ZUHRUF SÛRESİ TEFSİRİ - XII. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي عَذَابِ جَهَنَّمَ خَالِدُونَ(74) لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ(75) وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا هُمْ الظَّالِمِينَ(76) وَنَادَوْا يَامَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ قَالَ إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ(77) لَقَدْ جِئْنَاكُمْ بِالْحَقِّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَكُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ(78) أَمْ أَبْرَمُوا أَمْرًا فَإِنَّا مُبْرِمُونَ(79) أَمْ يَحْسَبُونَ أَنَّا لَا نَسْمَعُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُمْ بَلَى وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ(80) قُلْ إِنْ كَانَ لِلرَّحْمَانِ وَلَدٌ فَأَنَا أَوَّلُ الْعَابِدِينَ(81) سُبْحَانَ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ(82) فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتَّى يُلَاقُوا يَوْمَهُمْ الَّذِي يُوعَدُونَ(83)
إِنَّ الْمُجْرِمِينَ (EinNa eL MuCRıMıYNa) “Mücrimler.”
Arada harfi tarif getirmeden “İnne” ile mücrimleri zikretmeye başladı. Burada fasl muttakilere yapılmıştır. Muttakileri anlattıktan sonra mücrimleri anlatmaya başlamıştır.
Muttakilerin mukabili mücrimler olmaktadır. Mü’minlerin mukabili kâfirler olduğu gibi mücrimlerin mukabili de mücrimler olmaktadır. Müslimlerin mukabili ise müşriklerdir.
Yeniden bunların tariflerini hatırlarsak:
Müslimler, hakemlerin kararlarını kabul eden ve askerlik bedelini veren kimselerdir.
Mü’minler, askeriliği bedenen yapan müslimlerdir.
Muttakiler, suç işlemekten kaçınan ve görevleri yerine getiren müslimlerdir.
Mücrimler, suç işleyen müslimlerdir; yani bunlar hakem kararlarına uyarlar, cizyeyi verirler ama suç işlerler. Bunlar mücrimdirler.
Cezaların bir kısmı dünyada infaz edilir, bir kısmı infaz edilmez.
- Bazı suçların cezaları dünyada infaz edilmez. Suçtur ama dünyevi cezası yoktur. Topluluk onu suç saymamıştır. Allah için ise o suçtur, cezası âhirette verilecektir.
- Suç işlenmiş ama ispat edilmemişse bu dünyada cezası verilmez, cezası âhirete kalır.
- Suç işlenmiş ama uzun zaman geçtiği için artık onu soruşturup mahkum etmek mümkün olmaz. Müruru zaman dolayısıyla bu dünyada cezası verilmez.
- Suç dar-ı harpte veya harb esnasında işlenir. Onları takip edecek bir kuruluş olmaz, cezası bu dünyada verilemez.
İşte bunların cezaları âhirette verilecektir.
İsm, zenb, fuhuş ve cürüm suç çeşitleridir.
İsm, sadece hukuki korunmadan yararlanamaz, yani o hususta doğan hakları mahkemeler korumaz. Dünyevi cezası yoktur.
Zenb ise kişilere karşı işlenmiş affı mümkün olan suçlardır.
Fuhuş, kamuya karşı işlenmiş suçlar olup tenkil de caizdir. Yani o suçu işleyemez hâle getirmek gerekir.
Cürüm, kişilere karşı işlenmiş olsa da affı mümkün olmayan suçlardır.
Bunların dışında fısk var, ricz var. Fısk, cezası çektirildikten sonra da şehadetten mahrumiyet gibi suçları içerir. Ricz ise geleceğe etkisi olmayan suçlardır.
Burada muttakilere karşılık mücrimler getirilmiştir.
فِي عَذَابِ جَهَنَّمَ(FIy GaÜABı CaHanNAMa)
“Cehennem azabında.”
“Cehennem” fırın demektir. “Cehim” de fırın demektir. “Cehim” yemek pişirilen fırındır. “Cehennem” ise kireç yakılan madenlerin izabe edildiği fırındır. “Saır” ateşsiz sıcak yer demektir. “Nâr” doğrudan ateştir. Bütün bunların gerçek mânâları vardır. Farklıdır.
Âhirette suçlular cezalandırılacaklardır. Bunda şüphe yoktur. Hem de gereği kadar ağır ceza ile cezalandırılacaklardır. Bunun şeklini ve biçimini bizim tasvir etmemiz mümkün değildir. Bizi ateşe atsalar yanıp gideriz. Cehennemin odunu yine insanlardır ama orada yanıp kül olmuyorlar. Bütün bunlarda mezaci mânâ vardır. Ne var ki gerçek mânâsı çok ağır bir şekilde cezalandırılmalarıdır. Cennete karşı cehennem.
Bunu aklen kabul etmeyenler vardır. Olabilir.
Biri çıksa da bu kâinatı peygamberlerin açıkladıkları kadar açıklayabilse, onlardan ileri seviyede açıklayabilse, biz de ona uysak, olabilir mi? Olabilir diyelim ama, kâinatı ve insanı peygamberlerden daha makul şekilde açıklayan bir teori henüz ortaya çıkmamıştır.
- Teorilerin başında geldik, yaşıyoruz ve gideceğiz. On milyar yıl için 100 yıl ne işe yarayacaktır. Sonra yaşadığımız dünya öyle ahım şahım bir dünya olsa geliriz, yaşarız, zevk alırız, gideriz. Ama bu dünya ıstıraplı dünya; doğumumuz acı, ölümümüz acı; ağlayarak doğarız, inleyerek ölürüz. Ne işimiz var burada? Bizi buraya getiren sırf bize eziyet etsin diye mi yarattı? Bu teorinin anlaşılır tarafı yoktur. Bu evrim kanunlarına aykırıdır. Bu doğanın hiçbir şey yeniden var olmaz ve yok olmaz kanununa da aykırıdır.
- Bu dünyaya geldik, bu dünyayı gördük, gideceğiz. Başka hayata gideceğiz ama bu dünyada işlediklerimiz burada kalacaktır. Yaptığımız iyiliklerin orada bir yararı olmayacak, kötülüklerin de bir zararı olmayacaktır. Bu varsayımın da bir anlamı yoktur. Sonuç olarak birinci teorideki çıkmazlarla karşı karşıya kalırız. O halde buraya geldik, âhirette yaptıklarımızın hesabını vereceğiz varsayımı en makul varsayımdır.
- Bu dünyaya geldik, imtihan oluyoruz, eğitiliyoruz, âhiretteki daha üstün hayatı yaşayabilmemiz için ders alıyoruz. İçimizden kimileri başaracak, kimileri başaramayacak. Başaranlar cennete gidecek ve orada daha sütün hayat yaşayacaklar. Bunun dışında konacak herhangi bir varsayım makul varsayım değildir, tam varsayım değildir.
- Burada cehennemlikler için ne söylenebilir? Onlar da geldiler, denendiler, sınıfta kaldılar. Ama sonunda onlara zulüm yapılmış olur. Onun için de en makul izah yeniden imtihana almak, yeniden eğitime almak ve yetiştirmektir. Başardıklarında o zaman cennete göndermek. Böylece hedef yaratılan insanların daha üstün hayata doğru yol almalarını sağlamak.
Bu arada teologların çoğu, hemen hepsi, kendi dinlerine uymayanları korkutmak için cehennemi bir eziyet yeri olarak görmektedir. Oysa burada “cehennemin içinde” denmiyor, “cehennemin azabında” deniyor. Azab bir tattır, tatlısıyla acısıyla bir tattır. Hattâ acının karşında olan tattır. “Ücace ve uzabe” bir acı bir tatlı demektir.
