ŞÛRÂ SÛRESİ TEFSİRİ - 15
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاءُ إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ (51) وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِي بِهِ مَنْ نَش?اءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (52) صِرَاطِ اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ الْأُمُورُ (53)
وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ
(Va MAv KAvNa LiBaŞaRin)
“Bir beşer için olmaz.”
Bundan önce, “Onlara yardım edecek bir beşer olmadı” denmişti; şimdi de “Bir beşer için Allah’ın kelam etmesi olmadı” deniyor.
Tarihte devirler vardır.
- Peygamberler devri...
- Sonra ilim devri başlar...
Son nebi Hazreti Muhammed aleyhisselâmın ölümünden sonra vahiy dönemi sona erdi. Artık Allah melek gönderip doğrudan insanlarla konuşmamaktadır. Bundan sonraki vahiyler ilim ve içtihat iledir, yani Allah insanlarla ilim ve içtihatla konuşmaktadır. Kur’an’ın ilk medeniyetinden sonra gelen medeniyetler ilim medeniyetleridir.
İlim medeniyetleri nedir?
1) Kur’an’ı usulü fıkıh kuralları ile anlamaktır.
2) Usulü fıkıh, Kur’an’ı sünnete göre anlayabilmek için takip edilecek kurallardır.
3) Ehil olanların icması ile sabit olan hususları kesin doğru kabul etmektir.
4) Ana umde zannî delilleri de değerlendirmedir.
Bizim dönemimiz peygambersiz yani vahiysiz ilk medeniyeti kurma dönemidir, müsbet ilme dayalı ilk medeniyeti kurma dönemidir.
Müsbet ilim nedir?
İçtihat yapıyorsunuz. Aklınıza bir şey geliyor. Zannî de olsa bir hükme varıyorsunuz. Onu uyguluyorsunuz ve beklediğiniz sonucu elde ediyorsunuz. O halde kuralınız doğrudur.
Kur’an çoğu zaman bize hedef gösterir; “Anne babanıza ihsan edin” der. Nasıl ihsan edeceğimizi bize bırakır. Anne babaya ihsan nasıl olur? Başka âyette, “Onlara ‘uf’ bile deme” der. O halde ihsanın birincisi onları sevindirmek, memnun etmek, tatlı söz söylemek, saygı göstermektir. İkincisi de ihtiyaçlarını gidermektir; yemelerini, giyinmelerini, barınmalarını ve dolaşmalarını sağlamaktır.
İşte, biz bunları müsbet ilim yardımı ile yapabiliriz. Deneme-yanılma yoluyla doğrusunu buluruz. Bu konuda Kur’an’ın öğrettiklerinden yararlanırız.
Bu sûre bilhassa peygambersiz Kur’an medeniyetlerinin nasıl kurulacağını anlatmaktadır.
Hazreti Muhammed aleyhisselâma yaptıkları temel itiraz neydi?
O’na, “sen peygamber değilsin” diyorlardı.
O itiraz edenlere Kur’an okuyordu; “Ben peygamber değilsem, o halde siz de bunun gibi bir kitap getirin” diyordu.
Şimdi de bize; “Sen/siz yanlış anlıyorsun/uz, Kur’an senin/sizin anladığın/ız gibi değildir” diyorlar.
Böyle diyenlere bizim cevabımız şudur: Evet, biz Kur’an’ın bazı yerlerini anlamada hata yapıyoruz. Çünkü biz vahye mazhar değiliz. Ama bizim rehberimiz Kur’an’dır.. Sünnettir.. İcmadır.. Kıyastır... Bugünkü müsbet ilimlerden de yararlanarak Kur’an’ı doğru anlamaya çalışıyoruz. Elbette hatalarımız vardır ama yolumuz ve usulümüz doğrudur.
Siz ise Kur’an’la hiç ilgilenmiyorsunuz. Kur’an yolundan değil, bâtıl yoldan gidiyorsunuz ve sonunda batıyorsunuz. Gerçekten biz hata ediyorsak, buyurun siz bize doğrusunu anlatın. Biz anlamaya çalışıyoruz, hata ediyoruz. Siz ise Kur’an’ı anlamaya çalışmıyorsunuz, bundan dolayı hata etmiyorsunuz, ama dalâlettesiniz.
أَنْ يُكَلِّمَهُ اللَّهُ
(EaN YüKalLiMaHU elLAHu)
“Allah’ın onunla tekellüm etmesi.”
Allah’ın kelam etmesi.
Allah kâinatı yaratandır.
Kâinat nelerden oluşmaktadır?
A) Kâinat beş boyutlu arşın içinde dört boyutlu kürside seyreden üç boyutlu uzaydır. Yuvarlaktır. Çapı 13.7 milyar ışık yılı kadardır. Genişlemektedir.
B) Büyüyen kâinat da 13.7 milyar yıldan beri büyümektedir. Büyüme hızı hidrojen atomundaki elektron döngüsü ile ilgilidir. Bunu sabit tutarsak, kâinat büyüyor. Kâinatın çapını sabit tutarsak, hidrojen döngüsü küçülüyor.
C) Kâinatın içinde belirli parçacıklar var etmiştir. Bunlar yer işgal ederler ve bir yerde iki parçacık bulunmaz. Parçacıklar birbirlerini çeker veya iterler.
D) Parçacıkların hızları vardır. Hızların karelerinin toplamı sabittir.
İşte, parçacıkların birbirine etkileri sayesinde biz insanlar diğer varlıkları bilebiliyoruz. İnsanların bütün bilgileri beyinlerine gelen 0 1 vurulardır. Yani elektrik akımı geçer veya geçmez. Bilgisayarlar da böyle çalışır.
Biz dışarıdan gelen sesi, ışığı, kokuyu, tadı algılarız. Ayrıca sertlik ve yumuşaklığı, bir de sıcaklık ve soğukluğu kavrarız. İç organlarımızdan da açlığı, susuzluğu, cinsi arzuyu, kokuyu, ağrıyı algılarız. Bütün bunlar beyne dalga şeklinde gelir. Ruhumuza gelince, o bunlarsız kendi kendisini bile algılayamaz. Evet, algılayan ruhtur, ama algılanan bedendir. Beden tek başına algılayamadığı gibi ruh da tek başına algılayamaz.
