yürütmeyi, siyasî şura yönetmeyi ve dinî şura da denetlemeyi yüklenmişlerdir. İşte lâiklik budur. Yoksa lâiklik Allah’ı yani doğal ve sosyal kanunları inkâr etmek veya değiştirmek değildir. İnsanın gücü buna yetmez.
أَمْ اتَّخَذَ مِمَّا يَخْلُقُ بَنَاتٍ(EaM EitTaPaÜa MımMAv YaPLuQu BaNAvTın)
“Halk ettiklerinden benatı mı ittihaz etti?”
Allah insanları diğer bütün canlılar gibi erkekli dişili yaratmıştır. Bu tamamen biyolojik kanunların gereğidir. Elinizde birçok bozuk arabalar olsa, onların parçaları birbirine uysa, arabaları bozar, sağlam parçaları birleştirir ve sağlam araba yaparsanız; sonra da atölyeye gönderip artık bunun gibi arabaları yapın derseniz, ondan sonra hep sağlam arabalar üretilir. Böyle yapmazsanız hep bozuk arabalar üretilir. İşte, anneden gelen genlerle babadan gelen genler seçilir, sağlam olanlar alınır ve yeni sağlam gen yapılır, insan böylece sağlam olarak gelişir. Böyle olmasaydı birkaç nesil sonra insan artık dejenere olur ve yaşayamaz hâle gelirdi. Anne ve baba birleşir, annenin karnında ortak çocuk oluşur. Anne karnında büyür, sonra dünyaya gelir. Anne süt verir ve büyütür. Çocuk 15 yaşlarına gelince artık kendisi anne veya baba olacak güce erer. Ondan sonra serbest bırakılır.
Anne işte böyle ağır yükümlülük içindedir. Allah şeriat koymuş, baba anneye yardım edecektir. Çocuk doğuramadığına, süt veremediğine göre baba başka işler yapacaktır. Savunma işi ile nafaka işi babaya aittir. Kadınlar aşiret içindeki dayanışma ile çocuk doğurup büyüttükleri halde, erkekler gerek savunma gerekse kazanma işlerini kendi başlarına yapamamaktadır. Bu sebepledir ki önce bucak kurarak ortak kazançlar sağlamaya çalışırlar. Sonra ilde iç güvenliği sağlarlar, ülkede dış savunmayı temin ederler. Bunlar erkeklerin görevleri gereği kurulan teşkilattır ve dolayısıyla erkeklerin teşkilatıdır. Ama aşiretlerle insanlık ise kadın ve erkek için eşittir. Dolaysıyla orada birlikte iş görürler. Allah kadın ile erkeği bir nefesten yaratmıştır. Onlardan biri kendisine yakın değildir, diğeri uzak değildir.
Kadın çalışabilmektedir, siyaset yapabilmektedir, ancak askerlik yapmak zorunda değildir. Kadın çalışmak zorunda da değildir. İslâm’da kadın çiçek gibidir. Ağaçların kökleri vardır, gövdesi vardır, dalları vardır, dallarda yapraklar bulunur, dalların uçlarında da çiçekler vardır. Çiçeklerin olduğu yerde meyve yetiştirilir, yani çocuk yetiştirilir. Yapraklar erkeklerdir, üretim yaparlar. Dallar ve gövdeler ise kamu kuruluşlarıdır. Aşiret (ocak), kabile (bucak), il (şa’b), devlet (kavm) hep bu çiçeklere ve yapraklara hizmet ederler. Kamu hakim değil hadimdir. Halka hizmet ederler. Erkeklere hizmet ederler. Erkekler de kadınlara hizmet ederler. Böylece meyve olur, yani çocuk yetişir.
Batılılar ne yapıyorlar? Ağacı ters çeviriyorlar. İnsanlığı yani kökleri en yükseğe çıkarıyorlar; onun altına devletleri, onun altına illeri, onun altına bucakları, onun altına ocakları yerleştiriyorlar. Kadınları da erkeklerin yerine koyup çalıştırıyorlar. Çiçek olan kadınları, çocuk yetiştirecek kadınları o görevden alıyor ve onları çamurların içinde batırıyorlar. Böylece kadınlar hem kadınların hem de erkeklerin işlerini yapıyorlar.
وَأَصْفَاكُمْ بِالْبَنِينَ(Va EAÖFAvKUM BiLBaNIyNa)
“Sizi beninlerle mi ısaf etti?”
Sömürü sermayesi kadınları da işçi yapıyor. Çünkü kadınlar daha dikkatlidirler, daha çalışkandırlar, daha itaatkardırlar. Erkekler ise başka işlerde, kadınların yapamadığı işlerde çalışıyorlar. İslâm düzeninde erkeklere sağlanan çalışma gücü ile hem kendisini, hem eşini, hem de çocuklarını geçindirecek durumdadır. Ona sağlanan ücret ve kredi yeterli olmaktadır. Kadınlar ise çocuk yetiştirmek ve ev işleri yapmakla yükümlüdür. Bununla beraber onların da kredileri vardır, onlar da çalışırlar. Kazanırlar ama aile giderlerine katılmak zorunda değildirler. Bugün ise erkeklere sağlanan gelirler ve ücretler az olduğu için aileyi geçindirmek durumunda değildirler. Bu durumda zorunlu olarak kadınlar da çalışmaktadırlar. Erkekler çocuk doğurmadıkları ve bakmadıkları için boşturlar. İşte onları da sermaye kendi çıkarına çalıştırmaktadır, yani onları sömürmektedir. Yani onlara göre bir sermaye vardır, bir de devlet vardır. Devlete kadınları veriyor, sizin işlerinizi bunlar yapsın, üretimi bunlar yapsın, yaşamak için ne gerekiyorsa bunlar yapsın diyorlar. Erkekler ise bana çalışsın, üretim yapsın, artık değeri bana getirsin, benim sermayem artsın diyor. İşte onların istedikleri budur. Kadınlar olacak, kıymetli olacak ama topluluğun olacak devletin olacak, erkekler ise sermayeye ait olacaktır.