Bir annenin çocuk doğururken duyduğu acı da azaptır. Bir cerrahın keserken hastanın duyduğu acı da azaptır. Çünkü tatlıya götüren bir azaptır. Cehennem cennete götürdüğü için oranın azabı içindedirler denmektedir. Yani doğum sancılarını çekmektedirler.
خَالِدُونَ(PaLİDuVNa) “Haliddirler.”
Mücrimler haliddirler. Yani mücrimler de yok edilmeyeceklerdir. Cehennemde kalacaklar ama yok olmayacaklar. İlerde cennetliklerin de gidecekleri cennetten üstün hayat vardır. İşte oraya hazırlanmaktadırlar. Orada haliddirler yani ölmeyecekler.
Sonra orada uyku devreye girip azap azaltılmış olur.
“Fî azabi cehennem” “Hâlidûn”un mef’ulü bihidir, yahut hâlidir. Sıfat mevsuftan önce gelmediği için sıfat değildir. Zarfı mutlaktır. Cehennem azabında haliddirler anlamı da çıkar. Haberden sonra da haber olabilir.
Cehennem azabını haber alırsak, halid cehennemde değil de, ölümsüzdürler mânâsında anlarız. Yani cennete gidecekler de hâlid olabilirler. Çünkü “Fîhâ” demiyor.
İnsan cennetlik olsun cehennemlik olsun haliddir. Çünkü ölümsüzdür. Bu dünyada da haliddir. Yaratıldı, artık yok edilmeyecektir.
لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ(Lav YUFatTaRu GaNHuM)
“Kendilerinden fetr olunmaz.”
“Fetr” ara demektir, zaman içinde ara demektir. “Fitil” kesilmiş bez parçasıdır. “Fitne” karışıklık anlamına gelmektedir. Cehennem azabı onlardan fetr edilmez, ara verilmez, eksik edilmez. Bizim verdiğimiz mânâları teyit ediyor. Haliddirler ve süreklidir. Ara verilmez şeklinde ifade edilmiştir. Gerçekten korkulacak, çekinilecek bir azap.
Bize düşen tevbe istiğfardır. O’nun emirlerini yerine getirmektir. Suçlu olmamak, kimseye zulmetmemek. Kendi nefsimize zulmetmemek. Çevremize zulmetmemek.
Bundan emin olmanın yolu; namazlara devam etmek, Kur’an okumak, tereddüt hâsıl olduğunda hakemlere gitmek. Her konuda mutlaka içtihat yapmak.
Elimizdeki imkanlar bize emanettir. Onları yerinde ve uygun bir şekilde kullanmazsak zulmetmiş oluruz. Zamanımızı ve imkanlarımızı israf etmeden harcamalıyız.
Allah’a, cehennem azabından bizi koruyacak işler yapalım diye dua etmeliyiz.
وَهُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ(Va HuM FiYHi MuBLiSUvNa)
“Onlar orada müblis olacaklardır.”
Buradaki “Hi” zamiri azaba gitmektedir, cehennem azabına gitmektedir.
“İblas etmek” demek, iflas etmek demektir. “Fulus” metelik demektir, yani küçük para birimidir. Parasız kalma demektir. Hiçbir şeyi olmama anlamındadır. Kurtuluş ümidi kalmayan demektir.
Şeytanın adı “iblis”tir. Çünkü Allah ona kıyamete kadar tevbe kapısını kapatmıştır. Tevbe edip Allah’ın rızasına dönme imkanı kalmamıştır. Kıyamete kadar o iyilik değil kötülük yapacaktır. Onun işi odur.
Cehennemlikler de orada bir daha çıkmaktan ümitlerini kesmiş bir şekildedirler. Müebbet hapis. Ölümsüz müebbet hapis.
Her namazdan sonra, “Rabbim beni, annemi ve babamı, bütün mü’minleri mağfiret et, cehennem azabından koru.” diye dua ediyoruz. Etmeliyiz. Buraya giden insanlara acımalıyız. Olara da yardımımız olsun diye tebliğ görevimizi mutlaka yerine getirmeliyiz.
Adil Düzen Çalışanları neler yapacaklardır?
a) Bir lisan okulunu açacaklardır. Bu okul bir ilçe büyüklüğünde olacaktır. Şimdi bu okulu buralarda kursak bile ileride Mekke’ye taşıyacağız. Orada dünyadaki her dilden on kişilik aile olacaktır. Orada on sene kalacaklar.
b) Dil sitesinde Arapça öğrenecekler, kendi dillerinde tercümeler yapacaklar. Böylece her dilde Kur’an duyurulmuş ve yayımlanmış olacaktır. İmtihanlar açıp Kur’an’ı kendi dillerinden tercümeleri ile okuyanlara diploma vereceğiz. Bizim işlerimizde çalıştıklarında üstün ücret vereceğiz. Arapça öğrenmek, Kur’an okumak yalnız müslimlere değil, bütün insanlara moda olacaktır.
c) Dil sitesinde aynı zamanda bir meslek öğrenecek ve üretim yapacaklar, memleketlerine dönen mü’minler oralarda iş yerleri açacak ve Adil Düzen İşletmelerini kuracaklardır. Böylece Adil Düzen işletme örneklerini tüm dünyaya ulaştırmış olacaklardır.
d) Dil sitesinde bir üniversite kurulacak. Dünyanın bütün kutsi kitapları Arapçaya çevrilecek, Kur’an’la karşılaştırılacak. Kur’an da müsbet ilimlerle karşılaştırılacak. Dünya İslâmiyet’i yeniden öğrenecek. İnsanlar o cehennem azabından korunacaktır. Biz de korunacağız. Bizim işimiz öbürlerinden daha zordur. Çünkü Allah bize bildirdi. Tebliğ ile yükümlüyüz. Onlar daha tebellüğ etmedikleri için sorumlulukları bizim üzerimizdedir...
وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ(Va MAv JaLaMNAvHuM)
“Biz onlara zulmetmedik.”
Bu âyet bizi biraz rahatlatmaktadır.
Allah asla zulmetmeyecek, kimseye kendi yaptığı suçun cezasından fazlasını vermeyecek, bu dünyada çektiği ıstıraplar bile mükafatlandırılacaktır.
Çocuk doğduğu andan itibaren ıstırap içindedir. Ona hep sevap yazılmaktadır. Âhirette çektiği tüm sıkıntılar eğer onun eseri değilse yani kendi suçunun cezası değilse, o ona ücret için sebep olacaktır. Bu sebepledir ki babası kâfir olsa bile, baliğ olmadan yahut mümeyyiz olmadan vefat eden kimse cennettedir. Hattâ baliğ olmuş, iman edememiş, ameli salih işeyememiş ama suçlu da değilse, o da cennettedir. Hasta olanlar, ıstırap çekenler eğer kendileri zalim değilse, hepsi karşılığını alacaklardır.
“Biz onlara zulmetmedik.”
Mücrimlere bile zulmetmedik ki, mücrim olmayanlara zulmedelim.
Demek ki ümitsizleşip müblis olma yoktur. O bize zulmetmeyecek.
Kur’an’da âhirette olacaklardan bahsederken muzari sigası kullanacağına mazi sigası kullanır. Bizi oraya götürür ve orada anlatmaya başlar. Biz orada imişiz gibi canlı yaşamağa başlar. Zulmetmeyeceğiz değil, zulmetmedik. “Nefislerine zulmettiler” diyor. Yani orada bu dünyadan başlayan olayları anlatmaktadır.