Ben sizinle konuştuğumda ruhum bedenimle, bedenim bedenimle, bedenim de senin ruhunla konuşmaktadır. İki beden dahi doğrudan konuşamaz, görüşemez. Bazen ruhların aralarında görüştükleri iddia edilir, ölülerle konuştukları iddia edilir. Hepsi yalandır. Yaşayan ruhlar bilmediğimiz dalgalarla görüşebilir. Cinler, melekler ve ruhlar birbirleriyle görüşebilirler. Çünkü onların bedenleri vardır.
Hâsılı, ruhlar birbirleriyle doğrudan değil, bedenleri ile görüşebilirler.
Allah’ın ise bedeni yoktur. Onun yerine kendi yarattığı kâinat vardır.
İşte Allah insanlarla görüşürken yarattığı kâinatın maddelerini kullanır. Allah bizim ruhumuzu aracısız bilir.
إِلَّا وَحْيًا
(EilLAv VaPYan)
“Sadece vahiy olarak konuşur.”
İnsanın bilgi alması üç kademedir.
Bunlardan birincisi dışarıdan gelen ses veya ışık gibi etkiler. Bunlar elektrikî işaretlere çevrilir ve beyne ses veya ışık olarak ulaşır. Bunlar cismin özelliği değildir, bunlar bizim cismi algılayışımızdır. Benzer sinyalleri gönderen cisimleri biz bir cisim gibi algılarız. Ayrı çeşit sinyal gönderenleri de ayrı varlık olarak algılarız.
İkinci algılayış şeklinde ise dışarıdan bir etki olmaz ama beynimiz dışarıdan gelen ses ve ışık gibi algılar. Rüya görmek böyledir. Bu, şu yolla olur. Birileri devreye girer, onun görülenleri bize gelir.
Üçüncüsü ise algılama sistemlerine girmeden doğrudan beyindeki devrelere bir şeyleri yerleştirmedir. Buna ilham veya vahiy denmektedir. Hata ihtimali olmazsa vahiydir. Hata olma ihtimali varsa ona da ilham denmektedir. Allah için birinci konuşma aracı ilhamdır. Durup dururken aklımıza bir şey gelir. Bir arzu duyarız. Bu vahiydir. Biz Kur’an üzerinde düşünürken böyle aklımıza birtakım mânâlar gelir. Bu ilhamdır. Çünkü biz hata etmiş olabiliriz. Aynı hata ihtimali peygambere gelen vahiylerde de olabilir. Ne var ki peygamber hata ederse Allah Cebrail’i gönderir ve hatayı düzeltir. Bize gelen ilhamlar ise Cebrail ile düzeltilmemektedir. Bizim hatalarımız uygulama ve ilmî tesbitlerle düzeltiliyor.
Biz 1967’de kurduğumuz kooperatifte hatalar yaptık, o sebeple de başarısız olduk. Şimdi o denemelerden yararlanarak daha az hatalar yapmağa çalışıyoruz. Şimdi de hatalarımız olacaktır. Ama onları da siz düzelteceksiniz.
Hâsılı, mü’minlerin metodu şudur.
a) Mü’minler dört delile dayanarak içtihat yaparlar. Bunlar kitap, sünnet, icma ve kıyastır.
b) Mü’min içtihadına göre amel eder. Hata etme ihtimali olduğu halde içtihadıyla amel eder. Çünkü amel etmemenin zararı çok daha büyüktür. Zehirli bir şey yersen miden ağrır, ama hiç yemezsen ölürsün.
c) Uygulama sonunda alınan sonuçlara bakarak içtihadımızda hata olup olmadığını kontrol ederiz. İstediğimiz sonuç elde edilemezse, nerede hata ettiğimizi aramamız gerekir.
d) Yani amelimizi yeni içtihadımıza göre yapacağız. Uygulama içtihada, içtihat uygulamaya etki edecektir.
Bizim 1960’larda İzmir’de kurduğunuz kooperatifte hatalarımız olmuştur. Bundan dolayı İzmir’deki başarıda eksiklerimiz vardır.
Şimdi İstanbul’da bu hataları yapmamak üzere denemeler yapıyoruz. Tabii ki yine hatalar yapacağız. Ama sonra bu hatalarımızı düzeltecek ve yolumuza devam edeceğiz...
Bu usul kıyamete kadar devam edecektir.
“Birinci Kur’an Uygarlığı”nı kuranların da hataları olmuştur. Onun için sonunda başarısız görünüyorlar. Hiç olmazsa son bir-iki yüzyılda ve 21’inci yüzyılda başarısızdırlar. O halde onların hatalarını bulacak ve “İkinci Kur’an Uygarlığı”nı en az hatayla kuracağız. Biz de hata edeceğiz, dolayısıyla bin sene sonra da bizim içtihatlarımız işe yaramayacaktır. Onlar da bizim hatalarımızı düzeltecekler ve “Üçüncü Kur’an Uygarlığı”nı kuracaklardır.
Burada eskiyen ve hatalı olan Kur’an değil, bizim onu anlamamızdaki eksiklik ve hatadır. Biz hata etmeyelim, yahut eskiler hata etmedi dersek; o zaman kendimizi tanrılaştırmış oluruz. “Hatasız kul olmaz” derler. Bu söz son derece doğrudur.
أَوْ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ
(EaV MiN VaRAEi XıCABin)
“Yahut hicabın arkasından vahyeder.”
Bu ikinci derecede vahiydir. Ses duyarsınız. Hattâ görürsünüz. Ama bunlar dışarıda görünmez. Yani sizden başkaları görmez ve duymaz. Çünkü sizinle konuşan kendisini göstermemiştir. Başkalarına görünmez. Hazreti Musa peygambere Allah böyle görünmüş ve konuşmuştur. “Ben gördüm” diyor. Yanındakiler görmüyor. Sahih rüyalar böyledir.
Bizim “Adil Düzen” böyle değildir. Biz rüyalara dayanarak içtihat yapmıyoruz.
أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا
(EaV YüRSiLu RaSUvLan)
“Yahut bir resul irsal eder.”
Şimdi Allah’ın bize vahyi Kur’an yoluyla olmaktadır.