Burada “küm” zamiri gelmiştir. Muhatap olanlar insanlar değildir. Muhatap olanlar sömürü sahipleridir. Allah Kur’an’da ya doğrudan onlara hitap ediyor, ya da orada bir kul gizlidir, hazf olmuştur.
وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمَانِ مَثَلًا
(Va EiÜAv BuşŞıRa EaPaDuHuM Bı MAv WaRABa Li elRaPMANı MaÇaLan)
“Rahmana bir mesel darbettiği, kendisine tebşir edildiğinde.”
Kur’an başlangıçta tüm insanlara hitap ederek “Akledesiniz diye Kur’an’ı Arapça kıldık” demektedir. Yahut sadece mü’minlere hitap etmektedir. Evvelkiler içinde nebiler gönderdik, onlar onlarla istihza ederek deyip onları ayırmaktadır. Sonra onlara sorsan diyerek resulü onlara muhatap yapmaktadır. Onlara sorsan demekle, evvelkilerin bugünkü temsilcilerine hitap etmektedir. Yani bugünkü Batı uygarlığı muhatap alınmaktadır. Hem onlara hem bize birden hitap ederek kızları kendisine istifa etti de erkekleri size mi bıraktı demekteydi. Şimdi de onları bizden ayırarak “onlara müjde verildiği zaman rahmanı darbettikleri ile” yani kızın oldu dendiği zaman üzüldüklerini söylemektedirler.
İster kapitalist olsunlar, ister sosyalist olsunlar, onlar için erkek çok önemlidir. Çünkü erkek demek, ağır işleri yaptırabilecek yönetici kimseler geliyor demektir. Kadın onlar için ırgattan başka bir şey değildir. Sosyalistlerde de asker yetişmektedir. Kadınlar erkekler gibi savaşamazlar. Dolaysıyla onlar da kız çocuk istemezler.
Kur’an’ın bu ifadelerini anlamak için Sovyet yönetimini bilmek gerekmektedir. Sovyetlerde kadın evlenir ve üç dört çocuk yapar. Bütün ev işlerini o görür. Gider işçi olarak da çalışır. Evin yükü tamamen kadının üstündedir. Erkek iş yapmaz; elinde çanta yönetici olarak dolaşır. Fabrikada sadece müdürler erkektir. Bunlar yetmiyormuş gibi kadınlar içki içmedikleri halde erkekler içki içmekte ve sarhoş gezmekte; içki parasını da kadından almaktadır. Üç dört çocuk yaptıktan sonra kadın erkeği evden kovmakta, o da serbest yaşamak için memnuniyetle ayrılmaktadır. İşte ondan sonra kadın çocuklarını tek başına büyütmektedir. Erkek ise siyaset yapmaktadır.
ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا(JalLa VaCHuHUv MuSVadDan) “Yüzü simsiyah olur.”
İlk bakışta bugün sermaye sahipleri sömürücülerin bundan üzülmeleri gerekir. Onlarda kadın erkek birdir. Onlar için kadın kıymetlidir ama topluluk için kıymetlidir, ırgat olarak iyidir. Ama yönetici öyle mi; o erkek olmalıdır. Mason locaları hâlâ kadınları almamaktadır. Yahudilerde de kadın devre dışıdır. Biz kendileriyle yaşamadığımız için onların kız çocukları doğduğu zaman seviniyorlar mı üzülüyorlar mı, bilmiyoruz. Onların isteği az çocuk yapmaktır. Erkek demek çocuk yapmamak demektir. Kadın ne kadar az olursa çocuk o kadar az olur. Cinsi ilişki serbest olunca da bir kadın birkaç erkeği tatmin edeceği için onlara göre denge kurulur.
وَهُوَ كَظِيمٌ(17)(Va HuVa KaJIyMun) “O gizleyerek yüzü simsiyah olur.”
Güya bundan üzülmez ama içi yanar.
Bu âyette anlatıldığı şekliyle eğer gerçekten onların içleri böyle oluyorsa, sermaye sahibi veya iktidarda olan birisinin kızı olduğu zaman üzülüyorsa, bu âyet büyük mucizedir.
Biz onlarla birlikte yaşamadığımız için hallerini ve durumlarını bilmiyoruz. Ama onlar bunu duydukları zaman onlara mucize olmalıdır. Kızları kamuya yani devlete yamayarak kendileri erkek istiyorlarsa, Kur’an işte bu esrarı ortaya koymuş olmaktadır. Ben bunu tesbit etmiş değilim.
Allah’ın kanunları değişmez, her çağda ve her insan o duyguyu ve o düşünceyi taşır.
Kur’an’ı daima bugün ne oluyor diye düşünecek ve ona göre yorumlayacağız.