وَلَكِنْ كَانُوا هُمْ الظَّالِمِينَ
(Va LAvKıN KANUv HuMu elJAvLıMIyNa)
“Velakin onlar zalim oldular.”
“Biz onlara zulmetmedik ama onlar kendileri zalim idiler.”
“Zalimîn” “Kâne”nin haberidir. “Hum” “vav”ın te’kididir. “Enfusuhum” demektir. Zalim oldular değil de, zalim idiler. Dünyada zalim idiler, şimdi onun cezasını çekiyorlar.
Zalim olmamamız için ne gerekiyorsa yapmak durumundayız.
Adil olmak gerekiyor. Adil olmak demek, kararlarda tarafsız olmak demektir. Allah ne emrediyorsa onu yapmak demektir. Zalimlerin tarafında olmamak demektir.
Biz Ergenekon operasyonuna karşıyız. Neden? Çünkü kurunun yanında yaş da yanmaktadır. Suçluları bulacağız diye suçsuzlara eziyet ediliyor. Eğer bir ülkede “Adil Düzen” yoksa, orada “zalim düzen” vardır demektir. Zalim bir iktidar olacak ve zulmedecektir. Zulmetmezse o iner, yerine başka bir zalim çıkar ve o zulmeder. Zalimleri sık sık değiştirmek iyi değildir.
Şimdi Ergenekon operasyonunu yürüten iktidarda olanlar dün onların yerinde idiler. Şimdi onlar onları mahkum edecekler. Kim gelecek? Ya iktidarda olanlar zulmedecek, ya da kendileri gidecek, başka zalim gelecektir. Zulüm düzeninde iktidar olanlar ya orada kalmaz yahut zulmederler. Erbakan 11 ay kaldı. Bunlar beş sene kaldı. Bundan sonra zalim olurlarsa kalırlar. Ama olmak isteseler de zalim olamazlar. Çünkü o eğitimi almadılar.
İtalya’da temiz eller operasyonu yapıldı da ne oldu? “Adil Düzen” mi geldi, huzur mu geldi? Biri gitti öbürü geldi.
Yapılacak iş nedir?
Hep söylüyoruz; yapılacak iş “Adil Düzen” kurmaktır. “Adil Düzen”de suç işlendiği gün cezası verilir. “Adil Düzen”de suç işleyen iktidara getirilmez. Ama orgeneral yapmışsanız onun zulmüne tahammül etmek zorundasınız.
Bugün Türkiye’de ihtilal hazırlanıyor. Kim hazırlıyor? Sokaktaki çapulcular hazırlıyor. Bunu önlemek için emekli orgenerallerin gerekli tedbirleri alma hazırlığında olmasını doğru bulmaz mısınız?
O halde zalim olmamak için ne yapmalıyız?
“Adil Düzen”i getirmeliyiz. Bu nasıl olacak?
a) Önce apartman veya ocak kanunu çıkarılmalı, ocak başkanına büyük yetkiler verilmelidir. Ocaktan ayrılmak isteyene hemen evinin parası verilmeli ve başka ocağa taşınma imkanı tanınmalı. Ya bu ocak başkanına itaat et ya da ayrıl. Ayrıldıktan sonra zulmetmişse dava açabilirsin.
b) Bucak kanunu çıkarılmalı, bucaklar kurulmalıdır. Bucaklar kendi kanunlarını kendileri yapmalıdır. Suçları ve cezaları kendileri tesbit etmelidir. Hakem kararları ile hukuk devleti kurulmalıdır. Yargı kararları kesin olmalı ve o bucağı terk etmedikçe kesin olarak uymalı. Uymayan öldürülebilmelidir. Hukuku tanımayan hukuktan yararlanamaz.
c) Sonra il kanunu çıkarılmalı, iç güvenliği il sağlamalıdır. Halk askerliğinin bir kısmını ilinde jandarma olarak geçirmelidir. Bucaklarda, il ve ilçe merkez bucaklarında hakemlerin aldıkları kararlara uymayanları öldürme görevi yüklenmelidir. Hakem kararlarına uymayanın tek cezası var, öldürülme. Başka türlü hukuk yürümez.
d) Ülkemizde 12 ordu teşkil edilmeli İsteyen vatandaşlar bedel verip askere gitmemeli. Asker olmak isteyenler de istedikleri orduya katılma hakkına sahip olmalıdır. Askerlikte mutlak itaat vardır. Hukuk düzeni yoktur. Sadece devlet diyetini öder.
İşte devlet ve bölge bucaklarında yüksek mahkemeler vardır. Onlar tarafsız mahkemelerden oluşur. Kararları kesindir. Karakollarda soruşturma yapılmaz.
Soruşturma önce sözlü yapılır. Tanık ve sanıkların yanına gidilir. Soruşturmacı soruşturmalar yapar. Sonra sözlü soruşturma yazılı soruşturmaya çevrilir. Vardığı kesin kanaatle tanıklık yapacağını hakemlere bildirir. Dosyayı tetkik eden hakemler tanıklığını kabul eder veya reddederler. Kabul ettikten sonra onların tanıklık ettiği hususta kararlarını verirler. Soruşturmacı büyük takdir yetkisine sahiptir. Hakemler soruşturmacının takdirini onaylar veya reddederler. Takdirlerine karışmazlar. Hakemlerin tesbitte takdir hakları yoktur. Hukuki hükümde takdir yetkileri vardır.
Bucak başkanı gerek görürse duruşmalı soruşturma yapılır. Sanık veya tanık mahkemeye çağrılır. Soruşturmacılar sorar. Onlar da ifade verirler. Gelmezse hukuka karşı gelmiştir. İnfazı yapılır. Soruşturmacıların talebi ve başkanın kararı ile soruşturma duruşmalı yapılır.
Duruşmalı soruşturmada hakemler gerek görürlerse karakol soruşturması yapılır. Burada işkence yapılır, ama başkaları yapsa ne ceza verilecekse diyet olarak soruşturma fonundan ödenir. Soruşturmanın sonucu ne olursa olsun bu ödenir.
İşte böyle bir düzen kurarsanız, o zaman geçmişe şamil soruşturmaya da karar verebilirsiniz. Ama peygamberler zulüm düzeninde işlenen suçlardan dolayı insanları mahkum etmemişlerdir.
وَنَادَوْا(Va NAvDaV) “Ve nida ettiler.”
İstikbali anlatıyor ama mazide imiş gibi anlatıyor. “Nida ettiler” diyor. Oysa nida edeceklerdir. Muzari mazi olmalıdır.
“Nedve” köy odası dedikleri cemaatin toplandığı yerdir, aşiretin toplandığı yerdir.
“Nida” da oraya çağırmadır, davettir.
Bir işi yapması için karşındakine söylediklerin nidadır.
Âhirette de aşiretler olacaktır. Aşiretler bir yönetici tarafından yönetilecektir. Onun için ona “mâlik” denmektedir.
İki sistem çok farklıdır.
Askeri sistemde kişiler kurallara değil emirlere uyarlar. Amirlerine karşı sorumludurlar. Üst asta mutlak şekilde hakimdir. O ne derse onu yapar. Askerlikte üst astı gerektiğinde öldürebilir. Maliktir. Hükümdardır.