Bunun için ne yapmamız gerekir?
a) Önce Kur’anî ilimleri öğrenmemiz gerekir. Bu da ancak Arabî ilimleri ve usulü fıkıh ilmini öğrenmekle elde edilir.
b) Sonra müsbet ilimleri öğrenmek gerekir. Bu da ancak matematik ilimlerini öğrenmekle olur.
c) Çağı iyi öğrenmek ve çağımızın sorunlarını bilmek gerekir. Bunun için bugün üniversitelerde okunan ilimleri esasları ile kavramak gerekir.
d) Nihayet bu sorunların dört delile dayanarak çözülmesi gerekir.
İşte bizim Akevler çalışmamız budur; “Adil Düzen” böyle doğmuştur.
Bizim hayatımızda karşılaştığımız sıkıntı, bizim gibi bu hususta çalışma yapılmamış olmasıdır. Ama âyet “bir resul irsal eder” diyor. Burada bir tek resul anlamından çok herhangi bir resul anlamındadır. Bununla beraber bir iş için bir resul irsal eder.
Bediüzzaman diyor ki; ister müçtehit ister allame olun, ciheti imaniye bakımından görevli benim diyor. Evet, meseleyi doğru anlamak gerekir, kelamda Bediüzzaman’ın yolunu esas kabul etmek gerekir.
Siyaset hususunda Erbakan’dır...
İlimde ise Akevler’dir...
Ekonomide henüz kimse usta olamamıştır. Çünkü bu alanda çalışanların hiçbiri kendilerini Adil Düzene göre ortaya koymamıştır. Bugün insanlık ekonomide bir üstat beklemektedir, Adil Düzene göre bir iş adamı beklemektedir. Sermayesi ile ortaya çıkacak veya ortaklık kuracak ve Adil Düzene göre bir işletme kuracaktır.
Böylece ilimde, dinde, siyasette gelişme tamamlanmış olacaktır.
Ondan sonra Adil Düzen Partisi kurulup insanlık “Adil Düzen”e kavuşacaktır.
O halde biz bir taraftan Kur’an’dan usule göre içtihat yaparken Allah bizimle konuşmuş oluyor. Hatalar bizim, doğrular Allah’ındır. Sonra biz O’nun resulü olarak kendilerine Kur’an size bunu söylüyor diye tebliğ ediyoruz.
Muhataplarımızın bir kısmı Kur’an’a inanmamaktadır; onlara söyleyeceğimiz yoktur.
Kur’an’a inanmakla beraber, onu bir insan sözü gibi kabul ederek bugünkü hükümleri içermez diyenler vardır. Onlara da bizim söyleyeceğimiz bir şey yoktur.
Ama Kur’an’ı Allah sözü kabul eden ve Allah’ın var olduğunu bilen kardeşlerimize söyleyeceklerimiz şunlardır: Tamam, bizim söylediklerimiz yanlış olabilir. Sizin tetkik etmeniz gerekir. Yıllar önce on dört “iyi kişi” toplanıp “kötü iş” yaptı. Onlara göre “Adil Düzen” ne İslâmîdir, ne de ilmîdir! Parti (Refah Partisi) hemen bırakmalıdır! Tavsiyenizi tutan Erbakan o dönemde “Adil Düzen”i bıraktı. Onun ardından gelen R. Tayyip Erdoğan bu fetvaya dayanarak anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu.
Sorunlar çözüldü mu?
İktidar olanlar için çözüldü.
Halk ise ezilmeye devam etmektedir.
O ilim heyeti ne diye şimdi çalışmıyor. Erbakan “Adil Düzen”i bıraksın diye fetva verenler ve fetva alanlar şimdi Allah ne diyor diye çalışma yapıyorlar mı?
Biz size özel imkan sağlayamayız. Ama biz internette bir dergi (Adil Düzen Dergisi) çıkarıyoruz. Bu dergimize “Yorumcu Yazar” olarak katılabilirsiniz. Yazar olanlarınız da Adil Düzen konularını işlersiniz.
فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ
(Fa YUvXIy Bi EiÜNıHIy)
“O’nun izni ile vahyeder.”
Burada vahyedilen kimdir?
Resuldür.
“İznihi”deki zamir ise Allah’a racidir.
O halde, dört delile dayanarak içtihat yapana Allah vahyetmiştir. O da diğer insanlara vahyetmiştir. Yani insanlar iki şekilde vahiy almaktadırlar. Ya doğrudan doğruya Allah onlara vahyediyor, ya da elçiye vahyediyor, elçi de kişiye vahyediyor. Sonunda Allah insanlara ya doğrudan ulaşıyor ya da elçilerle ulaşıyor.
Burada dikkat edeceğimiz husus; resulün anlattıkları vahiy olarak gösterilmiştir.
Bu şu demektir. Ben Kur’an’ı anlarım, anladıklarımı birilerine anlatırım ama o da benim sözlerimden bir şeyler anlar. İşte anladığı o şey de O’nun izniyle olur. Yani kişiler resulün anladığı biçimiyle anlamak zorunda değildir. Kendileri kendi anlayışlarına göre anlar. Bu sebepledir ki Akevler “Adil Düzen”i ile Millî Görüş “Adil Düzen”i arasında fark vardır.
Konuşmanın dört mertebesi vardır.
a) Bir cümle söylendiği zaman o cümlenin lugattaki mânâsı vardır. Buna lafzın vaz’î mânâsı denir.
b) Kişi o kelimelere ve cümleye farklı mânâ yükleyerek söyler. Mecazi ifadeleri de kullanır. Buna lafzın istimalî mânâsı denir.
c) O toplulukta o lafzın objektif mânâsı vardır. Lugat mânâsından farklıdır. Söyleyenin yüklediği mânâyı da kısmen kaplar. Bu hakemlerin hükmü ile bilinir. Buna lafzın delâleti denmektedir.
d) Nihayet kişinin lafızdan anladığı mânâdır. Bu mânâyı söyleyen kastetmemiştir, ama dinleyen onu öyle anlamıştır. Biz böyle konuşurken birbirimizi daima yarım anlarız. İşte resulün söyledikleri ile muhatabın anlayışları da faklı olur. İşte Allah böylece o kişiye öyle vahyetmiş olur. Buna kazaî delâlet denir.