Hukuk yönetiminde ise kişiler emirlere değil kurallara uyarlar. Amirlere karşı değil, hukuka karşı sorumludurlar. Cehennemde askeri yönetim vardır, hukuk yönetimi yoktur. Zorunlu çalışma yerlerinde de askeri yönetim vardır. Be sebeple burada “ey mâlik” diyor.
يَامَالِكُ(YAv MAvLiKu) “Ey mâlik.”
“Ey aşiretimizi yöneten kişi.” diye hitap ediyorlar.
Askeri düzende üstü atlayarak daha üste gidemezsin. Herkes kendi üstü ile sorunları çözmek zorundadır. Üst astın astını doğrudan muhatap alamaz.
Hukuk düzeninde ise insanlar doğrudan herkesle, en üst kademeyle karşı karşıyadırlar ve muhataptırlar. Bu sebepledir ki diğer bütün insanlarla seviyesi ne olursa olsun mahkemede muhatap olur. Hakemini seçer ve davasını açar. Hakem bulamazsa topluluk onu reddetmiş olur, oradan hicret etmek durumunda kalır
لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ(Lı YaQWı GaLaYNAv RabBuKa)
“Rabbin bize kaza etsin.”
Bugünkü düzende ne yapıyorlar?
Önce karakola alıyorlar ve dayak atıyorlar. İşkence yapıyorlar. Her sanık hele bir buradan kurtulayım diyor. Savcılığa gidince nefes alıyorlar. Savcılıkta kapalı soruşturma vardır. Mahkemeye çıkınca nefes alır. Artık mahkemenin bitmesini bekler. Orada da davalar uzadıkça sıkıntı başlar. Nihayet dava hükme bağlanınca artık rahatlama olur. Kişi seneleri doldurmaya başlar.
Cehennem bugünkü hapishanelere benzer. Suçlu bir türlü orada ne kadar kalacağını bilemez. Davanın bir anda bitmesini, gereken cezanın belli edilmesini ister.
Gerçi sıkıntıdan Rabbine söyle bizi öldürsün şeklinde yorumlar vardır. Ancak biz bu yorumu benimsiyoruz. İslâmiyet’te hapishane yoktur. Kişi kendi isteğiyle mahkemeye gelir. Mahkemenin kararına kendi isteği ile uyar. O zaman sadece işlediği fiilin cezasını çekmiş olur. Cenazesi kılınır. Müslüman mezarlığına gömülür. Nüfustaki kaydı muteber bir kişi olarak devam eder. Malları mirasçılara kalır. Hakem kararlarına uymazsa veya mahkemeye gelmezse o hukuka karşı çıkmış olur. Onun hukuk tarafından korunma hakkı yoktur. Askeri infaza havale edilir; hakemlerin kararı ile havale edilir. Askeri infaz yapılır yani öldürülür. Mürtet sayılır. Çukura atılır. Nüfusta kaydı silinir. Malları ganimet olur.
Burada “Rabbin” diyorlar. Âhirette de Rablik var demek, evrim vardır demektir. Cennette olsun cehennemde olsun daima ileri gidiş vardır.
قَالَ إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ(QAvLa EınNaKuM MAKISUvNa)
“Siz makisiniz dedi.”
Cehennemdeki hapishane hücresi bir ocak kadardır. On kişi kadar aile birlikte kalırlar. Onların başına bir gardiyan konur. İşte onun adı mâliktir. Mâlik de onlarla yaşar. Derecesini yükselterek oradan ayrılacaktır.
Burada şu sorulur. Cennette insanlar eşleriyle ve çocuklarıyla beraber olacaklardır. Oysa cehennemde eş ve çocukları onları ziyaret edecektir ama onlar dışarı çıkamayacaktır. Onlar oradan hariç olacak değildir derken, mahkum iken dışarı bırakılmazlar demektir.
“Siz makissiniz” demektedir.
Âyette “siz sakinsiniz” demiyor, “siz makisiniz” diyor.
“Maks etme” demek, kısa zamanda durma yahut geçici olarak durma demektir.
Kur’an’ın bir âyetini okuyup sonra bir o kadar zaman tezekkür için durmaya meks denir. Kur’an bunu emretmiştir. İşte burada çok önemli bir haber verilmektedir.
İnsanlar cehennemde sakin değil makistirler. Bir müddet kalıp çıkacaklardır, cezaları dolduğunda çıkacaklardır. Ama ne kadar kalacakları belli değildir. Bunun sebepleri şunlardır.
- Dünyada yaptıklarına göre cezaları az veya çoktur. Hesapları görülmüştür. Ama cezaları tam belirtilmemiştir. Azamisi bellidir, asgarisi belli değildir.
- Cehennemdeki durumlarına ve oradaki amellerine göre cezaları erken bitebilir. Mâlike tüm yetki verilmiştir. Bu yetkilerin içinde iyi hâlinden dolayı cezaları kısaltma yetkisi de mâlike verilecektir.
- Allah her zaman gafur ve rahimdir. Zaman zaman af çıkararak müddeti kısaltabilir.
- Allah çokça ibadet eden cennetliklerin duaları ile de cezayı tahfif edebilir. Biz dua ediyoruz; beni, annemi ve babamı ve mü’minleri mağfiret et diyoruz; mü’min anne ve babamızı demiyoruz. Demek ki mü’min olmasalar da iyi evlat yetiştiren anne baba mağfirete lâyık olacaktır.
لَقَدْ جِئْنَاكُمْ بِالْحَقِّ(LaQaD CıENAvKuM BiLHkKi)
“Size hak ile geldik.”
Cehennemdeki konuşmalar burada kesilmektedir. Allah doğrudan bizlere hitap etmektedir. Kur’an şimdi bize hitap edecektir.
Şimdi size hakkı getirdik, hak ile geldik demektedir.
“Hak” demek, söylenen cümle ile onun ifade ettiği mânânın dışarıda gerçek olmasıdır. Kur’an haktır. Çünkü orada söylenenlerin hepsi gerçektir. Bunu doğrulamak elimizdedir. İçinde bildirilenlerin neler olduğuna bakarız.
Aşağıdaki yoklamadan onun hak olup olmadığını biliriz.
- Söylediklerinin bir kısmını bizim tahkik etmemiz mümkündür. Nitekim Kur’an’ın söyledikleri ile tarih buna şahit olduğu gibi bugün de birçok ilmî gerçekleri ifade etmektedir. Kur’an’ın 25 tür 250 mucizesi tarafımdan yazılmış, Hasan Özket’e verilmiş, o da iade etmiştir. Şimdi Reşat Erol’dadır, o üzerinde çalışmaktadır. İsteyen ondan kopya alıp üzerinde çalışabilir. Kur’an’ın nasıl bir hak kitap olduğu orada görülecektir.
- Söylenenler içinde açıkça beyan edildiği halde yanlış olan bir şey bulanmamaktadır. Oysa her beşeri eserde birçok hatalarla karşılaşılır. Kur’an muhkem kitap olarak varlığını korumaktadır.
- En önemli husus Kur’an’ın çözümler üretmesidir. Kur’an’dan istidlâl edilen “Adil Düzen” çağın bütün sorunlarını çözmektedir. Okuyup anlamak istemeyenler çıkmazların içindedirler.
- Milyarlarca insan tüm karşı baskılara rağmen ona sarılmış, devem etmektedirler. Oysa sosyalizm kırk milyon insanı ölüme gönderecek ağır baskıya rağmen bugün onun yandaşı yok gibi.
Kur’an’ın hak olduğunu kendisi ilan ediyor. Kimse çıkıp da Kur’an’ın şurası yanlış diyemiyor, tartışamıyor. İlhan Arsel saldırmış, saldırmış; herkes onu okumuş, okumuş ama verdiğimiz cevaba cevap verecek bir takat yok ortada. Onlar uzaktan saldırır, karşı karşıya gelemezler, karşılıklı oturup seninle müzakere edemezler.
وَلَكِنَّ أَكْثَرَكُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ(VaLAKıN EaKÇaRuKuM LıLXaqQı KaRıHUvNa)
“Lâkin ekseriniz hakkı karihsiniz.”
Biz size hak ile geldik. Ama sizin çoğunuz haktan hoşlanmıyor.
“Keriha” hoşlanmamaktır. “İkrah” ise zorlamaktır. Burada “Lam” ile taaddi etmiştir. Kur’an’da lamsız da meful almakta, lamla da almaktadır. Kerihe’l-hakki, haktan hoşlanmadı. Kerihe li’l-hakki, hak için yapılanlardan hoşlanmadı anlamı çıkmaktadır. Bizzat haktan değil de, hakkın kendi aleyhlerine tecellisinden hoşlanmamaktadırlar.
Bir topluluk düzen içine girecektir. Düzen hukuk düzenidir, yani haklar düzenidir. Kurallar vardır. O kurallar içinde kişiler hareket etmekte, kendi içtihatları ile amel etmekte, sonuçlarından da kendileri mesul olmaktadırlar. Herkesin hak ve hürriyetlerinin sınırı başkalarının hak ve hürriyetlerinin sınırıdır. Bunu kim belirler? Fiil işlendikten sonra hakemler belirler. Kişiye fiilden önce kimse karışmaz. Fiili kişi kendi içtihadı ile yapar. Kendisinin de katıldığı dayanışma ortaklıkları vardır. Onlardan fetva alarak bir amel yaparsa onun diyetine dayanışma ortaklığı katılır. Hatta paylaşır.
İşte hak düzeni budur.
Bugün dayanışma ortaklıkları yoktur. Diğer taraftan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı yoktur. Çünkü bunlar atanmış kimselerdir. Bu durumda hakkın tecellisi mümkün görülmemektedir. Güçlü olanlar bu durumdan hoşlanıyorlar. Nasılsa bana kimse dokunamaz diyorlar. Deniz Baykal beş seneden fazladır dokunulmazlıkların kaldırılmasını savunuyor. Çünkü kendisine nasılsa kimse dokunamaz. Ama bugün onlara dokunuluyor. Oysa dokunulmazlık kalkmalıdır ama adil yargı sistemi gelmelidir. Hakim sistemi yerine hakem sistemi getirilmelidir. Adil soruşturma kurumu kurulmalıdır. Savcılık siyasi partilerin avukatlarını belirlemelidir ve bir tarafa imtiyaz tanınmamalıdır. Bilirkişi müessesesi teminatlı olmalıdır. Yargının her kademesi yine yargı denetiminde olmalıdır.
İşte gelen hak bunlardır.
Hak burada marife olarak gelmiştir. O halde bilinen ve beklenen haktır. “Adil Düzen”in açıkladığı haktır. İnsanların ekserisi zulüm sevdalısıdır. Başkalarına hükmetmek istemektedirler. Onun için adil bir yargılama sistemini kabul etmemektedirler. Ezebiliyorsa, kendisi de ezilse olabilir.
أَمْ أَبْرَمُوا أَمْرًا(EaM EaBRaMUv EaMRan)
“Onlar bir emri ibram mı ettiler?”
“Em” atıf harfidir. Sual sorarken “Men fî eldâri Ahmedun ev Muhammedun” derseniz, darda/evde birinin olduğunu biliyorsunuz ama kimin olduğunu bilmiyorsunuz. Hangisinin evde olduğunu soruyorsunuz. Buna evet veya hayır cevabı verilemez. Çünkü hangisinin olduğu bilinmez. Buna muttasıl em denir. Cümlenin içinde geçmektedir. Emi munkatı’ ise burada olduğu gibi bir sorunun aydınlanmasını değil, karşı düşünceyi ortaya koyar. Türkçedeki “yoksa” ile ifade ederiz.
“Ahmet bugün gelmedi, yoksa hasta mıdır? “Mâ câe ahmedin em huve sakimun?” dersiniz. Ev kelimesinde birinin tercihi olabilir. İkisi birden olabilir. Ahmet’ten veya Mehmet’ten biri veya ikisi geldi mi diye sorabilirsin. “Naam/Evet” derseniz, biri mutlaka gelmiştir. “Ekserisi haktan karihtir” cümlesine atıftır. Onlar hakkı haktan karih oldukları için reddettiler. Yoksa onlar bir işi mübrem mi gördüler? Önemli mi gördüler? Topluluk basit ve kolay yapılacak şeyleri zor görür ve zorları kolay görür.
Türkiye devletinin gırtlağa kadar borcu vardır. Buradan kurtulması gerekir. Bunu yapmak ise bugün Türkiye için çok basittir.
- Türkiye devletinin elinde henüz özel mülkiyete intikal etmemiş topraklar vardır. Bunların hemen her yerinde doğal tarım yapılır ve çok verimli sonuçlar alınır. Bunun dışında buralarda dinlenme yerleri yapılır. Yabancıların gelip yerleşmelerine izin verilir. Ülkemizi seven, hattâ bize din olarak veya ırk olarak yakın olanlar yerleştirilir. Mesela Çin Müslümanları ki ırken Türktürler, yerleştirilebilir. Böylece onların emekleri ile Türkiye borçlarını bir iki sene içinde öder. Öyle yapılmıyor. Onların Türkiye’ye gelmesi önleniyor. Gelenler sefalet içinde yaşıyorlar. Buna mukabil Batı’dan borç alınarak Türkiye satılmaktadır. Yani onlara bakir toprak bırakmak için cinnet denen siyaset güdülmektedir. Oysa insanlar gelsin, bu topraklarda yerleşsin, hem nüfusumuz artsın, güçlü olalım hem de borçlardan kurtulalım.
- Bu dağlar güçlü ve güzel dinlenme yerleridir. Dinlenme yerleri yapalım. Gelsinler, dinlensinler, bize arazi bedelini ödesinler, istedikleri zaman da paralarını alıp gidebilsinler. Biri gelir, biri gider...
- Bizim borç paraya ihtiyacımız yoktur. Doğamız var, tesislerimiz var, emeğimiz var, eğitimli kadrolarımız var. Neyimiz eksik? Buna rağmen hâlâ Batı’dan kredi yani borç alıyoruz! Bu yapılanlar göz göre göre ülkeyi satmanın dışında ne ile izah edilebilir?!.
- Kıymetlenmiş olan YTL ile dolar alımı ve borç ödenmesi! Tam bir cinnet hâli.
Geçen günlerde Süleyman Akdemir birisiyle konuşuyordu. Benden söz edildi ve uçuk fikirlerim olduğu söylendi. Bunu söyleyen kişi Akevler’in desteği ile hayatını sürdürmektedir. İçinde yaşadığı nimetin uçuk fikirlerden oluştuğunun farkında değildir.
Kur’an “ne söylerlerse sabret” diyor. “Senin sabrın âlemlerin Rabbi içindir” diyor.
Onlar gerçekleri ulaşılmaz olarak mübrem görürler. Dolayısıyla şeytan gibi ümitlerini keserek iblas ederler. Yahut basit ve gereksiz şeyleri mübrem görüp asıl mübrem olanları ihmal ederler.
فَإِنَّا مُبْرِمُون(Fa EınNAv MuBRıMUNa) “Biz de ibram etmekteyiz.”