مَا يَشَاءُ
(MAv YaŞAyEu)
“Meşiet ettiğini.”
Buradaki “İznihi”deki zamirin gittiği yere gider. Allah meşiet ettiğine izniyle resul ona vahyeder. Yani Allah bir insana ilham ettiği ile diğerine vahyeder. Bu sebepledir ki bize bir cümle söylendiği zaman o cümleyi karşıdaki insan söyledi demeyeceksiniz. Allah ona söyletti ve bana duyurdu diye anlayacaksınız.
Bir örnek verelim.
Mustafa Kemal diyor ki: “Muasır medeniyetin fevkine çıkacağız. Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir.” Bu sözün ifadesi şudur: Yeryüzüne “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı Türkler getirecekler. Ellerinde tuttukları meş’ale de müsbet ilimdir. Bu cümleyi Allah Mustafa Kemal’e söyleterek bize bildirmektedir. Bunu onun sözü olarak değil, Allah’ın ona söylettiği söz olarak anlayacağız. Benzer söz olarak Adnan Menderes’in sözü vardır: “Türkiye Müslümandır Müslüman kalacaktır.” Bunu Menderes söylemedi, Allah söyletti.
Her iki cümle de Türkiye’nin geleceğini belirler.
Bizim bu tefsirlerde söylediklerimizin bir kısmı hatalıdır. Biz bilebildiğimiz kadarıyla hislerimize dayanarak söylüyoruz. Ama birçok şeylerimizi Allah bize söyletiyor. Size de bildiriyor. Yani benim ağzımla veya yazımla size vahiydir. Sizin yapacağınız söylediklerimin doğru olup olmadığını tahkiktir. İlim heyeti oluşturun, benimle tartışsınlar. Öldükten sonra benimle tartışamazlar. O zaman birçok doğruların yanında yanlışlarım da doğru sanılır. Siz de onu düzeltme imkanını bulamazsınız. Bugün Bediüzzaman tartışılamıyor. Erbakan tartışılamıyor. Yarın bizim yazdıklarımız da o bedbahtlığa düşebilir. Gelin de şimdiden zaman kaybetmeden yanlışlarımızı düzeltin. Halk onu otorite yapıncaya kadar onu düzeltin. Bu da ancak o daha halk tarafından benimsemeden onu kritik etmek ve hayatta iken onu düzeltmekle mümkündür. Bu sebepledir ki bizim en büyük sevincimiz bizim yanlışların gösterilmesidir. Böylece birçok insanın vebalini yüklenerek âhirete gitmemiş oluruz. Allah hemen hemen bütün dualarımı kabul etmiştir. Ama hatalarımı düzeltecek güçlü muhalifi bana ihsan etmemiştir. Bundan dolayıdır ki benim içtihatlarım Ebu Hanife’ninkiler gibi güçlü olmamıştır. Bediüzzaman için de kader böyledir. Erbakan’a saldırılmış ama söyledikleri tartışılmamıştır.
إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ (51)
(EinNaHUv GaLiyYun XaKIyMun)
“O âlidir hakimdir.”
Çünkü “Oalimdir”. Yani kişiler O’nu doğrudan idrak edemezler. Doğrudan ilim yalnız Allah’ın ilmidir. Yaratılanlar aracılarla bilirler ve duyarlar. O ise zaman dışıdır, mekan dışıdır. Madde değildir, enerji de değildir; bunları var edendir. Bitkileri ve hayvanları da o var etmiştir. İnsanın ve topluluğun halikı O’dur. Onlar O’nun zatını idrak edemezler, O’nun kelamını duyamazlar, bilemezler. Allah’ın kelamı olan Kur’an Arapça değildir; meleklerin tercüme ettiği ve bizim anladığımız Kur’an Arapçadır.
“O hakimdir” ifadesiyle hükmünü insanlar arasında onların dilleri ile ifade eder. Allah’ça olan bir kelamla Allah insanlarla konuşsaydı, bu insanlar arasındaki hükmü ifade etmezdi. Bir ifadenin hüküm taşıması için onun sözler hâline gelmesi gerekir. Yani Araplar için Arapça, Türkler için Türkçe olmalıdır. Allah bunların halikıdır. Ama Allah’ın halk ettiği dışında bizim anlayacağımız bir dil yoktur. Hüküm de dile dayanmaktadır. Bir olay dil ile ifade edildiği zaman hüküm ifade eder.
***
وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ
(Va KaÜAvLiKa EaVXaYNAv EiLaYKa)
“Sana da böyle vahyettik.”
Yukarıda genel kaide olarak nasıl vahyettiklerini anlattı. Burada “ve” harfi getirdi.
Buradaki vahiy dördüncü vahiydir.
İlk üç vahiy, vahiy şeklinde gelmekteydi. Yani beyinde elektronik devrelerde oluşan bir etki, ya da algı sinirlerine girilerek veya doğrudan elçi aracılığı ile yapılan vahiydir.
Bu dördüncü vahiy harfi tarifle atfedilmiştir. Bu da doğrudan müsbet ilim ile yapılan vahiydir, Usulü Fıkıh kuralları ile yapılan vahiydir, yani içtihatla ve icmalarla elde edilen vahiydir. Atıf yapılması bunu ifade eder. Diğerleri “ev/veya” ile atfedildiği halde, burada “ve” harfi ile atfedilmesi, bu vahiy diğer vahye dayanır demektir. Yani üçüncü tip vahye dayanır. Çünkü biz Kur’an’a dayanarak içtihat yapıyoruz. Kur’an ise üçüncü tip içtihatla bize gelmiştir. Allah Cebrail’i elçi yapmış, o Hazreti Muhammed’e ulaştırmış, Hazreti Muhammed sahabelere, onlar da tevatüren bize kadar getirmişlerdir. Kur’an’ın yalnız lafzını değil, aynı zamanda dilini ve anlama usulünü da bize kadar ulaştırmışlardır. Bu bakımdan dördüncü vahiy ile üçüncü vahiy iç içedir. Diğer vahiyleri “ev/veya” ile getirdiği halde, bu vahyi “ve” ile getirmiştir.