Onların küçük görüp “Allah bu kadar basit şeylerin hesabını sormaz” dediklerinin hesabı sorulacaktır.
Yeryüzünü Allah yaratmıştır. Bir hücre milimetrenin on binde biri kadar büyüklüktedir. Orası yüz binlerce, hattâ milyarlarca işçi çalıştıran bir işyeridir. Onların her biri ayrı ayrı vazifelerini yaparlar da biz de o sayede yaparız. Onları yaratan ve yöneten Allah bizi mi ihmal edecek. Ben karışmam, siz ne yaparsanız yapın mı diyecek.
İlk parçacık yaratıldığı zaman ona öyle özellikler verildi ki, bugünkü kâinat o parçacıktan oluştu. İlk canlı var edildiği zaman öyle program yapıldı ki, canlılar hâlâ o programları kullanıyor. İnsan da onun içinde.
Kâinatta her şey hesaplanıp takdir edilmiş, fazla bir şey yok.
Eksik var mı, biri çıkıp bu eksik yapılmış diyen var mı? Buna gücü yeten var mı? Bu böyle olsaydı daha iyi olurdu diyebilen var mı?
Kâinatı eksiksiz var eden şeriatı mı bilemedi de onun hükümlerinin dışında cahiliye hükümleri istenmektedir. Allah her şeyi çok önemli görmüştür. Bugün zulme müsade etmektedir. Çünkü kış gelmeden yaz gelmez. Onun sünnetidir.
أَمْ يَحْسَبُونَ أَنَّا لَا نَسْمَعُ (EaM YaXSaBUvNa EanNAv Lav NaSMaGu)
“Biz sem’ etmeyecek miyiz hesap ediyorlar?”
Burada ikinci defa “Em” gelmiştir. “Fi’d-dari Zeydun em Amrun em Hasanun?” dediğimizde, “Evde kim var, Zeyd mi, Ahmet mi, Hasan mı?” diyebilir gibi.
Mukataa “em”lerde de tekrar mümkündür. Yalnız ikisi arasında zıtlık sözkonusudur. Biri varsa diğeri yoktur. Burada “em” biz mübreme atıftır. Biz de ibram ediyoruz, yoksa onlar bizim işitmediğimizi sanarak mübrem gördüklerimizi yapamayacağımızı sanıyorlar anlamındadır. Yani bu “Em” yukarıdaki “Em”in ikinci atfı değildir.
سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُمْ(SırRaHuM Ve NaCVAvHuM)
“Sırlarını ve necvalarını.”
“Sır” gizli yapılan işlerdir. “Necva” gizli konuşulanlardır. Biri kavil diğeri fiildir. Önce sırlarını söylemekte sonra necvalarından bahsetmektedir.
Tarihte olaylar olur. Mesela Sivas olaylarını tertip edenler bugünlerde muhakeme edilen derin güçlerdir. Bunlar bunu kendi çıkarları için yapmadılar. Ülkenin çıkarları için böyle bir tertibi uygun gördüler. Böylece ülkenin çıkarları için birçok masum canı yaktılar. Yetmedi, suçsuzları hapishanelere doldurdular. Bunları kim düzenledi? ABD düzenledi ama kimin eliyle? Kandırılmış vatanseverler. Fakat Allah ne yapıyor? Bir gün ortaya çıkarıyor. Sır ve necvaları ortaya çıkıyor. Böylece aldatıldıklarını anlıyorlar.
Âhirete varıldığında her hareket adım adım yazılmış olarak ortaya çıkacaktır. O olayları tertipleyip onların tezgahlarına âlet olanların çoğu bugün yoktur ama onlar hesap vereceklerdir. Yaptıkları bugün de ortaya çıkmaktadır.
Sır gizli, necva kapalı demektir. Gizli demek, toplanıldığını da bilmiyoruz demektir. Bu sırdır. Necvada toplanıldığını biliyoruz ama ne konuşulduğunu bilmiyoruz.
بَلَى(BaLAy) “Öyle değil.”
Öyle değil, biz onların sırlarını ve necvalarını sem’ ediyoruz. Allah bütün yaptıklarını işitmektedir. Bilmekte ve ona göre kâinatı tedvir etmektedir.
Biz, ya “Adil Düzen” gelecek, ya da dünya sosyal tufana uğrayacaktır derken zaten bunu söylüyoruz. Bir asır sonra dünya “Adil Düzen”e kavuştuğunda geriye baktığımızda sosyalizm gibi sosyal tufanlar olabilir. Kırk milyon değil dört milyar insan ölmüş olabilir.
Onlara yani anlamak istemeyenlere “sosyal afeti” bir kere daha hatırlatalım.
Hava, su, toprak ve canlı kirlenmektedir. Biyolojik, kimyasal, tahrip edici silahlar ve atom bombası yeryüzünü küllük hâline çevirebilir. Doğum kontrolü, tek evlilik, tedavi tababeti ve kitle imha savaşları insanlığı ölüme götürmektedir. Zinayı serbest bırakıp çok evliliği yasaklayan mantık yeryüzünde daha ne kadar zaman yaşayabilir.
وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ(Va RuSuLuNAy LaDaYHıM YaKTuBUvNa)
“Resullerimiz yanlarında yazmaktadırlar.”
Olayların filmi çekilmektedir. Dört boyutlu uzayda bunlar yazılıdır. Ancak bunların sevap ve günah değerleri ise takdiri gerektiriyor. Bunlar bilgisayarlara kaydedilmektedir. Herkesin sağında sevapları yazan, solunda da günahları yazan melek vardır. Bir de bunlar arasında ihtilaf olursa baş hakemlik yapan bir melek daha vardır. İnsan âhirete geldiği zaman bu üç melekle beraber gelecektir.
Biz de tuttuğumuz muhasebe ile tamamen insanın yaptıklarını kayda almaktayız. Alacaklının yazıcısı vardır. Borçlunun yazıcısı vardır. Bir de genel yevmiye yazıcısı vardır.
Bu âyete dayanarak gizli istihbarat örgütünün kurulması gerektiği hususu ortay çıkar. Şöyle ki, herkes bu tür görüşmelerde necvada, sırda elde ettiği bilgileri kendi hizmetlisine bildirecektir. Bu da haberleşme hizmetlisidir. Herkes bildiklerini kendi haberleşme hizmetlisine bildirir. Böylece alınan haberler kişilere ulaştırılır. Kişiler kimlerin haber verdiklerini bilmezler ama haberi bilirler.
Gizli örgütte yasak olan, kişinin kendisi aleyhinde kendinsin haberi olmadan dosya tutmaktır. Kişi hakkında dosya tutulacak, yalan-doğru ne haber gelirse o dosyasına girecektir. Kendisine; senin hakkında bunlar söyleniyor denecek, o da dosyasına girecektir. Cevabı da haber verenin dosyasına girecektir. Tanıklar soruşturma yaparken kişi kendi dosyasını onlara gösterecektir. Herkesin evrak hizmetlisi vardır. Bunlar o dosyada yer alır. Haberler haber almada toplanır. Evrakta dosyalanır.
Yirmi beş (25) genel hizmetle ilgili âyetler böylece Kur’an’da serpiştirilmiştir.
قُلْ إِنْ كَانَ لِلرَّحْمَانِ وَلَدٌ (QuL EiN KAvNa Lı eLRaXMANı VaLaDun)
“Rahman’ın bir veledi olsaydı de.”