“Kezalike”deki işaret müfrettir. Dolayısıyla işaret son vahyedir. Yani parantezler “ev”ler arasında açılmıştır. Delil ikidir; akıl ve nakil. Akıl, bugünkü müsbet ilimlerin elde ettiği ilimlerdir. İkinci delil Kur’an’dır. Kur’an’ın ikinci zikredilmesinin sebebi, Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu anlamak için müsbet ilme ihtiyaç vardır. Dolayısıyla imanda müsbet akıl nakilden öndedir. Bir defa Kur’an’ın Allah sözü olduğu sabit olduktan sonra, amelde Kur’an akıldan daha öndedir.
Şöyle bir sıralama yapabiliriz.
a) Kesin olarak sabit olan akıl ile nakil arasında çelişki olmaz. Bu Kur’an’ın Allah sözü olduğunu ispat eden husustur.
b) Kesin akıl zanni nakle tercih olunur.
c) Kesin nakil zanni akla tercih olunur.
d) Zanni nakil ile zanni akıl arasında çatışma varsa, hangisi kuvvetli ise o tercih edilir. Eşitse nakil tercih olunur.
رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا
(RuXan MiN EaMRiNAv)
“Emrimizden bir ruh.”
“Emrimiz” burada müfrettir ve izafetle marifedir.
“Emr” buyruk demektir, iş demektir.
“Min” cinsin tebyini içindir.
“Emir” tüm buyrukları ve işleri içerir. Kur’an böyledir. Ancak bize ulaşan anlamları ise cüzidir. Onun için bu Kur’an’ın lafzı ve usulü değil, onun bir kısmıdır.
“Ruh” kelimesi “rıh”dan yapılmıştır. “Rıh” rüzgar demektir, yani güç demektir. Rüzgar görünmeyen taraftır. Ruh da böyledir. Etki eder ama görünmez.
Kur’an’ın yanında bir şey daha vahyolunmuştur, o da icma ve içtihatlardır. Yani fürudur. Usul Kur’an’dır, sünnettir, icmadır ve kıyastır. Füru ise fıkıhtır, yani yaşamamız için gerekli olan şeylerdir. Her etki eden ve yapmamız gereken şeyler fürudadır. Bizim amelimiz usule göre değil, fürua göredir. Bunun için burada “emrimizden bir ruh” denmektedir. İşlerimizin uygulama şekli ve biçimi vahyolunmuştur.
Demek ki “Adil Düzen” olarak ortaya koyduğumuz şeyler Allah’ın buyruklarından bir ruhtur. Kur’an bize bunu buyuruyor.
Bu sûre baştan vahiy ile başlamıştı; “Sana ve senden öncekilere vahyettik.” olarak başlamıştı. Bitirirken de vahyin çeşitlerini anlattı ve bize vahyolunanı bildirdi. Bize vahyin onlardan farklı olduğunu anlattı. Çünkü bize melek gelmiyor, onun aracılığı ile vahyetmiyor. İlimle vahyediyor, içtihatla vahyediyor. Kesin olmadığı için de talim etti demiyor da, vahyediyor.
مَا كُنْتَ تَدْرِي
(MAv KuNTa TaDRIy)
“Sen idrak eder değildin.”
Kur’an o kadar sade ve müsbet hükümler içerir ki, onu öğrendikten sonra bunları bilmek için Kur’an’a gerek yok, vahye gerek yok zannedersin. Ancak insanlık bunları öğrenebilmek için on binlerce sene beklemiştir. Biz de bunları çok sonraları anlayabildik. Daha Kur’an’da anlayamadıklarımız vardır. Aynı âyeti değişik zamanlarda okuduğunuzda yeni mânâlar anlarsınız.
Bugün Kur’an’la meşgul olmayan veya meşgul olduğu halde eski tefsirlere gömülüp Kur’an’ı değil de eski tefsirleri anlamaya çalışan mü’min kardeşlerimiz vardır ki; bunlar maalesef Kur’an’ın dediklerini anlayamıyorlar.
Bu neye benzer?
Evinizde televizyon var ama açmıyorsunuz. Açıyorsunuz ama şarkıları dinlemiyorsunuz, konuşmalara ve haberlere kulak vermiyorsunuz. Bu durumda o televizyon size bir şeyler söyler mi?
İnsanoğlu vahye dayanmadan basit şeyleri bilemez. Bugün batıdakiler “kapitalizm kötüdür, sosyalizm kötüdür” diyor, ama aynı zamanda “daha iyisi yoktur” diyorlar! Allah kâfirlere doğruyu göstermez. Zoru kolay görür, kolayı zor görürler.
Ehli Tarikat, Nurcular, İlâhiyatçılar ve Millî Görüşçüler; Kur’an’ı değil de diğer kitapları esas aldıkları için gerçekleri gerektiği gibi göremiyorlar.
Dirayet rivayetten farklıdır. Dirayet, kendi içtihadınla anlamadır. Yani başka kitap okumadan anlama demektir.
Dört delile dayanarak içtihat yapmadıkça gerçeklere ulaşamazsınız.
مَا الْكِتَابُ
(Mav eLKiTABu)
“Kitab nedir.”
Allah vahyetmeseydi…
Yani babam hoca olmasaydı...
Bana Kur’an’ı ve Arapçayı baştan öğretmeseydi...
Ben okula gitmeseydim, bugünkü müsbet ilimleri okumasaydım...
Çevremdeki insanlar beni desteklemeseydi, onlar benimle ilgilenmeseydi...
Bu ilimleri bilmem mümkün olur mu idi?
Öyleyse, Allah kendi emrinde ruhu vahyetti de bunları bilebiliyorum. Hatalarım vardır; ama doğrular O’nun, hatalar benimdir. Kur’an’ın ne olduğunu bilmem ancak Kur’an ilimleri ile Batı ilimlerini öğrenmem sayesinde mümkün olmuştur.
وَلَا الْإِيمَانُ
(Va Lav eLEIyMANu)
“İman da.”
Kitab başka, iman başkadır. Kitap ilmi sağlar. Doktor sigaranın zararlı olduğunu bilir. Ama içmemesi için ona iman etmesi gerekir. İman bilgiyi harekete geçiren bir güçtür. Allah’ın vahyi olmadan kitap idrak edilemez.