Kur’an “dinde/düzende zorlama yoktur” deyip düzende dahi zorlamayı kaldırdığı halde, şirk konusunda en küçük bir taviz dahi vermemektedir. Zorlamasa bile şirke karşı büyük cephe almıştır.
Hazreti İsa peygamberliğini insanlığa kanıtlamıştır. Bugün iki milyar insan onun peşinden gitmektedir. Hıristiyanlığın çıkmazı, Hazreti İsa’dan sonra gelen Pavlus’un Hazreti İsa’ya taptırması ile bozulan dindir.
Bu nedir?
Hazreti İsa şeriatla ilgili hüküm getirmemiştir. Yaptığı şey Tevrat’ı beşerileştirmek ve insanlığı lâik düzene çağırmak olmuştur. Roma Hıristiyanlara tarihte görülmemiş eziyetler etmiştir ama, sonunda teslim olmuş ve kendisi Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Kendi imparatorluğunu da sürdürmek için de Hazreti İsa’yı peygamber değil de tanrı kabul etmiştir. Onun ruhani temsilcisi papa olmuş, dünyevi temsilcisi de imparator olmuştur. Yani imparator kendi yüceliğini korumak için Hazreti İsa’yı tanrılaştırmıştır. Onlara göre Hazreti İsa’nın yeryüzünde iki temsilcisi bulunmuştur; patrik ve imparator.
Kur’an bu anlayışa şiddetle karşı çıkar. Hıristiyanların bu evlatlık hikâyesini şiddetle reddeder. Değişik âyetlerde ve değişik yerlerde buna işaret eder.
Bizim Avrupa Birliği’ne girmemiz veya Hıristiyanlarla işbirliği yapmamız için Yahudi dönmesi olan Pavlus tarafından uydurulan bu hikâyeyi Hıristiyanların reddetmesi gerekir. Bunu kim yapacaktır? Bunu papa ve patrik yapacaktır.
Hıristiyanlar ne yapacaklardır; bugün yapmazlarsa bile bir gün ne yapacaklardır?
- Hıristiyanlar -bu arada Budistler ve Hindular- ilk olarak dinlerini müsbet ilim verilerine göre yenileyeceklerdir. Bunu yapmadıkları zaman o dinin yaşaması mümkün değildir. Bunu ya bugün onların temsilcileri olan din adamları yapacak yahut Luther gibi bir din yenileyicisi çıkıp yapacaktır. Luther’in başarısızlığı Yahudilerin fitnesine alet olmasıdır.
- Hıristiyanların yapacağı ikinci büyük inkılap ise; isterlerse dinlerinde Hıristiyan olarak kalacaklardır ama şeriatları değişecektir. Şöyle ki, Tevrat yerine Kur’an şeriatını benimseyeceklerdir. Bunda bir zorluk yoktur. Çünkü nasılsa Tevrat da Kur’an da Allah’ın kitabıdır ve kendilerine inzâl olunmamıştır. Kur’an’ı almakla Tevrat’ı bırakmıyorlar, onun çağımız uygulamasını alıyorlar.
- Hıristiyanların dinlerini makul hâle getirip ateist saldırılarına karşı kendilerini koruyabilmek için Hazreti İsa’nın evlat olma anlayışından da vazgeçeceklerdir. Bununla geçmiş Hıristiyanlar tekfir edilmeyecek, sadece ‘onarlın yaptıkları onların, bizim yaptıklarımız bizim’ diyecekler ve bunu uygulayacaklardır.
- Kur’an’da bildirilmiştir, tarihî oluş da budur; yeryüzünü Hıristiyanlar ve Kur’an ehli yönetecektir. Ama lâiklik yer alacak, dinde zorlama kalkacaktır. Batı bugün sözde bazı müsbet şeyler yapmakta ama bir tülü bâtıl davranışlardan kurtulamamaktadır.
Burada “Allah’ın” demeyip “Rahman” sıfatını kullanması, Allah’ın bir anne ve baba gibi kullarına merhametidir. Ama O’nun rahmeti yine ibadı ilzam eder. Çünkü onları kendisine halife yapmıştır. Her insan Allah’ın oğlu imiş gibi O’nun görevlisidir ve O’nun vârisidir.
Burada reddedilen insanın yüceliği değil, insanlar arasındaki farktır.
Allah öyle bir kâinat yaratabilirdi. Bazıları kendisinin özel kimseleri olurdu. Onlar ölümsüz olup dünyayı idare ederlerdi. O zaman da biz ona ibadet ederdik. Ama Allah böyle bir kâinatı yaratmamış, insanları eşit kılmış, kendi amelleri ile iyi ve kötü olmaktadırlar. Böylece kimse kimsenin üstünde değildir.
İşte, şirk yapanlar insanlara hükmetmek isteyen ve kendilerini üstün gören kimselerdir. Onlar kralları ve peygamberleri büyütürler, onlar onun özel temsilcisi olur ve o sayede diğerlerini sömürürler.
İşte Marx’ın karşı çıktığı budur, yani ruhbaniyettir. Din ile insanlığın sömürüldüğünü söylemektedir ve doğru söylemektedir. Bunun anlamı ‘onun her söylediği doğrudur’ değildir. Marx’ın hedefi insanlığı sermayenin kölesi hâline getirmekti, karşı görünerek insanlığı ona teslim etmekti.
فَأَنَا أَوَّلُ الْعَابِدِين(FaEaNa EvVALu eLGaBıDIyNa)
“Ben ilk abidlerden olurum.”
Böyle söyle. Allah emretseydi en başta ben O’nun emrine imtisal ederdim. Sizin buna dair bir deliliniz yoktur.
َ سُبْحَانَ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ(SuBXaVNa RabBı elSaMAvVATı Va ELEaRWı)
“Semavatın ve arzın Rabbi sübhandır.”
“Rab” kâinatı var edip onu evrimleştiren kimsedir. O statik bir kâinat var etmedi. Nasıl çocuk anne karnında cenin olarak yaratılır, sonra gelişirse; aynı şekilde kâinatta bütün hayatın hikâyesi vardır, DNA’larda planlanmıştır. İnsan zamanla anne karnında nasıl gelişir, doğar, büyür, yaşlanır ve ölürse; kâinat ta böyledir. İnsanın ölümü nasıl başkalarının doğumuna sebep oluyorsa, kâinat da böylece ölecek, yeni kâinat için ölecektir.
“Rahmanın bir veledi olsaydı de.”
Rahman’ın bir evladı olsaydı ne demektir?
Evlat demek, kişinin kendi benzerini ortaya koyması demektir. Bu da Tanrı’nın bir tanrıyı daha yaratması olurdu. Yaratılan şey ölümlü olur.
Oysa Tanrı icat edilemez. Birdir. O’nun birliğini hiç kimse, bu arada kendisi de bozamaz. Hiç bir şey kendisini yoktan var edemez.
“Semavat ve arz” bizim üç boyutlu uzayımızdır. Galaksiler, yıldızlar, güneş sistemi, yer, insan ve diğer canlılar. Hepsi evrim içindedir. Allah bunların Rabbidir. Evrim de insanların ve meleklerin çabaları ile olmaktadır.
ِ رَبِّ الْعَرْشِ(RabBı elGaRŞı) “Arşın Rabbi”
“Vav” harfi getirilmemiştir. Arşta evrim olmaktadır. Ama bu evrim arz ve semalarda olduğu gibi olmaktadır. Arş beş boyutludur. Onun bir kesitinde yani dört boyutunda biz geçmişimiz ve geleceğimiz olarak yaşamaktayız. Nasıl bizim gezegen ve güneş sistemi dışında milyarlarca yıldızlar ve milyarlarca galaksiler varsa, bizim yer ve gök âlemi dışında da milyarlarca yer ve gökler vardır. Beş boyutlu uzayları için evrimleşmektedirler. Cennet ve cehennem de bunlardan bir yerdir. Bir yerde kesişirler.