Bunun sosyal mânâsını anlamak için kitap kurallardır; bir topluluğun davranış biçimlerini ortaya koyar. İman ise o kuralların uygulanmasını sağlamadır.
İnsan kendi aklıyla şeriatı ortaya koyamaz.
Kendi aklıyla hareket ederse, idamı kaldırır, zinayı kutsallaştırır!
İnsan kendi başına devleti yani düzeni koruyacak kurumları da kuramaz.
Şimdi bu sûrede ve bütün Kur’an’da anlatılan şeriat ve yönetim ilkeleri burada kitap ve iman şeklinde özetlenmiştir.
Kurallar nasıl konacaktır, şeriat nasıl oluşacaktır?
a) İçtihat yaparsınız. Herkes kendi hayatı için kurallar koyacak. Bunları ilan edecek ve o kurallara göre yaşayacaktır. Kuralları değiştirebilir. Ama değiştirmedikçe onlara uymak zorundadır. Uymadığı takdirde zararları tazmin eder. Kendisi kurallar koyamıyorsa, kural koyabilenlere tâbi olur, onların kuralları ile yaşar. İşte mezhepler bu demektir.
b) Serbest olarak sözleşme yaparsınız. Sözleşme yapmadan önce serbestsiniz. Ama sözleşme yaptıktan sonra sözleşmeye uymak zorundasınız. Sözleşmeyi sona erdirebilirsiniz. Ama erdirmeden önce sözleşmelere uymak zorundasınız. Sözleşmeleri yorumlamak uygulayanlara aittir. Ama ihtilaf hâlinde hakemler yorumlar.
c) Karar almak gerektiğinde ittifak eder ama karar şeklinde ihtilaf ederseniz ortak vekil seçersiniz; ortak vekilin kararı sizin için ortak karar olur. Ekseriyet sistemi yoktur, ortak vekil sistemi vardır.
d) Nizalarda hakemler seçersiniz, hakemleri değiştirmezsiniz. Hakemlerin kararları sizin kararlarınızdır.
İşte şeriat böyle oluşur.
İman ise dayanışma ortaklıklarından oluşur. Kişiler bucakta, ilde ve ülkede dayanışma ortaklıkları seçerler. Bunlar ilmî, dinî meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarıdır. Bir tür sigorta şirketidir. Birinin verdiği zararı birlikte ortaklar bölüşerek öderler. Bilgisizlikten doğan zararları ilmî, beceriksizlikten doğan zararları meslekî, ihmalden doğan zararları dinî, kasden iras edilen zararları siyasî dayanışma ortaklıkları öderler. Siyasi dayanışma ortaklıkları silahlı nöbetler tutar. Bunların görevi hakemlerin aldıkları kararları uygulamaktır.
İşte iman budur.
وَلَكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا
(Va LAvKıN CaGaLNAvHu NUvRan)
“Lakin biz onu nur yaptık.”
Buradaki zamir Kitaba gitmektedir. Kitab ve imanı iki cümleyle açıklamaktadır. Birincisi kitaba, ikincisi ise imana gitmektedir. Kitab nurdur. Kitabı anlamak için önce iman etmek, mü’min olmak gerekir. Yani Allah’a inanacaksınız, Kur’an’a inanacaksınız. O kitap ancak onlara yani inananlara hidayet eder. Bunlar nebilerin halefleridir, onların yerini alırlar.
Nebiler vahiy alan ve kitap getiren kimselerdir. Onların yerini alan âlimler de dört delilden istidlâl ederek hükümleri ortaya koyarlar. Peygamberlerin vârisleridirler.
Bunları ben söylemiyorum; Kur’an söylüyor, hadisler söylüyor. Tüm İslâm âlimleri bu hususta müttefiktirler. O kitap ışıktır. Ortalığı aydınlatır. Onun sayesinde her şey görülür. Ama aydınlık demek herkesin çevreyi görmesi demek değildir. Bir de sağlıklı göz olması da yetmez, görmesi için bakması ve görmesi gerekir.
نَهْدِي بِهِ مَنْ نَش?اءُ
(NaHDi BiHIy MaN NaŞAyEu)
“Onunla meşietimiz olana hidayet ederiz.”
Burada “BiHi” takdim olunmuştur.
Aksi olsaydı sade “Hi” zamiri gelir, “MeN” giderdi.
Burada “hidayetehu” kelimesi mahzuftur. Yani Kur’an nurdur. Ama herkes onu göremez, onunla yol bulamaz. Gözleri kördür veya olsa bile bakmaz, görmek istemez, çevreyi göremez. Kur’an’ın Allah’ın sözleri olduğuna inanmayanlar kördürler. Işığı görmüyorlar.
Türkiye’deki laik kişiler böyledir. ‘Bu dindir, kamuya girmez!’ diyerek kâfir olurlar. Yani, onlara göre Allah kamuya giremezmiş! Ne biçim mantık?!. Kâinatı var eden Allah’ın kamuya girmesi yasaklanıyor. Sonra da Ergenekoncular destekleniyor!
Evet, bu dünyada kimse onlara dokunamıyor. Ama âhirette ne dinecek? Sen Allah’ın kamuya girmesini yasakladın, şimdi de senin Allah’ın cennetine girmen yasaklandı denir.
Allah burada, “Biz hidayet ederiz” diyor.
Resullerin, başkanların yasamacılara yani âlimlere karışma yetkisi yoktur. Âlimlerin yaptıkları içtihatların siyasiler tarafından onayı gerekmez. Çünkü onlara Allah hidayet etmektedir. Onlar Allah’ın yani topluluğun halifesidirler. Böylece yasama ile yürütme de birbirinden ayrılmış olur.
Batı bunların hepsinin sahtesini yapmaktadır. Önce ayırıyorlar. Sonra mecliste önce hükümetin kanunu görüşülüyor. Milletvekillerine sıra gelmiyor. Yasama ile yürütmeyi ayırdık diyorlar. Sonra da yürütmeye öncelik vererek yürütmeyi mahkum ediyorlar.