“Ve” harfi kullanmadan “Rab” kelimesini getirmektedir. Arştaki rablik evrimin iç evrimidir, dış evrim değildir. Arşın kendisi değişmeyecek, arşın içindekiler evrimleşecektir. Bu evrim cennetin de evrimini içermektedir. Gaye arşın, semavat ve arzın evrimleşmesi değil, orada yaşayan melek, cin, insan ve ruhların evrimleşmesidir.
Şunu belirtmeliyiz ki, arşın içinde bütün arşı içeren bir zaman sözkonusu değildir. Zaman ancak üç boyutlu uzay için sözkonusudur. Her birinin zamanı ayrı ayrıdır.
Şimdi burada boyutlu uzayları tarif edelim.
İki nokta bir boyutlu uzayı, üç nokta iki boyutlu uzayı, dört nokta üç boyutlu uzayı, beş nokta dört boyutlu uzayı, altı nokta beş boyutlu uzayı yanı arşı tarif eder.
Demek ki “Arş” ABCDEF noktaları ile gösterilir.
AB doğrusunu ele alalım. CD, CE, CF üç tür kendine aykırı doğrular vardır. Onların hiçbiri birbirine paralel değildir. Şimdi ABC düzlemini ele alalım. Kendisine aykırı bir tek düzlem vardır. DEF düzlemidir. Bunlar birbirine değmezler. Kendisine aykırı üç doğru vardır. Ve kendisinin dışında üç nokta vardır. Eğer bir prizma alacak olsak ABCD olacaktır. Kendisinin dışında E ve F olarak iki nokta vardır. Bir aykırı doğru vardır. EF’ye aykırı bir düzlem yoktur. Mutlaka bir noktası bu prizma ile ortak olacaktır. Başka prizma ile ise bir doğru boyunca kesişirler. Çünkü iki noktaları ortaktır.
İşte bu arşın içinde böylesine bir çok âlem yerleşmiş bulunmaktadır. Üç boyutlu uzaylar diğer bütün uzaylarla en az bir noktada kesişirler. O halde bizim uzayımızın tüm arştaki uzaylara bir noktada değmesi söz konusudur.
عَمَّا يَصِفُونَ(GamMAv YaWıFUvNa) “Vasfettiklerinden”
Yani oğul edinmiş olmasından sübhandır.
İnsanın neden oğlu vardır?
İnsan ölümlüdür, yerine vâris bırakmak için oğul edinmek ister.
Allah ölümlü değildir ki oğlu olsun. Kişinin gücü yetmediği zaman oğul edinir.
Allah’ın gücü her şeye yeter.
Biz yaratılmışız. Beynimize bilgisayar yerleştirilmiş. Dosyalarda ne varsa onları okuyoruz. Bizim dışımızda ne var ne yok bilemeyiz. Bilgisayardaki dosyalar bize neyi öğretiyorsa ancak onu bilebiliriz.
Kur’an bizim en sağlam dosyamızdır. O ne diyorsa doğru odur.
Allah’ın oğlu olduğunu söyleyen ne Tevrat, ne de İncil vardır. Hıristiyanlar sonradan uydurdular. Bunu kendileri de çok iyi bilmektedirler.
Papalığın ve patrikliğin dünyaya yeniden ışık saçabilesi için bu bâtıl inançtan vazgeçmesi gerekmektedir. Bu onların en büyük engelidir. Bu engeli aştıktan sonra başaracaklarına inanıyorum.
فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا(Fa ÜaRHuM YaPUvWUv Va YaLGaBUv)
“Onları vezr et havz etsinler ve la’betsinler.”
Allah bize bu hususta onlarla mücadele etmemizi emretmiyor. Bırak onlar kendi hallerinde kalsınlar, kendi dünyalarını yaşasınlar. Havuzlarında dolaşsınlar, la’betsinler, yani oynasınlar. Kendi kendilerine uyansınlar.
Hıristiyanlar Allah’a oğul isnat etmekle büyük hata yapmaktadırlar. Ancak onlarla cihat yapmak bize düşmemektedir. Onlara ‘neden böyle yapıyorsunuz, böyle yaparsanız biz sizinle işbirliği yapmayız’ demeyiz. Onlarla Allah’ın nurunun yayılması için işbirliği yaparız ve diyalog kurarız.
Kur’an bize her zaman açıkça yol gösterir. Biz onları müşrik kabul ederek onlardan hicret etmeyiz. Onları kendi inançları içinde bırakırız. Biz sadece gerçekleri söyleriz.
Hazreti İsa peygamberdir, insanlığa ışık tutan azim sahibi peygamberdir. Ama tanrı değildir, O’nun oğlu da değildir.
حَتَّى يُلَاقُوا يَوْمَهُمْ الَّذِي يُوعَدُونَ(83)
(XatTAy YuLAQUv YaVMaHuM elLaÜIY YUvGADUvNa)
“Kendilerine vaadolunan güne mülaki oluncaya kadar.”
Kendilerine ne vaadolundu?
Bir taraftan Hıristiyanlık süratle gelişmiştir. O zamana kadar yeryüzünde sadece Akdeniz kıyılarında Hıristiyanlık vardı. Bizans Perslerle boğuşuyordu.
Sonra neler oldu?
Önce Akdeniz’in güney sahillerini kaybettiler, oraların halkı Müslümanlaştı. Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı. Bizans’ı Müslümanlar ortadan kaldırdılar. Roma’nın hakimiyeti sona erdi. Ama ne oldu? Milat’tan sonra Germenler ve Slavlar Hıristiyan oldular. Bu yetmedi. Son beş yüz senedir Avrupa dünyayı istila etti. Bir taraftan dinsizliği yayarken, diğer taraftan Hıristiyanlık dünyaya yayıldı. Bugün iki milyar insan Hıristiyandır, kiliseye gitmektedir, Hazreti İsa’yı yüceltmektedir. Bu onlara vaadedilendir.
Ama papalık gücünü kaybetmiş, nerdeyse yok olma durumuna gelmişlerdir. Şimdi hamle zamanıdır. Kilise kendisini yeniden toparlamıştır. İki milyarlık Hıristiyanın yükünü omuzlarında taşıyor. Kilise artık müsbet ilmin ışığında Tevrat’ı ve İncil’i aslıyla anlamalıdır.
Bence vaadedilen, ‘kıyamete kadar sana tâbi olanları üstün kılacağım’ vaadinin tahakkuku günüdür. Bu da yaklaşmıştır. Kilise müsbet ilmin ışığında inançlarını yeniden gözden geçirecektir.
Allah’ın vaat ettiği gün yaklaşmıştır. Artık havuzlarından çıkacak, oynamaktan vazgeçip gerçek hayatı yaşamaya başlayacaklardır. Onu biz Kur’an ehliyle yani Adil Düzen Çalışanları ile yapacaklardır. Ne zaman biz “Adil Düzen”i ortaya koyarız, işte o zaman kiliseyi yanımızda bulacağız. Bunda şüphem yoktur. Aslında dileğimiz Yahudileri de yanımızda bulmaktır, ama Kur’an bu müjdeyi vermiyor, sadece “bir kısmı” diyor.