مِنْ عِبَادِنَا
(MiN GıBaDiNAV)
“İbadımızdan”
Bu söz “MeN”in zarfıdır. Yani ibadımızdan istediklerimize hidayet ederiz deniyor. Kullarımızdan diyor. Yani Müslim olmuş ve ibadetlerini yapıyor ama cihat yapmıyor. Onlardan bazılarını cihat yapan kullarımız sınıfına sokarız deniyor.
Buradan şunu çıkarırız ki; Kur’an’ı yorumlama yetkisi cihad yapan mü’minlere aittir. Yani herkes âlim olabilir, ders verebilir. Hattâ bunun için de maaş alabilir. Yahut genel hizmetten pay alabilir. Ancak bunlar imtihan edip diploma verme, teminatlı diploma verme yetkisine sahip değildirler. Bunlar aynı zamanda nöbetli olmak zorundadırlar. Buradaki “MiN” kelimesi bunu ifade eder. Yoksa “ibadenâ” derdi.
Kur’an baştan sonuna kadar gramer kuralları içinde hükümler ifade eder. Bizim için böyle bir metin meydan getirmek bunun için mümkün değildir. Her tercih bir sorunu çözer.
وَإِنَّكَ
(Va İnNaKa)
“Ve sen.”
“Kitab” karşılığı “biz” ve istediğini nur yapma ve onun karşılığı “iman” ve “sen”.
Biri nebilerin vârislerince oluşturulan meclis, diğeri de resulün halifeleri olan başkanlar ve nöbetlilerden oluşan yönetim.
İşte Adil Düzenin Anayasası oluşmuştur.
Halk, onların temsilcileri olan meclisler, onların yaptıkları sözleşmeler bir taraf; başkan ve başkanın emrindeki genel hizmet kuruluşları nöbetlilerin oluşturduğu ordu diğer taraftır.
Şimdi başkanın görevleri anlatılmaktadır.
“Sen” diyor; “Ey resul, sen!” diyor.
Bunlar kimlerdir?
Bunlar Cuma namazlarını kıldıran imamlardır; bucak başkanlarıdır.
Halkın oluşturduğu meclisler vardır. Meclislerin tâbi olduğu ilim adamları vardır. İlim adamları kendilerine bir imam seçerler. Bu imam aynı zamanda bucağın başkanıdır. Buradaki “sen” budur; resuldür. İlmî şûranın atadığıdır. Resulün halifesidir. O resul Allah’ın gönderdiği resulün halifesidir.
ALLAH Nebi, Resul (Muhammed)
Allah’ın Halifesi Resulün Halifesi
MECLİS (Âlimler) Bucak Başkanı
Merkez bucakları vardır; il merkez bucağı, devlet merkez bucağı ve insanlık merkez bucağı Mekke vardır. Her bucak başkanı kendi bucağının resulüdür. Merkez bucaklarının başkanı da merkez bucağının resulüdür. Bucaklar merkezde bucaklara hizmet verir. Merkez bucaklarının halkları taşra bucaklarının temsilcileri tarafından oluşturulur.
“Adil Düzen” önce bucaklara gelir. Sonra bucaklar birleşir ve illeri oluştururlar; yani il merkez bucağını yaparlar. Sonra il merkez bucakları birleşerek devlet merkez bucaklarını oluştururlar. “Adil Düzen” böylece devlet olarak oluşur. Şimdi burada muhatap olan doğrudan merkez veya taşra bucak başkanıdır.
Biz şimdi bucak kuramadığımız için Cuma imamına sahip değiliz. Dolayısıyla bu âyet şimdi bize hitap etmemektedir. Geleceğin Cuma imamlarına muntazırız. Bunlar kooperatif kuracaklar, siteler oluşturacaklar ve o sitenin yönetim başkanı o sitenin resulü olacaktır. Bu âyet ona hitap etmektedir.
Biz bu amaçla İzmir Akevler Sitesi’ni kurduk. Ne var ki evler/daireler/apartmanlar yaptık ama ortaklar “Adil Düzen”e inanmadıkları için böyle bir başkana ulaşamadık.
İstanbul’daki çalışmalar böyle bir sitenin nasıl kurulacağı yönündedir. Takdir Allah’ındır. Bin hanelik bir site oluşturduğumuz zaman, bu âyet oranın başkanının ne yapacağını anlatmaktadır.
لَتَهْدِي
(LaTaHDIy)
“Hidayet ederiz.”
Biz, yani âlimlerden oluşan meclisler “Adil Düzen”i ortaya koyacaklar, ne olduğunu uygulayarak göstereceklerdir.
Sen ise bir kooperatif kuracaksın; site kooperatifi. Ortaklığa davet edeceksin. Halktan sana uyanlar olacaktır. Bin hanelik bir kent oluşturacaksın. O kooperatifin başkanı olarak sen insanları hidayete götüreceksin, Adil Düzen Sitesi kuracaksın.
Sana tâbi olanları, senin sitene hicret edenleri hidayete götüreceksin.
Burada başkana itaat vardır. Başkana itaat ederler veya ayrılıp giderler. Başkana muhalefet yoktur. İşte bunun için “Le TeHDîY” sen hidayete götüreceksin deniyor. Başkan hata etse de uyulur. Mağdur olanlar sonra hakemlere gidip mağduriyetlerini giderirler.
Burada uyulacak kimse bucak başkanıdır.
Taşrada taşra bucak başkanı, merkezde merkez bucak başkanıdır.
Kur’an Cuma imamına hitap etmektedir.
İslâmiyet’te merkezi yönetim sistemi yoktur. İl ve ilçe merkez bucakları il bucak başkanı tarafından yönetilir. İl merkez bucağının meclisi taşra ilmî temsilcilerinden oluşur. Merkez bucaklar taşra bucaklara hizmet ederler, hükmedemezler. Çıkan ihtilafları hakemler çözer. Ordu taşraya hükmetmek için değil, hakemlerin kararlarını yerine getirmek için vardır. Ordu sivil yönetime karışamaz; daha doğrusu merkez taşraya karışamaz.
وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (52)
(Va inNeKe LeTehTeDIy EiLAv ÖıRAOin MuSTaQIyMin)
“Sen, sıratı mustakime hidayet edersin.”
Resul, yani bucak başkanı, bucak halkını sıratı müstakime götürecektir. Sıratı müstakim doğru yoldur. Doğru yol da bir tanedir. O halde her bucağın bir sıratı müstakimi olacaktır. Oranın ulemasının ittifakla kabul ettikleri yoldur. Bucak icmalarıdır.
“SıRaT” burada nekire gelmiştir. Yani çok sıratı mustakim vardır.
Hem tek, hem çok nasıl olacaktır?
Değişik bucakların değişik sıratı müstakimleri vardır. Bu da mahallî icmaları içerir. Mezhepler mahallî icmaları kabul etmezler. Sadece Malik Medinelilerin icmalarını kabul eder, hem de bütün ümmet için. Biz her bucak için kendilerine has icma kabul ederiz. Delilimiz bu ve benzeri âyetlerdir.
“MuSTaKiM SıRaT” nekre gelmiştir. İçtihat müessesesini ve sözleşme müessesesini genişlettiğimiz zaman kendiliğinden bucak icmaları doğacaktır.
Taşra bucaklarda icma, ehli zikir mertebesinde olan orta ehliyetlilerin, il merkez bucaklarında fakihlerin oluşturduğu yüksek ehliyetlilerin, ülkede ise rasihlerin oluşturduğu üstün ehliyetlilerin icma ve ittifakları geçerli olur. İlçe merkez bucakları il içtihat ve icmalarıyla, bölge merkez bucakları devlet içtihat ve icmalarıyla.
Kur’an’da her kavme bir resul gönderildiğine ve “Bi Lisani Kavmihim” dendiğine göre, icmalar kavmidir. Beşeri icma ancak geçmiş beşeri de içeren icmadır. Böylece yerel icmalar da geçerli olacaktır. Her bucağın kendine has Kur’an anlayışı ve “Adil Düzen”i olacaktır. Her bucak kendi icmaları ile bir sıratı müstakim oluşturacaktır. O bucağın başkanı halkını bu sıratı müstakime götürecektir.
***
صِرَاطِ اللَّهِ
(SıRaOı elLAHi)
“Allah’ın sıratına.”
Marife marifeye bedel olabilir. Nekre nekreye bedel olabilir. Bazen marifeye nekre bedel olur. “Le nesfeanne binnasıyeh nasıyetin hatıeh” de böyledir. Birinci nasiyeh elle tutulan saçtır. İkincisi isehata yapan saçının altındaki beyindir.
Bazen da burada olduğu gibi nekre marife olarak bedellenir, yahut te’kid edilir. Burada bucak icmalarının doğa kanunlarına aykırı olmaması gerekir. Zinayı veya faizi mübah kılan icma geçersizdir. Bu hususta karar verecek hakemlerden oluşan yargıdır.
Demek ki, bucaklarda icma yapılırsa, bu icmalara karşı hakemlere gidilebilir ve müsbet ilme aykırı olduğu sabit olunca iptal edilebilir. Burada marife olması demek, müsbet ilmin beşeri icmalarla sabit olması gerekir demektir. Yani ittifakla doğruluğu kabul edilmelidir. Mesela, “dünya yuvarlaktır” böyledir.
“Allah’ın sıratı” demek, müsbet ilimle kesin olarak ispatlanan yol demektir.
Bu hususta karar verecek olanlar hakemlerdir.
Demek ki bucak içtihatları hakemlerden oluşan yargı denetimindedir.
الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ
(elLaÜIy LaHUv MAv Fiy elSaMAvVATı Va MAv Fiy eLEaRWı)
“Semavat ve arz kendisine ait olan kimsenin sıratına.”
Burada “Allah’ın sıratına” denmiş olsaydı, o zaman cemaatler de anlaşılırdı. İlin icmaları bucakları, ülkenin içtihatları illeri bağlardı. Ama şimdi kâinatı yaratanın yoluna dendiğine göre, icmalar yerine müsbet ilim öne alınmıştır. Müsbet ilimde insanlığın rasihleri arasında ittifak olması gerekir. Bununla beraber hakemler bütün bunların üzerindedir.
Bu âyet yargı üstünlüğünü de ortaya koymaktadır. Beşeri icmalar tüm bucakları bağlar. Bunu hakemler tesbit eder. Hakemler de hakemlerin denetimindedir. Bucak başkanları uygulamazlarsa mutazarrır hakemlere gider; yoksa mağdur yoktur demektir.
Burada “LeHu” tekrar edilmemiştir. Ama “FiY” harfi tekrar edilmiştir. Semavattaki düzen başkadır, arzdaki düzen başkadır. Onun için “FiY” harfi tekrar edilmiştir. Ama kanunlar aynı olduğu için de “LeHu” tekrar edilmemiştir. Burada ibare kâinatı var eden Allah’ın yoluna gidilmesi gerektiğini ifade eder. Diğer kısımlar ise işaretle delalet eder.
أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ الْأُمُورُ (53)
(EaLAv EiLay elLAHi TaÖIyRu eLEuMYRu)
“İşler Allah’a döner.”
Bu sûrede anlatılanlar, tarihte olmuş olanlar hep Allah’ın izniyle olmaktadır. Hepsi “Adil Düzen”in gelmesi için bir planın aşamasıdır.
Hazreti Nuh Peygamberden beri insanlığın yaptığı işlerde bir hedef vardır, o da İslâm düzeninin insanlığa ulaştırılmasıdır. Başka bir ifade ile “Adil Düzen”in yeryüzüne gelmesidir.
Bu âyet bize “Adil Düzen”in geleceğini kesin olarak haber vermektedir. Sonunda Kur’an düzeninin dünyaya gelmesi haberidir.
Şimdi AK Parti, Saadet Partisi, F. Gülen ve İlâhiyatçılara şu soruyu soracağız:
Bu âyet diyor ki; işler Allah’a dönecektir. Buradaki “işler” marifedir; belli işler demektir. Bize göre Kur’an düzenidir, İslâm düzenidir. Bizim “Adil Düzen” dediğimiz şeydir.
Size göre nedir?
Marife olan “el-umûr” nedir?
Yani sonunda işler nasıl Allah’a dönecektir?
Bunu sadece düşünmeniz bile bizim tefsirimizi haklı çıkaracaktır.